31 Mart 2008 Pazartesi

Devrimciysen Gerçeği Söyle!

© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/30 Mart 2008


Bush çıkmış konuşuyor; hala Irak’ta kazanılan başarıdan söz ediyor.

Hangi başarı?!

Beş yıl içinde Irak’ta 1 milyondan fazla Iraklı, yaklaşık 4000 Amerikalı asker hayatını yitirdi…

4 milyon Iraklı mülteci konumuna düştü…

Guantanamo Hapishanesi’ndeki insanlık dışı uygulamalar, tarihin kara sayfalarına yazıldı…

Irak’ın geleceği dinamitlendi; müzeleri, kütüphaneleri yağmalanıp bilim insanları katledildi…

Savaş için milyarlarca dolar harcanırken, Irak’ta yoksulluk arttı, eskiden var olan sosyal güvenlik hakları yok oldu; ağır yükün altında kalan Amerikan ekonomisi durgunluğa girdi…

Bunlar, savaşın gerçek sonuçları ve hepsi de birer yıkım. Irak’ta var olmayan kitle imha silahlarına dayanarak başlattığı savaşı savunan Bush’un aklı herhalde başka yerlerde.

Savaş mutlaka birilerine yarar sağlıyor ama kimlere?

***

Bu soru, Irak’ın işgalinin 5. yıldönümünde New York’ta izlediğim barış etkinliklerinde de gündemdeydi. Yanıt, savaş karşıtı hareketi güçlendirmeyi amaçlayan 12 sivil toplum örgütünün düzenlediği bir toplantıda genç bir şairden geldi.

Aldı eline mikrofonu şair ve gücü yettiğince haykırdı düşüncelerini:

“Bu hükümetin daha fazla suçsuz insan öldürmesi ve silah şirketlerini zengin etmesi için vergi ödemek istemiyorum!”

Brooklyn’de bir kitapçıda toplananlar, aldatılmışlıktan doğan büyük bir öfkenin içindeydi. Kendilerine defalarca yalan söylenmiş, ülkeleri savaşa sürüklenmişti.

Fakat aradan geçen yıllar, savaştan kimlerin faydalandığını ortaya koydu.

Amerika’nın önde gelen ilerici dergilerinden The Nation da, son sayısında bu konuyu kapağına taşımış. Kapakta yer alan illüstrasyon gerçekten ilginç. 1 dolarlık banknotun üzerinde görülen George Washington, bu defa kafası gözü sarılı ve kan içinde resmedilmiş. Savaşın yıprattığı bir ekonomi, herhalde bundan daha iyi anlatılamazdı.

Dergide yer alan “The Cost Of War” (Savaşın Maliyeti) başlıklı yazıda sayılarla ortaya konulanlarsa, daha da çarpıcı.

Sözcükler saklasa da gerçekleri, anlatır rakamlar pek çok şeyi…

Irak Savaşı’nın Amerika’ya maliyeti 522.5 milyar dolar.

Bu paranın 294.9 milyar doları savunma ve müteahhitlik firmalarına gitmiş. Çünkü Lockheed Martin firmasının CEO’su yılda 24.399.747 dolar kazanıyor!

Bu sektörlerdeki ortalama bir üst düzey yöneticinin yıllık geliri 9.095.756 dolarken, orduda görev yapan bir erinki 25.942 dolar… Yani Cleveland’da yaşayan işçi ailelerinin yıllık gelirine yaklaşık bir rakam.

***

İşte savaşın yarattığı bu çarpık ekonomik durum, Amerika’daki savaş karşıtı hareketin giderek daha fazla ilgi görmesinin önemli nedenlerinden birisi. “Şu anda var olan durumda orduyu desteklemek, bu hükümetin savaş harcamalarına onay vermek demek değildir” diyor barış yanlıları.

Çünkü tersine, böyle yapılarak, savaştan çıkar sağlayanların ekmeğine yağ sürülürken, askerlerin de yalanlar söylenerek kullanılması kolaylaştırılıyor.

Bu durumda yapılması gereken Irak’tan derhal çekilmek. Artık Amerika’da birçok kişi, savaş ekonomisinin sonunun ancak böyle geleceğinin farkında.

Çekilmeyi sağlamak için yapılması gerekense, sadece başkanlık seçimine odaklanmak değil; savaş karşıtı hareketi genişletip güçlendirmek. Böylece, kim başkan seçilirse seçilsin, onun üzerinde çekilme konusunda baskı oluşturmak ve İran’la savaşı önlemek.

Aslında işin temeli, bıkıp usanmadan gerçeği anlatmaktan geçiyor.

Ne demişti George Orwell; “Sahtekarlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde, gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir.”

24 Mart 2008 Pazartesi

Medyaya Güven Sorunu

© Zülal Kalkandelen/Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/23 Mart 2008


Geçenlerde gazetelerde bir manşet vardı: “Medyaya güven içler acısı!”

Neden?

Avrupa Birliği’nin kamuoyu araştırmalarını yürüten Eurobarometre’nin Türkiye Ulusal Raporu’na göre, Türk halkının medyaya güveni yüzde 28 düzeyinde.

Medya çalışanları bu raporu haber yaptılar, ama sonrasında üzerinde tartıştılar mı?

Hayır.

Bunun nedenlerini belirleyip çözüm yolları aradılar mı?

Hayır.

Kimsenin hakkını yemeyelim; bazı uyarılar yapılıyor, bireysel düzeyde bazı çabalar da var, ama bunlar çözüm için yeterli değil.

Peki neden medya kuruluşları, mesleğin saygınlığını koruyacak önlemler almak için bir araya gelmiyorlar?

İktidarla olan çıkar ilişkileri, holding medyasının üzerine ölü toprağı serpti de ondan mı?

***

Bizdekine benzer bir güven sorunu, Amerika’da da var. Harris Interactive tarafından yapılan son kamuoyu araştırmasına göre, Amerikalıların % 54’ü basına güvenmiyor. Bu oran, televizyonlarda % 46, internet haberlerinde % 34, radyolarda % 32.

Amerikan medyası, General Electric, AOL Time Warner, Walt Disney, News Corp., CBS ve Viacom gibi büyük şirketlerin kontrolu altında.

Bu dev şirketlerin oluşturduğu blok karşısında medyanın tarafsızlığını korumaya yönelik bazı girişimler yürütülüyor. Bunlardan birisi de, “Media For Democracy” (Demokrasi İçin Medya) adlı sivil toplum hareketi.

Kampanya kapsamında imzaya açılan bildiride yer alan şu soru oldukça düşündürücü:

“Irak’ın işgalinin 5. yılında, Afganistan’daki çatışma giderek artıp İran’la savaş tehdidi büyürken, medyanın bugün daha iyi çalıştığını, Irak’ın işgali için utanç verici bir şekilde amigoluk yaptığı günlere göre işini daha iyi yaptığını dürüstlükle söyleyebilir misiniz?”

Olumlu yanıt verenlerin azlığı ortada.

Irak’a saldırıyı tüm gücüyle destekleyen Amerikan medyası, şimdi de İran’a karşı saldırıyı teşvik ediyor.

Amaç, Beyaz Saray’a yaranmak olunca, bu çok da şaşırtıcı değil. Bir de savaş dönemlerinde gazetelerin çok sattığı, televizyonların daha fazla izlendiği gerçeği göz önünde bulundurulunca, reklam pastasından daha çok faydalanmak isteyen medyanın savaş çığırtkanlığının nedeni açıkça görülüyor.

***

Fakat sorun da tam bu noktada başlıyor.

Asıl hedef kitlesi (alıcısı) olan halkın gözünde güvenilirliğini kaybeden medyanın geleceği ne olacak?

Bu durumda medya çalışanlarının kendilerine sormaları gereken soru şu:

“Okuyucunun, dinleyicinin ya da izleyicinin güvenini kazanmak için ne yapmalı?”

Demokrasi İçin Medya hareketinin talep listesi, bizim medya için de yol gösterici olabilir:

-Sadece bize bizi anlatan haberler yerine, farklı bakış açılarını da aktaran haberler.

-Güçlü kişilerin açıklamalarını stenocu gibi yazan gazeteciler yerine, onları sorgulayan haberciler.

-Siyasi gelişmelerin bağımsız bir şekilde değerlendirilmesi.

-Yolsuzluk soruşturmalarının izlenmesi.

-Savaş bölgesindeki durumu yansıtan gerçek fotoğrafların kullanılması ve bazı görüntülerin kamuoyundan gizlenmemesi.

Kısacası talep edilen, gerçek gazetecilikle ortaya konacak doğrular…

Ne dersiniz, uygulaması çok zor bir liste mi?

17 Mart 2008 Pazartesi

Süper Delegeler İçin Süper Yarış

© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/6 Mart 2008

20 Ocak 2009’da göreve başlayacak 44. ABD Başkanı kim olacak?

Bu soru, bir yılı aşkın bir süredir gündemimizde.

Dünyanın gidişatına yön veren en yetkili liderin koltuğunda dört yıl boyunca kimin oturacağı, bu gezegende yaşayan herkesin hayatını bir şekilde etkileyecek önemli bir konu.

Acaba o koltuğa sertlik yanlısı bir şahin mi oturacak, yoksa diyaloğa daha açık bir Demokrat mı?

Arizona Senatörü John McCain’in, Cumhuriyetçi Parti’den başkan adayı olacağı kesinleşince, şimdi tüm dikkatler Demokrat Parti’ye çevrildi.

Bu partinin kurallarına göre, başkan adayı olabilmek için 2025 delegenin kazanılması gerekiyor. Bizim tek parti dönemindeki ikinci seçmenlere benzeyen bu delegeler, bağımsız değil; kendi eyaletlerinden çıkan sonucu uygulamakla görevliler.

Bugüne kadar yapılan ön seçimler, Hillary Clinton ile Barack Obama arasında büyük bir yarışa sahne oldu.

Fakat durum öyle bir aşamaya geldi ki, bundan sonraki bütün ön seçimleri Clinton kazansa da, eyalet delegeleri bazında önde giden Obama’ya yetişmesi pek olanaklı görünmüyor.

Kalan seçimlerin hepsini Obama’nın kazanması durumunda ise, onun da adaylığı garanti değil.

Bu durumda, sonucu belirleyecek olan “süper delegeler” kilit konumuna geldi.

Peki, kim bu süper delegeler?

Partinin seçilmiş valileri, belediye başkanları, Kongre üyeleri, Demokrat Parti Ulusal Komite üyeleri, eski başkanlar ve parti liderleri. Toplam 796 kişi; yani kongrede oy kullanacak 4049 delegenin yaklaşık % 20’si; adaylık için gerekli olan 2025 delegenin % 40’ı.

Bu süper delegelerin yetkileri gerçekten süper.

Başkan adayının belirleneceği kongrede bağımsız bir şekilde istedikleri adaya oy verebiliyorlar Hangi adayı destekleyeceğini önceden açıklayanlar olduğu gibi, son ana kadar karar vermeyenler ya da kongrede karar değiştirenler de var.

İşte bu 796 kişi, Clinton ile Obama’nın kaderini belirleyecek.

Son verilere göre, Clinton’ın 244, Obama’nın 205 süper delegesi var, geriye kalanlar ise henüz kararsız.

Görünen o ki, en son 7 Haziran’da Porto Riko’da yapılacak ön seçime kadar, her iki aday adayı da sayılarla ince hesaplar yapmayı sürdürecek. Bu belirsizliğin, John McCain karşısında Demokrat adayların şansını zayıflattığı bir gerçek.

Belli ki, süper delegelerin bir kısmı, oylarını, genel seçimde John McCain’i hangi adayın yenebileceğine bakarak belirleyecek.

71 yaşındaki Bush destekli muhafazakar McCain, halk nezdinde saygın bir savaş gazisi. Böyle bir adaya karşı, 60 yaşında, beyaz bir eski first lady mi, yoksa Müslüman bir baba ile Hıristiyan bir annenin, siyah ırka mensup, 46 yaşındaki senatör oğlu mu daha başarılı olur?

Aslında doğuştan gelen bu özellikler yerine, adayların kendi iradeleriyle ortaya koydukları politikalara odaklanılsa, yanıtı bulmak çok da zor değil.

Bu arada kimi Demokratlar, süper delege lobisinin kızışmasından çok rahatsız. Çünkü süper delegeler kendi eyaletlerinde çıkan sonuca uygun yönde oy vermezlerse, bu, seçmenden daha az oy alan adayın desteklenmesi sonucunu doğuracak.
Partideki sıkıntının nedeni de bu…