18 Kasım 2012 Pazar

Obama ve Siviller

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 18 Kasım 2012

Obama’nın ikinci kez başkan seçilmesi, Amerika kadar Türkiye’de de heyecan yarattı. Tarihi Haydarpaşa Garı’nı seçim üssü haline getirecek kadar kendini kaybetti bazıları. Televizyonda, sosyal medyada coşku dolu insanlar vardı.

Mitt Romney gibi aşırı dinci bir muhafazakarın yenilgisine karşı Amerikalıların sevincini anlamak olanaklı. Kürtaja, eşcinsellere, kadın haklarına karşı söylemleriyle dikkat çeken bir partinin, halkının yarısını Demokrat Parti’ye oy verdikleri için aşağılayan, zengin ve beyaz kesime hitap eden adayıydı Mitt Romney.

Fakat politikayla sadece kendi günlük hayatını etkileyen alanlar dışında da ilgilenen bilinçli kesimlerin Obama’dan rahatsız olduğu da bir gerçek. 2008’de Amerika’nın seçilen ilk siyah Başkanı olduğunda tüm dünyada büyük umutlar yaratan Obama’dan geriye ne kaldı? Verdiği sözlerin büyük kısmını yerine getiremedi. En büyük vaadi sağlık sigortasıydı; bir düzenleme yaptı ama Kongre’de zorlanınca çok büyük ödünler verdi.

Guantanamo’yu göreve geldikten sonra bir yıl içinde kapatacağını söyledi; oysa aradan geçen dört yıla karşın, hapishaneyi kapatmayı bırakın, koşulları daha da sertleştirerek, insanları hâlâ hücrelerde neden suçlandıklarını bilmeden, süresi belli olmayan bir tutukluluğa mahkum ediyor.

Bush döneminin sonunda patlayan ekonomik kriz konusunda da büyük hayal kırıklığı yarattı Obama. Halkın ödediği vergileri bankalara aktardı. Ekonomi toparlansın diye yaptı diyenler olsa da, halk işsizlikten kırılıp her şeyini kaybederken, banka yöneticilerinin cebine prim olarak giren milyonları, dönen üçkağıtları kimse açıklayamadı.

Irak Savaşı’na karşı çıkıp Ortadoğu’ya barış getireceği mesajlarını verdi. Irak’ta istediğini alan Amerika’nın askerlerini çekti ama Afganistan’daki savaşı büyüttü.

Bütün bunların arasında yaptığı en kötü şey, Amerikan savunma sisteminde “sivil” anlayışına getirdiği bakış açısı oldu. Obama yönetimi, insansız uçaklarla yürütülen gizli savaşlarda ölen siviller konusunda kamuoyunda çıkabilecek tartışmaları en aza indirmek için, “sivil” tanımına yeni boyutlar kazandırdı. 

ABD’nin elinde terörle mücadele için oluşturdukları bir ölüm listesi (kill list) var. Bu listede olan birisi yakalandığında yanında başka siviller varsa, bombardıman kararını doğrudan Obama veriyor. 2009’da verdiği emirle yerine getirilen ilk füze saldırısında ölen 44 sivilin arasında kadın ve çocuklar da vardı. Beyaz Saray, sivil ölümleri hakkında bilgisi olmasına karşın, saldırıları Afganistan, Pakistan, Yemen gibi ülkelerde devam ettiriyor. Eski çalışma arkadaşlarının söylediğine göre, Obama’nın bu tür hedefli saldırılara tutkusu tehlikeli boyutlarda...

Ana akım medyada yakın zamana kadar göz ardı edilen bu konu, mayıs ayında The New York Times’da da haber oldu. 2010’da istifa eden Ulusal İstihbarat Direktörü Dennis Blair, Amerikan vatandaşlarının hayatına mal olmayan, düşük maliyetli bu saldırıların, sert mücadele tarzını ortaya koyduğu için, politik açıdan ülke içinde avantajlı görüldüğünü, sadece diğer ülkelerde eleştirildiğini söyledi.

Diyelim ki Blair’in dediği gibi, sivillerin öldürülmesi Amerikan halkının çoğunluğu açısından sorun yaratmıyor; ama acaba bizde Obama seçildi diye neredeyse kalkıp oynayacak olanları da mı rahatsız etmiyor? Dünyanın bir başka ülkesinde siviller bombardıman altında katledilince bu onları ilgilendirmiyor mu? Hani insan hakları evrenseldi?

Romney seçilseydi daha iyi olurdu demiyorum; ama imparator Obama yeniden seçildi diye, çokuluslu şirketlerin temsilcisi yine o oldu diye sevinecek kadar saf da değilim.

_

4 Kasım 2012 Pazar

Yaratıcılık ve Müzik

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 4 Kasım 2012

Okuyucular, bu köşede zaman zaman müzikten söz ettiğimi biliyor. Müzikle nefes alıp veren, onu hayatının odak noktası yapmış biriyim. Her ne kadar burada daha çok siyaset hakkında yazsam da, bazen herkesle paylaşmak istediğim müzikle ilgili konular da oluyor. Bunlardan birisini geçenlerde Londra’da yaşadım.

Bu yazıda Aphex Twin’in Barbican Centre’da verdiği konserden söz edeceğim. Asıl adı Richard D. James olan 41 yaşındaki bu müzisyeni tanımayanlar, Wikipedia’ya bakarlarsa, The Guardiantarafından “çağdaş elektronik müziğin en yaratıcı ve en esin verici figürü” olarak tanımlandığını görürler. Aphex Twin’in ‘Remote Orchestra’ adlı özel projesini Londra’da sadece bir kereye mahsus olmak üzere dinleyiciyle buluşturacağını duyunca, biletlerin satışa çıktığı anda internetin başında yerimi aldım ve çok kısa sürede tükenen biletlerden bir tane kapmayı başardım.

Aphex Twin’i bilen bilir; bugüne kadar DJ’lik yaptığı kulüplerde kendisine benzeyen birçok kişiyi kalabalığın içinde dolaştırmakla kalmadı, mekandan tamamen farklı bir yerden gönderdiği elektronik dalgalarla müziği kontrol etti, yüz eşleme teknolojisini kullanarak dinleyicilerin yüzüne kendi yüzünün resmini yansıttı. Kalabalık içinde görünmekten çekinen bir müzisyenin dikkati kendi üzerinden alıp kalabalığa yansıtma çabaları, ancak bu kadar akıllıca bir şekilde teknolojiyle buluşturulabilir. Bu defa ne yapacağını merak etmem boşuna değildi.


APHEX TWIN's remote orchestra (short edit) from weirdcore on Vimeo.

Sonunda performans günü geldiğinde Barbican’da ışıklar karardı ve sahneye 5 barlı bir grafikle yansıyan dev kontrol panelini gördük. 28 orkestra elemanı ve 12 kişilik koro sahnedeki yerini aldı, hepsi sırtını izleyiciye dönerek ekrana yöneldi. Her biri, performans boyunca görmediğimiz Aphex Twin’den gelen yönlendirmeleri duyabilmek için kulaklık takmıştı. Kontrol panelindeki farklı renkteki barlar yükselip alçaldıkça orkestradan çıkan neo-klasik ve dark ambient arasındaki sesleri tam olarak anlatmak olanaksız. Yalnız şunu söyleyebilirim; Aphex Twin bir MIDI kontrol paneli ile orkestrayı yönetirken, her aşamada matematik devrede ama performansı şekillendiren asıl unsur insana bağlı olarak gelişiyor.

Performansın ikinci kısmında, orkestra sahneden ayrıldı; onun yerine başrol, yerden yaklaşık yarım metre yükseltilerek tavandan asılmış bir platform üzerine kablolarla bağlanan büyük bir Yamaha piyanoya verildi. Birisi, kenarına bağlanan iplerden tutup çekince platform farklı sesler çıkararak bir sağa, bir sola sallanmaya başladı. Aynı anda tuşları uzaktan kumanda ile yöneten Aphex Twin’in çaldığı müziğin güzelliği başdöndürücüydü. Teknoloji yine devredeydi ama insanın hareketleriyle belirlenen organik bir süreçti bu.

Platformun hareketi kendiliğinden sona erene kadar süren bu bölümden sonra, sıra üçüncü kısma geldi. Minimal müziğin kurucusu Steve Reich’ın 1968’de bestelediği Pendulum Music’ten ilham alan bu son bölümde ana unsur, tavandan sarkıtılan 18 adet disko topuydu. Aphex Twin miks masasının başındayken, her bir top birer insan tarafından tutulup ileriye doğru farklı hızlarda bırakıldı. Aynı anda lazer ışıkları toplarla buluştuğunda çıkan ajite edilmiş sesler ve yansıyan ışıklar, dinleyenleri çılgın bir atmosfere sürükledi.

Bütün bunlar, müziği oluşturan elementlerin, planlanmış ya da kendiliğinden olanların farkına varmak, teknoloji ve insan ilişkisini daha net görmek açısından ufuk açıcıydı. Brian Eno görse gurur duyardı. Hissedilmesi için içinde olunması gereken bir performanstı ama en azından bu yaratıcı proje bilinsin istedim. Müzik statik bir olgu değildir; teknoloji de insan aklının eseridir, onu müzikte kullanmaya karşı çıkanlar haberdar olsun.




 -