© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 29 Temmuz 2012
İki hafta önce bu köşede yazdığım “Dinselleşme ve Komünistler” başlıklı yazı çeşitli kesimlerin büyük ilgisiyle karşılaştı. O makaleyi okumamış olanlar için içeriğini belirteyim; Türkiye Komünist Partisi’nin bir süre önce yayınladığı ve aynı başlığı taşıyan bildiriydi yazının konusu. Kanımca ilginin bir nedeni, bildirinin çok doğru noktalara işaret eden metniyse; bir diğeri de, ana akım medyada TKP ile ilgili haberlerin hemen hemen hiç yer almamasıydı.
Ama ben o yazının sonunda da belirttiğim gibi, çok önemsediğim bu konuya bugün yine yer vereceğim. Geçen sefer TKP bildirisinin giriş kısmında çizilen genel çerçeve ile işe başlamıştım. Bu defa metindeki “İkinci Cumhuriyet’te Neler Oluyor?” başlığı altındaki görüşlere yer vereceğim:
-İkinci Cumhuriyet sınıfsal olarak burjuvazinin gerici bir fraksiyonunun değil, bütününün tarihsel tercihi olarak karşımıza çıkmaktadır. Arkasında emperyalizmin onayı ve desteği de bulunan egemen güçler içindeki iç çelişkiler, derin ve uzlaşmaz strateji ayrılıkları olmaktan uzaktır. Aydınlanma mirasının reddi ve tarihsel kazanımların tasfiyesi konusunda İkinci Cumhuriyet bir burjuva konsensüsünü temsil etmektedir. Neoliberal, piyasacı yaklaşımlarla dinci gericilik birbirini bütünlemektedir.
-Siyasal iktidarın güç kaynakları geniş olmakla birlikte, İkinci Cumhuriyet rejiminin, mantıksal sonuçlarına kadar derinlik kazanacağı düşüncesi yanlıştır. Türkiye toplumunun dinselleştirilmesinin yapısal ve tarihsel sınırları vardır. Bu sınırları, mülk sahibi egemen güçlerin “laik” olduğu düşünülen kesimleri değil, modern işçi sınıfı, doktor, mühendis, öğretmen gibi eğitimli ve kalifiye emekçiler, sanatçı ve bilim insanları gibi aydın kesimler, öğrenci gençlik, kadınlar, Aleviler temsil etmektedir. Bu geniş nüfusun siyasi temsilciden yoksun olduğu veya ağırlıklı temsilcilerinin İkinci Cumhuriyet karşısında uzlaşmacı ve teslimiyetçi davrandıkları açıktır. Dinci gericiliğin Türkiye'yi geri dönülmez bir karanlığa, şeriatçı bir diktatörlüğe götüreceği yolundaki umutsuz öngörüler reddedilmelidir. Yine dinci gericiliğe muhalefet edebilmek için dinle pozitif ve politik bir ilinti içine girmek gerektiği yolundaki yaklaşımlar da kabul edilemez. Dinci gericiliğe pratikte çekilecek sınırı, büyük ölçüde, komünist ve devrimci hareketin söz konusu toplumsal kesimlerle bağı belirleyecektir.
-Nasıl dinci gericilik ayrıksı bir olgu, bir aşırılık değilse ve burjuva egemenliğinin bütünlüğünü temsil ediyorsa, solun mücadelesi de bütünlüklü olmak zorundadır. Türkiye'nin Ortadoğu'da emperyalist senaryoların içine çekilmesi için Sünniliğin keskinleştirilmesine gerek vardır; ve buna karşılık barış mücadelesinin başarısı, dinci gericiliğe de darbe vuracaktır. Kürt halkına din kardeşliği adına boyun eğdirilmek isteniyorsa, Kürt emekçilerin sınıf mücadelesine katılmaları, dinci gericiliğin bir kalesini düşürecektir. Örnekleri çoğaltılabilecek bu dolayımlar, solun mücadele programında mutlaka gözetilmelidir.
***
İkinci Cumhuriyetçiliğin, neoliberal politikalar ve dinci gericilikle el ele vererek ülkeyi getirdiği yer ortadadır. Bu gidişatın önüne geçilmesinin yolu, emekçi kesimden ve uygar bir yaşamdan yana olan herkesin din temelinde değil, özgürlükler temelinde buluşup mücadele etmesidir.
Bugün gelinen noktada artık hemen herkesin ortak derdi özgürlüklerinden yoksun kalması değil mi? Öncelikli meselemiz buysa, seçimde bu temelde bir şemsiye altında birleşip sol blok kurmayı ciddi şekilde ele almalıdır. Aksi halde kuşkusuz neoliberal politikalarla dinci gericiliğe bir kez daha geçit verilecektir.
_
neoliberal ekonomi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
neoliberal ekonomi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
29 Temmuz 2012 Pazar
14 Ağustos 2011 Pazar
Londra'daki İsyan
© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 14 Ağustos 2011
Londra’da geçen hafta sonu 29 yaşındaki siyahi taksi şoförü Mark Duggan’ın kentin en yoksul semtlerinden Tottenham’da polis tarafından öldürülmesiyle başlayan olaylar sonunda isyana dönüştü. Olayın nasıl çıktığını izleyemeyenler için kısaca özetliyorum.
Dört çocuk babası Duggan, akşam saat 6 dolayında nişanlısını görmek üzere taksisine binmiş gidiyordu. Birden polis tarafından durdurulan araçtan indirildi ve vurularak öldürüldü. Polisler, Duggan’ın ateş ettiğini ve o nedenle kendilerini korumak için onu vurduklarını söylüyor. Görgü tanıkları ise, bunu reddediyor; Duggan’ın önce yere yatırılıp sonra ateş edildiğini söylüyor.
Ardından içinde çeşitli etnik grupların yaşadığı, Londra’nın en büyük siyahi nüfusu barındıran semti Tottenham’da protesto düzenlendi; çevredeki dükkanlar, arabalar, evler yakılıp yıkıldı. Karakolun önünde gösteri yapan gruba polisin sert müdahalesiyle olaylar çığırından çıktı; semtten semte yayılarak kenti sardı ve yağmalamaya dönüştü.
Bu aşamada ana akım İngiliz medyası ve onun etkisiyle çoğunluk, polisin uyguladığı ölçüsüz şiddeti bir yana bırakıp, yağmalamaya odaklandı. Yağmayı savunacak değilim. Elbette protestoların amacını aşan, kontrolden çıkmış bir grup insanın dükkanlara, mağazalara, bankalara saldırması da şiddettir ve şiddetin her türlüsünü reddeden bir insan olarak bunun da kuşkusuz karşısındayım.
Fakat buradan hareketle tüm suçu isyancılara yıkmak, ancak sorunu göz ardı etmeye neden olur. Açıkçası İngiltere’de sonunda isyan çıkacağını tahmin etmek hiç zor değildi. Mark Duggan’ın öldürülmesi fitili ateşledi ama o fitil orada halihazırda duruyordu.
***
İşçi Partisi, İngiltere’de geçen yıl yapılan seçimlerden sonra, 13 yıldır tek başına elinde tuttuğu iktidarı kaybetmişti. Muhafazakar Parti Başkanı David Cameron’ın koalisyon arayışlarının sürdüğü sırada, 16 Mayıs 2010 tarihinde bu köşede bir yazı yazmıştım.
Yazının sonu şöyleydi: “Hangi parti kurarsa kursun yeni hükümetin işi zor. Çünkü Danny Dorling’in de işaret ettiği gibi, ülkede bugün ortaya çıkan öfke, Marksist bir işçi sınıfının öfkesi değil; tam yolun ortasında duranların öfkesi. İlerlemek isteyenlerin önce o yolu açması gerek...”
Adı geçen Danny Dorling, Sheffield Üniversitesi’nde beşeri coğrafya dalında yaptığı çalışmalarla tanınan bir profesör. Geçen yıl Britanya’da uzun süredir yaşanan sınıf mücadelesini ve eşitsizliği anlatan çok önemli bir kitap yazdı. “Injustice: Why Social Inequality Persists” adlı kitapta şu bilgileri veriyor Dorling:
“1990-2000 arasında Britanya’da toplumun en varlıklı % 10’luk kesiminin paylaştığı servetin oranı, % 47’den % 54’e çıktı. En zengin % 1’lik kesimin aldığı pay ise, % 18’den % 23’e yükseldi. Aynı kritere göre Londra, dünyada eşitsizliğin en fazla olduğu kent. En zengin % 10’luk kesim, en yoksul durumdaki % 10’luk kesimin 273 katı servete sahip.”
Bu ne anlama geliyor?
“Britanya’da gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliğin bu derece arttığı dönemin, en son 1854’te, Charles Dickens’ın ‘Zor Zamanlar’ı yazdığı Victoria dönemi” olduğu anlamına geliyor.
Ne yazık ki Rupert Murdoch’ın sağcı gazetesi The Sun’ın seçim öncesinde kapaktan “Tek Umudumuz” diye duyurduğu Cameron, İngiltere için umutsuzluğun işaretiydi. Göreve geldiği günden bu yana kamu harcamalarında yaptığı bütün kesintiler, ezilen kesimi daha da çok ezdi, işsizliği artırdı. İngiltere’de bir kangren haline gelen eşitsizlik daha da büyüdü.
Bu duruma bir çare bulunmaz, neoliberalizm bütün açgözlülüğüyle yoksul kitleleri ezmeye devam ederse bu tür isyanların olması kaçınılmazdır.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 14 Ağustos 2011
Londra’da geçen hafta sonu 29 yaşındaki siyahi taksi şoförü Mark Duggan’ın kentin en yoksul semtlerinden Tottenham’da polis tarafından öldürülmesiyle başlayan olaylar sonunda isyana dönüştü. Olayın nasıl çıktığını izleyemeyenler için kısaca özetliyorum.
Dört çocuk babası Duggan, akşam saat 6 dolayında nişanlısını görmek üzere taksisine binmiş gidiyordu. Birden polis tarafından durdurulan araçtan indirildi ve vurularak öldürüldü. Polisler, Duggan’ın ateş ettiğini ve o nedenle kendilerini korumak için onu vurduklarını söylüyor. Görgü tanıkları ise, bunu reddediyor; Duggan’ın önce yere yatırılıp sonra ateş edildiğini söylüyor.
Ardından içinde çeşitli etnik grupların yaşadığı, Londra’nın en büyük siyahi nüfusu barındıran semti Tottenham’da protesto düzenlendi; çevredeki dükkanlar, arabalar, evler yakılıp yıkıldı. Karakolun önünde gösteri yapan gruba polisin sert müdahalesiyle olaylar çığırından çıktı; semtten semte yayılarak kenti sardı ve yağmalamaya dönüştü.
Bu aşamada ana akım İngiliz medyası ve onun etkisiyle çoğunluk, polisin uyguladığı ölçüsüz şiddeti bir yana bırakıp, yağmalamaya odaklandı. Yağmayı savunacak değilim. Elbette protestoların amacını aşan, kontrolden çıkmış bir grup insanın dükkanlara, mağazalara, bankalara saldırması da şiddettir ve şiddetin her türlüsünü reddeden bir insan olarak bunun da kuşkusuz karşısındayım.
Fakat buradan hareketle tüm suçu isyancılara yıkmak, ancak sorunu göz ardı etmeye neden olur. Açıkçası İngiltere’de sonunda isyan çıkacağını tahmin etmek hiç zor değildi. Mark Duggan’ın öldürülmesi fitili ateşledi ama o fitil orada halihazırda duruyordu.
***
İşçi Partisi, İngiltere’de geçen yıl yapılan seçimlerden sonra, 13 yıldır tek başına elinde tuttuğu iktidarı kaybetmişti. Muhafazakar Parti Başkanı David Cameron’ın koalisyon arayışlarının sürdüğü sırada, 16 Mayıs 2010 tarihinde bu köşede bir yazı yazmıştım.
Yazının sonu şöyleydi: “Hangi parti kurarsa kursun yeni hükümetin işi zor. Çünkü Danny Dorling’in de işaret ettiği gibi, ülkede bugün ortaya çıkan öfke, Marksist bir işçi sınıfının öfkesi değil; tam yolun ortasında duranların öfkesi. İlerlemek isteyenlerin önce o yolu açması gerek...”
Adı geçen Danny Dorling, Sheffield Üniversitesi’nde beşeri coğrafya dalında yaptığı çalışmalarla tanınan bir profesör. Geçen yıl Britanya’da uzun süredir yaşanan sınıf mücadelesini ve eşitsizliği anlatan çok önemli bir kitap yazdı. “Injustice: Why Social Inequality Persists” adlı kitapta şu bilgileri veriyor Dorling:
“1990-2000 arasında Britanya’da toplumun en varlıklı % 10’luk kesiminin paylaştığı servetin oranı, % 47’den % 54’e çıktı. En zengin % 1’lik kesimin aldığı pay ise, % 18’den % 23’e yükseldi. Aynı kritere göre Londra, dünyada eşitsizliğin en fazla olduğu kent. En zengin % 10’luk kesim, en yoksul durumdaki % 10’luk kesimin 273 katı servete sahip.”
Bu ne anlama geliyor?
“Britanya’da gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliğin bu derece arttığı dönemin, en son 1854’te, Charles Dickens’ın ‘Zor Zamanlar’ı yazdığı Victoria dönemi” olduğu anlamına geliyor.
Ne yazık ki Rupert Murdoch’ın sağcı gazetesi The Sun’ın seçim öncesinde kapaktan “Tek Umudumuz” diye duyurduğu Cameron, İngiltere için umutsuzluğun işaretiydi. Göreve geldiği günden bu yana kamu harcamalarında yaptığı bütün kesintiler, ezilen kesimi daha da çok ezdi, işsizliği artırdı. İngiltere’de bir kangren haline gelen eşitsizlik daha da büyüdü.
Bu duruma bir çare bulunmaz, neoliberalizm bütün açgözlülüğüyle yoksul kitleleri ezmeye devam ederse bu tür isyanların olması kaçınılmazdır.
-
26 Aralık 2010 Pazar
Yunan Halkı Şok Doktrin'e Tepki Veriyor
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 26 Aralık 2010
IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn Yunanlılara, “Doktorla mücadele etmeyin” demiş. Almış yanına Başbakan Papandreu’yu, geçmiş medyanın karşısına...
Ardından şöyle devam etmiş: “Yunan toplumunda çoğu kişi, bizim kötü adam olduğumuza inanıyor. Bazı insanların neden sokakta ‘IMF evine dön’ diye bağırdığını anlıyorum. Ama inanın bana, sizin için, burada olmamız evde olmamızdan çok daha iyi. Yakında kendi başınıza devam edebileceksiniz, biz de evimize döneceğiz, en iyisi bu.”
Sokakta protestocular polisle çatışırken basın toplantısında Yunanistan’ın kemer sıkma politikası konuşuluyor. Peki IMF neden orada?
Yunanistan’ın yaşadığı iflasın ardından, Avrupa Birliği, geçen mayıs ayında bu ülkeye üç yıl içinde 110 milyar Euro kredi açma kararı aldı. Bunun 30 milyarı da IMF’den geldi.
Son haftalarda IMF’nin Yunanistan’a demirlemesinin nedeni, bu borcun geri ödemeleri için yapılan pazarlık.
Yunanistan, aldığı bu krediler karşısında ne yapmayı taahhüt etmişti?
* 2014 yılına kadar bütçe açığını AB’nin izin verdiği oran olan % 3’ün altına çekmek.
* Üç yıl içinde bütçede 30 milyar Euro’luk kesintiye gitmek. Bu yüzden kamu çalışanlarının ikramiyelerini kaldırmak.
* Yıllık tatil primlerine bir tavan koyup, yüksek ücretlilerde bu primi kaldırmak.
* Kamu çalışanlarının ve emeklilerin maaşına 3 yıl boyunca zam yapmamak.
* KDV oranını yüzde 21’den yüzde 23’e çıkarmak.
* Akaryakıt, alkol ve tütünden alınan vergiyi artırmak.
* “Açlık sınırında” olan dar gelirlilere bir defaya mahsus olarak 150-200 Euro’luk yardımı ödememek.
* Özel sektörde işten kovulma durumunda ödenen tazminat miktarını düşürmek.
* Emeklilik için daha önce en az 37 yıl olan sigorta primleri ödeme zorunluluğunu en az 40 yıla çıkarmak vb...
***
110 milyar doları alan Yunanistan, AB ve IMF’ye verdiği sözü yerine getirmek için bu önlemleri aldı. Medyaya yansıyan haberlere göre, bu yüzden, devlet memurlarının yıllık gelirinde 2-3 bin Euro, emeklilerin yıllık gelirinde ise 1000-1500 Euro kadar bir azalma oldu. Bunun yanı sıra, her Yunanlı ailenin harcaması da ek vergiler nedeniyle ayda 300-400 Euro arttı.
Kudurmuş kapitalizmin içine girdiği çöküş süreci, halkları ezerken sömürü düzeninin çarkları işliyor. Sosyal devleti öldüren neoliberal politikalar da bir çözümmüş gibi topluma sunuluyor.
Bütün bunların sonucunda patlama noktasına gelip isyan eden halka IMF Başkanı’nın söyledikleri çarpıcı: “Biz buraya yardıma geldik. Davet edilmediğimiz hiçbir yere gitmeyiz. Doktorla kavga etmeyin. Bazen doktorlar size sevmediğiniz ilaçları verir: ama ilaçtan hoşlanmasanız da, doktor size yardım için oradadır.”
***
Hasta: Yunanistan, Doktor: IMF, İlaç: Neoliberal politikalar...
Bu yöntem bana Naomi Klein’in “Şok Doktrin” adlı kitabında anlatıklarını hatırlattı. Önce bir kriz çıkar, ardından kaos içindeki topluma çözüm niyetine birtakım planlar önerilerek sosyal devlet yok edilir.
Şimdi Yunanlı isyan etmesin de ne yapsın?
Elbette eski bir bakanın dövülmesini ve şiddeti onaylamak mümkün değildir. Ancak bütün bu olanlar karşısında protesto eylemlerinin olmamasını beklemek de hiç mümkün değildir.
Yunanistan halkı, Şok Doktrin’e tepki veriyor. Sokaklardaki eylemlerin anlamı budur.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 26 Aralık 2010
IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn Yunanlılara, “Doktorla mücadele etmeyin” demiş. Almış yanına Başbakan Papandreu’yu, geçmiş medyanın karşısına...
Ardından şöyle devam etmiş: “Yunan toplumunda çoğu kişi, bizim kötü adam olduğumuza inanıyor. Bazı insanların neden sokakta ‘IMF evine dön’ diye bağırdığını anlıyorum. Ama inanın bana, sizin için, burada olmamız evde olmamızdan çok daha iyi. Yakında kendi başınıza devam edebileceksiniz, biz de evimize döneceğiz, en iyisi bu.”
Sokakta protestocular polisle çatışırken basın toplantısında Yunanistan’ın kemer sıkma politikası konuşuluyor. Peki IMF neden orada?
Yunanistan’ın yaşadığı iflasın ardından, Avrupa Birliği, geçen mayıs ayında bu ülkeye üç yıl içinde 110 milyar Euro kredi açma kararı aldı. Bunun 30 milyarı da IMF’den geldi.
Son haftalarda IMF’nin Yunanistan’a demirlemesinin nedeni, bu borcun geri ödemeleri için yapılan pazarlık.
Yunanistan, aldığı bu krediler karşısında ne yapmayı taahhüt etmişti?
* 2014 yılına kadar bütçe açığını AB’nin izin verdiği oran olan % 3’ün altına çekmek.
* Üç yıl içinde bütçede 30 milyar Euro’luk kesintiye gitmek. Bu yüzden kamu çalışanlarının ikramiyelerini kaldırmak.
* Yıllık tatil primlerine bir tavan koyup, yüksek ücretlilerde bu primi kaldırmak.
* Kamu çalışanlarının ve emeklilerin maaşına 3 yıl boyunca zam yapmamak.
* KDV oranını yüzde 21’den yüzde 23’e çıkarmak.
* Akaryakıt, alkol ve tütünden alınan vergiyi artırmak.
* “Açlık sınırında” olan dar gelirlilere bir defaya mahsus olarak 150-200 Euro’luk yardımı ödememek.
* Özel sektörde işten kovulma durumunda ödenen tazminat miktarını düşürmek.
* Emeklilik için daha önce en az 37 yıl olan sigorta primleri ödeme zorunluluğunu en az 40 yıla çıkarmak vb...
***
110 milyar doları alan Yunanistan, AB ve IMF’ye verdiği sözü yerine getirmek için bu önlemleri aldı. Medyaya yansıyan haberlere göre, bu yüzden, devlet memurlarının yıllık gelirinde 2-3 bin Euro, emeklilerin yıllık gelirinde ise 1000-1500 Euro kadar bir azalma oldu. Bunun yanı sıra, her Yunanlı ailenin harcaması da ek vergiler nedeniyle ayda 300-400 Euro arttı.
Kudurmuş kapitalizmin içine girdiği çöküş süreci, halkları ezerken sömürü düzeninin çarkları işliyor. Sosyal devleti öldüren neoliberal politikalar da bir çözümmüş gibi topluma sunuluyor.
Bütün bunların sonucunda patlama noktasına gelip isyan eden halka IMF Başkanı’nın söyledikleri çarpıcı: “Biz buraya yardıma geldik. Davet edilmediğimiz hiçbir yere gitmeyiz. Doktorla kavga etmeyin. Bazen doktorlar size sevmediğiniz ilaçları verir: ama ilaçtan hoşlanmasanız da, doktor size yardım için oradadır.”
***
Hasta: Yunanistan, Doktor: IMF, İlaç: Neoliberal politikalar...
Bu yöntem bana Naomi Klein’in “Şok Doktrin” adlı kitabında anlatıklarını hatırlattı. Önce bir kriz çıkar, ardından kaos içindeki topluma çözüm niyetine birtakım planlar önerilerek sosyal devlet yok edilir.
Şimdi Yunanlı isyan etmesin de ne yapsın?
Elbette eski bir bakanın dövülmesini ve şiddeti onaylamak mümkün değildir. Ancak bütün bu olanlar karşısında protesto eylemlerinin olmamasını beklemek de hiç mümkün değildir.
Yunanistan halkı, Şok Doktrin’e tepki veriyor. Sokaklardaki eylemlerin anlamı budur.
-
7 Nisan 2008 Pazartesi
Şok "Terapiye" Şok Tepki
© Zülal Kalkandelen/Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/6 Nisan 2008
“Donald Ewen Cameron kimdir?” diye sorulsa kaç kişi doğru yanıt verir bilinmez. Oysa insanlık tarihinde utançla anılacak bir psikiyatristin adıdır bu.
Cameron, 1950’li ve 60’lı yıllarda, insan hafızasının kontrolü üzerine yürütülen CIA projesi MKULTRA kapsamındaki deneyleri yapmış. Depresyon, anksiyete gibi şikayetleri olan hastalarına kendilerinden habersiz ilaç vererek elektrik şok tedavisi uygulamış.
Amaç, hafızadakileri silip yeni bir insan yaratmak.
***
Naomi Klein, “The Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism (Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi)” adlı yeni kitabında, kapitalizmin de aynı şok yöntemiyle yayıldığını söylüyor.
Küreselleşme karşıtlarının manifestosu olarak değerlendirilen ilk kitabı “No Logo” ile uluslararası ün kazanan Klein, Kanadalı bir gazeteci. The Nation, The Guardian ve The Globe’da yazıları yayınlanıyor. İkinci kitabı da, ilki gibi dikkatle okunması gereken çok önemli bir çalışma.
Klein, Cameron’un şok terapisinden yola çıkarak, savaşlar, terör saldırıları, darbeler ve doğal afetler yoluyla toplumlarda şok yaratıldığını söylüyor.
Sonra da, bu ilk şokun yarattığı korku ve düzensizlik ortamını kullanan politikacılar ve şirketler aracılığıyla, ekonomik olarak ikinci şok gerçekleştiriliyor.
Bunlara direnenlere, gerekirse, polis ve hapishane sorgularında üçüncü şok uygulanıyor.
Amaç, toplumu kapitalizmin vahşi uygulamalarına hazır hale getirmek.
Bu model, Milton Friedman’ın geliştirdiği modern kapitalizmin taktiksel stratejisiyle de uyuşuyor:
Büyük bir kriz beklenir (ya da yaratılır), vatandaşlar krizden bocalamış bir haldeyken devlete ait hizmetler özel kişilere devredilir ve sonra da bu sözde “reformlar” kalıcı bir hale getirilir.
Ne diyordu kapitalizmin gurusu?
İster gerçek olsun, isterse gerçek gibi algılansın, sadece bir kriz gerçek bir değişiklik doğurur. Yani yarat krizi, yap yağmayı!
Irak’ta bilim insanlarının katledilişi; kültür birikiminin yok edilişi; Amerikan özel güvenlik şirketi Blackwater’ın karıştığı skandal, hepsi aynı oyunun bir parçası…
Beş yıllık işgalin sonunda gelinen nokta içler acısı… Irak’ta profesyonel olarak iş sahibi olanların yüzde 40’ı, doktorların yüzde 35’i, 2003’ten bu yana ülkeyi terk etti. Toplam nüfusun sadece yüzde 32’si içme suyuna ulaşabiliyor ve kanalizasyonları çalışan yerlerde yaşayanların oranı sadece yüzde 19.
Eh, bu durumda işgalci güçlere iş düşüyor değil mi? Önce yıktılar, şimdi “yeniden inşa” edecekler…ki sonra yeniden yıksınlar…
***
Neoliberal ekonominin şoklara bağımlılığı, bugüne kadar Latin Amerika’dan Rusya’ya, Lübnan’dan Irak’a kadar dünyanın her yerinde kendini gösterdi.
Rusya’da bir gecede yapılan özelleştirmelerle zengin olanlar; Lübnan’da dış borcu halktan alınan yüksek vergilerle kapatmaya çalışanlar; Irak’ta hakim olan korku ve düzensizliği en büyük umutları olarak gören Batılı güvenlik firmaları…
Ve sonunda felaket kapitalizmine karşı gelmeyi öğrenen halklar!
Artık dünyada çok sayıda insanın, neoliberal politikaların öncülüğünde uygulanan bu şok “terapi” yönteminin farkında olduğunu söylüyor Naomi Klein.
Örnek olarak, Latin Amerika ülkelerinde yaşananları gösteriyor. Putin Rusyası bir diğer örnek.
İlginç bulduğum bir nokta, kitapta Türkiye’ye yalnızca bir kere atıfta bulunulması. O da, Latin Amerika’nın IMF’den kurtuluşunun anlatıldığı bölümde. Malum, Türkiye IMF’nin hala müşterisi…
Arjantin’in eski Devlet Başkanı Nestor Kirchner demiş ki, “IMF’den sonra da hayat var; üstelik iyi bir hayat!”
Demek ki, sonunda diyalektik bir şekilde kendisini gösteriyor ve şok terapiye şok tepkiler verilebiliyor.
Merak ettiğim, bu Türkiye’de ne zaman ve nasıl olacak?
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/6 Nisan 2008
“Donald Ewen Cameron kimdir?” diye sorulsa kaç kişi doğru yanıt verir bilinmez. Oysa insanlık tarihinde utançla anılacak bir psikiyatristin adıdır bu.
Cameron, 1950’li ve 60’lı yıllarda, insan hafızasının kontrolü üzerine yürütülen CIA projesi MKULTRA kapsamındaki deneyleri yapmış. Depresyon, anksiyete gibi şikayetleri olan hastalarına kendilerinden habersiz ilaç vererek elektrik şok tedavisi uygulamış.
Amaç, hafızadakileri silip yeni bir insan yaratmak.
***
Naomi Klein, “The Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism (Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi)” adlı yeni kitabında, kapitalizmin de aynı şok yöntemiyle yayıldığını söylüyor.
Küreselleşme karşıtlarının manifestosu olarak değerlendirilen ilk kitabı “No Logo” ile uluslararası ün kazanan Klein, Kanadalı bir gazeteci. The Nation, The Guardian ve The Globe’da yazıları yayınlanıyor. İkinci kitabı da, ilki gibi dikkatle okunması gereken çok önemli bir çalışma.
Klein, Cameron’un şok terapisinden yola çıkarak, savaşlar, terör saldırıları, darbeler ve doğal afetler yoluyla toplumlarda şok yaratıldığını söylüyor.
Sonra da, bu ilk şokun yarattığı korku ve düzensizlik ortamını kullanan politikacılar ve şirketler aracılığıyla, ekonomik olarak ikinci şok gerçekleştiriliyor.
Bunlara direnenlere, gerekirse, polis ve hapishane sorgularında üçüncü şok uygulanıyor.
Amaç, toplumu kapitalizmin vahşi uygulamalarına hazır hale getirmek.
Bu model, Milton Friedman’ın geliştirdiği modern kapitalizmin taktiksel stratejisiyle de uyuşuyor:
Büyük bir kriz beklenir (ya da yaratılır), vatandaşlar krizden bocalamış bir haldeyken devlete ait hizmetler özel kişilere devredilir ve sonra da bu sözde “reformlar” kalıcı bir hale getirilir.
Ne diyordu kapitalizmin gurusu?
İster gerçek olsun, isterse gerçek gibi algılansın, sadece bir kriz gerçek bir değişiklik doğurur. Yani yarat krizi, yap yağmayı!
Irak’ta bilim insanlarının katledilişi; kültür birikiminin yok edilişi; Amerikan özel güvenlik şirketi Blackwater’ın karıştığı skandal, hepsi aynı oyunun bir parçası…
Beş yıllık işgalin sonunda gelinen nokta içler acısı… Irak’ta profesyonel olarak iş sahibi olanların yüzde 40’ı, doktorların yüzde 35’i, 2003’ten bu yana ülkeyi terk etti. Toplam nüfusun sadece yüzde 32’si içme suyuna ulaşabiliyor ve kanalizasyonları çalışan yerlerde yaşayanların oranı sadece yüzde 19.
Eh, bu durumda işgalci güçlere iş düşüyor değil mi? Önce yıktılar, şimdi “yeniden inşa” edecekler…ki sonra yeniden yıksınlar…
***
Neoliberal ekonominin şoklara bağımlılığı, bugüne kadar Latin Amerika’dan Rusya’ya, Lübnan’dan Irak’a kadar dünyanın her yerinde kendini gösterdi.
Rusya’da bir gecede yapılan özelleştirmelerle zengin olanlar; Lübnan’da dış borcu halktan alınan yüksek vergilerle kapatmaya çalışanlar; Irak’ta hakim olan korku ve düzensizliği en büyük umutları olarak gören Batılı güvenlik firmaları…
Ve sonunda felaket kapitalizmine karşı gelmeyi öğrenen halklar!
Artık dünyada çok sayıda insanın, neoliberal politikaların öncülüğünde uygulanan bu şok “terapi” yönteminin farkında olduğunu söylüyor Naomi Klein.
Örnek olarak, Latin Amerika ülkelerinde yaşananları gösteriyor. Putin Rusyası bir diğer örnek.
İlginç bulduğum bir nokta, kitapta Türkiye’ye yalnızca bir kere atıfta bulunulması. O da, Latin Amerika’nın IMF’den kurtuluşunun anlatıldığı bölümde. Malum, Türkiye IMF’nin hala müşterisi…
Arjantin’in eski Devlet Başkanı Nestor Kirchner demiş ki, “IMF’den sonra da hayat var; üstelik iyi bir hayat!”
Demek ki, sonunda diyalektik bir şekilde kendisini gösteriyor ve şok terapiye şok tepkiler verilebiliyor.
Merak ettiğim, bu Türkiye’de ne zaman ve nasıl olacak?
Etiketler:
CIA,
Donald Ewen Cameron,
IMF,
Irak,
kapitalizm,
Latin Amerika,
MKULTRA,
Naomi Klein,
neoliberal ekonomi,
No Logo,
Rusya,
şok terapi,
The Shock Doctrine,
Thomas Friedman