31 Temmuz 2012 Salı

Şiddet, küreselleşme, grunge ve elektronika

46 dergisinin 90'lı Yıllar Özel Sayısı dünden beri raflarda yerini aldı. Bu sayı için benden de katkı istendiğinde aşağıdaki yazıyı yazdım. Dergide o dönemi anlatan birçok güzel yazı var. Şimdi bir daha bakınca fark ettim; ben her zamanki gibi politika ve müzik çevresinde yaşamışım o yılları da...

***

“1990’lı yıllar sana neyi hatırlatıyor?” diye sorulsa, yanıtım başlıktaki gibi olurdu. Soğuk Savaş’ın sona erdiği, Amerika’nın daha da güçlendiği tek kutuplu dünya, 2000’e kadar olan dönemde tarihinin en kaotik evrelerinden birini yaşadı.

Uluslararası alanda sarsıcı gelişmeler olurken, Türkiye de bundan nasibini alıyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Doğu Bloku’nun parçalandığı ve Türki Cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını ilan ettiği günlerdi. Küreselleşme adı altında Yeni Dünya Düzeni kuruluyor; kapitalist sistem, sömürüsüne engelsiz devam edebilmek için yeni pazarlar arıyordu. Amerika Birleşik Devletleri ve yandaşları, sadece ekonomik ve siyasal alanda değil, kültürel olarak da topyekün saldırıya geçtiler. Kotalar ve çeşitli baskılarla ulusal üretimler engellenip neoliberal kapitalizmi derinleştiren politikalar uygulamaya konulurken, yerel olan her şey eziliyordu.

Aynı dönemde Türkiye de bu küreselleşme dalgasından payını aldı. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olmadan imzaladığı Gümrük Birliği Anlaşması, istihdam, dış ticaret açığı ve ihracatta rekabet gücünün azalması gibi birçok olumsuz etkiye neden oldu. 1995’te % 51 oranında yaşanan devalüasyonla çok ciddi bir ekonomik krize girildi.

KÖRFEZ SAVAŞI

Amerika’nın Ortadoğu’daki uydusu konumunda olan Türkiye, Irak’ın Kuveyt’e saldırmasıyla başlayan Körfez Savaşı’nda taraf durumuna geldi. O günlerde dünya bir kentin bombalanışını ilk kez televizyondan naklen izledi. İncirlik’ten kalkan ABD uçakları, Irak’taki hedefleri vuruyor, CNN dünyaya bu kanlı şovu izletiyordu...

Hiç unutmuyorum o günleri; çok kanallı televizyon hayatının başlamasından sonra kimse ekranın başından ayrılamamıştı, herkes gelmiş geçmiş en heyecanlı macera filmini izliyor gibiydi...

Saddam’ın Irak’ta uyguladığı şiddetten kaçan yüzbinlerce peşmerge Türkiye’ye sığınmış, yaşanan trajedi uzun zaman gazetelerin birinci sayfa haberi olmuştu. Güneydoğu sınırımızdaki yığınak artırılıp, patriot füzeleri yeleştirilince, olası bir Irak saldırısından endişelenen Güneydoğu halkı batı illerine göç etmeye başlamıştı. Türkiye savaşın ortasında kalmış, huzur tamamen yok olmuştu. Olağanüstü Hal uygulaması birçok ilde devam ederken, bölgedeki esnaf da PKK baskıları sonucu kepenk açamaz hale gelmişti.

SERİ SUİKASTLER DÖNEMİ

Terörle Mücadele Yasası çıkarılmış, ifade özgürlüğü iyice sınırlanmıştı. Gazete ve dergilerin toplatıldığını, üniversitede türbanı protesto için öğretim üyelerinin eylem yaptığını hatırlıyorum. Gün geçmiyordu ki bir yerden suikast haberi gelmesin...

90’lı yıllarda kimleri kaybettiğimizi hatırlarsak, yaşadığımız şiddet ortamını o dönemi bilmeyenlere daha iyi anlatabiliriz. Türk Hukuk Kurumu Başkanı ve öğretim üyesi Prof. Dr. Muammer Aksoy, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç, öğretim üyesi, eski senatör ve milletvekili Doç. Dr. Bahriye Üçok, Cumhuriyet gazetesi köşe yazarı Uğur Mumcu, eski Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, yazar ve din bilgini Turan Dursun, Emekli MİT yöneticisi Hiram Abas, MİT Eski Başkanı Adnan Ersöz, Halkın Emek Partisi (HEP) Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın, Gazeteci Halit Güngen, HEP kurucularından şair ve yazar Musa Anter, Jandarma istihbarat subayı emekli binbaşı Cem Ersever, Gümüşhane Baro Başkanı Ali Günday, işadamı Özdemir Sabancı, İslamcı feminist yazar Konca Kuriş, Türk-İş Genel Sekreteri ve Maden İş Genel Başkanı Şemsi Denizer, Cumhuriyet gazetesi yazarı ve öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı...

Bu yürek yakan listeye gözaltındayken polislerce dövülerek öldürülen Metin Göktepe’yi ve Sivas’ta yobazlarca yakılarak katledilen aydınlarımızı da ekleyince, 1990-1999 arasında Türkiye’nin nasıl dehşet verici bir ülke olduğu görülüyor...

28 ŞUBAT'A GİDEN SÜREÇ

Bir bölümü DYP-SHP koalisyonuyla geçen bu dönemde, Yıldırım Akbulut, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, Necmettin Erbakan ve Erdal İnönü, ana aktörler olarak siyasete yön veriyordu. Özal’ın hayatını kaybetmesiyle dengeler de değişti. Erbakan’ın Çiller ile anlaşıp Refahyol hükümetini kurması, 28 Şubat’a giden süreci de başlattı.

90’lar Türkiyesi’nde yaşayan genç bir insan olarak, böylesine umutsuz bir tablonun içindeydim ben de. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yüksek lisansımı yaparken bir yandan da çalışıyordum. Bir süre önce yayınlanan “İkinci Cumhuriyetçiliğin Kökenleri” adlı kitabımla ilgili çalışmalara o sırada başladım. 1991’de kendilerine “liberal” diyen bir grup aydın tarafından ortaya atılan ve temellerini 1960’ların ünlü iktisatçılarından Prof. Dr. İdris Küçükömer’in tezlerinden alan bir ideolojiydi İkinci Cumhuriyetçilik. Bugün de hâlâ ülke siyasetinde etkin olan bu görüşler, 1990’larda da siyasetin gündemindeydi.

Aynı yıllarda kültür, sanat ve yazın dünyamızdan çok önemli isimlere veda ettik. Cemal Süreya, Aziz Nesin, Onno Tunç ve Zeki Müren öldüğünde toplumdaki derin üzüntüyü bugün gibi hatırlıyorum...

GRUNGE VE ELEKTRONİKA'NIN YÜKSELİŞİ

Bütün bu kaos içinde bana nefes alma olanağı yaratan en önemli kaynak, her zamanki gibi müzikti. Ama müzik sahnesinde de çok acı kayıplar vardı. Freddie Mercury ve Kurt Cobain gibi yeri doldurulması mümkün olmayan iki dehanın ölümü, herkes gibi beni de çok sarsmıştı.

Yine de iyi şeyler de oluyordu müzikte. Grunge akımı tüm dünyayı sarmış, Seattle’dan çıkan Pearl Jam “10” adlı albümüyle büyük heyecan yaratmıştı. Trip-hop’un efsane grubu Massive Attack, “Blue Lines”, “Protection” ve “Mezzanine” albümleriyle birçok kişinin hayatına bir daha çıkmamak üzere o dönemde girdi.

90’lar benim kişisel tarihimde post-punk sevdamın yanına Blur, Portishead, Björk gibi isimleri ekleyip, elektronik müziğe daha yoğun ilgi duyduğum yıllar oldu. Aphex Twin, Autechre, The Prodigy, The Chemical Brothers ve Moby çalıyordu her yerde. Nirvana isyanımıza sözcü olurken, kulüplerde dinlediğimiz elektronik müziğin titreşimleriyle başka bir dünyaya ışınlanmaya çalışıyorduk sanki. Her şey o kadar hızla ve şiddetle yıkılıp dönüşüyordu ki, o müzikleri yaşadığımız sarsıntıya soundtrack yapmaya çalışıyorduk belki de...

-

29 Temmuz 2012 Pazar

İkinci Cumhuriyetçilik ve Dincilik

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 29 Temmuz 2012

İki hafta önce bu köşede yazdığım “Dinselleşme ve Komünistler” başlıklı yazı çeşitli kesimlerin büyük ilgisiyle karşılaştı. O makaleyi okumamış olanlar için içeriğini belirteyim; Türkiye Komünist Partisi’nin bir süre önce yayınladığı ve aynı başlığı taşıyan bildiriydi yazının konusu. Kanımca ilginin bir nedeni, bildirinin çok doğru noktalara işaret eden metniyse; bir diğeri de, ana akım medyada TKP ile ilgili haberlerin hemen hemen hiç yer almamasıydı.

Ama ben o yazının sonunda da belirttiğim gibi, çok önemsediğim bu konuya bugün yine yer vereceğim. Geçen sefer TKP bildirisinin giriş kısmında çizilen genel çerçeve ile işe başlamıştım. Bu defa metindeki “İkinci Cumhuriyet’te Neler Oluyor?” başlığı altındaki görüşlere yer vereceğim:

-İkinci Cumhuriyet sınıfsal olarak burjuvazinin gerici bir fraksiyonunun değil, bütününün tarihsel tercihi olarak karşımıza çıkmaktadır. Arkasında emperyalizmin onayı ve desteği de bulunan egemen güçler içindeki iç çelişkiler, derin ve uzlaşmaz strateji ayrılıkları olmaktan uzaktır. Aydınlanma mirasının reddi ve tarihsel kazanımların tasfiyesi konusunda İkinci Cumhuriyet bir burjuva konsensüsünü temsil etmektedir. Neoliberal, piyasacı yaklaşımlarla dinci gericilik birbirini bütünlemektedir.

-Siyasal iktidarın güç kaynakları geniş olmakla birlikte, İkinci Cumhuriyet rejiminin, mantıksal sonuçlarına kadar derinlik kazanacağı düşüncesi yanlıştır. Türkiye toplumunun dinselleştirilmesinin yapısal ve tarihsel sınırları vardır. Bu sınırları, mülk sahibi egemen güçlerin “laik” olduğu düşünülen kesimleri değil, modern işçi sınıfı, doktor, mühendis, öğretmen gibi eğitimli ve kalifiye emekçiler, sanatçı ve bilim insanları gibi aydın kesimler, öğrenci gençlik, kadınlar, Aleviler temsil etmektedir. Bu geniş nüfusun siyasi temsilciden yoksun olduğu veya ağırlıklı temsilcilerinin İkinci Cumhuriyet karşısında uzlaşmacı ve teslimiyetçi davrandıkları açıktır. Dinci gericiliğin Türkiye'yi geri dönülmez bir karanlığa, şeriatçı bir diktatörlüğe götüreceği yolundaki umutsuz öngörüler reddedilmelidir. Yine dinci gericiliğe muhalefet edebilmek için dinle pozitif ve politik bir ilinti içine girmek gerektiği yolundaki yaklaşımlar da kabul edilemez. Dinci gericiliğe pratikte çekilecek sınırı, büyük ölçüde, komünist ve devrimci hareketin söz konusu toplumsal kesimlerle bağı belirleyecektir.

-Nasıl dinci gericilik ayrıksı bir olgu, bir aşırılık değilse ve burjuva egemenliğinin bütünlüğünü temsil ediyorsa, solun mücadelesi de bütünlüklü olmak zorundadır. Türkiye'nin Ortadoğu'da emperyalist senaryoların içine çekilmesi için Sünniliğin keskinleştirilmesine gerek vardır; ve buna karşılık barış mücadelesinin başarısı, dinci gericiliğe de darbe vuracaktır. Kürt halkına din kardeşliği adına boyun eğdirilmek isteniyorsa, Kürt emekçilerin sınıf mücadelesine katılmaları, dinci gericiliğin bir kalesini düşürecektir. Örnekleri çoğaltılabilecek bu dolayımlar, solun mücadele programında mutlaka gözetilmelidir.

***

İkinci Cumhuriyetçiliğin, neoliberal politikalar ve dinci gericilikle el ele vererek ülkeyi getirdiği yer ortadadır. Bu gidişatın önüne geçilmesinin yolu, emekçi kesimden ve uygar bir yaşamdan yana olan herkesin din temelinde değil, özgürlükler temelinde buluşup mücadele etmesidir.

Bugün gelinen noktada artık hemen herkesin ortak derdi özgürlüklerinden yoksun kalması değil mi? Öncelikli meselemiz buysa, seçimde bu temelde bir şemsiye altında birleşip sol blok kurmayı ciddi şekilde ele almalıdır. Aksi halde kuşkusuz neoliberal politikalarla dinci gericiliğe bir kez daha geçit verilecektir.

_

22 Temmuz 2012 Pazar

Kültür Şoku

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 22 Temmuz 2012

Avrupa Birliği macerası artık iyice tavsadı ama insan o kıtaya adım atınca ister istemez bazı karşılaştırmalar yapıyor. Yurtdışına her gittiğimde oradaki insanların günlük yaşantısını, hayat standarlarını ve devlet-birey ilişkisini gözlemliyor, sonra da kendi ülkemde olanları hatırlıyorum.

Ziyaret ettiğim ülkenin vatandaşlarıyla konuşuyor, hayatlarından memnun olup olmadıklarını soruyorum. Elbette hepsinde her şey güllük gülistanlık değil; özellikle Avrupa’daki ekonomik sıkıntılar bariz şekilde olumsuz yönde etkiliyor yaşamı. Ama Avrupa’da yaşayan insanlar, asla devletin özel yaşantılarına müdahale ettiği konusunda bir yakınma içinde değil. Oysa Türkiye’de son yıllarda giderek artan bir şikayet bu...

Bu ay Roskilde müzik festivalini izlemek için bir haftayı Danimarka’da geçirdim. Orada da ilginç gözlemlerim oldu. Kopenhag’a arabayla yaklaşık 40 dakikalık mesafedeki Roskilde kentinde yapılan bu festival, Avrupa’nın en büyük festivallerinden birisi; dünyanın her yerinden 150 bini aşkın izleyici katılıyor etkinliğe. Bu yazıda o festivalden dönüp Türkiye’ye ayak basınca nasıl bir şokla karşılaştığımı anlatacağım. Öyle çarpıcı ki, hani hep söz edilen bir kültür şoku vardır ya, bu tam öyle...

Roskilde’de kaldığım süre boyunca gençlerin özgürlüğü yaşayışına, müzikle coşup eğlenirken toplumsal sorunlara dikkat çekişine tanık oldum. Çok miktarda alkol tüketilmesine karşın, kimsenin kimseyi rahatsız etmediği, kavganın olmadığı barışçıl bir ortam vardı. Festivalin sponsoru bir içki firmasıydı ama bu elbette Danimarka’da hiçbir sorun yaratmıyordu. Belli bir yaşa gelmiş insanın özel hayatına devletin müdahale edemeyeceğini çok uzun yıllar önce kabul etmiş Avrupa.

Danimarka’daki özgürlük ortamından çıkıp Atatürk Havaalanı’na indiğimde ülkede ne olup bitiyor diye sosyal medyaya baktım ve çok sayıda insanın “Müziğine Festivaline Konserine Sahip Çık” diyerek ortak bir talepte bulunduğunu gördüm. Sorunca anlaşıldı ki, yobaz bir grup insan, “Eyüp’te bira festivali yapılamaz!” diyerek sponsoru bira firması olduğu için One Love festivaline karşı kampanya başlatmış. Türkiye Yeşilay Cemiyeti de aynı gerekçeyle festivalin iptali için İstanbul Valiliği’ne başvurmuş!

Zamanlama olarak gerçekten inanılmaz bir çakışmaydı bu. Danimarka’da bira firmasının desteğiyle yapılan özgürlükçü festival ile, Türkiye’de bira firmasının desteğiyle yapılan festivalin engellenme girişimi arasındaki fark, Avrupa ile bugünkü Türkiye arasındaki farkı da bir açıdan ortaya koyuyor.

Bu birkaç yobazın girişimi değildir; Türkiye Yeşilay Cemiyeti ve Eyüp Belediyesi gibi kurumlar da devreye girdi. 11 yıldır düzenlenen festival neden daha önce Yeşilay’ı rahatsız etmedi de şimdi ediyor?

Nedeni şu: Türkiye’de devletin en tepesinde yer alanlar, dini kullanarak bireylerin yaşantısına açıkça müdahale eder hale gelince, toplumdaki muhafazakar kesimlere de bu konuda garip bir cesaret geldi. Otobüs şoförü şort giyen kadını otobüsten indirmeye kalkıyor, belediye görevlisi parkta sarılarak oturan gençleri tartaklıyor!

İşin acı yanı da şu ki, dinciler, bira ürettiği için Efes’e şiddetle tepki duyarken; insan haklarına, çevreye, özgürlüklere duyarlı insanlar, aynı firmaya santrallere karşı çıkan köylülere uygulanan zulüm nedeniyle aynı şiddetle tepki duymuyor.

Türkiye neden hep bir adım ileri iki adım geri gidiyor?” derseniz, yanıtı şu olabilir: Uygarlıktan yana olanlar, ideallerine gericiler kadar sahip çıkmıyor.

_

15 Temmuz 2012 Pazar

Dinselleşme ve Komünistler

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 15 Temmuz 2012

Türkiye Komünist Partisi (TKP), geçen ay gerçekleştirdiği 11. Kongre Türkiye Konferansı’nın ardından “Dinselleşme ve Komünistler” başlıklı bir değerlendirme yayınladı. Toplumda giderek etkisi artan dinselleşme karşısında komünistlerin tavrını ele alan metni dikkatle okudum. İçinde yaşadığımız dönemde son derece isabetli görüşler içerdiği için bu aydınlatıcı değerlendirmenin üzerinde durmak istiyorum. Öncelikle giriş kısmındaki tespitle işe başlayalım.

TKP 10. Kongresi’nin, 2011 seçimleriyle kurulduğunu saptadığı İkinci Cumhuriyet’in temel eksenlerinden biri, siyasal rejimin ve toplumsal yapının dinselleştirilmesidir. Birkaç yıl önce marjinal örnekler mi öncü adımlar mı oldukları tartışılan kimi uygulamaların genelleştiğini ve bütünlük kazandığını görüyoruz. Eğitim sistemine dinin sokulması, çeşitli yerelliklerde alkollü içkiye düpedüz yasak getirilmesi, devletin dinî televizyon kanalı açması yalnızca tekil uygulamalar değil, AKP'nin ilk bakışta bunlarla ilişkisi kurulamayacak çeşitli alanlardaki programını bütünleyen ögelerdir.

Türkiye egemen güçlerinin sosyal devletten kalan boşluğu doldurmak için İslami yardımlara, Ortadoğu'da rol genişletmek için Sünni kimliğine, Kürt sorununa çözüm adına ‘din kardeşliği’ fikrine, ilerici ideolojilerin kaynaklarını kesmek amacıyla sanat ve kültür alanlarının kurutulmasına, genel olarak eşitsizlikleri, haksızlıkları meşrulaştırmak için dinin yaygınlaşıp derinleşmesine ihtiyaçları var.

Bu çerçevede ateizme dönük aşağılayıcı saldırılar meczupça bir gericiliğin göstergesinden ibaret değil, egemen ideolojinin yeniden yapılandırılmasının vazgeçilmez unsurlarıdır. Olası bir yeni anayasa da kitlelere burjuva liberalizmi veya emperyalist ‘küreselleşmecilik’ üstünden değil, din sayesinde mal edilmeye çalışılacaktır.

Bunlar belirtildikten sonra, emekçi hareketinin ve solun, sömürüsüz bir dünya mücadelesinde kendini zorunlu olarak seküler bir perspektifle tanımladığının altı çizilmiş. Şu nokta önemli; TKP toplumsal yaşamın, siyasetin, siyasal ideolojilerin vb. dinsellikten arındırılması için mücadeleyi önerirken, aynı anda bireylerin kişisel inanç ve vicdan özgürlüğünü de sahipleniyor.

Burada altını çizdiğim satırlar var: “Sosyalist hareketler günümüzde de kimi ülkelerin özgün koşullarında dinci akımlarla olumlu temasa girebilmektedir. Türkiye Komünist Partisi, bu örneklerden genelleştirilmeye gidilemeyeceğini, ülkemizin bu kapsamda ele alınamayacağını saptamaktadır.

Komünist hareketin, burjuva aydınlanmasını sınıfsız topluma uzanan bir sosyalist aydınlanma olarak dönüştürerek sahiplendiği vurgulanıyor metinde. İkinci Cumhuriyet’in Aydınlanma mirasının reddi ve tarihsel kazanımların tasfiyesi konusunda bir burjuva konsensüsünü temsil ettiği ve neoliberal, piyasacı yaklaşımlarla dinci gericilikle birbirini bütünlediği belirtiliyor.

İki kesime önemli mesajlar veriliyor.

1- Dinci iktidara muhalefet için “Gerçek Müslümanlar” adına konuşulması da, dinin ortak payda olduğunun kabulü demektir; sol, dinin siyaset alanına sokulmaması ilkesinden ödün vermez.

2- Kürt toplumu içinde tarikatların, Hizbullah'ın, Barzaniciliğin ve bunlarla bütünleşik aşiretçiliğin güçlenmesi, ideolojik alanda dinci gericiliğin atağa kalkması gibi gelişmelerin tamamı İkinci Cumhuriyet sendromlarıdır. Sol, Kürt toplumunun uyanışının seküler karakterine sahip çıkmalı ve bu boyutu güçlendirmeye çalışmalıdır.


Oldukça kapsamlı bir çerçeve çizen bu metni kaleme alanları kutluyor, tümüne katılıyorum. Yerim bittiği için burada kesiyorum ama gelecek haftalarda çok önemsediğim bu konuya yeniden değineceğim.

-

3 Temmuz 2012 Salı

Hayvanlar Mal Değildir!

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 8 Temmuz 2012

Bu köşede sık sık hayvan haklarına değiniyorum. Çünkü akıl sınırlarını zorlayan olaylara sahne olmasına karşın çoğunluk tarafından görmezden gelinen bir alan bu. Medyadaki son haberlere göre, Borçlar Kanunu’nda yapılan yeni değişiklikler arasında yer alan bir madde, komşunuza, “mal” kapsamında değerlendirdiği hayvanları "öldürme hakkını” veriyor. Ben konuyu İstanbul Barosu Hayvan Hakları Komisyonu Başkanı Avukat Hülya Yalçın'la konuştum.

Anlaşılıyor ki, 1926 Borçlar Kanunu'nda "Eğer hal ve maslahat icabederse, gayrimenkul zilyedi o hayvanı öldürebilir" şeklinde geçen madde, 2011 tarihli yeni Borçlar Kanunu'nda "Hatta durum ve koşullar haklı gösteriyorsa hayvanı diğer yollarla etkisiz hale getirebilir" diye değiştirilmiş. 1 Temmuz'da yürürlüğe girecek olan madde bu.

Bunu yazıp kabul edenler, herhalde akıl tutulmasına uğramış. Böyle düşünmemin nedenlerini anlatmaya çalışayım.

1- Hayvanlar mal değildir; bu dünyayı paylaştığımız, tıpkı insanlar gibi özgür bir yaşamı sürdürebilen, damarlarında aynı insanlar gibi kan akan, canı acıyan, duyguları ve farklı seviyelerde gelişmişlik düzeyine sahip akılları olan canlılardır. Hiçbir yasa insana uğradığı zarar nedeniyle bir diğerini "öldürme hakkını” vermediği gibi, hiçbir hayvanı "öldürme hakkını” da veremez.

Diyelim ki, küçük bir çocuk bilinçsiz bir şekilde komşunuzun bahçesine girdi ve çimleri ezip ekili alana zarar verdi. Bahçe sahibi çocuğunuzu öldürebilir mi? Elbette hayır! O zaman bilinçsizce bahçeye girip zarara neden olan hayvan da öldürülemez. Bahçe sahibi, zarar görmemek için gereken şartları sağlayıp önlem almak zorundadır.

Lütfen bana “İnsanlarla hayvanları nasıl bir tutarsın?” demeyin. Çünkü ben, insan ile hayvanın yaşam hakkı arasında ayrım yapmayan bir veganım. “İnsan haklarını hallettik de hayvanlarınki mi kaldı?” diye de sormayın. Hayvan haklarını savunmanın insan haklarını savunmaya engel olduğunu düşünmüyorum; aksine bana göre, vicdanlı ve uygar bir insan ikisini de aynı anda savunur. Aksini söyleyen türcüdür; o bakış açısı da hayvan köleliğine hizmet eder.

2- Türkiye gibi her gün korkunç hayvan katliamlarının gündeme geldiği bir ülkede böyle bir yasa çıkarmak, ancak ülkesinin ve dünyanın gerçeklerinden uzak çağdışı bir hükümetin işi olabilir. "Etkisiz hale getirme"nin sonuçta öldürme ile sonuçlanacağı açıktır. Bunu “hak” olarak yasaya koyduğunuzda, zaten hayvanlara her türlü işkenceyi yapan bir toplumda olabilecekleri öngörmeniz gerekir. Yetkililer öngöremiyorsa ne olacağını ben söyleyeyim: Eline silahı, baltayı alan canı sıkıldığında bile savunmasız bir hayvanı katleder ve “Bahçeme zarar vermişti” der!

3- Bugün Türkiye’de sahipsiz hayvanları öldürenler Türk Ceza Kanunu’na göre değil, Kabahatler Kanunu’na göre ceza alıyor, yaptıkları katliam karşısında çok az bir maddi ceza ödeyerek kurtuluyorlar. Bu durum düzeltileceğine, hayvanı etkisizleştirmek yani öldürmek öneriliyor.

Ayrıca ev hayvanları ile sokak hayvanlarının yaşam hakkı arasında hangi gerekçeyle ayrım yapılıyor?

Birisi "mal" diye görülürken, diğeri bir hiç mi?

Bu, insan vicdanını yaralayan bir yasadır. İnsani değerlerin temsil edilmediği yasalar da adalete aykırıdır.

Biliyor musunuz benim bir hayalim var; bir gün hayvanların aniden insanların dilini konuşmaya başlamasını ve yaşadıkları zulmü anlatmalarını diliyorum. Kulağa müthiş bir bilimkurgu senaryosu gibi geliyor ama gerçekleşse, emin olun duyacaklarınız Nazi katliamının yarattığı insanlık utancını aratmayacaktır.

-

1 Temmuz 2012 Pazar

Popüler Olanı Eleştirmek

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 1 Temmuz 2012

Madonna'nın İstanbul şovu hakkında Cumhuriyet’in Kültür sayfasında yayınlanan yazımdan sonra aldığım hakaret ve küfürleri bir araya getirsem bir ibret broşürü olur. Şovu olumsuz yönde eleştirdiğim için sosyal medyada bir linç kampanyasına maruz kaldım.

Aslında bu ilk kez başıma gelmiyor. U2 ile ilgili bir yazımdan sonra da benzerini yaşamıştım. Eurovision şarkı yarışmasını eleştirince ve herkesin öfkelendiği Morrissey'i savununca da oldu aynısı. Marksizm hakkında ne zaman yazsam, hakaret dolu e-postalar geliyor. Uğradığım saldırıların en ağarı ise, İslam ülkelerinde kadının durumunu anlattığım yazı dizimden sonra aldığım “Senin işin bitti” türünden tehditlerdi...

Hepsi üzerinde tek tek ayrıntısıyla düşündüm. Siyaset yazılarıma gelen tepkileri daha kolay anlayabiliyorum. Ülkenin içinde bulunduğu gerginliğin de etkisi var bunda. Siyaset doğası gereği her zaman ateşli tartışmaların yapıldığı bir alandır; karşı tarafa hakaret ya da küfür edilmediği sürece sert de olabilir bu tartışmalar.

Ancak ne zaman ana akım bir müzisyeni eleştirsem, çeşitli kesimlerden gelen tepkileri anlamakta zorlanıyorum. Çünkü benim eleştiriye yaklaşımım, Oscar Wilde’ın “The Critic as Artist” başlıklı denemesinde Gilbert karakteri aracılığıyla açıkladığı görüşlerle bir ölçüde örtüşüyor. (Bu noktada Wilde’ın “iyi bir eleştirmenin yaratıcı bir sanatçıdan değerli olduğunu” görüşüne katılmadığımı da altını çizerek belirtmem gerekir.)

Wilde’ın söylediği gibi, eleştirmenin görevi kendi izlenimlerini aktarmaktır. Onları deneyimi, bilgisi, beklentileri doğrultusunda kaleme alacaktır. Müziğin, resmin, sinemanın vb. farklı sanat dallarının her insan üzerinde bıraktığı etki farklıdır; sanat izleyicisinin beklentileri de çoğu zaman tamamen aynı değildir.

Konuya bu yaklaşımla bakılırsa, bir eleştiri yazısı ile farklı düşünebilirsiniz ama o yazara “Nasıl böyle düşünüyorsun? Demek ki o müziği / eseri / sanatçıyı seveni aşağılıyorsun. Sen elitistsin!” dediğiniz anda mantığı devre dışı bırakmış olursunuz. Eleştirmenin görevi, çoğunluk tarafından beğenilen her şeyi alkışlamak değildir; onun görevi, konuya değer katabilecek bir bakış açısıyla yaklaşmaktır. Bunu yaptığında insanları aşağılamış olmaz.

Türkiye, ne yazık ki hiçbir alanda eleştiri kültürünün gelişmediği bir ülke. Ne zaman çoğunluğun beğendiği bir olay / kişi / düşünce karşısında olumsuz bir görüş belirtseniz, hemen linç gündeme geliyor. Sosyal medyanın hayatımızda önemli bir yer edinmesiyle bu toplumsal hastalık daha da yaygınlaştı. Eleştirmenin eleştirilmesi de mümkün ve doğal ama hakaret ve küfür gündeme gelirse işin tadı kaçıyor.

Oysa kültür ve sanat, bizleri futbol ve siyaset dünyasındaki bu sığ ve fanatik tartışmaların ötesine taşıyarak, toplumda farklı fikirleri tartışabilme olanağını vermeli; nefes aldığımız alanlar olmalı.

Türkiye, kendisininkinden farklı olan her düşünceyi yok etmeye eğilimli insanlardan mı oluşacak? Bu şekilde birlikte yaşama olanağı var mıdır? Sanat estetiği konusunda tektipleşme beklenebilir mi? Çoğunluğun beğendiği eleştirilemez mi? Eleştirilebilirse, neden o eleştiriyi yapan “elitist” damgası yer?

Nasıl siyasi iktidarların icraatlarını eleştirmek muhalefetin hakkıysa, nasıl muhalefet partileri olmadan demokrasi olmazsa, sanat konusunda da böyledir bu. Elbette siyasetteki ideolojiler gibi aklar ve karalar yoktur sanatta ama yeni düşünceler her zaman yeni ufuklar açar; sanat bütün devinimini bu canlı ortamdan alır.

Türkiye’de özgürce ve uygarca tartışılabilecek günlere duyduğum özlemle...

-