© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 28 Ağustos 2011
Bizde genellikle yazarlar, Amerika’yı The New York Times, The Washington Post, The Wall Street Journal ya da Time dergisi gibi ana akım medyadan izlerler. Elbette bu yayınlara bakmak gerekir; ama sadece onlarla sınırlı kalınca olan bitenin tam resmini görmek olanaklı olmuyor. Pentagon ve Wall Street ile bağlantıları bulunan bu tür ana akım medyanın geri plana ittiği birçok önemli konu var.
Amerika’daki durumu iyi değerlendirebilmek için bağımsız medyaya bakmak şarttır. Örneğin Türkiye’yi anlamak isteyen bir yabancı gazeteci sadece Zaman, Sabah ve Hürriyet’i okursa, isabetli bir değerlendirme yapması olanaklı olamaz. Aynen bunun gibi...
Ben internet sayesinde çok sayıda bağımsız yayını izliyorum. Bunlardan biri de TomDispatch.com. İlerici görüşleri yaymak amacıyla kurulan ve kâr amacı gütmeyen The Nation Institute’un bünyesindeki Tom Dispatch, Amerika’da araştırmacı gazeteciliğin en iyi örneklerini veren sitelerden birisi.
Kasım 2001’de gazeteci-yazar Tom Engelhardt tarafından 9/11 sonrası dünyada yaşanan ve ana akım medyanın görmediği gerçekleri ortaya koymak için kuruldu. Önceleri abonelerine e-posta yoluyla ulaşan site, kısa sürede büyük beğeni toplayarak, The Nation Institute’ün desteklediği bir proje haline geldi.
***
Geçenlerde sitenin yardımcı editörü yazar Nick Turse’ün “A Secret War in 120 Countries” adlı bir yazısı yayımlandı. Türkiye’de büyük medyada yer almayan bu yazı çok önemli.
“Amerikan ordusunun içinde yer alan gizli bir kuvvet, Amerikan halkının bilgisi dışında yabancı ülkelerin çoğunda operasyonlar yapıyor. Bu yeni seçkin Pentagon gücü, büyüklüğü ve kapsamı şu ana kadar hiçbir şekilde açıklanmayan bir küresel savaşı yürütüyor” diyor Turse.
Bugüne kadar Amerika’nın açıkça askeri operasyonlar yaptığı Irak ve Afganistan gibi ülkelerin yanında, Yemen ve Somali’de de askeri güç bulundurduğu biliniyor. Ancak 2011 yılı itibariyle ABD ordusunun dünyanın ne kadarına yayıldığı tam açıklanmıyor. Turse, geçen yıl bu sayının 75 olarak medyada yer aldığını, oysa bu sayının 2011 yılı sonuna kadar 120’ye ulaşacağını yazdı.
Bu bilgiyi dayandırdığı kaynaksa, Amerikan Ordusu Özel Operasyon Komutanlığı’ndan (SOCOM) Albay Tim Nye. Turse, Amerikan askeri gücünün dünya nüfusunun % 60’ını kapsayan bir bölgedeki varlığının, Pentagon’da iktidarı elinde tutanların dünyanın dört bir yanında gizli bir savaşı yürüttükleri anlamına geldiğini belirtiyor.
Özel Operasyonlar adı altında, önemli kişilere yönelik suikastler, daha düşük profilli hedeflerin öldürülmesi, adam kaçırma, kontrgerilla baskınları, yabancı güçlerle ortak harekat ve eğitim gibi çeşitli gizli faaliyetler yapılıyor. Bunların % 85’i Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki 20 ülkede gerçekleştiriliyor.
Tim Nye, “Elbette operasyon yürüttüğümüzü tam olarak açıklamayacağımız yerler de var. Bunları söylemek bizim için avantajlı olmayabilir. Bazı ülkeler de iç sebepler ya da bölgesel nedenlerle bunun bilinmesini istemiyor” diyerek özel kuvvetlerin tam olarak hangi ülkelerde yer aldığını açıklamıyor.
1980 yılında İran’daki Amerikalı rehinelerin kurtarılamaması üzerine, 1987 yılında kurulan SOCOM, bugün artık kendi özel bütçesi olan, her türlü olanağa sahip bir güç. 1990’larda 37 bin personeli varken, bugün sayıları 60 bine ulaştı. 2.3 milyar dolarlık bütçeleri 11 Eylül sonrasında neredeyse 3 katına çıkarak 6.3 milyar dolara ulaştı.
Amerikan ordusunun içindeki bu gizli orduya dikkatinizi çekerim...
-
28 Ağustos 2011 Pazar
Amerika'nın Gizli Ordusu
Etiketler:
Afganistan,
Amerika,
Büyük Ortadoğu Projesi,
Irak,
Nick Turse,
ordu,
Ortadoğu,
Pentagon,
Tim Nye,
Tom Engelhardt
21 Ağustos 2011 Pazar
Sivilleri Öldürmek
© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 21 Ağustos 2011
Bugünkü yazımın sorusu şu: “Sivilleri öldürmek haklı gösterilebilir mi?”
Bu sorunun yanıtını, insan aklı ile vicdanının diyaloğu verir. Bu diyaloğu etkileyen etkenler ve durumlar olabilir.
Kamuoyu araştırma şirketi Gallup, bu etkenler arasında dinin yerini, farklı dinlere göre bu sorunun yanıtının nasıl değiştiğini merak etmiş. Şirketin Birleşik Arap Emirlikleri’nde faaliyette bulunan kolu, Amerikalı Müslümanlar ile diğer inançlara mensup ya da inançsız Amerikalıların davranış ve düşünüş farklarını bulmak için bir araştırma yapmış.
Araştırmanın başlığı şu: “Examining U.S. Muslims’ Political, Social, and Spiritual Engagement 10 Years After September 11.”
Ben, 11 Eylül’den 10 yıl sonra Amerikalı Müslümanların siyasi, sosyal ve manevi konulardaki görüşlerini ortaya koymayı amaçlayan bu çalışmaya The Atlantic’te rastladım.
Dergi konuyla ilgili haberini, “Amerikalı Müslümanlar, sivillerin hedef yapılıp öldürülmesine Hıristiyan ve Musevi nüfusa göre daha karşı” başlığını öne çıkararak duyurmuş.
***
Gallup’un araştırmaya katılanlara yönelttiği soru şöyle: “Bazı insanlar askeri kuvvetlerin sivilleri hedef yapıp öldürmesinin bazen haklı olabileceğini düşünürken, bazıları ise bu tür bir şiddetin asla haklı olamayacağına inanıyor. Sizin düşünceniz ne?”
Sonuçlara baktığımızda şu oranları görüyoruz.
Müslüman Amerikalılar: % 78 Asla haklı olamaz / % 21 Bazen haklı olabilir
Protestanlar: % 38 Asla / % 58 Bazen
Katolikler: % 39 Asla / % 58 Bazen / % 2 Duruma Bağlı
Museviler: % 43 Asla / % 52 Bazen / % 3 Duruma bağlı
Mormonlar: % 33 Asla / % 64 Bazen / % 3 Duruma Bağlı
Ateist-Agnostik: % 56 Asla /% 43 Bazen
İlginç olduğu için bir kişinin ya da ufak bir grubun sivilleri öldürülmesi konusunda bulunan oranları da vereceğim.
Müslümanlar: % 89 Asla / % 11 Bazen
Protestanlar: % 71 Asla / % 26 Bazen / % 2 Duruma bağlı
Katolikler: % 71 Asla / % 27 Bazen / % 2 Duruma bağlı
Museviler: % 75 Asla / % 22 Bazen
Mormonlar: % 79 Asla / % 19 Bazen / % 2 Duruma bağlı
Ateist-Agnostik: % 76 Asla / % 23 Bazen / % 1 Duruma bağlı
***
Araştırmanın bulduğu başka sonuçlar da var. Ancak haberi okuduğumda en çok dikkatimi çeken konu bu oldu. Demek ki, Amerikalıların çoğu askeri kuvvetlerin sivilleri öldürmesini onaylıyor. Sivillerin sivilleri öldürmesine onay verenler de azımsanmayacak kadar çok!
Şiddetin her türlüsüne karşı çıkan bir insan olarak bu oranların beni nasıl sarstığını tahmin edebilirsiniz. Şu anda altı ayrı ülkeyi bombalayan, dünyanın en büyük ordusuna sahip bir ülkenin vatandaşları bunlar. Ülkelerinin bombaladığı topraklardan biri de Somali. 3 ayda 5 yaşın altında 29 binden fazla çocuğun açlık nedeniyle yaşamını yitirdiği, son 60 yılın en büyük kuraklığıyla karşı karşıya kalan Somali!
Amerikan halkının Irak’ta yıllardır katledilen siviller karşısında isyan edip güçlü bir ses çıkarmamasının nedenini de açıklıyor bu oranlar. Sesini çıkaranlar elbette oldu ama onlara da ne dendi biliyor musunuz? Vatan haini.
Diğer taraftan, silahlı saldırganların üniversiteleri basıp toplu katliam yaptığı bir ülke Amerika... Ve o ülkenin halkı hâlâ şiddete bu ölçüde onay veriyor. “Onların kabul edilebilir bulduğu katliamlar bunlar değil” diyen çıkabilir.
Bir insanın doğrudan canına kastedildiğinde kendini savunma amacıyla neden olduğu şiddet olayları yaşanabilir. Sözü edilen bu değil. Burada asıl dehşet verici olan, Amerikan toplumunun askeri kuvvetlerin sivilleri öldürmesi konusundaki tavrı...
Şiddetin ve sivilleri öldürmenin bu düzeyde haklı görülebildiği bir dünyada barış hakim olabilir mi?
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 21 Ağustos 2011
Bugünkü yazımın sorusu şu: “Sivilleri öldürmek haklı gösterilebilir mi?”
Bu sorunun yanıtını, insan aklı ile vicdanının diyaloğu verir. Bu diyaloğu etkileyen etkenler ve durumlar olabilir.
Kamuoyu araştırma şirketi Gallup, bu etkenler arasında dinin yerini, farklı dinlere göre bu sorunun yanıtının nasıl değiştiğini merak etmiş. Şirketin Birleşik Arap Emirlikleri’nde faaliyette bulunan kolu, Amerikalı Müslümanlar ile diğer inançlara mensup ya da inançsız Amerikalıların davranış ve düşünüş farklarını bulmak için bir araştırma yapmış.
Araştırmanın başlığı şu: “Examining U.S. Muslims’ Political, Social, and Spiritual Engagement 10 Years After September 11.”
Ben, 11 Eylül’den 10 yıl sonra Amerikalı Müslümanların siyasi, sosyal ve manevi konulardaki görüşlerini ortaya koymayı amaçlayan bu çalışmaya The Atlantic’te rastladım.
Dergi konuyla ilgili haberini, “Amerikalı Müslümanlar, sivillerin hedef yapılıp öldürülmesine Hıristiyan ve Musevi nüfusa göre daha karşı” başlığını öne çıkararak duyurmuş.
***
Gallup’un araştırmaya katılanlara yönelttiği soru şöyle: “Bazı insanlar askeri kuvvetlerin sivilleri hedef yapıp öldürmesinin bazen haklı olabileceğini düşünürken, bazıları ise bu tür bir şiddetin asla haklı olamayacağına inanıyor. Sizin düşünceniz ne?”
Sonuçlara baktığımızda şu oranları görüyoruz.
Müslüman Amerikalılar: % 78 Asla haklı olamaz / % 21 Bazen haklı olabilir
Protestanlar: % 38 Asla / % 58 Bazen
Katolikler: % 39 Asla / % 58 Bazen / % 2 Duruma Bağlı
Museviler: % 43 Asla / % 52 Bazen / % 3 Duruma bağlı
Mormonlar: % 33 Asla / % 64 Bazen / % 3 Duruma Bağlı
Ateist-Agnostik: % 56 Asla /% 43 Bazen
İlginç olduğu için bir kişinin ya da ufak bir grubun sivilleri öldürülmesi konusunda bulunan oranları da vereceğim.
Müslümanlar: % 89 Asla / % 11 Bazen
Protestanlar: % 71 Asla / % 26 Bazen / % 2 Duruma bağlı
Katolikler: % 71 Asla / % 27 Bazen / % 2 Duruma bağlı
Museviler: % 75 Asla / % 22 Bazen
Mormonlar: % 79 Asla / % 19 Bazen / % 2 Duruma bağlı
Ateist-Agnostik: % 76 Asla / % 23 Bazen / % 1 Duruma bağlı
***
Araştırmanın bulduğu başka sonuçlar da var. Ancak haberi okuduğumda en çok dikkatimi çeken konu bu oldu. Demek ki, Amerikalıların çoğu askeri kuvvetlerin sivilleri öldürmesini onaylıyor. Sivillerin sivilleri öldürmesine onay verenler de azımsanmayacak kadar çok!
Şiddetin her türlüsüne karşı çıkan bir insan olarak bu oranların beni nasıl sarstığını tahmin edebilirsiniz. Şu anda altı ayrı ülkeyi bombalayan, dünyanın en büyük ordusuna sahip bir ülkenin vatandaşları bunlar. Ülkelerinin bombaladığı topraklardan biri de Somali. 3 ayda 5 yaşın altında 29 binden fazla çocuğun açlık nedeniyle yaşamını yitirdiği, son 60 yılın en büyük kuraklığıyla karşı karşıya kalan Somali!
Amerikan halkının Irak’ta yıllardır katledilen siviller karşısında isyan edip güçlü bir ses çıkarmamasının nedenini de açıklıyor bu oranlar. Sesini çıkaranlar elbette oldu ama onlara da ne dendi biliyor musunuz? Vatan haini.
Diğer taraftan, silahlı saldırganların üniversiteleri basıp toplu katliam yaptığı bir ülke Amerika... Ve o ülkenin halkı hâlâ şiddete bu ölçüde onay veriyor. “Onların kabul edilebilir bulduğu katliamlar bunlar değil” diyen çıkabilir.
Bir insanın doğrudan canına kastedildiğinde kendini savunma amacıyla neden olduğu şiddet olayları yaşanabilir. Sözü edilen bu değil. Burada asıl dehşet verici olan, Amerikan toplumunun askeri kuvvetlerin sivilleri öldürmesi konusundaki tavrı...
Şiddetin ve sivilleri öldürmenin bu düzeyde haklı görülebildiği bir dünyada barış hakim olabilir mi?
-
14 Ağustos 2011 Pazar
Londra'daki İsyan
© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 14 Ağustos 2011
Londra’da geçen hafta sonu 29 yaşındaki siyahi taksi şoförü Mark Duggan’ın kentin en yoksul semtlerinden Tottenham’da polis tarafından öldürülmesiyle başlayan olaylar sonunda isyana dönüştü. Olayın nasıl çıktığını izleyemeyenler için kısaca özetliyorum.
Dört çocuk babası Duggan, akşam saat 6 dolayında nişanlısını görmek üzere taksisine binmiş gidiyordu. Birden polis tarafından durdurulan araçtan indirildi ve vurularak öldürüldü. Polisler, Duggan’ın ateş ettiğini ve o nedenle kendilerini korumak için onu vurduklarını söylüyor. Görgü tanıkları ise, bunu reddediyor; Duggan’ın önce yere yatırılıp sonra ateş edildiğini söylüyor.
Ardından içinde çeşitli etnik grupların yaşadığı, Londra’nın en büyük siyahi nüfusu barındıran semti Tottenham’da protesto düzenlendi; çevredeki dükkanlar, arabalar, evler yakılıp yıkıldı. Karakolun önünde gösteri yapan gruba polisin sert müdahalesiyle olaylar çığırından çıktı; semtten semte yayılarak kenti sardı ve yağmalamaya dönüştü.
Bu aşamada ana akım İngiliz medyası ve onun etkisiyle çoğunluk, polisin uyguladığı ölçüsüz şiddeti bir yana bırakıp, yağmalamaya odaklandı. Yağmayı savunacak değilim. Elbette protestoların amacını aşan, kontrolden çıkmış bir grup insanın dükkanlara, mağazalara, bankalara saldırması da şiddettir ve şiddetin her türlüsünü reddeden bir insan olarak bunun da kuşkusuz karşısındayım.
Fakat buradan hareketle tüm suçu isyancılara yıkmak, ancak sorunu göz ardı etmeye neden olur. Açıkçası İngiltere’de sonunda isyan çıkacağını tahmin etmek hiç zor değildi. Mark Duggan’ın öldürülmesi fitili ateşledi ama o fitil orada halihazırda duruyordu.
***
İşçi Partisi, İngiltere’de geçen yıl yapılan seçimlerden sonra, 13 yıldır tek başına elinde tuttuğu iktidarı kaybetmişti. Muhafazakar Parti Başkanı David Cameron’ın koalisyon arayışlarının sürdüğü sırada, 16 Mayıs 2010 tarihinde bu köşede bir yazı yazmıştım.
Yazının sonu şöyleydi: “Hangi parti kurarsa kursun yeni hükümetin işi zor. Çünkü Danny Dorling’in de işaret ettiği gibi, ülkede bugün ortaya çıkan öfke, Marksist bir işçi sınıfının öfkesi değil; tam yolun ortasında duranların öfkesi. İlerlemek isteyenlerin önce o yolu açması gerek...”
Adı geçen Danny Dorling, Sheffield Üniversitesi’nde beşeri coğrafya dalında yaptığı çalışmalarla tanınan bir profesör. Geçen yıl Britanya’da uzun süredir yaşanan sınıf mücadelesini ve eşitsizliği anlatan çok önemli bir kitap yazdı. “Injustice: Why Social Inequality Persists” adlı kitapta şu bilgileri veriyor Dorling:
“1990-2000 arasında Britanya’da toplumun en varlıklı % 10’luk kesiminin paylaştığı servetin oranı, % 47’den % 54’e çıktı. En zengin % 1’lik kesimin aldığı pay ise, % 18’den % 23’e yükseldi. Aynı kritere göre Londra, dünyada eşitsizliğin en fazla olduğu kent. En zengin % 10’luk kesim, en yoksul durumdaki % 10’luk kesimin 273 katı servete sahip.”
Bu ne anlama geliyor?
“Britanya’da gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliğin bu derece arttığı dönemin, en son 1854’te, Charles Dickens’ın ‘Zor Zamanlar’ı yazdığı Victoria dönemi” olduğu anlamına geliyor.
Ne yazık ki Rupert Murdoch’ın sağcı gazetesi The Sun’ın seçim öncesinde kapaktan “Tek Umudumuz” diye duyurduğu Cameron, İngiltere için umutsuzluğun işaretiydi. Göreve geldiği günden bu yana kamu harcamalarında yaptığı bütün kesintiler, ezilen kesimi daha da çok ezdi, işsizliği artırdı. İngiltere’de bir kangren haline gelen eşitsizlik daha da büyüdü.
Bu duruma bir çare bulunmaz, neoliberalizm bütün açgözlülüğüyle yoksul kitleleri ezmeye devam ederse bu tür isyanların olması kaçınılmazdır.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 14 Ağustos 2011
Londra’da geçen hafta sonu 29 yaşındaki siyahi taksi şoförü Mark Duggan’ın kentin en yoksul semtlerinden Tottenham’da polis tarafından öldürülmesiyle başlayan olaylar sonunda isyana dönüştü. Olayın nasıl çıktığını izleyemeyenler için kısaca özetliyorum.
Dört çocuk babası Duggan, akşam saat 6 dolayında nişanlısını görmek üzere taksisine binmiş gidiyordu. Birden polis tarafından durdurulan araçtan indirildi ve vurularak öldürüldü. Polisler, Duggan’ın ateş ettiğini ve o nedenle kendilerini korumak için onu vurduklarını söylüyor. Görgü tanıkları ise, bunu reddediyor; Duggan’ın önce yere yatırılıp sonra ateş edildiğini söylüyor.
Ardından içinde çeşitli etnik grupların yaşadığı, Londra’nın en büyük siyahi nüfusu barındıran semti Tottenham’da protesto düzenlendi; çevredeki dükkanlar, arabalar, evler yakılıp yıkıldı. Karakolun önünde gösteri yapan gruba polisin sert müdahalesiyle olaylar çığırından çıktı; semtten semte yayılarak kenti sardı ve yağmalamaya dönüştü.
Bu aşamada ana akım İngiliz medyası ve onun etkisiyle çoğunluk, polisin uyguladığı ölçüsüz şiddeti bir yana bırakıp, yağmalamaya odaklandı. Yağmayı savunacak değilim. Elbette protestoların amacını aşan, kontrolden çıkmış bir grup insanın dükkanlara, mağazalara, bankalara saldırması da şiddettir ve şiddetin her türlüsünü reddeden bir insan olarak bunun da kuşkusuz karşısındayım.
Fakat buradan hareketle tüm suçu isyancılara yıkmak, ancak sorunu göz ardı etmeye neden olur. Açıkçası İngiltere’de sonunda isyan çıkacağını tahmin etmek hiç zor değildi. Mark Duggan’ın öldürülmesi fitili ateşledi ama o fitil orada halihazırda duruyordu.
***
İşçi Partisi, İngiltere’de geçen yıl yapılan seçimlerden sonra, 13 yıldır tek başına elinde tuttuğu iktidarı kaybetmişti. Muhafazakar Parti Başkanı David Cameron’ın koalisyon arayışlarının sürdüğü sırada, 16 Mayıs 2010 tarihinde bu köşede bir yazı yazmıştım.
Yazının sonu şöyleydi: “Hangi parti kurarsa kursun yeni hükümetin işi zor. Çünkü Danny Dorling’in de işaret ettiği gibi, ülkede bugün ortaya çıkan öfke, Marksist bir işçi sınıfının öfkesi değil; tam yolun ortasında duranların öfkesi. İlerlemek isteyenlerin önce o yolu açması gerek...”
Adı geçen Danny Dorling, Sheffield Üniversitesi’nde beşeri coğrafya dalında yaptığı çalışmalarla tanınan bir profesör. Geçen yıl Britanya’da uzun süredir yaşanan sınıf mücadelesini ve eşitsizliği anlatan çok önemli bir kitap yazdı. “Injustice: Why Social Inequality Persists” adlı kitapta şu bilgileri veriyor Dorling:
“1990-2000 arasında Britanya’da toplumun en varlıklı % 10’luk kesiminin paylaştığı servetin oranı, % 47’den % 54’e çıktı. En zengin % 1’lik kesimin aldığı pay ise, % 18’den % 23’e yükseldi. Aynı kritere göre Londra, dünyada eşitsizliğin en fazla olduğu kent. En zengin % 10’luk kesim, en yoksul durumdaki % 10’luk kesimin 273 katı servete sahip.”
Bu ne anlama geliyor?
“Britanya’da gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliğin bu derece arttığı dönemin, en son 1854’te, Charles Dickens’ın ‘Zor Zamanlar’ı yazdığı Victoria dönemi” olduğu anlamına geliyor.
Ne yazık ki Rupert Murdoch’ın sağcı gazetesi The Sun’ın seçim öncesinde kapaktan “Tek Umudumuz” diye duyurduğu Cameron, İngiltere için umutsuzluğun işaretiydi. Göreve geldiği günden bu yana kamu harcamalarında yaptığı bütün kesintiler, ezilen kesimi daha da çok ezdi, işsizliği artırdı. İngiltere’de bir kangren haline gelen eşitsizlik daha da büyüdü.
Bu duruma bir çare bulunmaz, neoliberalizm bütün açgözlülüğüyle yoksul kitleleri ezmeye devam ederse bu tür isyanların olması kaçınılmazdır.
-
7 Ağustos 2011 Pazar
Kitle Psikolojisi ve Medyadaki Linç
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 7 Ağustos 2011
Geçen hafta ben de kendimi medyadaki bir linç girişiminin içinde buldum.
Olay, çok sevdiğim müzisyen, The Smiths’in eski vokalisti Morrissey’in (hayranlarının deyimiyle Moz) Varşova konserinde söylediği sözler üzerine başladı.
“Norveç’te 76 kişinin öldürülmesinin gösterdiği gibi hepimiz caniyane bir dünyada yaşıyoruz. Ama bu, McDonald’s ve KFC’nin her gün yaptıklarıyla kıyaslanırsa solda sıfır kalır” demiş.
Bunun üzerine birden bütün dünya medyası topluca Moz’a saldırdı, müzik dergileri hakaret dolu mesajlar yayınladı. Çığ gibi büyüyen tepki çok kısa sürede arkasına kitleleri kattı.
Kimisi “Bu adam artık yaşlandı” dedi, kimisi delirdiğini düşündü, onu cani ilan etti, kimisi “Artık dinlemem müziğini” dedi. Tepkiler o kadar aşırıydı ki, dayanamadım ve Moz’a Twitter’dan saldıran kurumlara şu yanıtı verdim:
“Şiddetin her türlüsünü reddeden bir insanı anlamaya çalışmak yerine ona vurup duruyorsunuz. Vegan bakış açısından insan ölümüyle hayvan ölümü arasında fark yok. Çok açık ki katı bir vejetaryen olarak Moz, vahşetin tümüne karşı. Yaptığınız büyük haksızlık.”
The Quietus ve NME gibi müzik dergileri, sadece kendi görüşlerine uyan tweetleri takipçilerine ulaştırırken benimkine benzer mesajları görmezden geldi. Bir tek İngiltere’nin önde gelen müzik mağazalarından Rough Trade benim mesajımı da takipçilerine ulaştırdı. Böylece bir anda her yere yayılan tweet dolayısıyla bütün dünyadan nefret mesajları aldım...
Ertesi gün Moz şu açıklamayı yaptı: "Norveç’teki ölümler dehşet vericiydi. Bu tür olaylarda hep yapıldığı gibi, medya katilin istediğini verip, ona dünya çapında ün sağladı. Öldürülen insanların isimleri, sanki yeterince önemli değilmiş gibi söylenmedi; ama medya çılgınlığı katili Karındeşen Jack’e döndürdü. Tiksindiriciydi. Oysa adı anılmamalı, fotoğrafı yayınlanmamalıydı.
Varşova’da sahnede söylediğim sözler şöyle açıklanabilir: Milyonlarca canlı her gün McDonald’s ve KFC zulmünü finanse etmek için öldürülüyor. Ama bu durum yasal görüldüğü için, bu ölümler hakkında farklı hissetmemiz ve onları sorgulamamamız bekleniyor. Eğer Norveç’teki ölümler yüzünden haklı olarak dehşete kapıldıysanız, doğal olarak herhangi bir masum canlının ölümü karşısında da aynısını hissedersiniz. Sadece hayvanlar ‘bizden olmadığı için’ onların çektiği acıyı görmezden gelemezsiniz.”
Morrissey’e hakaret yağdıran medya, bu açıklamaya yer vermedi...
Bu olayda beni en çok şaşırtan şey, insanların Moz’un sözlerine şaşırması oldu. Ortaokuldan bu yana yakından izlediğim, duruşunu, açıksözlülüğünü takdir ettiğim bir müzisyen kendisi. Hiçbir zaman tribünlere oynamadı; aynı türde sözleri 30 yıldır söylüyor. “Meat Is Murder” adlı şarkıyı yazıp hayvan haklarının marşı haline getiren o. Moz’a yaşlandı ya da delirdi diyenler acaba 1985’te yazdığı o şarkının sözlerine hiç dikkat etmediler mi?
Elbette tartışmalı bir konu; herkesin farklı bakış açısı olabilir. Ancak korkutucu olan, bir insanın ne dediğini anlamadan onu peşinen yargılamak. Vegan olmadığı halde linç kampanyasının başladığı ilk andan beri bana destek veren sevgili Seda Niğbolu’nun dediği gibi “Analiz edip fikir üretmek yerine halihazırdaki kuru gürültüye dahil olmanın kolaycılığı” ürkütücü olan. Oysa çoğunluğun algısını sorgulamalı aydın insan...
Sonuç olarak, Moz Norveç’teki ölümleri onaylamış bir cani değildir; medyanın gazına gelmeyin. O, sadece fast-food zincirlerinde hayvanlara uygulanan zulme dikkat çekmek istedi ve etkili olsun diye böyle bir konuşma yaptı.
Şiddet konusunda herkesten daha duyarlıdır; şarkılarını dinlemeye devam edebilirsiniz...
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 7 Ağustos 2011
Geçen hafta ben de kendimi medyadaki bir linç girişiminin içinde buldum.
Olay, çok sevdiğim müzisyen, The Smiths’in eski vokalisti Morrissey’in (hayranlarının deyimiyle Moz) Varşova konserinde söylediği sözler üzerine başladı.
“Norveç’te 76 kişinin öldürülmesinin gösterdiği gibi hepimiz caniyane bir dünyada yaşıyoruz. Ama bu, McDonald’s ve KFC’nin her gün yaptıklarıyla kıyaslanırsa solda sıfır kalır” demiş.
Bunun üzerine birden bütün dünya medyası topluca Moz’a saldırdı, müzik dergileri hakaret dolu mesajlar yayınladı. Çığ gibi büyüyen tepki çok kısa sürede arkasına kitleleri kattı.
Kimisi “Bu adam artık yaşlandı” dedi, kimisi delirdiğini düşündü, onu cani ilan etti, kimisi “Artık dinlemem müziğini” dedi. Tepkiler o kadar aşırıydı ki, dayanamadım ve Moz’a Twitter’dan saldıran kurumlara şu yanıtı verdim:
“Şiddetin her türlüsünü reddeden bir insanı anlamaya çalışmak yerine ona vurup duruyorsunuz. Vegan bakış açısından insan ölümüyle hayvan ölümü arasında fark yok. Çok açık ki katı bir vejetaryen olarak Moz, vahşetin tümüne karşı. Yaptığınız büyük haksızlık.”
The Quietus ve NME gibi müzik dergileri, sadece kendi görüşlerine uyan tweetleri takipçilerine ulaştırırken benimkine benzer mesajları görmezden geldi. Bir tek İngiltere’nin önde gelen müzik mağazalarından Rough Trade benim mesajımı da takipçilerine ulaştırdı. Böylece bir anda her yere yayılan tweet dolayısıyla bütün dünyadan nefret mesajları aldım...
Ertesi gün Moz şu açıklamayı yaptı: "Norveç’teki ölümler dehşet vericiydi. Bu tür olaylarda hep yapıldığı gibi, medya katilin istediğini verip, ona dünya çapında ün sağladı. Öldürülen insanların isimleri, sanki yeterince önemli değilmiş gibi söylenmedi; ama medya çılgınlığı katili Karındeşen Jack’e döndürdü. Tiksindiriciydi. Oysa adı anılmamalı, fotoğrafı yayınlanmamalıydı.
Varşova’da sahnede söylediğim sözler şöyle açıklanabilir: Milyonlarca canlı her gün McDonald’s ve KFC zulmünü finanse etmek için öldürülüyor. Ama bu durum yasal görüldüğü için, bu ölümler hakkında farklı hissetmemiz ve onları sorgulamamamız bekleniyor. Eğer Norveç’teki ölümler yüzünden haklı olarak dehşete kapıldıysanız, doğal olarak herhangi bir masum canlının ölümü karşısında da aynısını hissedersiniz. Sadece hayvanlar ‘bizden olmadığı için’ onların çektiği acıyı görmezden gelemezsiniz.”
Morrissey’e hakaret yağdıran medya, bu açıklamaya yer vermedi...
Bu olayda beni en çok şaşırtan şey, insanların Moz’un sözlerine şaşırması oldu. Ortaokuldan bu yana yakından izlediğim, duruşunu, açıksözlülüğünü takdir ettiğim bir müzisyen kendisi. Hiçbir zaman tribünlere oynamadı; aynı türde sözleri 30 yıldır söylüyor. “Meat Is Murder” adlı şarkıyı yazıp hayvan haklarının marşı haline getiren o. Moz’a yaşlandı ya da delirdi diyenler acaba 1985’te yazdığı o şarkının sözlerine hiç dikkat etmediler mi?
Elbette tartışmalı bir konu; herkesin farklı bakış açısı olabilir. Ancak korkutucu olan, bir insanın ne dediğini anlamadan onu peşinen yargılamak. Vegan olmadığı halde linç kampanyasının başladığı ilk andan beri bana destek veren sevgili Seda Niğbolu’nun dediği gibi “Analiz edip fikir üretmek yerine halihazırdaki kuru gürültüye dahil olmanın kolaycılığı” ürkütücü olan. Oysa çoğunluğun algısını sorgulamalı aydın insan...
Sonuç olarak, Moz Norveç’teki ölümleri onaylamış bir cani değildir; medyanın gazına gelmeyin. O, sadece fast-food zincirlerinde hayvanlara uygulanan zulme dikkat çekmek istedi ve etkili olsun diye böyle bir konuşma yaptı.
Şiddet konusunda herkesten daha duyarlıdır; şarkılarını dinlemeye devam edebilirsiniz...
-
Etiketler:
hayvan hakları,
linç kültürü,
medya,
Morrissey,
The Smiths,
vegan,
veganizm,
zulüm