31 Temmuz 2011 Pazar

21. Yüzyıl Emperyalizmi

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 31 Temmuz 2011

Aynı anda altı ülke bombalanıyor.
Afganistan... Pakistan... Irak... Yemen... Somali... Libya...
Hepsi içinde yaşadığımız dönemde Amerika tarafından bombalanıyor.

İnsansız savaş uçaklarıyla yapıyorlar bunu. Basıyorlar düğmeye, havalanıyor uçaklar, bırakıyor bombaları belirlenen hedeflere ve işini bitirip dönüyor. Onlara göre temiz iş. Aldığı canları düşünerek depresyona girmiyor görevliler.

Göz görmeyince gönül katlanıyor mu bu tür öldürmeye?

Bana göreyse alçakça bir iş. Havalanan uçaklar sadece binaları vurmuyor; masum insanları da katlediyor. Daha geçen haftalarda gece geç saatlerde Somali’ye bir saldırı düzenledi Amerikan uçakları. Hedefleri, El Kaide ile bağlantılı olduğunu iddia ettikleri El Şebab örgütü üyeleriydi.

Saldırı sonunda iki üst düzey örgüt yöneticisini öldürdüler... Ve onlarla birlikte onlarca kişi de hayatını kaybetti.

Bir diğer haber de Afganistan’dan geldi aynı günlerde. Afganistan’ın doğusunda hedef alınan bir bölgede 8’i çocuk 2’si kadın 13 sivil katledildi. Aynı gün NATO güçleri tarafından yine Afganistan’da düzenlenen başka bir saldırıda ise 2 çocuk daha öldürüldü...

***

Benzeri örnekler adı geçen ülkelerin her birinde neredeyse her gün yaşanıyor. Gerçek şu ki, Amerika, insansız savaş uçaklarıyla Ortadoğu ve Afrika’da sivilleri vuruyor!

Bu şekilde insan haklarını hiçe sayarak yapılan saldırıları da bütün dünya sessizce izliyor. Amerika’nın kendince bahaneleri de yok değil; İslami terörle mücadele ettiklerini ve ulusal güvenliklerini sağlamaya çalıştıklarını söylüyorlar. Amerika’nın bir başka ülkeyi bombalaması için, o ülkenin El Kaide ile bir bağlantısının bulunduğuna inanması yeterli.

Saldırıları gerçekleştirdiği ülkelerin hepsinde de iç savaş sürüyor. Bu iç savaşlar Amerika’ya askeri müdahale için imkan tanıyor. Terörle mücadele adı altında bu ülkelere kolayca girip istediği yönlendirmeleri yapıyor ABD.

Geçtiğimiz günlerde The Nation dergisi, CIA’nin Somali’de kullandığı gizli tesisleri ortaya çıkardı. Dünya medyasında da yankı uyandıran habere göre, CIA, Mogadişu’da büyük koruma duvarlarının ardına gizlenmiş 10 kadar binadan oluşan kapalı bir komplekse sahip. Mogadişu havaalanının kenarında yer alan kompleksi Somalili askerler korusa da, girişleri Amerikalı askerler kontrol ediyor.

Neden böyle bir tesisi orada kurar CIA?
The Nation, “El Şebab örgütüne karşı gizli saldırılar düzenleyebilecek ve muharebe operasyonlarında hedef gözetebilecek yetenekte yerli bir saldırı gücü” oluşturulmaya çalışıldığını yazdı.

Demek ki, ülkedeki iç savaşı kullanan Amerika, kolaylıkla orada böyle bir örgütlenmeye gidebiliyor. Gerçi ABD istihbaratına yakın kaynaklar, bu iddiaları yalanladı ama kabullenmelerini de beklemiyordum doğrusu...

Amerika’nın başını çektiği devletlerin Libya’da da Kaddafi muhaliflerine para, silah vb. her türlü desteği verdiği biliniyor. Irak’ta yıllardır yaşananlar çok yazıldı, çizildi. Ülkedeki mezhep çatışmalarını körükleyerek iç savaşı kızdıran ve sonra da bu karışıklıktan faydalan hep Amerika’ydı.

İster istemez Naomi Klein’ın “Şok Doktrini” teorisini bir kez daha anacağım. Ortadoğu ve Afrika’da yaşanan siyasi karışıklıklar Amerika’nın işine gelmekte, bunları kullanıp ülkeleri bombalarken istediği sonuçları elde etmektedir.

Burada asıl amacın bu ülkelere demokrasi ihraç etmek olmadığı kesindir; amaç, bu bahanenin arkasına sığınıp dünyanın enerji ve maden kaynakları açısından zengin bölgelerinde egemenlik kurmaktır.

Emperyalizmin 21. yüzyıldaki yöntemi budur.

-

24 Temmuz 2011 Pazar

Acı Bayram

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 24 Temmuz 2011

Bu ülkede gazetecilik yaparak hayatını kazanan ve meslek etiğine bağlı bir insanın bugün nasıl hissedebileceğini düşündünüz mü hiç?

Bugün 24 Temmuz; Türk basınından sansürün kaldırılışının 103. yıldönümü. 1908’de Padişah Abdülhamit dönemindeki İttihatçı isyanını bastırmak için ilan edilen 2. Meşrutiyet’in sonuçlarından biriydi bu.

Böylece 1876 Anayasası’ndan kalma sansür kararnamesinin sonu da gelmişti. 25 Temmuz 1908’de çıkan gazeteler, sansür memurlarının denetiminden geçmeden basıldı. Gazeteciler, ilk kez diledikleri gibi gazete çıkarma özgürlüğünü yaşamış, bir bayram havası esmişti.

O günden sonra gazete satışları arttı, daha fazla gazete yayımlanmaya başladı. Tarih kitapları bunları ayrıntısıyla yazıyor.

***

Peki nesnel tarih kitapları Türkiye’de 2000’lerin medyasını nasıl yazacak?

Sansürün kaldırılışının 103. yılında bu ülkede tutuklu gazeteci sayısının 60’tan fazla olduğunu yazacak. Bu sayıyla dünya rekoru kırıldığını belirtecek.

Tutuklu gazeteciler arasında Uluslararası Basın Enstitüsü Dünya Basın Kahramanı Nedim Şener’in de olduğunu söyleyecek. Türkiye’de gazetecilerin hapis cezasına çarptırılması ile sonuçlanabilecek tahminen 1000’e yakın dava bulunduğuna dikkat çekecek.

Gazetecilerin çoğunun Terörle Mücadele Yasası ya da TCK’nın silahlı örgüt kurmak, yönetmek ya da üyesi olmak suçundan tutuklu olduğunu, yani anti-terör yasası nedeniyle içerde bulunduklarını yazacak.

Bu gazetecilerden birisi olan ve halkın oylarıyla milletvekili seçilen Mustafa Balbay’ın 870 gündür hapiste tutulduğunu, 147 gündür hücrede tek başına kaldığını söyleyecek.

Savcıların çok uzun hapis cezaları istediği bu davaların ülkenin basın özgürlüğünü yok ettiğini vurgulayacak.

Polisin Ahmet Şık’ın “İmamın Ordusu” adlı basılmamış kitabının kopyasını yok etmek için çalıştığı Radikal gazetesine girdiğini; Şık’ın Gülen cemaatinin devlet içinde, özellikle polis teşkilatında örgütlenişini ortaya seren basılmamış kitabı nedeniyle hapse girdiğini aktaracak.

ATV ve Sabah gazetesinin de dahil olduğu Türkiye’nin en büyük medya grubuna TMSF tarafından nasıl el konulup, sonra başbakanın damadının genel müdürü olduğu sermaye grubuna devredildiğini anlatacak.

İktidarı eleştiren birçok gazetecinin işsiz kaldığını, bu duruma düşmek istemeyen gazetecilerin birer birer dönüştüğünü, böylece 2002’den itibaren de iktidara her koşulda destek veren “yandaş medya” anlayışının türediğini yazacak.

Gerçekler karşısında aldıkları tavra göre değil, iktidar nezdindeki konumlarına göre saflarını belirleyen ve ikiye bölünen gazeteciler arasında karşılıklı utanç verici hakaretlerin köşelere yansıdığını vurgulayacak.

Türk basınındaki özgürlüklerin giderek kısıtlandığı böyle bir ortamın Avrupa Birliği ve Amerika’yı bile endişelendirir hale geldiğini belirtecek.

***

Şimdi diyeceksiniz ki, bu ülkede basında hep olmadı mı bu sorunlar?

Askeri darbe dönemlerinde de sivil dönemlerde de devletten gelen sansürün yanında, korkudan kaynaklanan otosansürün de açıkça hissedildiği oldu mutlaka.

Ancak o baskıcı dönemleri eleştirmiyor muyduk biz? Bu iktidar özgürlükleri genişletip AB standartlarını getirmeyecek miydi? İddiaları bu değil miydi?

Öyleyse neler oldu Türk medyasında? Gerçekleri yazma özgürlüğünden, editoryal bağımsızlıktan tamamen vaz mı geçtik? 103 yıl önceki sansür memurlarının yerini alan sansür telefonlarına direnme gücümüz var mı?

Basın bayramı”nda gazetecilerin yanıtlaması gereken sorular bunlardır..

-

17 Temmuz 2011 Pazar

Yunus Parklarındaki İşkence

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 17 Temmuz 2011

Kimdir vicdan sahibi uygar kişi?

Bu soruyu rastgele birilerine sorsanız, ortak yanıt aşağı yukarı şöyle olur: “Demokrasiye, hukuka, insan haklarına saygılı, başkalarının sorunlarına da duyarlı birey.

Ancak 21. yüzyılda yaşıyoruz. Eksiği yok mu bu yanıtın?

Elbette var; çağın sorunları sadece insan haklarıyla sınırlı değil artık. Çevre ve hayvan hakları konusunda da duyarlı olmayı gerektiriyor modern yaşam. İnsanoğlu, dünyayı güdümüne alan kapitalizmin yarattığı hırsla yaşadığı gezegeni kirletti, kaynakları köreltti, canlı türlerini yok edip her şeyin dengesini bozdu.

Bina dikmek için bir ağaç kesiliyor ve bu sizi rahatsız etmiyorsa, vicdan sahibi uygar insan değilsiniz. Eğlenmeniz için yunuslara işkence yapılıyor ve ses çıkarmıyorsanız, vicdan sahibi uygar insan değilsiniz.
javascript:void(0)
***

Bugün asıl üzerinde durmak istediğim konu, Yunus Gösteri Merkezi denilen ama gerçekte Yunus İşkence Merkezi olan parklar. Bu merkezlerde daracık beton havuzlar içine hapsedilen yunuslar çok kötü koşullarda çalıştırılıyor ve sonunda hastalanarak ölüyor. Yerlerine yenileri konulduğundan insanlar orada yaşanan katliamın farkına bile varmıyor.

Bir süre önce şehir fırsatları sunan Grupanya adlı şirket, İstanbul’daki Dolphinarium için indirim kampanyası düzenledi. 2010 Eylül ayından bu yana tepkilere kulaklarını tıkayan bu şirketle bir kez de kendim muhatap olmaya karar verdim.

Önce Call Center'da karşıma çıkan görevliyle konuştum. Görüşebileceğim yetkilinin telefon numarasını uzun süre vermedi. Israrlarım sonucu bir başka telefon numarasından Müşteri İlişkileri Sorumlusu Funda Gedik’e ulaştım.

Kendisine konunun etik yönünden söz edip, Grupanya’nın bu işkenceyi neden desteklediğini sordum. Benden konuyu yazılı aktarmamı isteyip e-posta adresini verdi ve mutlaka yanıt vereceğini söyledi. 16 Haziran’da aynı gün gönderdim e-postayı ama hâlâ yanıt yok.

Şirketin sahibi Alemşah Öztürk’e Twitter’da derdimi anlatmaya çalıştım, hiç ses yok. Duyduğuma göre yaklaşımları şu: Her rahatsızlığı dikkate alırsak, o zaman dinci kesim itiraz eder diye içkili restoran promosyonu da yapamayız...

Bu bakış açısının sakatlığı konuyu hiç anlamamış olmalarından kaynaklanıyor. Uzmanların yaptığı araştırmalar, bu merkezlerde çalıştırılan yunusların bir süre sonra koşullara dayanamayıp öldüğünü gösteriyor. Yani ortada kâr için katledilen yunuslar var! Bunu içkiden rahatsız olmayla kıyaslamak abesle iştigaldir.

***

Yunus parklarını işleten ve onların promosyonunu yapan firmaların giderek artan tepki karşısında dayandığı nokta da, bunların “yasal” olması. Yunus terapilerini sağlık hizmetiymiş gibi göstermeye çalışsalar da, parkların sadece eğlence amaçlı olduğu ortadadır.

Ayrıca Türkiye’nin taraf olduğu Bern (Yaban Hayatı Koruma Sözleşmesi) ve CITES’e (Nesli Tehlike Altında Olan Yabani Flora ve Faunanın Uluslararası Ticareti Sözleşmesi) de uygun değildir bu parklar. SAD (Sualtı Araştırmaları Derneği) Kurucu Üyesi Cem Orkun Kıraç’ın bu konuyu özetleyen güzel bir yazısı var; internette bulup okumanızı öneririm.

İşin yasal kısmını yunus parklarını savunanlara karşı gündeme getirdim. Aslında vicdan sahibi uygar bir insanı rahatsız eden temel nokta, yunuslara uygulanan zulüm olmalıdır.

Grupanya yunus parklarını destekleyen tek şirket değil, onun gibi şirketler çok. Acun Ilıcalı gibi Survivor’daki yarışmacılara ödül olarak sunanlar da var.

Devletin ilgili kurumları bir an önce bu parklar konusunda harekete geçmelidir. Katalonya'da boğa güreşinin, İngiltere'de sirklerde hayvan kullanılmasının, bizde sokakta ayı oynatılmasının yasaklandığı gibi yunus parkları da yasaklanmalıdır!

-

10 Temmuz 2011 Pazar

4 Günlüğüne Hippi

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 10 Temmuz 2011

Neden herkes inekler gelene kadar burada kalmak istiyor?”

The Observer’ın Glastonbury Festivali için yayınladığı özel ekte bu başlık kullanılmıştı. 1970’ten bu yana düzenlenen ünlü festivalin bu yılki 177 bin konuğundan birisi de bendim ve şimdi bu soruyu yanıtlamaya çalışacağım.

İngiltere’nin Somerset bölgesindeki Glastonbury kasabasında, aslında üzerinde ineklerin otladığı, Worthy Farm adlı bir süt ürünleri çiftliğinde dört gün yaşadım.

Yağmurun toprağı balçığa çevirdiği bir zeminde çadırda kalmak hiç de kolay değilmiş. Gece başlayan rüzgarın da etkisiyle şiddetle titreyen çadırla birlikte uçacağımı düşünmedim değil. Havalandırma penceresinden içeri giren sular da cabası...

İki gün sonra güneş açtığında balçıktan biraz olsun kurtulacağımızı düşünerek sevindik. Çünkü ayağımızdaki plastik çizmelerin her biri, çamura bata çıka yürürken herhalde 5 kilo ağırlığa ulaşıyordu.

Bu arada yapışkan balçığın içine saplanıp yerinden oynatılmaz hale gelen çizmeler konusunda taktikler geliştirdim. Öyle bir durumda kalmamak için kesinlikle adımlarınızı hızlı atmalısınız; bir an durursanız tamamen yapışıyor. Ayrıca ağırlığınızı tabana değil, mümkün olduğunca parmaklarınıza doğru vermelisiniz. Bunları yapmayanların çizmelerini balçığın içine terk etmekten başka çaresinin olmadığına tanık olduk.

Worthy Farm’daki bir başka sorun, insanı bir anda hayattan bezdirebilecek nitelikteki portatif tuvaletlerdi. Öncelikle içine girebilmek için, burnunuzdan değil ağzınızdan nefes almalısınız. İçerde ağzınız açık bir haldeyken olabildiğince etrafa dokunmadan çabucak işinizi bitirmelisiniz.

Dışarı çıktığınızda elinizi yıkamayı mı düşünüyorsunuz? Ne yazık ki her tuvalette akan su yok. Şanslıysanız mikrop öldürücü jellerden bulursunuz, ama onlar da kısa sürede tükendiğinden en iyisi yanınızda taşımanız.

Bütün gün bir sahneden diğerine koşturup yoruldunuz değil mi? Çadıra gidip uyuma hayaliniz, yandaki çadırda büyük bir gürültüyle horlayan adam yüzünden yıkılır. Ayrıca dans sahnelerine yakın bir yerde kalıyorsanız, zaten uyuyamayacağınız için sessizliği rüyanızda bile bulamazsınız.

O pisliğin içinde dört gün yaşayıp duş almamak olur mu? Olmaz! Ancak duş olanağı sınırlı. Greenpeace sağ olsun; kendisine ait bölgeye sıcak sulu duşlar koymuş. Yanınıza bir tek havlunuzu alıp gidiyorsunuz.

Kenarları çevrili, üstü açık bir alanda herkes aynı yerde duşunu alıyor. Bir tür hamam gibi. Kadınlar kısmına girdiğinizde emziren kadın da görüyorsunuz, sanki saunadaymış gibi yayılıp işin keyfini çıkarmaya çalışan da.

Temizlendiğiniz için rahatlayarak dışarı çıkıyorsunuz. Fakat bu üzün sürmüyor; çünkü gününüze yine balçığın içinde devam ediyorsunuz.

Bütün bunları anlatmamın nedeni, The Observer’ın sorusuna yanıt bulmak. Festivalde tanıştığım bazı kişilerin eski festivallere de katıldıklarını gösteren güvenlik bilekliklerini hâlâ taktıklarını gördüm.

Tam on tane bileklik taşıyan bir Hollandalı’ya nedenini sordum: “Canım sıkılınca onlara bakıp mutlu oluyorum” dedi. Bir başkası, “Gurur duyuyorum da ondan” dedi. Bir tanesi, bilekliklerin “kendisi gibi olanların onu tanıması için bir işaret” olduğunu söyledi.

Gördüm ki, Glastonbury’de bunca zorluğa karşın, benim gibi titiz ve düzen hastası bir insanı bile çeken bir şey var. 50’den fazla sahnede 2000’i aşkın performansı izlemek olağanüstü bir duygu. Yaşanan zorluklarsa bunun karşılığında ödediğiniz bedel gibi. Bir şeyi elde etmek için zorlandığınızda o daha değerli olur ya, öyle bir durum var.

İnsanlar herkesin müzik ve sanat konuşup eğlendiği bu fantastik dünya deneyimini yaşamak için 4 günlüğüne hippi oluyor Glastonbury’de.

(Glastonbury hakkındaki diğer yazımı okumak, fotoğraf ve videoları görmek için: http://zulalmuzik.blogspot.com/2011/07/glastonbury-butun-festivallerin-anas.html )

-

3 Temmuz 2011 Pazar

Kapitalizme Bakış (II)

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 3 Temmuz 2011

Geçen hafta The Nation dergisinin kapitalizmin yarattığı sorunların çözümüne dair çeşitli uzmanlardan aldığı görüşleri konu edinen bir yazı yazmıştım. Yazının sonunda da, bugünkü yazımın bu konuda hemfikir olduğum bir bilim insanının görüşleriyle ilgili olacağını belirtmiştim.

O bilim insanı, Amerika’daki Villanova Üniversitesi İnsan Bilimleri ve Augustinian Geleneği Bölümü’nden Prof. Eugene McCarraher. McCarraher, kapitalizmi etik nedenlerle reddeden bir sosyalist. Aynı zamanda Katolik inancına mensup olması ilginç bir durum; ancak McCarraher ile kapitalizme ortak bir bakış açımız var.

***

The Nation’ın görüşlerini aldığı diğer uzmanlar, kapitalizmi yeniden düzenleyerek aşırılıkları gidermeye ve sonuçta “kapsayıcı kapitalizm” (inclusive capitalism) ya da “demokratik kapitalizm” denilen sistemi yaratmaya çalışırlarken, McCarraher, bu yolu baştan reddediyor.

Şöyle diyor: Kapitalizmi yeniden oluşturmak yerine, kendimize bu sistemin kötücül olduğunu hatırlatmalıyız. Kapitalizmin doğası ve mantığı uslanmaz bir şekilde açgözlüdür. Kâr ve üretimi maksimize etme ihtiyacının sürüklediği bir mülkiyet sistemi olarak kapitalizm, sürekli olarak dönen bir birikim girdabıdır. Kapitalistler, para kazanmak için yeni yollar ararken kapitalizmi zaten birçok defa yeniden şekillendirmiş durumda. Kâr hatırına değişim, kapitalizmde tek değişmeyen şeydir.

Bugüne kadar yapılan reformların, toplu pazarlık, iş dünyasındaki düzenlemeler ve refah devletini yeniden şekillendirmekte başarılı olduğu kabul edilebilir. Fakat bunlar ne kadar etkili olursa olsun, tamamen değiştirilmedikçe, sonuçta kapitalizmin özü aynı kalıyor.

Profesör McCarraher’ın da işaret ettiği gibi, son 40 yılda dünyada sosyal demokrasiye yapılan saldırılara ve New Deal liberalizmine bakarsak, birikim hırsı, kapitalizmin özü olarak aynen yerinde duruyor.

***

Birtakım yeni düzenlemelerin bu özün yıkıcı sonuçlarını ortadan kaldırıp, gerçekten hakça bir düzen kurulmasına olanak tanıyacağına inanmalı mıyız? Bazılarının ortaya attığı “demokratik kapitalizm” denilen kavram boş bir hayal olmaktan öteye geçebilir mi?

Yanıtım “Hayır”. Ana amacı kâr maksimizasyonu olan bir sistemde ne yaparsanız yapın, hırs yarışında bir piyon olacaktır insanoğlu...

Kapitalizmin insanlığı getirdiği bugünkü noktada görünen şudur: Her geçen gün daha fazla büyümek için yakıp yıkarak, doğayı katlederek üretim krizine giren şirketler, bu döngüyü sürdürmek için tüketim çılgınlığıyla güdülenen insanlar ve şirketler arasındaki ekonomik savaşta tamamen geri planda kalan toplum ve çevre yararı.

Eugene McCarraher, bugünün dünyasında kapitalistlerce savunulan “ekonomik büyüme” gerekçesinin de, aslında insani değerlere tecavüz gerekçesi olarak kullanıldığı inancında. Ve bunun soldaki bazı düşünürlerde bile önemli bir “yanılsama” oluşturduğunu savunuyor.

***

Şimdi diyebilirsiniz ki, sistemi bu şekilde toptan reddedince ne olacak? Profesörün bu konudaki yanıtı ilk başta çok radikal gelebilir ama düşününce çok basit bir yolu işaret ettiğini fark ediyorsunuz. “İnsan olmak ne demek?”, “Gerçekten ne istiyoruz?” Bunlar gibi moral değerlerle ilgili sorulara verilecek yanıtların, gerçekte siyasi alanda da belirleyici olacağı açık.

İnsanoğlunu vahşi bir yarışın oyuncuları olarak güdüleyen sistem dizginlenebilse, dünyanın düzeni de değişecek elbette. O zamana kadar yapılan düzenlemeler savaş, yıkım ve katliamların sonunu getirebilir mi?

Ne yazık ki hayır... Azaltabilir mi? Bir yerde azaltırken, bir başka yerde artırır ki sömürü sürsün...

-