17 Haziran 2012 Pazar

Hayvan Hakları Yasası -3

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 17 Haziran 2012

Hayvan haklarıyla ilgilenenler, bir süredir medyaya yansıyan tartışmaları biliyordur ama bilmeyenler için özetleyeyim. Şu anda geçerli olan ve birçok alanda yetersiz kalan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda değişiklik yapılmak isteniyor. Bu girişim ilk duyulduğunda, hayvanları kapsamlı olarak koruyacak bir yasa çıkarılması şansı doğabileceği için sevinmiştik.

Öğrendiğimize göre, TBMM Çevre Komisyonu’nda bekletilen iki yasa teklifi var. Ayrıca Orman ve Su İşleri Bakanlığı da bir değişiklik tasarısı hazırlayarak Başbakanlığa göndermiş. Meclis komisyonlarında bekletilen bu öneri, hayvanları bırakın korumayı, birçok hayvan ırkını toptan yok edecek düzenlemeleri savunuyor.

Bir süre önce Türkiye’deki birçok sivil toplum kuruluşu bir araya gelerek bu konuda ortak bir bildiri yayımladı. Ben bugün köşemi, benim de dahil olduğum Etik Vegan Yaşam Grubu’nun da imzası bulunan o bildiriye açarak, dikkatleri bir faciaya çekmek istiyorum.

***

“Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nca hazırlanarak Başbakanlığa sunulan tasarı, diğer kanun tekliflerinde olduğu gibi beraberinde birçok hak ihlalini getirecektir.

Amacı ‘HAYVAN KORUMA’ olan bir yasada hayvanların sorun olarak görülmesi,  her canlının şahsına özgün fizikî ve karakter özellikleri, yetiştirilişi ve geçmişi, yaşadıkları incelenmeden, ‘tehlikeli’ sıfatıyla yaftalanması asla kabul edilemez; basit, insanî mazeretlerle hayvanların öldürülmesi ve nasıl bertaraf edilecekleri de adı koruma olan bir kanunun ESASINI OLUŞTURAMAZ. 

İnsanî bir seçenek olarak sunulan ve ‘uyutma’ diye bilinen, solunumu durdurucu iğne ile öldürme yöntemi, bir hak değil, aksine yaşam hakkının sonlandırılmasıdır.

Tasarı yasalaştığı takdirde evlerde yaşayan hayvanların sayısına ciddi kısıtlamalar getirilecek ve muhtemelen bu sayı, tek bir hayvan ile sınırlandırılacaktır. Bir hayvan ‘sahibi’nin, evinde tek ya da birkaç hayvan bulundurma dayatmasına kesinlikle yasalarla karar verilemez. 
 
Kısırlaştırma, yeni bir iş, istihdam, kolay para kazanma yolu olarak görülemez, bu konuda ihaleler açılamaz.

Hayvanların, deneylerde kullanılması başlı başına etik bir sorundur.

İşkence ve kötü muamele, idarî para cezaları ile geçiştirilemez.

Mevzuatça ‘tehlikeli ırk’ olarak tanımlanan hayvanların, bakımevlerine teslim edilmesi zorunluluğu, Türkiye’de belli hayvan ırklarına karşı yapılmak istenen haksız bir yaftalamadır. 

Hayvanlar, sadece kedi, köpek gibi evcil hayvanlardan oluşmamaktadır. Ancak mevcut Kanun ve bu Kanunun değiştirilmesi için sarfedilen çabalar, daha çok evcil hayvanları kapsamaktadır.

AB müktesebatı dâhilinde hayvan refahı ile ilgili Türkiye’de yürürlüğe giren tüm mevzuat, hayvanların haklarını değil insanların refahını korumaktadır; insanmerkezci ve bencil bir düşünce yapısıyla hazırlanmıştır ve hayvanların ‘ekonomiye katkı payı’ hesabı ile yaşatılmasına veya öldürülmesine karar verme yetkisini ısrarla otoritelere vermek istemektedir.

Bu nedenlerle, hayvanlar aleyhinde olan ve hem TBMM komisyonlarında bekletilen tekliflerin hem de Bakanlıkça Başbakanlığa sunulan tasarının ivedilikle geri çekilerek, hayvanlara ve yaşama karşı telafi edilemeyecek felaketlerin önlenmesini talep ediyoruz.

Hayvan koruma ve hak savunusu iddiası ile hazırlanan yasalar, adına yaraşır bir içeriği barındırmalı, ilkeleri ve amacı ile çelişmemelidir. Bu bağlamda, hayvanların YAŞAM HAKLARINI savunurken misyonunda samimi, amaçlarını faaliyetleri ile ispatlamış STK ve oluşumların görüşü alınarak, katılımcı ve çoğulcu bir perspektifle kaleme alınmalıdır.


-

10 Haziran 2012 Pazar

Utanmış Sessizlik...

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 10 Haziran 2012

Gezi yazıları, genellikle okunduğunda insana “Ah keşke ben de orada olsaydım!” dedirtecek türden iç açıcı ve merak uyandırıcı yazılar olur. Farklı ülkeleri gezip dolaşanların izlenimlerini okumak benim için hep ilgi çekici olmuştur. O nedenle kendim de gidip gördüğüm yeni yerler hakkında yazmayı severim.

Bugün de geçen hafta ziyaret ettiğim Budapeşte, Viyana, Bratislava, Prag, Karlovy Vary ve Dresden kentlerinin büyüleyici güzelliğinden söz etmeyi planlamıştım. Ancak planım Terezin Toplama Kampı’nı gördüğüm anda değişti. Anlatacak onca güzellik varken neden bu dehşet verici yeri seçtim? Daha önce hakkında çok şey yazılsa da, ben hayatımda ilk kez bir Nazi kampı gördüm ve öylesine altüst oldum ki düşüncelerimi paylaşmak gereğini duydum.

Muhteşem binalarıyla koca bir pasta gibi görünen güzelim Prag’dan arabayla sadece bir saat uzaklıkta Terezin kampı. İlk olarak 18. yüzyılda Habsburg döneminde Alman sınırını korumak için inşa edilmiş. Ancak burası 1941-45 yılları arasında Nazilerin savaş esirlerini topladıkları bir çalışma kampına dönüşmüş. Esirler, ilk olarak burada toplanıp, sonra Auschwitz gibi diğer kamplara dağıtılırmış.

Terezin’in içinde gaz odası ya da krematoryum yok ama esirlere son derece ağır koşullarda yavaş yavaş işkence edildiği için çok sayıda ölüm yaşanmış; çoğunlukla kurşuna dizme ve idam uygulanmış. Yüzbinlerce insanın tutulduğu Terezin’de her dört kişiden birisi hayatını o kampta kaybetti. Ölenlerin çoğunun 12 yaşın altındaki çocuklar olması, vahşetin boyutlarını ortaya seriyor.

Terezin’e varır varmaz, soğuk ve yağışlı bir havada geniş bir alana yayılan Yahudi ve Hıristiyan mezarlıkları karşıladı bizi. Avluya girdiğimizde, Nazilerin bu tür kampların girişine yazdıkları ve “Çalışmak Özgürleştirir” anlamına gelen “Arbeit Macht Frei” yazısını gördük.

Rehberimiz Osman Serhat Ertem’in yetkinlikle aktardığı bilgiler eşliğinde esir koğuşlarının insanı ürperten korkutucu sefaletine tanık olduk. Ufacık pencereler, daracık koridorlar, çürümüş duvarlar, kırılmış tahta yataklar, tek kişilik aydınlatmasız hücreler gördük...

Nazilerin kamptaki koşulların iyi olduğu izlenimini yaratıp Kızılhaç’ı aldatmak için yaptırdığı ama gerçekte hiçbir zaman kullanılmayan traş ve sağlık odalarıyla karşılaştık.

Biz 70 yıl sonra bunları dinleyip kahrolurken, aramızdan birisi, “Balbay da Türkiye’de tek kişilik hücrede” dedi usulca. Aklıma bir süre önce bakan eşliğinde Silivri’deki hapishaneyi gezen gazeteciler geldi. Tutuklularla hiç görüşmeden, kendilerine gösterilen hapishaneye övgüler düzenler vardı. Acaba onlar, Terezin de elden geçirilip biraz parlatılsa orayı da beğenirler miydi?

Terezin’de benim için en sarsıcı an, yüksekliği sadece 2 metre olan 500 metre uzunluğundaki daracık tünelden yürürken gerçekleşti. Klostrofobisi olanlar o sırada fenalaştı; aydınlığı görüp geniş düzlüğe çıktığımızda bir “Oh!” çekti herkes. Oysa 70 yıl önce aynı koridordan geçen bir deri-bir kemik kalmış insanlar, aydınlığa çıkmamak için direniyordu. Çünkü o tünelin sonunda idam tahtası vardı; geniş düzlük, toplu kurşuna dizme yöntemini uygulamak içindi...

Hızlanan yağmur toprağı çamurlaştırırken sessiz bir yürüyüşü sürdürüyorduk Terezin’de ama içimde fırtınalar kopuyor, insanın insana yapabileceği zulmün en uç noktasına tanık olmanın yıkıcı gerçeğiyle yüzleşiyordum.

2005’te yazdığım romanıma “Utanmış Sessizlik” adını vermiştim. Çünkü sessizlik, her ne kadar dinginliğin ifadesiyse de, aynı zamanda derin bir utancın da göstergesi olabilir.

Terezin utançtan titriyordu...

-