29 Aralık 2008 Pazartesi

2009 ve Türkiye

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/28 Aralık 2008

Üç gün sonra yeni bir yıla giriyoruz. Herkes gelecek günlerin daha iyi olmasını diliyor...

Olabilecek mi?

2008'de Ergenekon denilen garip davayla korku imparatorluğu kuruldu, hükümete muhalif kesimler sindirildi...
Ilımlı İslam destekçileri, doğrudan Atatürk’ü, TSK'yı ve laikliği hedef aldı...
Toplumdaki kamplaşma iyice derinleşti... Türkiye, önemli ölçüde muhafazakarlaştı...
Dış politikada teslimiyetçi anlayış hakim oldu...
Doğu'da terör hortladı...
Kendilerini "liberal" olarak adlandıran takım, yine IMF'nin eteğine yapışıp, bütün umudunu Obama'ya bağladı...
AB projesi bir kenara itildi...
Ekonomik kriz teğet geçmedi, çarpıp savurdu...
İşsizlik tırmandı...

Umudu kaybetmemek gerek tabii; ama, Türkiye’nin çok karışık ve kavgalı bir dönemden geçtiğini de düşünmeden edemiyor insan...

***

Böyle bir ortamda, 2009 yılı bütçe tasarısı, günlerdir TBMM Genel Kurulu’nda görüşülüyor. Bütçe, hükümetlerin bir yıllık zaman içinde hangi hizmetlere ne kadar kaynak ayırmayı planladığını belirler. Hükümetin izleyeceği ekonomik politikalar kadar, sosyal politikaları da görmemize olanak verir. Bu nedenle çok önemlidir.

Öyleyse, şimdi gelin bu gözle bakalım 2009 bütçesine...

Bazı bakanlıkların gelecek yıl için öngörülen bütçeleri şöyle:

İçişleri Bakanlığı: 1 milyar 893 milyon 861 bin TL,
Çevre ve Orman Bakanlığı: 1 milyar 242 milyon 319 bin TL,
Ulaştırma Bakanlığı: 1 milyar 155 milyon 636 bin 740 TL,
Kültür ve Turizm Bakanlığı: 1 milyar 5 milyon 896 bin TL,
Dışişleri Bakanlığı: 816 milyon 935 bin TL,
Bayındırlık ve İskan Bakanlığı: 709 milyon 448 bin TL,
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı: 639 milyon 25 bin TL,
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı: 467 milyon 411 bin TL.

Bütçesi bunların her birinden fazla olan kurum hangisi dersiniz? Tabii ki Diyanet İşleri Başkanlığı... AKP, bu başkanlık için 2 milyar 454 milyon 275 bin TL bütçe ayırarak bir rekora imza attı.

Gazete haberlerine göre, son dört yılda Diyanet’in bütçesi yüzde 90 oranında artmış... Bu artışla da, birçok kurumu geride bırakıyor.

Örneğin, sosyal devlet anlayışının beş temel kurumuna bütçeden toplam olarak sadece 1.6 milyar TL pay veriliyor.
Özürlüler İdaresi Başkanlığı'na 5 milyon 916 bin TL, Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü'ne 5 milyon 731 bin TL, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü'ne 4 milyon 404 bin TL, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü'ne 11 milyon 638 bin TL, SHÇEK Genel Müdürlüğü'ne ise 1 milyar 577 milyon 898 bin TL...

Bu rakamlar gerçeği açıkça ortaya seriyor... Din işlerine ayrılan para, özürlüler, yardıma muhtaç insanlar ya da sokak çocuklarına ayrılan toplam ödenekten fazladır.

AKP'nin "sosyal devlet" anlayışı işte bu kadar... Seçimler yaklaştığı için oy karşılığında sadaka gibi kömür ve erzak dağıtılıyor, 80 binden fazla caminin olduğu ülkemizde yenileri yapılıyor, durmadan Kuran kursları açılıyor...

***

Bu arada TÜBİTAK'a ne kadar bütçe ayrılmış? Türkiye’de müsbet bilimlerde araştırmaları geliştirip desteklemekle görevli bu kurumun payı 1 milyar 127 milyon 85 bin TL...

Bunu geçmişle kıyaslayıp bir artış olduğunu söyleyebilirler ama yeterli midir? Araştırma ve Geliştirme (Ar-Ge) çalışmalarına GSYİH'dan ayırdığımız ödenek, Avrupa’nın çok gerisindedir....

Hükümetin Diyanet'in bütçesini rekor düzeyde artırmasında bir neden vardır elbette...

Kim bilir; belki de herkes gidip bilimin ve sosyal devletin ruhuna Fatiha okuyabilsin diye, her sokağa cami yapma gibi bir projeleri vardır... Laiklik karşıtı odak haline gelmiş bir partiden başka ne beklenir ki?

22 Aralık 2008 Pazartesi

Dali'nin İzinde...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/21 Aralık 2008



Bu satırlar, İspanya’da Cadaques’te yazıldı. Salvador Dali’nin Port Lligat limanındaki evine yürüyerek 15 dakika uzaklıkta bir kafedeyim. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, sırılsıklam bir haldeyim ve bu tuhaf kafede bütün bir öğleden sonrayı geçirmek zorundayım. Çünkü Barcelona’ya gitmek için önce Figueres’e dönmem gerekiyor. Tek ulaşım yolu otobüs. Ama otobüs şirketinin yetkilisi Çinli kadının bildirdiğine göre, ilk otobüs akşama doğru kalkacakmış... Ya da otostop yapabilirmişim ama o hiç aklıma yatmadı.

Aslında sabah Figueres’teki Dali Müzesi’ne gitmek üzere yola çıktığımda şehirde yağmur yağmıyordu. 1.5 saatlik tren yolculuğundan sonra Figueres’e vardığımda yağmura yakalandım.

Öğlen vakti müzeden çıktım ve bu defa Dali ile eşi Gala’nın Port Lligat’taki evini görmek istedim. Önemli bir yerdi orası; Dali, kendisini geriye çekip düşüncelerini şekillendirmeyi o evde öğrendiğini söylemişti. Figueres’teki müze görevlilerine oraya nasıl gidebileceğimi sordum. Arabam yoksa otobüse binmem gerektiğini söylediler ve başka hiçbir şey demediler.

Ben de düştüm yola. Otobüs yolda birçok yerde durdu; sadece ben ve iki Koreli kız Cadaques’e kadar geldik. Çok keskin virajlı yollardan geçtik; bir saat sonra otobüsten indiğimizde yağmur devam ediyordu, şemsiyem de yoktu ama yılmadım.

Heyecanla dar sokaklarda dolaşmaya başladım. Fakat tek bir insanla bile karşılaşmadım. Bütün dükkânlar kapalıydı... Port Lligat’a ulaşınca aldım acı haberi: Dali’nin evi de kapalıydı!

Figueres’teki müze görevlilerinin beni uyarmamasına biraz bozuldum tabii. Ama en azından Picasso, Bunuel, Magritte, Lorca gibi birçok sanatçıya da esin kaynağı olmuş bir yeri görebilirim diye düşündüm.

Yine devam ettim yürümeye. Mavi-beyaz renkteki evleri, deniz kıyısındaki gazinoları ile tam bir balıkçı köyü burası. Sokakları, sadece insanların ve hayvanların yürüyebileceği kadar dar ve engebeli. Bütün o engebeleri aştım. Fakat artık çok ıslanıp üşüdüğüm için kapalı bir yere sığınmam gerekti. O sözünü ettiğim kafeyi görünce de çölde su bulmuş gibi oldum.

Otobüsteki Koreli kızlar da buraya gelmiş. Ama İngilizce konuşmuyorlar. Siz bir şey derseniz, kafalarını aşağı ya da yukarı hareket ettirerek yanıt veriyorlar. Kendi aralarında sürekli gülüşüp eğlendiklerinden onları kendi haline bıraktım.

Kafeyi işleten Nuria ise, “Önce Katalan'ım, sonra İspanyol” diyenlerden. Buralarda çoğu insan kendini bu şekilde tanımlıyor. Bu bana, Türkiye için önerilen İspanya modelini hatırlatıyor...

Sıcak sangria içip kalorifere yapışarak ısınmaya çalışıyorum. Koreli kızlar langırt oynuyor. Nuria ise telefonda bağıra çağıra Katalanca konuşuyor. Kafede internet bağlantısı da var. Ama ben onca yolu internete girmeye gelmedim ki...

Biraz ısındım ya, sokağa çıkma cesareti buluyorum yine. Deniz coşmuş, gök kararmış... Kimin umurunda?

***

Yazının bundan sonrasını yine Cadaques’te bir sahil gazinosunda yazdım. İyi ki Nuria’nın kafesinden çıkmışım; Dali’nin bohem kasabasını daha yakından tanımış oldum.

Gazinonun sahibi Pere’nin anlattığına göre, yazları Cadaques’te otellerde yer kalmazmış. “Burası normal koşullarda hiç bu kadar sessiz değildir,” diyor Pere. Bir bakıma sürreal bir durum demek ki... Hem akşama kadar sıcak sangria içip, camdan Akdeniz’i seyredecek vaktim de var.

İçinde bulunduğum durumda avunulacak bir yan bulmaya çalıştığımı düşünebilirsiniz. Ama otobüs saatine kadar Dali’ye yaraşır uçuk bir hikâye hayal edersem, “Belleğin Azmi” tablosundaki gibi zaman akıp gitmez mi?

-

14 Aralık 2008 Pazar

Sanattır Kenti Zenginleştiren...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/14 Aralık 2008


Bayram haftasında Barselona’da olduğumu duyan bir arkadaşımdan ironik bir yorum geldi: “Demek koyun ya da inek yerine boğa olsun dedin!” İspanya’da boğa güreşi olduğunu hatırlatıyor...

Benim gibi bir veganın boğa güreşi ile uzaktan yakından ilgisi olmaz, ama arkadaşım bir yönden haklı. Dünyanın neresine giderseniz gidin, hayvanlara bir şekilde eziyet ediliyor... Örneğin, Amerika’da Şükran Günü’nde olan hindilere oluyor. Hatta bu yüzden her yıl hindileri kurtarma kampanyaları düzenlenir Amerika’da. Ama sonuçta hep aynı şeyler tekrarlanır; bu gibi durumlardan kaçış nafile...Yine de Kurban Bayramı’nda uzak bir yerlere gitmenin faydası yok değil. Sokaklara yayılan kan kokusunu solumuyorsunuz hiç değilse...

Diğer taraftan, Barselona’nın boğa güreşi ile özdeşleştirilmesi ise acıklı... Çünkü, bana göre, Katalonya bölgesinin bu güzel başkentinin asıl cazibesi, içinde barındırdığı muhteşem kültür. Bazıları yemeklerini ya da futbol maçlarını da ilginç bulabilir. Ama bu kentte hiçbir şey, Katalan mimar Antoni Gaudi’nin eserlerinden daha etkileyici olamaz.

20. yüzyılın en büyük mimarlarından Gaudi, Barselona’ya öyle bir damgasını vurmuş ki, etkisi kentin ruhuna işlemiş. Barselonalılar, modern mimarinin bu yetenekli öncüsüne ne kadar minnet duysa azdır. Gaudi’nin bıraktığı miras, yüzyıl sonra bile insanları cezbedip büyülemeye devam ediyor.

***


Barselona’nın sokaklarında yürürken, sanatın kalıcılığını derinden hissediyor insan. Zamanla her şey unutulabiliyor; oysa kalıcı olan, kuşaktan kuşağa aktarılabilen sanatsal eserler...

Palau de la Musica Catalana denilen Müzik Sarayı’nda Mozart dinlerken de bunu düşündüm. Moldova Ulusal Senfoni Orkestrası, Mozart’ın “Requiem” adlı eserini yorumluyordu. 1791 yılında bestelendi bu eser. Aradan geçen 217 yıla rağmen hâlâ zevkle dinleniyor ve Gaudi’nin yapıtları gibi çarpıcı.

Tabii belirtmek gerekir ki, Mozart’ın müziği, Palau de la Musica Catalana kadar olağanüstü bir mekânda çalınmasa da çok güzel. Gösterişsiz bir salonda ya da evde, nerede dinlenirse dinlensin, zamanı ve mekânı aşıp yoğun duygular yaratabiliyor...

Barselona halkı, görkemli bir mimari ile bezenmiş bir kentte müzikle iç içe yaşıyor. Labirenti andıran sokaklarda, birden karşınıza flamenko yapan bir dansçı çıkabiliyor.. Güell Park’ta yürürken, kendi yaptığı “hang” adı verilen ilginç bir enstrümanı çalan bir gençle karşılaşıyorsunuz... Kentin meydanları, genciyle yaşlısıyla, erkeğiyle kadınıyla, şarkı söyleyip dans eden insanlarla dolu...

***


2007’de 7.2 milyondan fazla turist ziyaret etmiş Barselona’yı. Bir önceki yıla göre yüzde 8 oranında bir artış olmuş. Nedir bu ilginin sebebi? Sıcak iklimi, ünlü plajları, yemekleri ve gece hayatı mı? Mutlaka hepsinin etkisi büyük, ama bunların bir arada bulunduğu başka kentler de var. Öyleyse neden Barselona? Başta da belirttiğim gibi, bunun en önemli nedeni, kentin büyüleyici mimarisi ve Joan Miro, Salvador Dali gibi büyük sanatçılar yetiştirmiş bir kültür ortamının canlılığı.

Bütün bunlara karşın, küreselleşmenin tek tipleştirme politikasının, Barselona’da da işlediği görülüyor... Başka bir ülkeyi ziyaret edince baş köşede McDonalds’la karşılaşmak can sıkıcı doğrusu. Kentlerin yerel kültürünü tanımak, giderek daha da zorlaşıyor. Farklılıkları bulmak için artık arka sokaklarda iz sürmek gerekiyor...

Peki, 2010’da Avrupa’nın kültür başkenti olacak İstanbul ne durumda dersiniz? Kenti birbirine benzeyen alışveriş merkezlerinin cenneti haline getirenler düşünsün...

7 Aralık 2008 Pazar

İlkesizlik Siyaseti...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/7 Aralık 2008

Değişim”, yaşadığımız çağı anlatan sözcüklerden birisi. Obama, tüm seçim stratejisini bu vaat üzerine kurarak, Amerika’nın seçilmiş başkanı oldu. Irak Savaşı’na en başından beri karşı çıkmıştı ve bunu kendisini diğer adaylardan ayıran en belirgin farklardan biri olarak ortaya koydu.

Afganistan ve Irak savaşlarından bunalan Amerikan halkının, Obama’nın değişim umuduna kapılmasını kolaylaştıran önemli bir etkendi bu. Obama, rakibi Hillary Clinton’ı seçim süreci boyunca savaşa onay vermekle suçladı. Doğruydu; Clinton, Bush’un Irak’ı işgal planına "evet" oyu vermişti.

Ne var ki, Obama başkanlık seçiminden zaferle çıkınca iş değişti... Senatör Clinton, Obama tarafından dışişleri bakanlığına aday gösterildi...

Tuhaf doğrusu... Clinton değil miydi Obama’nın İran, Küba ve Kuzey Kore ile koşulsuz görüşme planına karşı çıkan? Clinton değil miydi Obama’nın deneyimsiz olduğunu söyleyerek, onun seçilmesi halinde Amerika'nın güvenlik içinde olamayacağını ima eden? Peki, Obama değil miydi bir insanın Beyaz Saray’da başkan eşi olarak yaşamış olmasının, dış politikada deneyimli olduğu anlamına gelmeyeceğini söyleyen?

Öyleyse, ne oldu da durum değişti? İşte bu noktada, kimileri, ideolojilerin buharlaştığı bir çağda, çözümün pragmatist politikalarda görüldüğünü söylüyor.

***

Kapitalizmin felsefi temellerinden doğan pragmatizm (yararcılık), bu kavramı geliştiren felsefecilerden William James’e göre, felsefe olmaktan çok bir metot, düşünceyi doğurduğu sonuca ve başarısına göre ölçen bir yöntemdir.

Burada pragmatizmi anlatacak değilim. Benim dikkat çekmek istediğim, bu kavramın siyasetteki çarpık kullanımı. Ne zaman bir politikacı, anlaşılmaz bir biçimde dönüşüp, eskiden savunduklarının tersini yapsa, derhal pragmatizme sığınarak tutarsızlığına geçerlilik kazandırmaya çalışıyor.

Elbette değişime karşı değiliz. İnsan, zamanla yanlışlarının farkına varıp değişebilir. Yerine göre pragmatist çözümlere de başvurulabilir. Ama bir politikacının varoluşunun temelini oluşturan ilkelerin tam tersi davranışlarda bulunuşu, ne değişim ile ne de pragmatizm ile açıklanabilir. Bu, olsa olsa fırsatçılıktır.

Obama’nın yaptığı da budur. Sihirli bir değnek birden Clinton'a dokunup onu dış politika uzmanı yapmış değildir. Obama, rakibini gelecek seçimde saf dışı bırakmak için kabineye alıyor. Savaş destekçisi Cumhuriyetçiler'e de yer verdiği ekibini bir Rakipler Takımı olarak kuruyor. Böylece şahinlerin övgüsünü kazanıyor ama kendisine değişim için oy verenleri hayal kırıklığına uğratıyor...

***

Fırsatçı siyasetin ilginç bir örneği ise, son günlerde ülkemizde yaşandı... CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, yerel seçimlere dört ay kala, aniden kara çarşaflı kadınlara partinin rozetini takarak şov yaptı. AKP’nin seçmen kitlesinden oy kapma amacıyla yapıldığı belli olan bu girişim, CHP için ciddi bir değişimdir.

CHP, Türk kadınının özgür, eşit ve çağdaş bir birey olarak sosyal hayata katılımını savunurken, bunun tam tersi bir dünya görüşünün temsilcilerini partisine çağırmıştır. “Başörtüsü ile sorunumuz yok; sorun, dini siyasallaştıran türban ve kara çarşafta,” noktasından, CHP rozetli kara çarşaflılara gelinmiştir. Bir de, “Laiklik anlayışımızda değişiklik yok; kara çarşaflıları aday yapacak değiliz,” şeklinde savunmalar var ki, tutarsızlığın bu kadarına pes...

Solun değerlerini savunup, hakça bir düzeni kurmak için politikalar üreteceklerine, hep yaptıkları gibi sağı taklit ederek oy toplamaya çalışıyorlar. Baykal ve ekibi bunu hep yapıyor... Bunun adı, ideolojisizlik ideolojisi ya da ilkesiz siyasettir...

1 Aralık 2008 Pazartesi

Dünyanın Ağası

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/30 Kasım 2008

Dünyanın toplam yüzölçümü 510.065.284 km2.

5.613.963 rakamı, bunun ne kadarına denk gelir?

Yaklaşık yüzde 1’ine... Bu rakam, Amerika’nın dünya üzerinde hiç asker bulundurmadığı toprakların yüzölçümünü gösteriyor. Geriye kalan 504.451.321 km2’lik alanda Amerika’nın askeri gücü var.

Bu sayıları nasıl bulduğuma gelince... Mother Jones dergisinin ekim sayısında, Amerika’nın dünyanın diğer ülkelerindeki askeri gücünü gösteren bir harita yayımlandı.

Pentagon’un hiç asker bulundurmadığı bölgeler haritada açık yeşil renkte... Bu bölgelere bakınca şu liste çıkıyor karşımıza: Libya, İran, Kuzey Kore, Batı Sahra, Burkina Faso, Togo, Kongo Cumhuriyeti, Merkezi Afrika Cumhuriyeti, Papua Yeni Gine ve Fransız Guyanası... İşte bu bölgelerin yüzölçümlerini bulup toplayınca, dünya yüzölçümünün yaklaşık yüzde 1'i kadar olduğunu gördüm.

Fransız Guyanası, Fransa’ya bağlı denizaşırı il statüsünde. Geri kalan 9 ülkeden Libya, İran ve Kuzey Kore dışındakiler ise, fakirlik, açlık ve susuzluktan kıvranıyor... Ne petrolleri var ne de konumları stratejik...

***

Haritada Türkiye nasıl gösterilmiş?

Sarı-yeşil çizgili bir grafik kullanılmış. Ne demek bu? Haziran 2000-Aralık 2007 arasında bu bölgede asker sayısında azalma yönünde bir değişiklik olduğu anlamına geliyor. Türkiye ile ilgili açıklamada şöyle yazıyor: İncirlik Hava Üssü, uzun yıllardır Amerikan askerlerini barındırdı ve Irak Savaşı nedeniyle çok önemli bir merkez haline geldi. Geçen sonbaharda, Ermenilere yönelik 1915-23 Osmanlı soykırımını kınayan bir yasa tasarısının Kongre'de görüşülmesine öfkelenen Türk politikacılar, üssü Amerika’nın kullanımına kapatmakla tehdit etti. Tasarı kısa bir süre sonra rafa kalktı.

Durum şu: Sözde soykırım yasa tasarısı, 10 Ekim 2007’de Temsilciler Meclisi’nin Dış İlişkiler Komitesi’nde 21’e karşı 27 oyla kabul edildi. Türkiye, tepki olarak Washington Büyükelçisini Ankara’ya çağırdı. Kongre üyelerine yönelik lobi faaliyeti yürütülerek ilişkilerin büyük zarar göreceği anlatıldı. Bush yönetimi ise, Ankara’nın, Irak’a gönderilecek ABD kuvvetlerinin sevkiyatı için Türk yollarını kısıtlamasından kaygı duyduğunu söyledi. Sonunda tasarı ertelendi.

Bakalım Obama başkanlığı devralınca sözde soykırım tasarısı ne olacak? Buna bağlı olarak İncirlik tartışması yeniden gündeme gelecek mi göreceğiz... Ama İncirlik gibi bir noktaya yerleşen Amerika’nın kolay kolay oradan çıkacağını düşünmek yanıltıcı olur. Sonuçta İran’a olan yakınlığı ortada...

***

Mother Jones’un harita ile ilgili haberinde, Bush'un 2004 başkanlık seçiminden birkaç ay önce, Amerikan askeri üslerine ilişkin bir plan açıkladığı da anlatılıyor. Soğuk Savaş’tan bu yana yapılan en sert plandı bu. O dönemin Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in hazırladığı düzenlemenin amacı, zayıf durumdaki savaş makinesine hayat vermekti. Bunun için yapılacak şey, eldeki kuvvetleri son teknolojiyle donatıp, daha az güçle daha çok iş yapabilecek ve aynı anda dört bölgede birden çatışma yürütüp baskı kurabilecek hale getirmekti.

Amerika, o günden beri bunu sağlamak için dünyanın birçok yerinde üsler kurmaya devam ediyor. Pentagon’u yönetenler, söz konusu haritaya bakıp ne düşünüyorlardır acaba?

“Vay be, dünya imparatorluğumuz muhteşem görünüyor!” mu diyorlardır? 151 yabancı ülkede 510.927 asker... Yaklaşık 120 milyar dolar ederindeki 761 askeri üs... 21.yüzyılda imparatorluk, parayla, silahla ve dünya yüzölçümünün yüzde 99’unda asker bulundurarak kuruluyor...

24 Kasım 2008 Pazartesi

Cahilliğin Egemenliği

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/23 Kasım 2008

Şiddetle yağmur yağarken bir taksiye biniyorum. Orta yaşlı şoför konuşmaya başlıyor:

“Nasıl yağmur yağıyor! Bir de küresel ısınma var diyorlar. Hani nerde? Her şey Allah’tandır! İster yağdırır ister yağdırmaz.”

Şoför konuşmaya devam edince yanıt vermek gerekiyor. “Durum öyle değil,” diyorum. Küresel ısınmanın belirtilerinin birçok alanda görüldüğünü, buzulların eridiğini, kimi göllerin ve hayvan türlerinin yok olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

Lafımı kesip, “Kim demiş bunları?” diye soruyor. “Bilim adamları ve uzmanlar,” şeklindeki yanıtım onu hiç tatmin etmiyor, aksine kızdırıyor. “Bunlar safsata! Onlar hep böyle konuşur,” diyor.

***


Plastik damacanalarda su satan bir esnaf ile konuşuyorum. Şişenin altındaki dönüşüm logosuna bakmak isteyince, hemen anlıyor sebebini. “7 sayısına mı bakacaksınız?” diye soruyor.

“Evet,” diyorum. Çünkü damacanaların altında bulunan logonun içinde 3 ya da 7 rakamı varsa, bu o damacananın yüksek oranda kimyasal madde içerdiğini ve insan sağlığına zararlı olduğunu gösteriyor. Ama o, ısrarla bunu inkar etmeye çalışıyor.

“Bilim öyle demiyor,” diye karşılık verince sinirleniyor. “Ne bilimi? Onların işi gücü milleti korkutmak!” diyerek öfkesini açığa vuruyor.

***

Küresel mali krizin bütün dünya piyasalarında ciddi çöküşlere yol açtığı bir sırada, Başbakan Erdoğan anlaşılması güç laflar ediyor. Bankacılık sistemimizde alınan dersler nedeniyle ekonominin sıkıntıya düşmeyeceğini anlatıyor... “Hamdolsun, korkulduğu gibi bir şey söz konusu değil,” diyor.

Ekonomistler, mali krizin reel sektöre yansıyacağı konusunda uyarıyor, yaklaşan tehlikenin boyutları verilerle anlatılıyor ama nafile... O, “Kriz inşallah bizi teğet geçecek,” diyor.

Fakat aradan daha bir ay geçmeden krizin yansımaları görülüyor. Sanayideki üretim, eylül ayında geçen yılın aynı dönemine oranla yüzde 5.5 oranında düştü... İş yerleri kapanıyor, ağustos ayında 207 bin kişi daha işsizler ordusuna katıldı... Olsun... Başbakan, yine de krizin Türkiye'yi teğet geçeceğine inanıyor... Washington'a gidince, IMF'den para almak için, krizden etkilenmemenin mümkün olmadığını söylüyor ama Türkiye'de farklı konuşuyor...

***

Bu birbirinden bağımsız gibi görünen üç olayın ortak bir noktası var. Başbakan Erdoğan'ın aymazlığı, oy peşindeki takıyyeci politikacının tavrı olmanın ötesinde. Şoförün, su satıcısının ve Başbakan'ın tavrı, sonuçta aynı anlayıştan kaynak buluyor. O da, bilimsel çalışmayla elde edilen verileri değersizleştirme çabası. Böylelikle, bu tür verilerin yerine boş inançlar geçirilince, her türlü yanlışı gerçekmiş gibi göstermek olanaklı hale geliyor. Aynı anlayış, bir zamanlar da Kenan Evren'in radyasyonun faydalı olduğunu savunmasına yol açmıştı...

İlkel toplumlara uygun bir yaklaşım bu. Ancak neden diye sorgulamadan efendisine biat edenler tarafından kabul edilebilir. Oysa kulluktan vatandaşlığa geçen insan, araştıracak, bilimsel verileri aklın süzgecinden geçirip değerlendirecektir.

Bu yaklaşım değişmediği sürece, ne yazık ki, Türkiye’nin çağdaş uygarlık seviyesine ulaşması olanaklı görünmüyor. Mustafa Kemal Atatürk, boşuna “Hayattaki en hakiki mürşit ilimdir,” dememiştir. Çünkü çağdaşlığın yolu bilimden geçer.

Atatürk’ü daha iyi tanımak amacıyla “belgesel” yaptığını iddia edenler, onun özellikle bu yönünü göz ardı etmemeli. Atatürk’ün düşünce sisteminin temelleri topluma doğru bir şekilde anlatılmazsa, işte bugünkü gibi, cahillik gelir çöker tepemize...

17 Kasım 2008 Pazartesi

Kapitalizm ve İnsan Doğası

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/16 Kasım 2008

Obama’nın zaferi üzerine binbir türlü yorum yapıldı. Küçümsenecek bir zafer değil tabii. Siyahi genç bir senatör Beyaz Saray’a patron oldu. Amerikan tarihi için olduğu kadar dünya tarihi için de önemli bir olaydır bu.

Irkçılık, hâlâ çağın en utanç verici sorunlarından birisi. Sanmayın ki, Obama’nın seçilmesiyle birdenbire ortadan kalkacak. Irkçılığın toplumun kökünden kazınması zaman alacaktır. Yine de Obama’nın başkanlığı, bu mücadelede büyük bir dönüm noktasıdır.

Diğer yandan, başkanın siyah oluşu, Amerikan sisteminin tümüyle değişeceği anlamına gelmez. Obama’nın önerdiği değişimin sınırları bellidir. Ülkenin kapitalist-emperyalist çıkarlarına karşı çıkanı başkan yaparlar mı Amerika’da?

***

Benim bugün üzerinde durmak istediğim konu ise, bu seçimin bir başka yönü. Amerikalı seçmenlerin tercihini belirleyen etkenlere dikkat çekmek istiyorum.

İstatistiklere göre, Amerikalı seçmenlerin yüzde 62'si ekonomik endişeler nedeniyle Obama’ya oy verdiğini belirtti. Sadece yüzde 10’luk bir kesim Irak’taki savaşı birinci sıraya koyarken, terör ancak yüzde 9’luk bir seçmen grubunun oyunu etkileyen ilk etken oldu.

Bu oranlar, insan davranışını göstermesi bakımından ilginç. Ne yalanlara dayanılarak yapılan işgaller, ne bombalarla öldürülen siviller, ne de hapishanelerde işkence gören insanlar... Bunların hiçbirisi Amerikalı seçmenleri ekonomi kadar etkilemedi... Etkilemiş olsaydı, 2004’te Bush’a tekrar oy vermezlerdi...

Bush’un ikinci kez başkan seçildiği günün ertesinde İngiliz Daily Mirror gazetesi manşetten kocaman puntolarla şu soruyu sormuştu: “59.059.084 kişi nasıl bu kadar aptal olabilir?” Bush’a oy verenlerin davranışını açıklayamıyordu dünya. Ortadoğu petrolüne el koyma amacındaki Bush hükümeti, 11 Eylül saldırılarını bahane etmiş ve Irak’ta kitle imha silahları olduğu iddiasıyla bu ülkeyi işgal etmişti.

Fakat zamanla yalanları bir bir ortaya çıktı. Üstelik Irak'tan 6 ayda çıkacaklarını söylemelerine karşın işgal sürüyordu. Neo-con'ların “Önleyici Saldırı Doktrini” engel tanımıyor, hak, hukuk ayaklar altına alınıyordu. İlk kez yapılan bir uygulamayla askerlerle birlikte cepheye “iliştirilmiş gazeteciler” (embedded journalist) gönderildi. Böylece savaş, insanların oturma odalarına taşındı. Yemek yerken savaş görüntülerini seyretti Amerikalılar...

Ve o dönemde yapılan seçimi yine bu korkunç savaşı başlatan Bush kazandı... İnsanın aklına geliyor; keşke ekonomik kriz bu yıl yerine 2004’te patlasaydı da, Bush-Cheney takımı son 4 yıldır kirli politikalarını sürdüremeseydi!

Elbette bir insanın bankadaki parasını ya da işini kaybetmekten endişe etmesi anlaşılabilir bir durum. Gelecek korkusu doğaldır. Anlaşılmaz olansa, bombalar altında hayatını kaybeden suçsuz insanların dramına duyarsız kalmak...

O yıllarda Amerika’nın yaşadığı travmaya tepki gösterenler de yok değildi. Bush, 2004’te halktan tekrar onay alınca, toplumdaki bölünme iyice derinleşti. Hatta bu onursuzluğu daha fazla taşıyamayacağını söyleyen bazı Amerikalılar Kanada’ya göç etti. Ama bunlar, yeni muhafazakarlığın kanlı Yeni Dünya Düzeni’ni durdurmaya yetmedi...

Sonuçta, 2008’de ekonomik kaygılar nedeniyle ezici bir çoğunlukla Obama’yı seçebilen bir toplum, 2004’te dünyayı kana bulayan Bush’a karşı duramadı... Mutlaka o dönemin koşullarını belirleyen birçok toplumsal ve ekonomik etken var. Ve çok açık ki, bu etkenlerden birisi de, kapitalist toplumda duyarsızlaşan insan doğası...

10 Kasım 2008 Pazartesi

Kafasız Tavuklar

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/9 Kasım 2008

Önce The New York Times’da şu satırları okudum: “Bu, hepimizin etrafta kafası kesilmiş tavuklar gibi oradan oraya koşuşturduğumuz, 19. yüzyıl tarzı bir panik.” Boston merkezli yatırım firması GMO’nun Başkanı R. Jeremy Grantham, küresel mali krizi böyle anlatmış.

Bu tanımlama, bana, Türkçe’deki “Mal canın yongasıdır,” deyişini hatırlattı. Parasını kaybeden insanın kendisini boynu kırılıp kafası koparılan tavuğa benzetişi ilginç ve acıklı gerçekten...

Grantham’ın sözlerinden sonra Başbakan Erdoğan’ın “ümük” yorumu geldi. IMF ile anlaşma yapılsın diyenlere, “Krizi fırsat bilip ümüğümüzü sıkalım derlerse olmaz,” diye yanıt verdi Erdoğan.

Görüldüğü gibi küresel mali kriz, birçok kişiyi boyun endişesine düşürdü. “Ya boynumu koparırlarsa?”, “Ya boynuma çöküp nefes almamı engellerlerse?” türünden korkular taşıyor insanlar.

Peki, IMF’ye karşı olmadığını açıklayan Erdoğan, neden şimdi bu endişeye düştü? Bugüne kadar her krizde kendini IMF ile pazarlık ederken bulan Türkiye değil miydi? Amerika’da patlayıp tüm dünyaya yayılan ekonomik krizin, gelişmekte olan ülkeleri sonunda yine IMF ile masaya oturtacağı belliydi.

Küresel kapitalizmin çarkı böyle işliyor. Naomi Klein’ın “The Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism” (Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi) adlı kitabında anlattığı gibi, kapitalizm, felaketlerden yararlanarak yoluna devam ediyor. Savaş, terör, sel, açlık vb. her türlü ekonomik, doğal ya da politik felaket, kriz yaratıyor ve böylece küresel kapitalizmin şok terapisi için yol açılıyor.

Zayıf olan krizle yıkılınca bundan çıkar sağlayacak güçler devreye giriyor. Kredi ve nakit sıkıntısına düşen ekonomilere biraz gaz verilip ayağa kaldırılır gibi yapılıyor. Ama bunun için önce neoliberal ekonominin şartları öne sürülüyor. Yani, özelleştirme, devlet müdahalesinin kısıtlanması ve sosyal harcamalarda kesintiler öneren reçeteler dayatılıyor. Bir süre sonra da sıcak para girişiyle tamamen dışa bağımlı hale gelen ve cari açığı artan ekonomiler, en ufak bir sarsıntıda tekrar yıkılacak hale geliyor.

Bir kısırdöngü bu. Felaket kapitalizmi bu şekilde ilerliyor. IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar da, bu sistemin en önde gelen aktörleri. Hep böyleydi; IMF, zaten hep “ümük sıkmak” için var oldu. Bunu kurumun kendi uzmanları bile söylüyor. 1980’lerde IMF’nin Latin Amerika ve Afrika’daki yapısal düzenleme planlarını tasarlayan ekonomist Davison L. Budhoo, sonraları şu itirafta bulundu: “1983’ten itibaren yaptığımız her şey, Güney’in ‘özelleştirilmesini’ ya da bitirilmesini temel alan yeni bir anlayışa dayanıyordu.

O nedenle, Erdoğan’ın ABD/AB yönetimindeki IMF’ye yönelik “ümük sıkma” uyarısı gariptir... Türkiye, her ne kadar üyelik payı ödüyor olsa da, IMF’nin yönetiminde söz hakkı yok denecek kadar azdır. Gelişmiş ülkelerin egemenliğindeki IMF için yeni bir görev tanımı yapılmadıkça da, bu kurum gelişmekte olan ülkeler için bir çözüm olmayacaktır. Nitekim bu gerçekleri gören Venezüella, sonunda IMF ve Dünya Bankası ile ilişkilerini bitirip özgürlüğünü ilan etti.

Türkiye ne zaman IMF’nin etki alanından çıkacak belli değil... Ama görünen o ki, felaket kapitalizmi yoluna devam ediyor. Kimin elinde baltayla gezdiği, kimin kafası uçurulan tavuk yerine konmak istediği apaçık ortada.

“Yine o bilindik sol söylemler!” diyerek bu yazdıklarımıza dudak bükenler vardır mutlaka...Eh, nicedir emekçinin canına okuyan klasik sağ söylemleri savunacak değiliz ya...

2 Kasım 2008 Pazar

Bir Dönemin Sonu mu?

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/2 Kasım 2008

Birkaç gün sonra bütün dünya, gelecek dört yıl boyunca Amerika’yı yönetecek yeni başkanın kim olduğunu öğrenmiş olacak. Kamuoyu araştırmalarına göre Obama önde. Belli ki, finansal krizle sarsılan Amerikan halkının tercihinde ekonomik endişeler oldukça etkili. Bir yandan da, Obama’ya karşı gelişen ırkçılık ve uydurma sosyalistlik tartışmaları gündemde...

McCain ile Obama arasında özellikle vergi, dış politika ve sosyal güvenlik gibi temel konulara bakış açılarında farklar var. Bugüne kadar bunların önemli bir bölümü medyaya yansıdı. Hatta gariptir; kendi ülkemizdeki politikacıların görüşlerinden çok onlarınkini bilir hale geldik.

Peki, hangi adayın kazanması Türkiye için daha iyi? “Amerika’nın temel politikaları değişmez. O nedenle fazla fark olmaz,” diyenler var... Bunda doğruluk payı vardır; ama şunu da görmek gerekir ki, Obama kazanır ve vaat ettiği gibi sekiz yıldır Beyaz Saray'da hüküm süren kovboy diplomasisini sona erdirirse, bu bütün dünya için olumlu sonuçlar doğuracaktır.

Fakat yeni seçilecek başkanın hem Amerika’yı hem de dünyayı etkileyebilecek bir diğer özelliği var ki, bu yoğun gündemde pek de üzerinde durulmuyor. O da, Amerika’da giderek yükselen anti-entelektüel hareket karşısında alacağı duruştur...

Son günlerde bu hareketi inceleyen bir kitap okudum. Susan Jacoby, “The Age of American Unreason” (Amerikan Mantıksızlık Çağı) adlı mükemmel eserinde, Aydınlanma, laik gelenek ve bilim karşıtlığı olarak ortaya çıkan bu anlayışın Amerika’ya ve dünyaya nelere mal olduğunu anlatıyor.

Bush döneminde doruk noktasına varan “anti-entelektüelizm”, ticari medyanın pompaladığı popüler kültür aracılığıyla Amerika’ya hakim oldu. Bilimsel çalışmaları din karşıtı gibi gösteren, küresel ısınmayı yok sayan, evrim teorisine karşı çıkan, bilginin karşısına hurafeleri çıkaran bu görüş, her geçen gün daha da güç kazanıyor. Bunun sonuçlarını bu yazıda ayrıntılı olarak ele almak olanaklı değil, fakat birkaç örnek durumun vahametine dikkat çekebilir.

Amerikan Ulusal Bilim Kurumu'nun (NSF) yaptığı araştırmalara göre, Amerikalıların 2/3’sinden fazlası DNA’nın kalıtımın ana maddesi olduğunu bilmiyor... 5 kişiden 1’i hala güneşin dünyanın etrafında döndügüne inanıyor... 10 kişiden 9’u radyasyonun insan bedenine verebileceği zararların farkında değil... Ortalama eğitim alan bir Amerikalının günümüzdeki durumu böyle...

Akılcılık karşıtı olarak gelişen bu cahilliğin dünyaya faturası ise oldukça ağır oldu. Milyonlarca insan, yalanlara dayanarak ülke işgal eden politikacılara inandı... İşlenen insanlık suçlarını televizyondan seyreden yığınlar sessiz kaldı... "Neden?" diye sormadılar, sorgulamadılar...

Jacoby’ye göre, buradaki sorun sadece politikacıların yalan söylemiş olması değil; asıl sorun, insanların kamu görüşü oluşturabilmek için bilmesi gerekenleri öğrenmek adına hiçbir çaba harcamaması...

Bu duyarsızlığın gerisinde, medyanın eğlence ile bilgiyi karıştıran "infotainment" bombardımanının olduğu da çok açık... Halkının 2/3’sinin haritada Irak’ı bulamadığı, kongre üyelerinin birçoğunun Şii’nin Sünni’den farkını bilmediği bir toplum Amerika...

Reagan döneminden bu yana entelektüeli "elitist" göstermeye çalışan Amerikan dinci sağının geriletilmesi gerçekten önemli. Çünkü Bush'la iyice popülerleşen cehalet ve korku temelli bu ideolojinin yönettiği Mantıksızlık Çağı, adeta bir virüs gibi tüm dünyaya yayılıyor.

Bakalım bu çağın veda çanlarını yakında duyacak mıyız?

28 Ekim 2008 Salı

85

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 26 Ekim 2008

Başlıktaki sayı Türk insanına ne anlatıyor?
Sokaktaki insanlara sorsak ne derler?
Üç gün sonra Cumhuriyet’in ilanının 85. yılını kutlayacağımızı anımsar mı herkes?
Ya gençler? Onların bu konudaki tavrı nedir?
Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyet’i ve devrimleri emanet ettiği gençler, Cumhuriyet’in 85. yılında gerçekten onu sahiplenme bilincine ulaşmış mıdır?

Bu soruya hiş tereddütsüz “evet” yanıtını vermek isterdim. Fakat ne yazık ki, 2008 Türkiyesi'nde Cumhuriyet'in ülkemize kazandırdıklarının bilincinde olmayanların sayısı giderek artıyor...

"Küreselleşen" dünyada Amerika’nın ve Avrupa Birliği’nin desteğini alabilmek için “Ilımlı İslam” modelinin denenmesinin yararlı olabileceğini düşünen gençler tanıyorum... Ya da aklı ve bilimi temel alan Nutuk’taki fikirleri savunmayı Kuran’a olan inançla eş tutup, ikisine olan bağlılığı da bağnazlık olarak değerlendiren gençlerle karşılaşıyorum... Üstelik bu gençler, ülkenin en iyi üniversitelerinde eğitim görmüş!

Cumhuriyet rejimi ile yönetilen Türkiye’de doğup büyüyen bu gençlerin, 29 Ekim 1923’ün anlamını kavrayamamış olması gerçekten üzücü.

Nedir Cumhuriyet’in anlamı?

Emperyalizme karşı verilen Kurtuluş Savaşı sonrasında, Lozan Antlaşması sayesinde bağımsızlığın kazanılmasıyla, yeni kurulan devletin idare şeklinin Cumhuriyet olarak belirlendiği gündür 29 Ekim. Bunun anlamı, artık egemenliğin kaynağının ulusa ait olduğudur. Cumhuriyet'in kabul edilişi, Osmanlı'daki padişahlık sisteminin fiilen ve hukuken sonlandırılmasıdır. Bunun gereği olarak da devamında şeriat hukuku yerine medeni hukuka geçiş mümkün olmuştur. Din ve devlet işleri ayrımı sağlandıktan sonra, kadın ve erkeğin yasalar önünde eşitliği düşüncesi Cumhuriyet'le doğdu. Bu nedenle Türkiye için en gurur verici gündür ve ülke varlığını sürdürdüğü sürece en güzel şekilde kutlanmalıdır.

Öyleyse, bu önemli günün 85. yıldönümünde hükümet cephesi neden sessiz?
Kutlu Doğum Haftası’nı aylar öncesinden yapılan hazırlıklarla günlerce kutlayanlar bugün neden suskun?
29 Ekim için neden büyük kutlama hazırlıkları yapılmıyor?

Nedeni belli...

Laiklik karşıtı odak olduğu ülkenin en yüksek mahkemesince tespit edilen bir parti yönetiyor bugün Türkiye’yi. Takiyyeci AKP’nin 2002’de iktidara geldiği günden bu yana uyguladığı politikalar, laik Cumhuriyet’le sorunu olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Cumhuriyet'in yerine Amerika patentli “Ilımlı İslam” modelinin geçirilmesi; dinin, devlet işlerinde başlıca referans olarak kullanılması hedeflenmektedir.

İktidar partisi, Cumhuriyet devrimlerinin bu topluma kazandırdıklarını bir bir geri alma çabasındadır. Örnek mi? Sosyal hayata katılan kadını çalışma yaşamından uzaklaştırma girişimleri... Belediyeler kanalıyla kamuya açık yerlerde uygulanan içki yasakları... “Ulemaya soralım” diyerek gönlünden geçeni dışa vuran bir Başbakan... Ülkenin en önemli kurumlarını yabancılara satma politikası... Yasa tasarılarını kendi halkından önce Avrupalılara anlatan bakanlar...

Bu tür örneklerin sonu yok. En acısı da, Cumhuriyet’in 85. yılında bu devletin kurucusu Atatürk’ün izinden gidip onun düşüncesini yaşatmak isteyenlere yapılan muameledir. 2008 Türkiyesi’nde Atatürkçüler, AKP medyasındaki İkinci Cumhuriyetçi ve dinci takım tarafından karalanıp susturulmaya çalışılmaktadır.

Bugün Türkiye’deki en önemli tehlike, emperyalizme koşulsuz bir teslimiyet yoluna sapmış olan iktidarın, Cumhuriyet Türkiyesi'ne karşı aldığı tavırdır. Bu hükümet, Cumhuriyet rejiminden ve Atatürk devrimlerinden rahatsızdır. Sözde Ilımlı İslam modelini ülkemize yerleştirme hayalleri kurdukları bir gerçektir.

Bu durumda 29 Ekim 2008’de gençliğe sorulacak soru şudur: Anadolu insanının yaşamı pahasına emperyalizme karşı savaşarak kurduğu, egemenliği padişahtan alıp halka veren ve çağdaş yaşamı hedefleyen laik Cumhuriyet’i sahiplenecek misiniz?

19 Ekim 2008 Pazar

Kapitalizm Öldü mü?

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/19 Ekim 2008

The Week dergisi Amerika baskısının kapağında Adam Smith’in mezar taşını resmedip, üzerine de doğum-ölüm tarihlerini 1776-2008 olarak yazmış. Yine kapağa taşıdıkları soru ise şu: “Kapitalizm öldü mü?

Öldü mü?

Son nefesini vermedi ama ciddi yara aldı. Küresel mali krizle boğuşan kapitalist sistem bunalımda. Bugünlerde herkes, bunun nedenini arıyor. Oysa birçok ekonomist, çok önceden bu kontrolsüz gidişatın bir yerde mutlaka duvara toslayacağı konusunda uyarılarda bulunmuştu...

Üstelik bu uyarıların tarihi geriye doğru bakıldığında oldukça da eski. Ta Marx ve Engels’den bu yana kapitalizmin hangi aşamalardan geçerek nereye varacağı tartışılıyor... Kimisi bu tartışmaları “saçmalık” diyerek küçümsemeye kalksa da, bir Amerikan dergisinin 2008 yılını Adam Smith’in ölüm tarihi olarak görmesi anlamlıdır.

Ne diyordu Smith 1776 tarihli eseri “Ulusların Zenginliği”nde? Her birey kendi çıkarı peşinde koşarken, sıklıkla, katkıda bulunmaya niyetleneceğinden, çok daha etkin olarak topluma katkıda bulunur. Toplumdaki uyum, bilinçli bir müdahale olmasa da kendiliğinden oluşur. Bunu sağlayan “görünmez el” ise serbest piyasadır...

Görünen o ki, bu teorinin gerçekleri yansıtmadığı kesin olarak kanıtlanmıştır. Başıboş bırakılan serbest piyasaların bugünkü hali ortada. O “görünmez el” gerçekten görünmedi ve sözüm ona kendiliğinden oluşacak uyum yaratılamadığından, sistem kendisini dinamitledi...

Ve sonunda yine devlet babaya başvuruldu. Amerika’da yıllardır kendi haline bırakılan serbest piyasa, şimdi devletin kurtarma planlarıyla ayakta tutulmaya çalışılıyor; Avrupa’da devlet ek sermaye aktararak bankaları kısmen devletleştiriyor. Devlet bu işlere hiç karışmasın diyenler, kurtuluşu yine devlet yardımlarında buluyor. Bunun anlamı, İngilizce’de “unregulated capitalism” denen Reaganizm’in iflas bayrağını çektiğidir.

***

Aslında bu son yaşananlar hiç de şaşırtıcı değil. Bilen bilir; Lenin 1916’da yazdığı “Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eserinde kapitalizm-emperyalizm ilişkisini anlatır.

Lenin’e göre, emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğini kurduğu, sermaye ihracının olağanüstü önem kazandığı, dünyanın uluslararası tekeller arasında paylaşıldığı ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlandığı bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.

Günümüzde “küresel ekonomi” denilen aldatmaca gerçekte budur... Sermaye, artık ülkelerin gelecekleri üzerindeki en önemli belirleyicidir ve sınır tanımadan hareket etmektedir. Bunun etkileri, her yerde olduğu gibi ülkemizde de şiddetli bir şekilde hissediliyor. Ülkenin en stratejik kurumlarını yabancı kurumlara satan, küresel sermayeye teslim olmuş bir iktidar yönetiyor bugün Türkiye’yi.

Neoconların egemenliğindeki Amerikan Emperyalizmi’nin dünyayı sürüklediği nokta budur. Peki bundan sonra ne olacak?

Açgözlülüğün esiri olan emperyalistler, elbette faturayı yine yoksula yükleyecek. Bu ulusal düzeyde de uluslararası boyutta da böyle olacak. Wall Street lobicilerinin 700 milyar dolarlık yardım paketinden mortgage ile ilgili olmayan zararları için de faydalanmaya çalışması boşuna değil... O paralar yine halkın sırtına bindirilecek, az gelişmiş ülkelerden çıkacak...

Bakmayın siz, Başbakan’ın “Ekonomik yapımız sağlam; kriz en az bizi etkiler,” demesine... O herhalde kendisini emperyalist kampta sanıyor...

12 Ekim 2008 Pazar

Dijital Çağda Bir Tezat...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/12 Ekim 2008

Bir alışveriş merkezinde yürüyen merdivenlerle 4. kata çıkıyoruz. Dışarıdan bakınca dikdörtgen biçiminde ama tavanı açık camdan bir mekânla karşılaşıyoruz. Bölmelere ayrılmış dış yüzeylere bardaklar ve şişeler yerleştirilmiş. Merakla içeri giriyoruz.

Mekân, özellikle ortada duran uzun masaya dikkat çekecek şekilde loş bir şekilde aydınlatılmış. Duvarlardaki cam dolaplarda şarap şişeleri duruyor. Özenle seçilmiş 96 adet şarap çeşidi, Enomatic adı verilen özel makinelerde ideal ısı ve nem ayarında saklanıyor...

Etrafa bir göz atıp içerdekilerin ne yaptığına bakıyoruz. Kadınlı erkekli bir grup ilgiyle masanın üstünü inceliyor. Çünkü masa, adeta dev bir iPhone gibi dokunmatik. Dolaplardaki şaraplar hakkında üzüm çeşidi, tat, üretim bölgesi ve fiyat kıstaslarına göre bilgi almak isterseniz, yapmanız gereken sadece masanın üzerindeki ilgili tuşlara hafifçe dokunmak. Bu sayede hangi şarabı içmek istediğinizi belirliyorsunuz. 2 onsluk servislerin fiyatı 3 ile 100 dolar arasında değişiyor.

İş şarabı almaya gelince de garsonun servis etmesini beklemiyorsunuz; onu da kendiniz yapıyorsunuz. Kredi kartınızı gösteriyorsunuz; önceden ödeme yöntemiyle çalışan, kişiye özel bir kart veriyorlar. Bu kartların bir özelliği de, kullanıcıların tercihlerini kaydederek bir tadım geçmişi oluşturması.

Bu marifetli kartı alıp duvardaki camekânlara yerleştirilen şarapların yanına gidiyorsunuz. Belirlediğiniz şarabın üzerinde yer alan tuşa bastığınızda, cam bölmeden dışarıya uzanan ince bir borudan içkiniz bardağınıza doluyor. Sonra da Central Park manzaralı barda oturup şarabınızın keyfine varıyorsunuz. Yanına yiyecek isterseniz, peynir ya da çeşitli aperatiflerin bulunduğu seçenekler de sunuluyor.

***

Herhangi bir filmden bir sahne anlatmıyorum; sözünü ettiğim yerin adı “Clo”. New York’ta yeni açılan ve dünyanın ilk elektronik şarap menüsünü sunan bar... Potion Design firması tarafından gerçekleştirilen bu konseptin yaratıcısı Andrew Bradbury. Bradbury, daha önce Las Vegas’taki “Aureole” adlı restoranda da bu konseptin daha basit bir versiyonunu uygulamıştı. Bu defa ise, “eWinebook” adını verdiği otomasyon sistemi ile dijital çağa uygun şarap barı fikrini hayata geçirmiş.

21.Yüzyıl’da yaşıyoruz; her şeyin elektronikleştiği bir dönemde böyle bir yerin açılması hiç de şaşırtıcı değil. İnsanlık, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri gündelik hayata geçirerek ilerlemeye devam ediyor.

Benim bugün Clo hakkında yazmamın nedeni ise, dijital çağda ülkemizde yaşanan bir tezata dikkat çekmek. Çünkü 21. Yüzyıl Türkiyesi, gelişmelere direnen ve gidişatı tersine çevirmeye azmetmiş görünen gerici zihniyetin varlığına sahne oluyor.

Ülkemizde AKP döneminde içki yasaklarının gündeme gelmesi de bunun son örneklerinden... İçki içilebilen tek bir restoranı bulunmayan kentler... Yabancıya içki servis edilirken Türk’e getirilen yasaklar... İçki sattığı için dövülen market sahipleri... Alkollü mekânların kira sözleşmesini iptal eden belediyeler... Her gün bir yenisini duyduğumuz bu tür olaylar, tüm Türkiye’ye yayılıyor, dünya kenti olduğu söylenilen İstanbul’da bile giderek artıyor...

Clo gibi bir barda farklı şarapları tatmak, elbette hem eğlenceli hem de ilginç. Ama şarabın tadına varmak için mutlaka oraya gitmek gerekmiyor. Çünkü nerede olursa olsun, bir masa etrafında toplanıp söyleşen dostların paylaştığı bir şişe şarabın tadına doyulmuyor. O masa dokunmatik olmasa da... Yeter ki bu çağda içki yasakları bitsin artık!

6 Ekim 2008 Pazartesi

Bağımsızların Stratejisi

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/5 Ekim 2008

Amerika’da John McCain’in ve Barack Obama’nın değişimi temsil edemeyeceğini düşünenlerin katıldığı bir panelden söz etmiştim geçen hafta. Bugünkü yazıda ise, bu grupta yer alanların bir ay sonraki başkanlık seçiminde izlemeyi planladıkları yöntemleri aktaracağım. Belki bu yöntemler, ülkemizde kendi görüşlerine uygun parti bulamayanlara da bir fikir verebilir...

***

Birinci yöntem, halkın sorunlarını seçim sürecinin odağı haline getirmek. Örneğin, medyanın günlerce haber yaptığı “Rujlu Pitbull” gibi gündem saptıran polemikler yerine, eğitim olanaklarındaki eşitsizliğe dikkat çekmek.

Çünkü horoz dövüşünü andıran kapışmaların medya üzerinden sürdürülmesi, gerçek sorunlara yönelik çözümlerin tartışılmasını engelliyor. Bu nedenle, partilerin somut planlarını açıklamalarını sağlamak için baskı oluşturacak sivil toplum örgütlerinin güçlendirilmesi amaçlanıyor.

İkinci yöntem, bağımsız medyayı desteklemek. Doğruyu ancak siyasi iktidarla çıkar ilişkisi içinde olmayan gazeteciler aktarabilir. Halkın bu gerçeğin farkına varması için, medya-iktidar ilişkisinin mide bulandırıcı örnekleri hakkında kamuoyunun sürekli bilgilendirilmesi hedefleniyor.

Üçüncü yöntem, bağımsız medyanın yanı sıra, internet üzerindeki bireysel blogların gücünden yararlanmak. Amerika’daki seçim sürecini yakından izlerseniz, bu “blogosphere” denilen yeni dünyanın, çok büyük boyutlara ulaştığını görüyorsunuz. Bir blogda yer alan bir makale, on binlerce kişi tarafından okunup elektronik postalarla sayısız insana ulaştırılıyor. Bir de bakıyorsunuz, ertesi gün herkes aynı yazıdan söz eder hale gelmiş.

Özellikle gençler arasında olağanüstü bir popülaritesi olan bu dünyanın içinde etkili bir biçimde yer almak, bu kesimin enerjisini siyaset sahnesine yöneltmek açısından çok önemli. Öyle ki, birçok kişi, bloglar aracılığıyla gerçekleri duyurmayı, Obama’nın önerdiği değişikliklerden daha devrimci buluyor.

***

Görüldüğü gibi, Amerika’da Cumhuriyetçi ve Demokrat grupların dışında kalan bağımsızların seçim stratejisi, doğrudan medya üzerinde etkinlik kurmaya yönelik. Holding medyasının oluşturduğu engeli aşmak için kullanacakları araçlar da, bağımsız gazete ve dergiler ile sivil toplum örgütleri.

Bu gazete ve dergiler, gönüllülük esasına göre çalışan insanlar tarafından çıkarılıp, okur desteği ve yapılan bağışlarla ayakta duruyor. Milyon dolarlık dev medya kuruluşlarının reklam bombardımanı karşısında yılmadan yollarına devam etmeleri ise, gerçekten hayranlık verici. Çünkü onların asıl gücü, tabandan gelen sahiplenme duygusu...

***

Aslında Amerikalı bağımsızların hepsinin kalbinde üçünçü bir büyük parti yatıyor. İki büyük partinin egemen olduğu siyasi sistemin, ciddi bir kısırdöngü yarattığını düşünüyorlar. Çünkü bu durum onların görüşlerini duyurmalarını önlüyor.

Haksız da değiller... Tüm dünya sadece McCain'i ve Obama’yı aday sanarken, gerçekte başkanlık için yarışan dört aday daha var: Bağımsız aday Ralph Nader, Yeşil Parti’nin siyahi kadın adayı Cynthia McKinney, Libertaryen Parti’nin adayı Bob Barr, Sosyalizm ve Özgürlük Partisi’nin adayı Gloria La Riva...

Fakat hiçbirisinin adı medyada geçmediği gibi, seçimden önce adayların katılacağı ve televizyondan yayınlanacak tartışma programlarına da davet edilmiyorlar. Cumhuriyetçi ya da Demokrat Parti’den olmayanlara söz hakkı yok... Ve bu durum Amerikan Anayasası’na aykırı... “Özgürlükler ülkesi” Amerika’da durum bu...

29 Eylül 2008 Pazartesi

Farklı Bir Bakış Açısı...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/28 Eylül 2008



Geçen hafta Amerika’daki ırkçılık sorununa değinip Obama’nın kazanmasını isteyenlerin görüşlerini aktarmıştım. Bu yazıda ise, farklı bir bakış açısını ele alacağım.

Geçtiğimiz günlerde New York’ta küreselleşme karşıtı hareketin önde gelen bağımsız gazetelerinden The Indypendent’ın düzenlediği bir paneli izledim. Yazar ve radyo program yapımcısı Laura Flanders’ın yönettiği panelin başlığı, “2008 Seçimi: Gerçekten Risk Altında Olan Ne?” idi.

Konuşmacılar ise, Cumhuriyetçi ve Demokratik partileri eleştirerek, daha ilerici politikaları savunan kesimlerin tanınmış temsilcilerinden oluşuyordu: “No Logo” ve “The Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism” adlı kitapların yazarı ünlü gazeteci/yazar Naomi Klein; Blackwater skandalını incelediği kitabıyla çok konuşulan gazeteci/yazar Jeremy Schaill, Amerika’nın en saygın siyasi dergilerinden The Nation’ın yazarı Roberto Lovato, toplumdaki şiddeti önlemek ve seçimlerde etkili olmak üzere uluslararası alanda çalışmalarda bulunan The Gathering derneğinin yöneticilerinden Malia Lazu.

***

Panelin yapıldığı salona girdiğimde, bir an sanki New York’ta değil de Latin Amerika kentlerinden birindeymiş gibi hissettim. Üzerinde “Viva Cuba” yazılı tişörtler giyen gençler, Marksizm’i anlatan kitapların satıldığı standlar, video ekranda beliren “Sağduyulu Emperyalist = Deli Kovboy” yazısı, hepsi paneldeki konuşmaların ne yönde şekilleneceğinin birer göstergesiydi.

Salonda bulunan birkaç kişi dışında herkes, Cumhuriyetçiler ile Demokratlar’ın temelde birbirine benzer politikaları savunduklarını düşünüyordu. Çünkü onlara göre bu iki parti de, kapitalist sistem içerisinde şirketlerin kurduğu hegemonyaya destek veriyordu. Gelecek seçimlerde kim kazanırsa kazansın, değişen bir şey olmayacaktı. Bu nedenle de, John McCain’den daha çok değişim mesajıyla yola çıkan Obama eleştiri oklarına hedef oldu.

Nitekim Naoi Klein, Demokratlar’ın geçen ayki ulusal kongresinden örnekler vererek sert eleştirilerde bulundu. Kongreyi izleyen 15 bin gazeteciye, büyük holdinglerin parasıyla nasıl her gün bedava masaj hizmeti verildiğini, ellerinde buzlu içecekleriyle gezip yüz maskesi yaptıran “gazetecilerin” nasıl gerçekleri aktarmadığını anlattı.

Klein’a göre, telekomünikasyon devi AT & T, kongre kapsamında verdiği gösterişli partiyle aslında Demokratlar’a teşekkür ediyordu. Çünkü güvenlik gerekçesiyle mahkeme kararı olmadan telefonların dinlenmesine ve elektronik postaların izlenmesine olanak veren yasa kapsamında telefon şirketlerine dokunulmazlık sağlanması için Demokratlar da çalışmıştı...

Roberto Lovato ve Malia Lazu’nun üzerinde durduğu nokta ise, Amerika’nın ülke dışında sürdürdüğü savaşların yanı sıra, ülke içinde devam eden ama sürekli gözardı edilmeye çalışılan savaşlarının da olduğu. İşsizlik, zenginle yoksul arasında genişleyen uçurum, kötü eğitim, artan şiddet olayları, sağlık sigortası olmayan milyonlarca insan... Lovato’ya göre, Amerikan rüyası denilen efsane artık sona erdi; halkın sadece yüzde 18’i bu rüyanın gerçekleşebileceğine inanıyor.

İşte bütün bu gerçekleri dile getiren konuşmacılar, Obama’nın özellikle son aylarda daha merkeze kayan bir politika izlemesinden, Katrina faciasına yeterince eğilmemesinden, Afganistan’daki savaşı genişletmekten söz etmesinden rahatsız. Onlara göre asıl risk altında olan ise, vatandaşın geleceği ve hakları...

Peki bu durumda ne öneriyorlar? Yerim kalmadı. O da haftaya...

22 Eylül 2008 Pazartesi

İki Belirleyici Soru...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/21 Eylül 2008

Brooklyn’de bir otobüs. Siyahi bir kadın oğluyla konuşuyor. Başkan adaylarından hangisini destekleyeceğine karar veremediğini söylüyor 20’li yaşlarındaki genç.

Nasıl olur?!” diye tepki veriyor annesi.

Bilmiyorum... Hangisinin ülke için daha iyi olacağını düşünüyorum...

Durum o kadar açık ki, bu söylediğin anlamsız! Barack Obama ülkemizin tüm dünyada yerle bir olan imajını düzeltecek. McCain, Bush’un politikalarının devamını savunuyor. Çok mu memnunsun bugünkü durumdan?

Hayır ama sence Obama’nın kazanma şansı ne?...

Obama siyah ırktan diye mi bunu söylüyorsun? Oğlum bana bak, şu anda tarih yazılıyor! Obama ilk siyah başkan adayı oldu... Onu desteklemek bizim görevimiz!

***



Manhattan’da bir metro treni. İstasyonun birinde kapılar açılınca içeriye hızla bir adam giriyor. Elindeki bildirileri yolculara dağıtan orta yaşlı siyahi adam, neredeyse yüzünün tümünü örten rastalı saçlarının ardından bağırıyor:

Bayanlar baylar, lütfen bir iki dakika bana kulak verin! Benim adım Michael ve bu ülkenin birliği için çalışıyorum. Kapı kapı, tren tren dolaşıp vatandaşlarımıza önümüzdeki tehlikeyi anlatmak istiyorum. Bu ülkedeki bölünmüşlüğe son vermek için Obama'nın seçilmesi lazım. O nedenle yapmamız gereken, onun kampanyasında çalışabilecek insanlar arasında bir iletişim ağı kurmak. Ben bunu sağlamakla görevliyim. Lütfen elimdeki listeye adınızı ve telefon numaralarınızı yazdırın. Ülkeniz için bunu yapın!”

İspanyol asıllı bir Amerikalı hemen ayağa kalkıp Michael’ın yanına gidiyor ve adını listeye yazdırıyor. İkisi de öyle heyecanlı ki, bir anda sarmaş dolaş oluyorlar.

***

Harlem'de Bill Clinton'ın ofisinin olduğu binanın önü. Tarih 11 Eylül. Büyük bir kalabalık toplanmış, Clinton'ı ziyaret eden Obama'nın binadan çıkışını bekliyor. Her yer Gizli Servis görevlileri ile çevrilmiş. Bir siyahi genç, yanındaki beyaz kadına kime oy vereceğini soruyor. Sertlik yanlısı McCain’in seçilmesi durumunda, hem Amerika’nın hem de dünyanın bugünkünden daha ciddi bir kaosa sürükleneceğini söyleyen kadın, "Obama, bir ülkede işlerin iyi gidip gitmediğini kadınlara yapılan muamele belirler diyor. Oyum tabii ki ona," diyor, “Hem Obama kazanırsa müthiş olmaz mı? Düşünsene siyah bir başkan!"

O sırada binadan birlikte çıkan Clinton ve Obama bekleyenleri selamlarken, herkes birlikte Obama'nın "Evet, Yapabiliriz" sloganını atıyor.

***



Bütün bu günlük hayattan yansımalar da gösteriyor ki, Amerika, ırkçılığın sorgulandığı bir başkanlık seçimine sahne oluyor. New York’ta mağazaların ve restoranların vitrinlerinde “Evet, Senatör Obama. Yeniden İnanmaya Hazırız” yazan pankartlar asılı. Ama oy kullanma kabinine girip kendi vicdanıyla başbaşa kalan seçmenin ne yapacağını tam olarak bilme olanağı yok. Üstelik Amerika’nın her yeri New York kadar Demokrat eğilimli değil.

Fakat şunu söylemek mümkün; Bush döneminin yarattığı 8 yıllık yıpratıcı bölünmenin ardından seçmenlerin aklında yatan belirleyici iki soru var: 1. Gerçek Birleştirici McCain mi, Obama mı? Bu önemli, çünkü Amerikan halkı keskin siyasi bölünmeden gerçekten bezmiş. 2. Bir siyah başkan seçilebilir mi?

Bunları düşünürken aklıma ünlü İngiliz müzisyen Morrissey’in “America Is Not the World” adlı şarkısı geliyor. Kadın, gay ya da siyah ırktan birisi başkan seçilemediği sürece, hiçbir şeyin onu Amerika’nın özgürlükler ve fırsatlar ülkesi olduğuna inandıramayacağını söyler o şarkıda Morrissey...

15 Eylül 2008 Pazartesi

Akılsızlığın Küresel Boyutları...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/14 Eylül 2008

BBC Program Yapımcısı Jessica Williams, 2005 yılında “50 Facts That Should Change The World” (Dünyayı Değiştirmesi Gereken 50 Gerçek) adlı bir kitap yazmış ve büyük ilgi çekmişti. Kitabın gözden geçirilerek Amerika için yeniden düzenlenen 2007 baskısını okudum son günlerde.

Kitapta sıralanan 50 maddenin hepsini bu yazıya sığdırmam olanaklı değil, ama en dikkat çekici olanlarını aşağıya listeledim. Williams’ın çalışması ortaya öyle bir manzara çıkarıyor ki, fazla bir yoruma gerek kalmıyor...
İktidar ve para hırsı insanoğlunun aklını başından almış...
Küresel kapitalizm ise almış başını gidiyor.
Bilmem bu akılsızlık nereye varacak?

***

-Dünyadaki obezlerin üçte biri gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor.
-Londra’da Oxford Caddesi ile Regent Caddesi’nin kesiştiği noktadan başlayan beş millik alanın içinde 161 Starbucks var.
-2005’te idamların yüzde 94’ü İran, Suudi Arabistan, Çin ve Amerika’da gerçekleştirildi.
-Avrupa Birliği’ndeki her bir inek için verilen günlük 2.50 dolarlık sübvansiyon, Afrikalıların yüzde 75’inin yaşamak için bir günde harcadığı paradan daha fazla.
-Dünya nüfusunun beşte biri, günde 1 dolardan daha az parayla yaşıyor.
-Rusya’da her yıl 12 binden fazla kadın, aile içi şiddet nedeniyle yaşamını yitiriyor.
-Saatte en az bir kişi kara mayınları yüzünden ölüyor.
-Hindistan’da 44 milyon çocuk işçi var.
-David Beckham, LA Galaxy futbol takımı ile yaptığı anlaşma nedeniyle dakikada 100 dolar kazanıyor.
-Her gün 1 milyon kişi yeni cep telefonu alıyor.
-Arabalar dakikada iki kişiyi öldürüyor.
-Küresel ısınma nedeniyle yılda 150 bir insan ölüyor.
-Kenya’da rüşvet ödemeleri, ortalama hanehalkı bütçesinin üçte birini oluşturuyor.
-150’den fazla ülkede işkence uygulanıyor.
-Her gün dünya nüfusunun beşte biri -800 milyon kadar insan- aç kalıyor.
-Amerikalı siyahi erkeklerin hapse girme olasılığı üçte bir.
-Dünya nüfusunun üçte biri savaşta.
-Petrol rezervleri 2040 yılına kadar tükenebilir.
-Sigara içenlerin yüzde 82’si gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor.
-İngilizler, her yıl toplam 3 milyar parça giysi satın alıyor (kişi başına ortalama 50 parça) ve sonunda bunların büyük kısmı kullanılmayıp atılıyor.
-30 milyon kadar Afrikalı’da AIDS var.
-Her yıl intihar nedeniyle ölenlerin sayısı, silahlı çatışmalarda ölenlerden daha fazla.
-Amerika’da her hafta ortalama 54 çocuk silah taşıdığı için okuldan atılıyor.
-Dünyada en az 300.000 kadar düşünce suçlusu var.
-Yılda iki milyon genç kız ve kadına sünnet uygulanıyor.
-Dünyadaki çeşitli çatışmalarda savaşan 300.000 çocuk asker var.
-İngiltere’de 2001 genel seçimlerinde yaklaşık 26 milyon insan oy kullandı. Pop Idol yarışmasının birinci sezonunda kullanılan oy sayısı ise, 32 milyondan daha fazlaydı.
-Her altı İngiliz gencinden birisi, reality şovlarının kendisine ün kazandırabileceğine inanıyor.
-2005’te Amerika’nın askeri harcamaları 554 milyar dolar. Bu, Amerika’nın dünya barışını tehdit eden haydut ülkeler olarak gösterdiği 6 ülkenin (Küba, Kuzey Kore, İran, Sudan, Libya ve Suriye) toplam askeri harcamasının 29 katı.
-Dünyada 27 milyon köle var.
-Amerikalılar çöpe saatte 2.5 milyon plastik şişe atıyor. Bu, her üç haftada bir aya ulaşmak için yeterli uzunlukta şişe birikmesi anlamına geliyor.
-Sıradan bir İngiliz, günde 300 kere kameraya yakalanıyor.
-Her yıl 120 bin kadar kadın Batı Avrupa’ya satılıyor.
-Amerika’nın Birleşmiş Milletler’e 1 milyar dolardan fazla borcu var.
-Yoksulluk içinde yaşayan çocukların akıl hastalığına yakalanma olasılığı, varlıklı ailelerin çocuklarına göre üç kat daha fazla...

8 Eylül 2008 Pazartesi

Pis Sularda Yüzmek...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/7 Eylül 2008

Amerika'da Demokratlar, ulusal kongrelerini güle oynaya gerçekleştirip tüm dünyanın dikkatini çekerken, Cumhuriyetçiler'inkine Gustav kasırgasının gölgesi düştü. Düşmeseydi onlarınki de bir şenliğe dönüşecekti.

Her iki partinin de 2004 ulusal kongresini gazeteci olarak izleme olanağı bulmuştum. Oradaki gözlemlerime dayanarak diyebilirim ki, bu toplantılar çok iyi organize edilen Oscar törenlerine benziyor. Amerika'da yapılan her büyük organizasyon gibi, bunlar da şatafatlı.

Dünyanın her yerinden çok sayıda gazetecinin takip ettiği bu kongreler, aynı zamanda büyük bir reklam platformu olarak da görülüyor. Bu nedenle, medya mensuplarına son teknolojiyle donatılmış ofislerde çalışma ortamı yaratılıyor. Hatta bu yıl Demokratlar’ın kongresine akredite olmak için 15 bin gazeteci başvurunca, kongrenin yapıldığı Pepsi Center’ın yanına geçici bir medya merkezi inşa ettiler. Sadece bunun için harcanan para 15 milyon dolar...

Tek bir partinin kongresi için bu yıl yapılan masraf -federal hükümetin güvenlik için verdiği 50 milyon da eklenince- 125 milyon doları buluyor. Dile kolay; o kadar para nasıl toplanır? İşte Amerikan siyasi sisteminin en zayıf noktalarından “soft money” (yumuşak para), bu aşamada iyice önem kazanıyor.

Doğrudan bir adaya ya da kampanyasına değil ama seçimlerle ilgili çalışmalar yürüten organizasyonlara ve komitelere yapılan bağışlar bu şekilde adlandırılıyor. Adaylara yapılan bağışların miktarı yasayla sınırlandırılmışken, bu tür bağışlarda bir sınır ve denetim yok. Bu durumda, lobicilerden gelecek milyonlarca dolara ihtiyaç duyan adaylar, seçim sürecinde bu gruplarla çıkar ilişkisi içine giriyor. Siyasi parti kongreleri de “soft money” denilen bağışları kullanma yolunu açarak, başkan adayları üzerinde etkili olmak isteyen büyük şirketler için bulunmaz bir fırsat sunuyor.

Bu yıl her iki partinin de aldığı bu tür bağışlara baktığımızda, en başta enerji ve telekomünikasyon sektöründe faaliyet gösteren holdingleri, bankaları ve hukuk firmalarını görüyoruz. Kimisi tek bir partiye bağış yaparken, kimisi de işini sağlama alıp ikisine birden yapmış...

Georgetown Üniversitesi’ne bağlı CFI’ın (Kampanya Finans Enstitüsü) verdiği bilgiye göre, kongrelere bağışta bulunan 146 adet şirket, 2005'ten bu yana lobi faaliyetleri için 1 milyar doların üzerinde para harcamış. Aynı şirketlerin doğrudan iki partinin kongresi için yaptığı bağışın tahmini miktarı ise, toplam 112 milyon dolar.

Fakat şu ana kadar bu paranın yaklaşık 1/4'inin kaynağı belirlenebilmiş. Çünkü şirketlerden 31’i yaptığı bağışla ilgili bilgileri açıklarken, 115’i susuyor... Neden? Bağışta bulundukları parti, ilerde yapacağı bir yasayla onlara çıkar sağlamak için çırpındığında, gündeme gelebilecek suçlamaları önlemek için!

Sonuç olarak, Amerikan siyaseti, bu sistem yüzünden dev sermaye gruplarının güdümü altındadır. Barack Obama, daha seçim kampanyasının başında lobicilerden bağış kabul etmeyeceğini açıklamıştı. Bununla birlikte, büyük yatırım fonlarının başındaki bazı yöneticilerin onun için de yardım topladığı görüldü.

Obama 2007’de yaptığı bir konuşmada, “Ben tertemiz olduğumu tartışmıyorum. Çünkü ben de aynı pis suların içinde yüzüyorum. Ama o suların pis olduğunu biliyorum ve onu temizlemek istiyorum,” diyerek Washington siyasetine karşı çıkmıştı.

Bakalım Obama başkan seçilirse kovboy diplomasisine son verip Amerikan dış siyasetini daha barışçıl kılabilecek mi? Bunu yapabilmek için, önce lobilerin baskısından kurtulması gerekiyor. Aksi takdirde, o da sisteme teslim olup o pis sularda yüzmeye devam edecektir...

1 Eylül 2008 Pazartesi

Tesettür, Kadınlar ve Erkekler...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/31 Ağustos 2008



Geçenlerde Washington Post’ta Ellen Knickmeyer imzalı bir haber çıktı. Habere göre, Mısırlı kadınlar, örtünmenin tacizleri artırdığını; çünkü erkeklerin o örtülerin altında saklananı merak ettiğini söylüyor. Kimilerinin bu iddiaya tek kaşını kaldırıp şüpheyle bakacağını bildiğimizden, haberde sözü edilen bir araştırmaya değinmekte yarar var.

Mısır Kadın Hakları Merkezi'nin yaptığı araştırma için Mısırlı kadın ve erkeklere tacizle ilgili sorular sorulmuş. Kadınların yüzde 83’ü tacize uğradığını, ne giyerlerse giysinler fark etmediğini, sokakta sürekli rahatsız edildiklerini belirtmiş. Erkeklerinse 3’te 2 çoğunluğu, kadınlara taciz uyguladıklarını itiraf etmiş.

Araştırmanın en ilginç sonucu, hem erkeklerin hem de kadınların kısa etek ve dar kıyafetlerin tacizi tetiklediğini düşünmesine karşın, bu tür olaylara en çok maruz kalan kesimin 'hicab'lı kadınlar oluşu...

***



Diyelim ki araştırmadan aksi yönde bir sonuç çıksaydı, o zaman ne denilecekti? Muhtemelen, “Kadınların erkeklerin tacizine uğramaması için tesettüre girmesi gerek,” gibi bir yorum duyacaktık...

Fakat bir kadının karşı cinsi çeken en etkili özelliklerinden birisinin gözleri olduğunu söylüyor uzmanlar. Bu durumda, burka denen kafesli çarşafın içine mi hapsedilecek kadın bakışları?! Oysa, tacizleri önlemez bu örtünmeler... Çünkü önlüyor olsaydı, dünyada taciz vakaları sıralamasında birinciliği, kadınların burka ile dolaştığı Afganistan almaz; ikincilik de, kadınların yüzde sekseninin örtündüğü Mısır'ın olmazdı...

Şu da bir gerçek ki, kadını kapatan erkekler, bir yandan da kendi cinslerine hakaret etmektedir. Sokakta karşılaştığı kadının boynunu ya da saçını gören erkek, o kadar mı ilkel ki, heyecanlanıp kendine hakim olamıyor ve kadını taciz ediyor? Günlerce dağda aç kalmış birinin bulduğu ilk yiyeceğe saldırması gibi, o da saçı açık bir kadın görünce üzerine mi atlayacak?

***



Şimdi bu satırları okuyup, “İnsanlar inançları nedeniyle tesettüre giriyor,” diyecek olanlara da şunu sormak gerekir: Kuran, kadının çarşafa girip türban takmasını zorunlu mu kılıyor?

Konunun uzmanları, Kuran’da türban olmadığını sürekli anlatıyor. Türban uygulaması, İran’dan ülkemize ithal edilmiş, din sömürücülerinin istismarıyla da bugünkü noktaya taşınmıştır. İran’da sadece birkaç yıl içinde tamamlanan bir süreç sonunda, tüm kadınlar 'hicab'a sokuldu. Şimdi Türkiye’de de güçlenen takıyyeci İslam’ın etkisiyle, tesettüre giren kadın sayısı giderek artıyor.

Hadi diyelim ki, bu artışa katkıda bulunanların bir kısmı, egemen siyasi görüşle yakınlaşıp onun nimetlerinden yararlanmak isteyenler olsun. Bir bölümü de, gerici zihniyetin çarpıtmalarına kananlar olsun.

Ama bunların içinde bazıları var ki, onlar da örtünerek tacizden korunabileceklerine inandırılıyor. İşte onlara Mısır ve Afganistan örneğini vermek gerekiyor. Kadını ne burka ne peçe ne de türban korur... Aksine örtünme, onu aciz, saklanmaya muhtaç, ikinci sınıf insan konumuna düşürür...

Çare, eğitim düzeyinin yükseltilmesi, bağnazlığın kökünün kurutulması ve kadının toplumun özgür ve eşit bir bireyi olarak kendi bedeni ile aklı üzerinde kendisinin egemenliğinin sağlanmasıdır. Bu yapılmadığı sürece ülke ilerleyemez...

Yazıyı, Atatürk'ün 1925'te sorduğu soruyla bitirelim: "Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere çıkabilsin?"

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Ulaşılmaz Bir Rüya...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/24 Ağustos 2008

Geçtiğimiz günlerde Malatya'da bir at katledildi... Bu konudaki haberler de, medyadaki yoğun siyaset ve magazin polemikleri arasında kaybolup gitti ne yazık ki...

Olay, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın da destek verdiği “Saddam’ın Askerleri Kara Güneş” filminin setinde meydana gelmiş. Senaryo gereği bağlamışlar iki atı kamyonetin arkasına, başlamışlar çekmeye ki film gerçekçi gözüksün! Ama atlardan birisi eziyete dayanamayıp ölmüş...

Önce yapılan vahşete inanamayıp fotoğraflara baktım, sonra da internetteki kamera arkası görüntülerini izledim... Keşke izlemeseydim... O günden beri gözümün önünden gitmiyor o korkunç görüntüler...

Film ekibinden birinin sesi duyuluyor videoda; “Çok güzel be! Valla, hiç bozma” diyor sürüklenme sahnesinde. Saddam Hüseyin döneminde Irak’ta bir peşmerge köyünde yapılan işkenceleri anlatmak amacıyla yola çıkanlar, ticari kazanç uğruna kendileri de işkence yapıyor!

***

Bu faciayı duyan Doğayı ve Hayvanları Koruma Derneği (DOHAYKO) Temsilcisi Sitare Şahin, harekete geçip savcılığa suç duyurusunda bulunmuş. Olayı kınarken de, bu tip görüntülerin AB’ye üye olmayı hedefleyen Türkiye’nin ülke imajı açısından sorun oluşturduğunu söylemiş.

Doğru olmasına doğru, ama yüreğimi dağlayan üzüntünün nedeni AB nezdinde bozulan ülke imajı değil... Ben zavallı atın çektiği acıya yanıyorum... İnsanın bu derece canavarlaşabilmesi, vahşice zulmetmesi gerçekten korkunç... Üstelik kendisine bu kadar yararlı bir hayvana karşı...



Atlar değil mi o koca cüssesine karşın insanı ezmeyip ona dost olan?

Atlar değil mi fiziksel ve psikolojik rahatsızlığı olanlara yönelik hippoterapi tedavilerinde kullanılan?

Atlar değil mi yarıştırılıp üzerinden para kazanılan?

Atlar değil mi yüzyıllardır insanları sırtında gezdirip istedikleri yere ulaştıran?

Atlar değil mi yükleri taşıyan?

Atlar değil mi sabanları çeken?

Yoksa teknoloji gelişince mertlik bozuldu, atların değeri mi azaldı?

***

Amerikalı müzisyen Willie Nelson, bir keresinde esprili bir şekilde atların insanlardan daha akıllı olduğunu; hiç insanlar üzerine bahse girip beş parasız kalan bir at duymadığını söylemişti. Malatya'daki film setinde yapılan katliam da bu görüşü destekleyecek türden...

Uzun uygarlık tarihi boyunca böyle bir hayvan dostu olduğunun farkına varmayıp ona eziyet edenlerin zeka düzeyi için ne söylenebilir? Vefadan haberlerinin olmadığı belli, ama akıl ve vicdan yoksunluğunun zirvesine vardıkları da ortada...

Eğer Türkiye hukuk devletiyse, bu olayın sorumluları, 5199 Sayılı Hayvanları Koruma Yasası’nı ihlal edip suç işledikleri için ceza almalıdır. Kültür ve Turizm Bakanlığı derhal görevini yapmalı ve film setinde meydana gelen olayla ilgili soruşturma açmalıdır. Hayvan haklarına duyarlı olan herkesin ortak talebidir bu!

***

Katledilen atla ilgili haberden sarsılmış bir halde, 2008 Olimpiyat Oyunları’nın açılış törenini izledim. Yüzlerce insanın Kuş Yuvası adı verilen stadyumda bir araya gelip güvercin figürü çizdiği sahne çok etkileyiciydi. “Tek Dünya, Tek Rüya” sloganıyla yarattıkları görüntülerle, bütün insanların aynı dünyada yaşadığını vurgulayıp, barışa duyulan özlemi anlattılar...

Ne ulaşılmaz bir rüya şu barış! İnsan denen varlık, içindeki şiddet duygusunu ve para hırsını dizginleyip, kendi türdeşleri dahil diğer canlıların yaşama hakkına saygı duymayı öğrenemediği sürece de ulaşılmaz olacak...

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Seçim Taktiği Savaşlar...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/17 Ağustos 2008

Yazıya, Amerika’da dinci sağın propaganda aracı Fox News'un "Hannity & Colmes" adlı programında, sunucu Alan Colmes (AC) ve konuğu Dick Morris (DM) arasında geçen söyleşiden bazı bölümlere yer vererek başlıyorum.

***

DM: Obama seçimi kazanırsa, tabii İsrail'de iktidar partisinin liderinin kim olacağına bağlı olarak da, yemin töreninden önce İran’a saldırı olabilir. Eğer McCain kazanırsa, biraz daha zaman verilebilir. Asıl çarpıcı olan, Obama ve McCain’in başa baş gitmesi durumunda, eğer İsrail'de de sertlik yanlısı aday kongreyi almışsa, benim tahminim McCain’in kazanması için seçimden önce İran’a saldırır.

AC: Ve siz bunun iyi bir şey olduğunu düşünüyorsunuz?

DM: Evet... Kesinlikle!

AC: McCain’in seçilmesini sağlamak için yapılmasını mı veya İran’a saldırıyı mı iyi bir fikir olarak görüyorsunuz?

DM: Her ikisi de. Suudiler, Iraklılar ve Kuveytliler, İsrail saldırısına şükranlarını sunmak için partiler verecektir. Kamuoyunda kınasalar da aslında buna bayılacaklardır...

Kamuoyu yoklamaları McCain’in kazanacağını gösterirse, İsrail, seçimin ya da yemin töreninin sonrasına kadar saldırmayabilir. Çünkü McCain’in doğru kararı vereceğine dair tam bir güven içindeler. Fakat kamuoyu yoklamaları Obama’nın kazanacağını gösterirse, yemin töreninden önce saldıracaklar. Çünkü Obama’nın Irak hava sahasının kullanılmasına izin vereceği konusunda güven duymuyorlar...

Şu anda İran’da ve özellikle İsrail’de yanıtı aranan en önemli soru, Obama’nın İran’a saldırmak için Irak’ın kullanılmasına izin verip vermeyeceği. İsrailli politikacılar arasında hakim olan görüş vermeyeceği yönünde...

AC: Irak bağımsız bir devlet değil mi? Irak Başbakanı da kendi topraklarının ve hava sahasının İran’a saldırı için kullanılmasına izin vermeyeceğini açıkladı.

DM: İkna edilebileceklerini düşünüyorum.

***

İnanması güç ama Amerikan televizyonlarında bu tür görüşler dile getiriliyor.. Dick Morris’i dinlerken bir an kendinizi film izliyor sanabilirsiniz. Çünkü gerçekten dehşet verici konuşmalar yapıyor. Açıkça ABD başkanlık seçiminin sonucuna etki edebilmek için savaşın kullanılmasını destekliyor... Savaşın bir seçim taktiği olduğunu hiç çekinmeden anlatıyor...

Tabii bunları okuduktan sonra bu savaş tamtamları çalanın kim olduğunu merak edebilirsiniz. Ben söyleyeyim... Dick Morris, gazeteci, yazar, siyasi yorumcu ve danışman olarak çalışıyor. Bill Clinton ile Arkansas Valiliği döneminde yakınlık kurdu. İlk Clinton yönetiminde danışmanlık yaptı ve 1996 seçim kampanyasını yönetti. Clinton’ı Demokrat ve Cumhuriyetçi politikaları karıştırıp orta yol izlemeye yönelten kişi olarak tanınıyor.

1996'da bir hayat kadını ile ilişkisinin açığa çıkması ve o kadına hava atmak için Başkan Clinton'la yaptığı konuşmaları dinlettiğinin belirlenmesi üzerine istifa etti. Son yılllarda da Clinton'lara karşı çıkışlarıyla gündeme geldi. Ailesinin bir tarafı Musevi, bir taratı Katolik. Şu anda New York Post gazetesinde köşe yazıları yazıyor ve Fox News’da yorumculuk yapıyor.

***

Dick Morris, İran’a saldırıyı Obama ile McCain'in oylarını gösteren kamuoyu araştırmalarına bağlıyor. Demek ki, Ortadoğu’nun kaderi o araştırmaları yapacak olan şirketlerin elinde...

Ona göre her üç durumda da İran bombalanacak. 1. Obama kazanacak gibiyse, yemin edip başkanlık görevini devralmadan önce; 2. McCain kazanacak gibiyse, biraz daha sonra; 3. İki adayın oyları çok yakınsa, McCain kazansın diye seçimden hemen önce...

Ve bunun adı da demokrasi... İnanırsanız...

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Küresel Kapitalizm, Emperyalizm ve Uygarlık

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/10 Ağustos 2008

Geçen gün bir zamanlar dergilerden kesip bir kitabın içine koyduğum iki karikatürü buldum.

Birisi, Rus karikatürist Gennady Chegodayev’e ait. İki emekçi büyük bir kütüğü uçlarından tutarak omuzlamış. O kütüğün üzerine dört tane takım elbiseli adam (muhtemelen bürokrat) oturmuş ama onların da sırtına bir masa yüklenmiş. Masanın sahibi konumunda olan daha yüksek makamdaki iki kişi ise, emirler yağdıran tepedeki tek adamın masasını tutuyor. “En üsttekinin rahatça oturması için alttakilerin canı çıksın” misali tam bir kapitalist bürokrasi modeli...

İkinci karikatür, Danuse Sedlackova adlı Çek sanatçının eseri. Bu defa siyah takım elbiseli, yaşlı ve zengin adam almış eline kırbacı, tarlada çalışan işçilere vuruyor. Ağızlarından burunlarından kan gelinceye kadar çalıştırıyor onları ki, bir yandan da altın liralar çuvala dolsun... Karikatürün altında Çek dilinde yazılmış bir yazı var: “Kapitalismus Ma Jeden Cil”. Türkçe’de, “kapitalizmin yalnızca tek bir amacı vardır” anlamına geliyor.

***

Sedlackova’nın karikatürü 1953 tarihli. Chegodayev’inkini tam bilemiyorum ama o da epey eski. Ne yazık ki, eski olmaları verdikleri mesajı eskitmiyor. Çünkü eleştirdikleri sömürü düzeni, tüm şiddetiyle, üstelik küreselleşerek devam ediyor. Kapitalizmin tek amacının kar maksimizasyonu olduğunu biliyoruz. Ezme, yok etme, çiğneme, sömürme pahasına kar! Bir de bu hırs, tüm dünyaya egemen olup emperyalizm ile el ele verince siz düşünün gerisini...

***

Küresel kapitalizmin sonuçlarını gözle görmek zor değil. Hangi büyük kentte olursanız olun, gösterişli ana bulvarları geçip arka sokaklara daldığınızda tanık olursunuz o utanç verici ezilen/ezen, sömürülen/sömüren ayrımına...

Örneğin Paris’te cafcaflı Champs Elysées’de bir tur atıp sonra Cezayirlilerin ya da Arapların yaşadığı mahallelere giderseniz, dramatik bir fark görürsünüz. Oralarda yaşayan göçmenlerin maruz kaldıkları ayrımcılık, yıllar geçtikçe öyle derinleşti ki, sonunda isyan bayrağını kaldırdılar. Ama o berbat yaşam koşulları umurlarında bile olmayan Sarkozy gibiler, onları “haşarat” diye nitelemekte gecikmedi...

Aynı şekilde New York’un milyon dolarlık dairelerinin bulunduğu Madison Avenue’den çıkıp, İspanyol Harlemi’ne uğrarsanız, bambaşka iki dünyayla karşılaşırsınız. Manhattan’ın yukarı kısmında ve Brooklyn'in kimi bölgelerinde yollar ve binalar bakımsızdır. Fakirliğin yansımalarını görürsünüz oralarda...

İşin tuhaf yanı, zenginlik-fakirlik uçurumu sergileyen bu mahallelerin birbirine metro ile ancak 10 dakika mesafede oluşudur. Bu yüzden, New York, Paris, ya da Londra gibi Batılı kentlerin en zengin semtlerinde gezen turistlerin, “Ne uygar toplum!” diye iç geçirmelerini garip bir tebessümle karşılarım.

Uygarlığın ölçütü, lüks mağazalar, ışıklı caddeler, pahalı restoranlar değildir. Uygarlık, insan aklında yatar. O akıl ki, eşitliği, emeğe saygıyı, sosyal adaleti, paylaşımı ve hakça bir düzeni savunur.

Yanıbaşlarında yoksulluktan kırılanların yaşam savaşına duyarsız kalan insanların düzeni uygar olabilir mi?

Kendi ülkelerinin sınırları içinde yarattıkları yıkımla yetinmeyip, emperyalizmin kılıcını fakir halkların üzerinde şaklatanlar uygar görülebilir mi?

Elbette hayır...

Çünkü onların tek bir amacı vardır: Her koşulda önlerine geleni sömürmek ve böylece karikatürdeki gibi o altın liraları çuvala doldurmak!

Ama Chegodayev’in karikatürüne iyi bakmak lazım. Ya altta kütüğü omuzlayan emekçi dayanamayıp yıkılırsa ya da kütüğü şöyle bir silkelerse...

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Akla İhanet...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/3 Ağustos 2008

Amerika garip bir ülke...

Bir bakıyorsunuz, en ileri teknoloji, en gelişmiş bilimsel araştırmalar oradan çıkıyor. Ama bir de bakıyorsunuz, çağın gerisindeki anlayışlar yine orada hortlamış.

Aslında ülkenin siyasal açıdan ikiye bölünmüşlüğünün bir göstergesi bu... Louisiana’da son günlerde yaşanan bir gelişme de, bunu açıkça ortaya koyuyor.

Olay şu: Louisiana Eyalet Meclisi’ne yeni bir Bilim Eğitim Yasası teklifi verildi. Yapılan gizli oylama sonucunda teklif, 3 ret oyuna karşılık 94 kabul oyuyla yasalaştı.

Yasaya göre, eyalet içinde görev yapan öğretmenlerin derslerde Darwin’in evrim teorisine alternatif olarak bilim dışı teorileri de öğretmelerine izin veriliyor. Bunların başında da ID (Intelligent Design-Akıllı Tasarım) adı verilen ünlü teori geliyor.

Bilindiği gibi, evrim teorisine göre canlılar doğal seçilimin ve mutasyonun ürünüdür. Oysa buna karşı ortaya atılan ID teorisi, hayatın, olağanüstü bir gücün varlığı olmadan açıklanmak için fazla karışık olduğunu ve bu nedenle kökeninde “tasarlayıcı bir akıl” bulunduğunu iddia ediyor.

Bugün Amerika’da, nasıl Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında kıyasıya bir çekişme varsa, bu konuda da taban tabana zıt iki görüşü savunanlar şiddetli bir tartışmanın içinde. Söz konusu yasanın taraflarına bakınca durum daha iyi anlaşılıyor.

Evrim teorisi, küresel ısınma ve hücre klonlama gibi konuların bilimselliğini tartışmaya açan yasanın destekleyicileri arasında, dini liderler, kilise görevlileri, okula gönderilmeyip evde eğitim verilen gençler var... Karşıtları da, Louisiana Devlet Üniversitesi profesörleri, eyaletteki eğitimcilerin oluşturduğu birlik ve devlet ile kilise işlerinin birbirinden ayrılması gerektiğini savunanlar...

Ne garip değil mi? Sanki ülkemizi çağrıştırıyor...

Söz konusu yasa en büyük desteğini ise, Louisiana Valisi Piyush “Bobby” Jindal'dan alıyor. Hink kökenli genç vali Jindal, bir yandan da, Cumhuriyetçi John McCain’in kasım ayındaki başkanlık seçimini kazanması için elinden geleni yapıyor...

***

Amerika’da evrim teorisine karşı yürütülen kampanya, elbette Lousiana ile sınırlı değil; bütün ülkede devam ediyor. Örneğin, Kentucky'deki Yaratılış Müzesi’nde insanlarla dinozorların aynı dönemde yaşadığını gösteren heykeller yer alıyor.

Oysa bilimsel çalışmalara göre, insanoğlunun ilk atası sayılabilecek hominidlerin izi 7 milyon yıl önceye kadar uzanıyor. Dinozorlar ise 65 milyon yıl önce yok oldu! Öyleyse nasıl oluyor da, dinozorlarla insanlar aynı dönemde var oluyor? Biz bu soruyu soruyoruz ama ne çare... Anlaşılan milyonlarca dolar harcanarak yürütülen dini kampanyalar amacına eriyor. Çünkü yapılan araştırmalar, bu ülkede halkın yarıya yakın bir kesiminin bu saçmalıklara inandığını gösteriyor...

***

Kanımca, dincilerin dayattığı görüşlerin ikiyüzlülüğünü sergilemenin en etkili yolu, onlara kendi temel referanslarını hatırlatmak.

Bu yaklaşımı izlersek, Amerika’daki dinci sağa, neden “insan hayatının kutsallığı” gerekçesiyle kürtaja karşı çıkarken diğer yandan savaşı desteklediklerini; neden başka ülkelerin suçsuz sivil halklarının üzerine bombalar yağdırılmasına karşı gelmediklerini sormamız gerek.

Aynı bizdeki dincilere de, neden Kuran’da açıkça yasaklandığı halde faizi savunduklarını, ama dinen zorunluluk bulunmayan türbanı ölüm kalım meselesi haline getirdiklerini sormamız gerektiği gibi...

Bunu yapmazsak akla ihanet etmiş oluruz...