28 Eylül 2009 Pazartesi

Afganistan Batağı...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 27 Eylül 2009

“İçinden nasıl çıkacağımızı bilmediğimiz bir diğer batağa girmekte olduğumuz için derin bir endişe duyuyorum. Saplandığımız batak, bu defa Afganistan...

Meseleyi ulusal boyutta müzakere etmeden, giderek artan sayıda askeri Afganistan’a gönderiyoruz. Bugün Afganistan’daki yabancı askerlerin yüzde 60’ı Amerikalıdır ve bu oran daha da artacaktır. Şu ana kadar milyarlarca dolar harcamış durumdayız, ama bu rakam daha da büyüyecek...

Afganistan’dan çıkış stratejimizin ne olacağı hakkında herhangi bir görüş yok. Sekiz yıldır oradayız. Daha kaç yıl kalacağız? Afganistan’a giriş nedenimiz esas olarak Osama bin Laden’i bulmaktı...

Bu gerçekleşmedi. Bu durumda şu andaki hedefimiz nedir?”


***

Yukardaki mektubun muhatabı Amerika’yı yönetenler...

Aslında yazan da onlardan birisi... Vermont Senatörü Bernie Sanders. Böyle bir mektubu, Amerikan Senatosu’nda görev yapan bir senatörün yazması, oldukça çarpıcı...

Ülkesinin Irak’tan sonra Afganistan’da yine bir batağa saplanışını seyreden Senatör, belli ki, çareyi internet üzerinde kamuya açık mektup yazmakta bulmuş.

Obama, Sanders’ın sorduğu sorulara ne yanıt verir?

Hedeflerinin, Amerika’nın güvenliği için büyük tehlike olarak gördükleri El Kaide’yi etkisiz hale getirmek olduğunu söyler. Ama bunu şu ana kadar başaramadıkları için de, ne kadar süre kalacaklarının yanıtını veremez...

Teröristler, demokrasiyle yönetilmeyen ülkelerde üslendiği için, Amerika’nın bu tür bölgelere demokrasi ihraç etmesi gerektiğini söyler. Ama cehalet ve yoksulluktan kıvranan, kabile-aşiret düzeninde keskin bir şekilde bölünmüş toplumlarda bunun sonuç vermeyeceğini söylemez...

El Kaide ve müttefiklerinin Pakistan’a yerleştiğini ve buradan Amerika’ya ağır saldırılar planlandığını söyler. Bu nedenle, Pakistan’ı korumak için bu ülkeye milyarlarca dolar göndermeleri gerektiğini anlatır...

Ama iflas edip evini ve işini kaybeden Amerikalılara bunu kabul ettirebilir mi? Obama’nın işi zor...

Irak felaketinden sonra üstüne bir de ekonomik krizle boğuşan Amerikalıları daha fazla ödün verip savaşı desteklemeye razı etmeye çalışıyor. Fakat gerçek şu ki, Amerikan halkı artık uzak topraklardaki savaşlara olumlu bakmıyor...

Orta sınıf Amerikalı canından bezmiş bir halde şunları tekrarlıyor: “Ben sağlık sigortam olmadan yaşamak için mücadele veriyorum. Bu savaş ekonomisi benim canıma okuyor!

***

Bernie Sanders, Amerikan Senatosu’nda kendisini “demokratik sosyalist” olarak tanımlayan ilk üye... Onun savaş karşıtlığını sosyalistliğine verip önemsemeyenler var...

Peki ya halkın savaş karşıtlığı? “Bush, ‘Irak’taki savaş Amerika’nın güvenliği için gerekli,’ diyordu, Şimdi de Obama, güvenliğimiz için Afganistan’daki savaşı gerekli görüyor. Anlaşılan her başkanın bir savaşa ihtiyacı var!” diyerek bıkkınlıklarını dile getiriyorlar.

The Washington Post-ABC News için 13-17 Ağustos arasında yapılan son kamuoyu araştırmasına göre, yetişkinlerin yüzde 51’i Afganistan’daki savaşı sürdürmeye değmediğini düşünüyor. Savaşa kesinlikle karşı olanlar yüzde 41 iken, kuvvetle destekleyenler yüzde 31...

Bu durumun Afganistan’daki NATO askerlerinin sayısını nasıl etkileyeceği ise, Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Afganistan’daki uluslararası kuvvetlerin komutanı Amerikalı General Stanley A. McChrystal’ın Obama yönetiminden daha çok asker istediği biliniyor...

Obama’nın başkan olur olmaz yollara düşüp NATO ülkelerinden daha çok destek talep etmesinin nedenlerinden biri de bu... Umarız Türkiye, içinden nasıl çıkılacağı bilinmeyen bir batağa sürüklenmez...

21 Eylül 2009 Pazartesi

Yaptırım Aracı Olarak Kültürel Boykot

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 20 Eylül 2009

Kültürel boykot yaptırım aracı olabilir mi?

Bu soruya yanıt oluşturabilecek bir hareket var. Adı, “Boycott, Divestment and Sanctions” (BDS- Boykot, Tecrit ve Yaptırım).

BDS, Filistinli çeşitli dernek ve sendikaların desteğiyle 2005’te gündeme geldi. İsrail’in geçen yıl Filistin’e yaptığı ağır saldırılardan sonra da, uluslararası alanda giderek güç kazanmaya başladı.

Hareketin amacı, İsrail’in uluslararası hukuka karşı yükümlülüklerini yerine getirmesini, Filistin topraklarındaki 42 yıllık işgalini sona erdirmesini ve Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını kazanmasını sağlamak.

Bunu gerçekleştirebilmek için de, Güney Afrika’da ırk ayrımının (apartheid) sonlandırılmasını sağlayan taktiklere benzer bir kültürel boykot yöntemi uygulanıyor.

İsrail’deki film festivalleri protesto ediliyor, sanatçılar bu ülkedeki etkinliklere katılmayı reddediyor...

***

Son yıllarda özellikle sanat dünyasında ilgi gören harekete, önemli isimler destek veriyor. Bunların arasında Kanadalı yazar Naomi Klein da var.

Daha önce yazılarımda, birkaç kere, Klein’ın “The Shock Doctrine” adlı kitabından söz etmiştim.

Kitapta, esas olarak, emperyalist ülkelerin kapitalist sistemin gereği olan sömürüyü sürdürebilmek için, bir ülkede önce kriz (siyasi, ekonomik ya da toplumsal) yaratıp, sonra da kriz ortamında sarsılan toplumu şok terapilere hazırlama süreci anlatılıyordu.

Naomi Klein, çok yerinde bir karar alarak, bu kitabın İbranice baskısı için büyük bir ticari yayınevi ile anlaşmak yerine, İsrail işgaline karşı çıkan Andalus adlı yayınevi ile sözleşme imzaladı. Kitabının baskısından gelecek telif hakkını da aynı yayınevine bağışladı.

Daha önce İsrail devletinin desteklediği kitap fuarlarına katılmayı kabul etmeyen Klein, yayınevinin İsrailli sahibi Yael Lerer ile birlikte bir de kitap tanıtım turu düzenledi.

Yaptığı yayıncılığı bir tür direniş olarak gören Lerer, Şok Doktrin’in tanıtım toplantısını, Tel Aviv yerine Hayfa’da bir Arap tiyatrosunda gerçekleştirdi.

Büyük ilgi gören toplantıya sadece Filistinliler değil, şiddeti reddeden İsrailliler de çağrıldı. Çünkü BDS hareketinin hedefi, İsrail halkı değil, İsrail hükümetinin “Beyond the Conflict” adlı programı...

Klein’a göre, bu programda kültür, bir tür askeri araç olarak kullanılıyor. İsrail hükümeti, toprak konusunda verilen savaşı kazanırken, diğer yandan dünyaya yayılan işgal ve çatışma haberleri yüzünden ülkenin büyük kayıplar verdiğini düşünüyor.

Bunu önlemek için de, Batılı ülkeler ile İsrail arasında yakınlık kurmayı sağlayacak kitap, müzik, sinema, turizm faaliyetleri yapılıyor.

Başka ülkelerle iletişim kurmak amacıyla kültürün kullanılması iyi bir yöntem olsa da, karşı çıkılan nokta, İsrail’in bunu ülkede sanki her şey normalmiş gibi bir izlenim yaratmak için yapması...

Kültürel boykotun hedefi, işte bu izlenimi tersine çevirmek...

***

Gerçek şu ki, İsrail’in uluslararası hukuka karşı yükümlülüklerini yerine getirmesi için, Avrupa Birliği ve Amerika’nın daha kesin koşullar belirlemesi gerek.

Örneğin Obama, “yeni Yahudi yerleşimlerine hayır” yerine, “Yahudi yerleşimlerine hayır” diyebilir... Der mi?

Obama, Amerikan dış ve iç politikası gereği, bunu hiçbir zaman söylemeyebilir...

Öyleyse, yanar-döner politikacıların ağzının içine bakıp beklemek yerine, bu tür hareketlerle baskı kurmak gerekiyor.

İyi örgütlenmiş kültürel boykot da, bu yönde önemli bir yaptırım aracı olabilir.

14 Eylül 2009 Pazartesi

Dijital Çağda Ulema Gücü

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 13 Eylül 2009

Son günlerde “iMuslims: Rewiring the House of Islam” (The University of North Carolina Press, 2009) adlı ilginç bir kitap okudum.

Siber dünyanın İslam’ın algılanma biçimi ve Müslüman toplumlar üzerindeki etkisini inceleyen kitabın yazarı, Wales Universitesi İslami Araştırmalar Bölüm Başkanı Gary R. Bunt.

İslam ve teknoloji ilişkisini ele alan çalışmalarıyla, bu alanda dünyada otorite olarak görülen bilim insanlarından birisi Bunt. 2003’te çıkan “Islam in the Digital Age” adlı kitabı, Türkçe’ye de çevrilmişti.

Bunt, İslam’ı farklı yorumlayan ama dijital dünyada bir araya gelenlerin oluşturduğu topluluğu, “Siber İslami Çevreler” olarak tanımlıyor.

Sosyal, dini, ya da politik amaçlarla bilgi alışverişinde bulunmak üzere siber dünyanın içinde aktif olarak yer alanları anlatmak için de, “iMuslim” şeklinde bir kavram geliştirmiş.

Siber İslami Çevre’nin son yıllarda yaşanan teknolojik gelişmelere nasıl tepki verdiği, kitapta ayrıntısıyla ele alınıyor.

***

Benim kitapta en çok ilgimi çeken konu, dini otorite (ulema gücü) ve internet ilişkisinin anlatıldığı kısım...

Bunt’a göre, internetteki gelişmeler ile ulemanın geleneksel gücünün kırılışı arasında bağlantı var. Çünkü kendisini otorite olarak gören bir insanın içtihata dayalı kararlar önerme olanağı, 1990’larda göre bugün çok daha fazla.

Günümüzde artık herkes, duyurusunu internet üzerinden rahatlıkla yayabiliyor. Hükümetlerin onaylamadığı İslami reform çabalarının destekçileri, siber ortamda hazırda bekliyor.

İnternetin yayılmadığı dönemlerde, dini bilgilenme, şeyh, alim, evliya, pir ya da imam gibi dini otorite kabul edilip, toplumca saygı duyulan kişiler aracılığıyla oluyordu. Bu karşılıklı görüşme şeklinde olabileceği gibi, yazılı metinler de ihtiyacı karşılıyordu.

Oysa internet sayesinde farklı alternatifler gelişti; bugün insanlar internet üzerinden fetva alıp dua ediyor ya da hatim indiriyor.

Bunt, örnek olarak, Pakistan’da evli çiftlerin yaşadıkları sorunlara karşı bir din bilginini ziyaret edip yardım istediklerini anlatıyor. Bu durum eskiden yüz yüze gelmeyi gerektirirken, artık benzer bir diyalog internet üzerinde de yapılabiliyor.

Aynı şekilde, Pakistan’da uygulanan eski yöntemde, dini-politik lidere bağlılık yemini için toplantı düzenlenirken, aynı yemin artık online yapılabiliyor. Geleneksel yöntemler tamamen ortadan kalkmasa da, internet yeni seçeneklerin önünü açıyor.

Ve öyle görünüyor ki, ulemanın eski gücünü kaybetmesi kaçınılmaz...

***

Aslında internet, başta müzik ve habercilik alanında olmak üzere, birçok alanda otoriteyi ve eski güç sahiplerini yerinden etti.

Gary R. Bunt’a göre, Müslüman dünyasındaki en büyük etkisi de, ulemanın gücünün kırılması oldu.

Günümüzde bilgisayarın başına geçen bir insan, gidip birilerinden icazet almak yerine, her konuda farklı görüşlere ulaşma şansına sahip. Üstelik böylece, şeyhten imama, evliyadan pire değişebilen görüşleri sorgulama ve doğruyu araştırma olanağını yakalıyor.

Baskıcı toplumlarda internetin önünün tıkanmaya çalışılmasının önemli bir nedeni de bu... İnsanlara bilgiye ulaşma yolunda daha fazla inisiyatif kazandırdığı için, tutucu beyinleri rahatsız ediyor olsa gerek...

İşin en garip tarafı da, 21. yüzyılda hâlâ ulema-internet çekişmesinden söz ediyor olmak...

Dünya, çok yakında üç boyutlu internetle tanışacak. Bu durumda akıl, teknolojiye direnmek yerine, güvenilir bilgileri siber dünyada halka ulaştıranların kazanacağını söylüyor.

6 Eylül 2009 Pazar

Amerika'nın Yeni "İç Savaşı"

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 6 Eylül 2009

Filmlerinin gösterime giriş tarihini en isabetli belirleyen yönetmen herhalde Michael Moore olmalı.

Moore, 2004 ABD başkanlık seçimi sırasında “Fahrenheit 9/11” adlı filmiyle Bush’a karşı çok etkili bir muhalefet yapmıştı. Yeni belgeseli ise, "Capitalism: A Love Story" adını taşıyor.

Kapitalizmin yarattığı yıkımı sergileyen bu filmin zamanlaması da mükemmel. Çünkü Amerika'da Obama'nın sağlık ve vergi reformları nedeniyle çılgına dönen aşırı sağ, "town hall meeting" denilen toplantılarla yeniden güç kazanıyor...

Michael Moore’un filmini sinemalarda izlemek için bir süre daha beklemek gerekecek, ama fragmanı internette görmek mümkün. Tanıtım filminden de anlaşılıyor ki, Moore yine birilerini çok kızdıracak.

Bu defa hedefinde dev holdingler var; şirket yöneticilerini tutuklatmak üzere harekete geçiyor, kurtarma paketleriyle dağıtılan paraların nereye gittiğini sorguluyor.

Tanıtım filminde özellikle bir bölüm dikkatimi çekti. Bir sahnede halktan birisi, “Her şeyi olanlarla hiçbir şeyi olmayanlar arasındaki çatışmadan” söz ediyor.

Belli ki, kapitalist ekonominin çarpıklığını vurguluyor...

***

"Eh, bilindik mesele," deyip geçmeyin. Bu çarpıklık, Amerika’da öyle boyutlara vardı ki, geçtiğimiz günlerde açıklanan bir çalışma, insanı hayrete düşürecek bilgilerle doluydu.

Kaliforniya Üniversitesi Profesörü Emmanuel Saez’in yaptığı çalışmaya göre, Amerika’da gelir dengesizliği tüm zamanların en yüksek seviyesinde... Büyük Bunalım dönemindeki düzeyi bile aşan eşitsizlik yüzünden, halkın en zengin yüzde 10'luk kesimi, toplam gelirin % 49.7'sini alıyor...

Böyle bir ortamda Obama yönetimi, dev holdingleri kurtarmak için Kongre’den milyonlarca dolarlık yardım paketleri geçirdi. Yani kapitalizm çarkını döndürmek için, halkın ödediği vergilerle toplanan paraları şirketlere verdi.

Obama şimdi de, verdiği bir diğer sözü yerine getirmek için kolları sıvadı ve sağlık reformunu tartışmaya açtı. Bunun için önerdiği plan, kamu finansmanını devreye sokmak ve yılda 250 bin dolardan fazla kazananların vergilerini yüksetmek...

Vay, sen misin bunu öneren? Sistemden en büyük parsayı toplayan zenginler derhal kazan kaldırdı. Bunun anayasadaki bireysel özgürlüklere aykırı olduğunu söyleyerek kükrediler.

Angelina Jolie’nin babası ünlü aktör John Voight, daha da ileri giderek ülkenin sosyalistleştiğini söyledi ve şu soruyu sordu: "Obama ülkede iç savaş mı başlatıyor?"

Gerçekte Castro'nun dediği gibi, Obama'nın hegemonyacı kapitalist sistemi değiştirmeye ne niyeti ne de gücü var; ama aşırı sağ yine de onu saf dışı etmeye çalışıyor...

***

İşte Michael Moore’un filminin tam da bu sırada gösterime girmesi önemli. Çünkü Moore, belgeselin aynı zamanda bir aşk, savaş, polisiye, vampir ve komedi filmi olduğunu söylüyor.

Nasıl?

Bir tür “aşk” filmi; ama burada söz konusu olan, bir tarafın diğerini sömürdüğü, yıkıcı bir aşk...

Sınıf savaşını anlattığı için savaş filmi...

Ortada işlenen ciddi bir suç olduğu için polisiye...

Küçük bir kesim, halkın kanını emerek beslendiği için vampir filmi...

Bunca sömürüden sonra, birileri hâlâ kapitalizmi savunduğu için de komedi...

***

Peki, bu trajikomedi neden hâlâ sürüyor? Bunun yanıtı, Amerikalı sosyalist yazar Upton Sinclair’den:

Bir insanın kazandığı ücret, belli bir konuyu anlamamasına dayanıyorsa, o kişinin o konuyu anlamasını sağlayamazsınız.

Kapitalizm vampirleri, dünyanın her yerinde aynı. Onlar, yaptıkları yıkımı görmemek için vicdanlarını kararttıkça azgınlaşıyor...