30 Mayıs 2010 Pazar

Suç ve video

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 30 Mayıs 2010

Yazının başlığı size Türkiye'de son haftalarda olanları hatırlatmış olabilir.

Ama ben bugün, kendisi suç olmadığı halde, videosu suç sayılan bir eylemden söz etmeyeceğim. Tam tersine; kendisi suç olduğu halde, videosu serbest bırakılan bir olayı anlatacağım.

Olay mekanı Amerika...

Toplumsal yaşamı düzenleyen kurallara bağlılık ne kadar katıysa, bireysel özgürlüklere yönelik korumanın da aynı derecede katı olduğu "Özgürlükler Ülkesi”...

Ancak bu ülkede bazen öyle durumlar oluyor ki, bireysel özgürlük kavramı konusunda kafalar fena halde karışıyor. Bunun en çarpıcı örneği, yakın zamanda yaşandı.

***

Önce, kendisini pit bull uzmanı olarak tanıtan Robert J. Stevens adlı film prodüktörü hakkında, köpek dövüşünü gösteren videoları sattığı gerekçesiyle dava açıldı. Dava sonucunda Stevens, 1999'dan bu yana geçerli olan yasaya göre, 37 ay hapis cezasına çarptırıldı.

Ancak bir üst mahkemede buna itiraz edilince karar bozuldu. Sonunda konu, Yüksek Mahkeme'ye gitti. Mahkemenin 1'e karşı 8 oyla aldığı karara göre, 1999 yasası geçersiz kılındı. Böylece hayvanlara yapılan işkenceleri gösteren videoların satışı serbest bırakıldı...

1999'da Bill Clinton’ın imzaladığı yasa, temelde "crush video" ticaretini engellemek için çıkarılmıştı. Yani yüksek topuklu kadın ayakkabısıyla kedi, köpek, fare, hamster vb. hayvanları ezilirken gösterip sapıkça bir seksüel haz yaratmayı amaçlayan videolar...

Yüksek Mahkeme'nin Başsavcı John G. Roberts Jr. imzasıyla yayımladığı iptal kararı şu gerekçeye dayandırılıyor: 1999 yasası, Amerikan Anayasası’nın özgürlükleri düzenleyen “First Amendment” denilen maddesine aykırıdır, yasanın kapsamı fazla geniş tutulmuştur.

Amerikan hükümeti, "crush video"ların toplum açısından kayda değer bir önem taşımadığını; bu nedenle de korunması gereken özgürlükler kapsamına girmemesi gerektiğini savunuyor...

Başsavcı Roberts ise, hükümetin, bir mesajı içeriği nedeniyle yasaklama gücünün olmadığını, crush videolar için ayrı bir düzenleme yapılabileceğini söylüyor. Mahkeme’nin 1982’de yasakladığı çocuk pornosu videoları hatırlatıldığında ise, “O özel bir vaka; oradaki ticari pazar, özünde zulümle ilgili” diyor.

***

Ortada gerçekten akıl almaz bir gariplik var. Ülkede hayvanlara işkence yapılması suç. Ama bu işkenceleri gösteren videoların satışı yasal...

Bu durumda şunu sormak lazım: O zaman başka suçları gösteren videoları satmak da serbest midir? Örneğin insanlara yapılan işkenceleri gösteren videolar da serbestçe satılabilir mi?

Ben, Amerikan Yüksek Mahkemesi üyelerinin bu kararı alırken neden akıl tutulmasına yakalandıklarını biliyorum. Onlara göre, hayvanlar, bu dünyayı paylaştığımız canlılar değil; alınıp satılabilen birer eşya sadece!

Bu yüzden, hayvanların işkenceye, tecavüze maruz kalmalarını görmezden gelebiliyorlar... Ve bu işkence videolarının satışını insani özgürlük kapsamında değerlendiriyorlar.

Bu hastalıklı düşünceyi benim ne mantığım ne de ruhum kabul eder! Böyle özgürlük olmaz olsun!

"Amerika'dan bana ne" diyenler varsa, onlara da şunu hatırlatmak gerekir: İnternetin sınırları yok; o videoların paylaşım sitelerine düşüp dünyanın her yerine ulaşması an meselesidir...

Her şeyden önce de, böyle bir uygulama, hangi ülkede olursa olsun, insanlık adına utanç vericidir.

Bakalım, kendisini bu gezegenin tek sahibi sanan insanoğlunun zalimliği nereye kadar varacak?

-

23 Mayıs 2010 Pazar

Eşcinsel Başkan?

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 23 Mayıs 2010

Gay olduğunu açıklayan bir adayın başkanlığını destekler miydiniz?” Bu ilginç soru, geçen mart ayında Amerika’da yapılan bir kamuoyu araştırmasında soruldu.

60 Minutes / Vanity Fair tarafından gerçekleştirilen araştırma, Amerikan toplumunun birçok alanda olduğu gibi, bu konuda da ikiye bölündüğünü kanıtlıyor: Halkın % 50'si gay bir başkanı destekliyor; % 44’ü ise, böyle bir adaya karşı...

Aynı araştırmada bu soru, yüksek mahkeme yargıcı ve dışişleri bakanı için de sorulmuş. Yüksek mahkeme yargıcının gay olmasına karşı çıkanlar % 40’a inerken, destekleyenler % 55’e çıkmış. Gay bir dışişleri bakanının kabul edilebilirlik oranı % 56 olurken, karşı çıkanlarınki % 39’a düşmüş.

***

Obama’nın Yüksek Mahkeme’ye yeni atadığı Başsavcı Elena Kagan’ın her açıdan mikroskop altına alındığı son günlerde, bu sonuçlar daha da önem kazandı. Çünkü Amerikan medyasında bir süredir Kagan’ın lezbiyen olduğu yönünde haberler çıkıyor.

Demokratlar, bu haberleri muhafazakarların yaydığını; Kagan’ın Harvard’da dekanken, ordudaki “Don’t Ask, Don’t Tell” (DADT-Sorma, Söyleme) uygulamasına karşı çıktığını söylüyor.

Amerika'da ordu, eşcinsel olduğunu açıkça beyan edenlerin görev yapamadığı tek kurum. Bu uygulamaya göre, ordu, eşcinsellere ancak cinsel tercihlerini gizli tutmaları koşuluyla askerlik yaptırıyor.

Kagan, önceleri bunu ayrımcılık olarak değerlendirmiş ve öğrencileri orduya çekmek için gelen askeri yetkililerin kampüse girmesini yasaklamış. Fakat Bush döneminde, bu tarz tavır alan okullara federal paranın kesilmesi gündeme gelince de karşı kampanya başlatmış...

1993’te Bill Clinton döneminde değiştirilen askerlik yasasına dayanan DADT, askerlere cinsel tercihleri ile ilgili soru sorulmasını önlerken, aynı zamanda da, eşcinsellerin cinsel kimliklerinden açıkça söz etmelerini yasaklıyor.

Obama ise, eşcinsellerin cinsel tercihlerini gizlemeden orduya alınmalarına olanak sağlayacağına dair söz verdi. Ancak henüz sözlerini yasaya dönüştürmediğinden eski uygulama devam ediyor.

***

Amerika eşcinsel hakları konusunda Avrupa’yı daha geriden izlese de, bizim gibi ülkelerle kıyaslandığında çok daha ileri. Çünkü bu konu, orada, ırk, din, dil, etnik köken, cinsiyet ve cinsel tercih farkı gözetilmeden herkesin aynı hak ve özgürlüklere sahip olması için verilen bir mücadele alanı olarak görülüyor.

Acaba bizde bir araştırma yapılsa, halkın kaçta kaçı gay bir başbakanı destekler?

Acaba Cumhurbaşkanı eşcinsel birini Anayasa Mahkemesi üyeliğine atar mı?

Acaba bir gay belediye başkanı adayına yüzde kaç oy çıkar?

Sonuçta, eşcinselliğin büyük bir kesim tarafından utanılacak bir suçmuş gibi gösterilmeye çalışıldığı bir ülke burası... Bazılarının, Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan gibi, tıbben doğru olmasa da, “Eşcinsellik hastalıktır” dediği garip bir yer burası...

Ahlakın sınırlarının cinsel tercihlerle, yatak odası dedikodularıyla belirlendiği bir toplum burası...

Çalanın çırpanın yükseldiği, yolsuzluk yapıp halkın parasını yiyenin hesap vermeden gezebildiği bir yer burası...

Çocuk tecavüzlerinin aile arasında saklanıp üzerinin örtüldüğü; ama toz kondurulmaz ahlakın eşcinsellere yapılan baskılarla korunmaya çalışıldığı ülke burası...

Merak ediyorum; acaba bu ülkede, "Bir insanın bir işe uygun niteliklere sahip olup olmamasının cinsel tercihle ne ilgisi var?" diye soran kaç kişi var?

-

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Britanya’nın sorunu

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 16 Mayıs 2010

Britanya’daki seçim tahmin edilen sonucu verdi. İktidarı tek başına elinde tutan İşçi Partisi’nin (İP) 13 yıllık hakimiyeti sona erdi.

Muhafazakar Parti (MP), seçimden birinci parti olarak çıksa da, tek başına hükümet kurmak için yeterli sandalyeye sahip olamadığı için, tek partili hükümet dönemi de bitmiş oldu.

Ortaya çıkan bu yeni tablo üzerine çeşitli yorumlar yapılıyor. Şu bir gerçek ki, İP, ekonomik kriz ve Irak savaşı yüzünden çok yıprandı.

Ayrıca parti başkanı Gordon Brown’ın yaptığı gaflar da seçim sürecindeki yıpranmaya katkıda bulundu.

Ancak bütün bunlar doğru olsa da, asıl sorun çok daha derin: Britanya’da uzun süredir şiddetli bir sınıf mücadelesi yaşanıyor.

Seçimden 15 gün önce, bu gerçeği çarpıcı şekliyle ortaya koyan bir kitap yayınlandı. Prof. Danny Dorling’in yazdığı kitabın adı “Injustice: Why Social Inequality Persists”.

Sheffield Üniversitesinde beşeri coğrafya dalında yaptığı çalışmalarla tanınıyor Dorling. Hayatı boyunca İP’ne oy vermiş. Ama bu kitabıyla, partinin nerede hata yaptığını tüm açıklığıyla anlatıyor.

Dorling’in yaptığı araştırmalar, “New Labour” döneminde gelir dağılımı uçurumunun inanılmaz boyutlara ulaştığını gösteriyor.

1996’da Tony Blair, sosyalist politikaları izlemek yerine, küreselleşme baskısıyla merkeze kayarak partinin rotasını değiştirmişti. Üçüncü yol ya da yeni sol denen bu anlayış, eşitsizliği azaltacak yerde daha da büyüttü.

1990-2000 arasında toplumun en varlıklı % 10’luk kesiminin paylaştığı servetin oranı, % 47’den % 54’e çıktı. En zengin % 1’lik kesimin aldığı pay ise, % 18’den % 23’e yükseldi.

Aynı kritere göre Londra, dünyada eşitsizliğin en fazla olduğu kent. En zengin % 10’luk kesim, en yoksul durumdaki % 10’luk kesimin 273 katı servete sahip...

Dorling, “Britanya’da gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliğin bu derece arttığı dönem, en son 1854’te, Charles Dickens’ın ‘Zor Zamanlar’ı yazdığı Victoria dönemiydi” diyor...

***

Bu durumda şu soruyu soruyor Dorling: Eşitsizlik neden ısrarla devam ediyor? İP, zenginin daha da zenginleşmesini önleyeceğini söylemişti. Nerede hata yaptı ki bu gidişatı durduramadı?

Görünen o ki, İP, sadece dümeni biraz kırmakla bu sorunu giderebileceğini sandı. Üstelik dümeni sola kıracağına sağa kırdı...

Danny Dorling, 1942’de İngiliz ekonomist William Beveridge başkanlığında hazırlanan raporda sayılan beş toplumsal düşmanın da değiştiğini söylüyor.

Eşitsizlikle mücadele edip sosyal güvenliği geliştirmeyi öneren o raporda sayılan bu düşmanlar şunlardı: Yoksulluk, hastalık, cehalet, tembellik ve bakımsızlık-sefalet.

Oysa New Labour döneminde bunların yerini, seçkincilik, dışlama, önyargı, aşırı hırs ve umutsuzluk aldı. İzlenen yanlış politikalar sonucunda da, zenginlik belli ellerde giderek artan ölçülerde yoğunlaşmaya başladı.

***

Peki bundan sonra ne olacak?

Rupert Murdoch’un sağ eğilimli gazetesi The Sun, seçim günü kapaktaki “Tek Umudumuz” manşetinin altına MP Başkanı David Cameron’un resmini basmıştı. İşin ilginci, resim, Shepard Fairey’in Obama için yaptığı ünlü posterin aynısıydı.

Ben, sosyalist politikalara inanmış biri olarak, Cameron’un umut olabileceğini düşünmüyorum elbette. Bana göre, Britanya’daki asıl mesele, öncelikle bu aşırı eşitsizliği kaçınılmaz gören anlayışı değiştirmek...

Şunu da belirtmek lazım ki, hangi parti kurarsa kursun yeni hükümetin işi zor. Çünkü Dorling’in de işaret ettiği gibi, ülkede bugün ortaya çıkan öfke, Marksist bir işçi sınıfının öfkesi değil; tam yolun ortasında duranların öfkesi...

İlerlemek isteyenlerin önce o yolu açması gerek...

-

9 Mayıs 2010 Pazar

Bir Medya Efsanesi

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 9 Mayıs 2010

Bir süredir gündemde tutulan bir medya efsanesi var: Deniliyor ki; küreselleşen dünyada modern insanın yaşam tarzı ve alışkanlıkları değişti, artık eskisi gibi oturup uzun uzun okuyacak zamanı ve isteği yok. Bu nedenle, ayrıntılı haberlerin okunma şansı azdır; ancak kısa ve eğlendirici yazılarla okuyucunun ilgisi çekilebilir.

Bana göre bu görüş, hep söylenen ama doğruluğu bir türlü kanıtlanamayan şehir efsanelerini andırıyor.

Durmadan kendi hayatını, yediğini içtiğini yazıp işin kolayına kaçmayı tercih edenlerin savunduğu bir medya efsanesidir bu. Çıkış noktası da, araştırmacı gazeteciliği eski modaymış gibi gösterip önemsizleştirmeye çalışan bir anlayıştır...

“Nerden biliyorsun bunun medya efsanesi olduğunu?” derseniz, ona da yanıtım var. Dünyanın en büyük haber ajanslarından Reuters, geçen yıldan beri sürdürdüğü bir uygulamayla, araştırmacı gazeteciliği öne çıkaran haberlere imza atıyor.

Bunun sağlanması için, kurumsal gelişmelerden sorumlu bir editörlük görevi bile oluşturuldu. Ajansta bu görevi üstlenen Jim Impoco, Reuters’in böyle bir uygulamaya yönelmesinin nedeninin, bu tür haberlere gösterilen ilgi olduğunu söylüyor.

Reuters’in İnternet Haberleri Editörü Keith McCallister’ın verdiği bilgiye göreyse, araştırmacı gazetecilik haberleri, diğer makalelerin 10 katı okuyucu çekiyor. Mart ayında Amerika'da abonelerin en çok okuduğu 4 Reuters haberinin 3’ü, diğerlerine göre daha uzun olan araştırmacı gazetecilik makaleleri...

Şimdi bu yöndeki talebi karşılamak için, iki yeni editör daha alıyor Reuters. Birisi Londra’da, diğeri Singapur’da görev yapacak bu yeni editörler, Avrupa ve Asya’ya yönelik soruşturmacı haberlere yoğunlaşacak.

***

Diğer yandan, medya imparatoru Rupert Murdoch, bir süre önce News Corporation bünyesindeki gazete ve televizyonların internet sitelerini paralı yapacağını açıkladı.

İnternet ücretsiz haber siteleriyle dolup taşarken böyle bir uygulamanın başarılı olması için, elbette o sitelerin özel haberlerle ve ilgi çekici yazılarla talep yaratması gerek.

Kanımca bunun da yolu, sonunda yine araştırmacı gazeteciliğe çıkacak. Çünkü ses getiren habercilik, ancak ayrıntının peşine düşerek yapılıyor. Kimsenin görmediğini ya da perde arkasında kalanları bulmak için, emek, zaman ve para harcamak gerekiyor.

Geçen ay WikiLeaks.org’un yayınladığı video bu konuda çok önemli bir örnek oluşturdu. Irak’taki Amerikan askerlerinin sivillere açtığı ateş sonucu meydana gelen katliamı açıkça gösteren video, internette izlenme rekorları kırdı.

Oysa olay, yıllar önce yazılı basına yansımıştı. Fakat basının konuyu ayrıntısıyla inceleme gereği duymaması, çarpıcı gerçekleri gözden kaçırmasına neden oldu.

WikiLeaks olayından sonra, şimdi bütün dünyadaki medya uzmanları, araştırmacı gazeteciliğe ne kadar ihtiyacımız olduğunu ve bunun internette nasıl geliştirilebileceğini tartışıyor.

***

Yazının başındaki efsane meselesine gelirsek... Kim, size, insanların uzun, ayrıntılı soruşturmacı haberlere ilgi duymadığını söylüyorsa, doğru söylemiyor. Peki neden böyle söylüyorlar?

Araştırmacı gazetecilik hem pahalı olduğu, hem de birilerinin (çoğunlukla da siyasetçilerin) keyfini bozduğu için patronların; zor olduğu için de, köşesinde oturup sallamaya alışmış bazı gazetecilerin işine gelmiyor...

Evet, gerçekleri ortaya çıkarmak zaman alıcı ve masraflı; ama gazeteciliğin temel işlevi gerçekleri bulup yazmak değilse nedir?

-

2 Mayıs 2010 Pazar

Ampul sevdası

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 2 Mayıs 2010

Bu köşede gördüğünüz karikatür, Gennady Chegodayev’in imzasını taşıyor. Çalışmalarını beğeniyle izlediğim çok yetenekli bir Rus sanatçı kendisi. Daha önce de bir başka karikatürünü konu eden bir yazı yazmıştım.

Bugün bu enfes karikatürün bana düşündürdüklerini anlatacağım.

Elbette her insan gibi, benim algılarım da, içinde yaşadığım toplumun özellikleriyle ilintili olarak belirleniyor.

Bu nedenle, karikatüre getirdiğim yorum, gerçeklerle hayal gücümün bir karışımı olarak şekillendi... Ve metaforu da çok sevdiğimden, bir anda ampullerden birini iktidar, diğerini de yandaş medya olarak gördüm.

Bakın, öykünün devamı nasıl gelişti: İktidar, karşısında durmuş kendisine bakan medyayla karşılaşınca aniden ampulü yakar. Medya da kendisine çeşitli fırsatlar sunabilecek iktidarı görünce heyecanlanır ve karşılıklı bir elektriklenme olur.

İhaleler, krediler, devlet televizyonlarında program yapanlara sağlanacak yüksek ücretler vb. olanaklarıyla iktidar, birden çok çekici gözükür medyanın gözüne...

Eh, medyanın kendilerini övmesi de iktidarın işine yarar. Bu düşüncelerle birbirlerine doğru koşar adımlarla yaklaşırlar.

Medya, iktidara “iyisin, hoşsun, durma koş” diyerek gaz verir. Artık onları birbirinden ayıracak hiçbir güç yok gibidir.

Ama girdikleri yolda, hesaba katmadıkları bir fizik kuralı vardır: Camdan yapılan iki madde çarpışırsa, anında ikisi de kırılır. Çünkü sağlam temellere dayanmamaktadırlar; ikisi de çok kırılgandır.

Sonuçta, yandaş medyanın verdiği gaz fazla kaçar ve iki ampül kafa kafaya vuruşur. Ortalık kırık cam parçaları içinde kalmış, bir hevesle girişilen macera kötü bitmiştir...

***

Gennady Chegodayev, tabii ki, bu karikatürü benim bakış açımdan değerlendirerek çizmedi. Ama sanatın gücü de burada zaten. İzleyiciye/dinleyiciye kendi öyküsünü yaratma olanağı verdiği, yüzlerce, binlerce yeni düşünceye yol açtığı için heyecan verici.

Ben de iktidar-medya ilişkilerini bu karikatür aracılığıyla esprili bir şekilde yorumlamaya çalıştım. Ancak her esprinin arkasında da bir doğru yatar...

Bu iki ampulün gerçekte hesaba katmadığı şey, hukuk düzeni göz ardı edildiğinde çok sert çarpışmaların yaşanabileceğidir. O düzeni görmezden gelirseniz, hızınızı alamayıp kendinizi kıç üstü yere çakılmış halde bulabilirsiniz.

İktidara yanaşacağız diye hukuksuzluğu desteklemeyin. O kaygan zeminde hızınızı kontrol edin. Yandaş medyaya son dönemin ünlü deyişiyle sesleniyorum: Gaz vermeyin!

Sakın benim gibi düşünenlere de "Sana ne!" demeyin; ortalık cam kırıklarıyla dolarsa, yalnız sizin değil herkesin ayağına batar...

_