© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 2 Eylül 2012
“Kendi ülkemizi demokrasi olarak adlandırmamız, onun hep o şekilde kalacağı anlamına gelmiyor. Gerçek tehlike bu ve insanlar bu konuda hiçbir şey söylemeyebilir. Şu ana kadar da söylemedik.”
Bu sözlerin sahibi William Binney. Amerikan Ulusal Güvenlik Teşkilatı’nın (NSA) tarihindeki en iyi matematikçilerden birisi. Kurumda 32 yıl boyunca şifre kırıcı olarak çalıştı, Sovyetler Birliği’ne karşı analizler yaptı. 2001’de 11 Eylül saldırılarının ardından, George W. Bush hükümetinin başlattığı Stellar Wind adlı gizli dinleme / izleme programından sonra Binney de NSA’den istifa etti.
Geçenlerde The New York Times’ın internet sitesinde ilginç bir video haber yayınlandı. Belgesel yapımcısı Laura Poitras, Binney’le Washington dışında, Maryland’de bir yerde buluşup konuşmuş. Binney’in anlattığına göre, kendisinin bir zamanlar dış düşmanlara yönelik olarak kurduğu sistem, 11 Eylül’den sonra doğrudan Amerikan vatandaşlarına karşı gizlice yürütülen bir programa dönüştürülmüş.
O dönemde başlatılan uygulama, geçen yıl Utah’ta temeli atılan bir merkezle son aşamasına geldi. Şu anda Bluffdale’de ülkenin en büyük veri toplama merkezi inşa ediliyor. Amerika’daki herkesin telefon konuşmalarını, bütün internet trafiğini ve özel yazışmalarını anında toplayıp depolayacak bir merkez bu. Dünyada 100 yıl boyunca gerçekleştirilen bütün elektronik iletişimi biriktirebilecek kapasiteye sahip bir sistemden söz ediliyor.
Açık ki, Amerika’da devletin “ülkeye yönelik terörist faaliyetleri önlemek” bahanesiyle giriştiği bu operasyon, anayasadaki bireyin özel yaşamının gizliliği ilkesine aykırı.
William Binney, ülkede yaşayan herkesin hayatının artık tümüyle adım adım izleneceği tehlikesini dile getirdiği için, 2007’de evi FBI tarafından basılmış. O anı, “Evime aniden dalıp kafama silah dayadıkları sırada duştan çıkıyordum. Gözümü korkutmak istediler ama başaramadılar” diye anlatıyor. FBI görevlileri suç oluşturan faaliyetleri anlatmasını istediklerinde, onlara George W. Bush, Dick Cheney, George Tenet ve Michael Hayden’ın destekledikleri soruşturma süreci ile Stellar Wind örneklerini vermiş.
Amerika’da gelecek aralık ayında NSA’in faaliyetlerini belirleyen Yabancı İstihbarat Denetimi Kanunu’nun ilgili maddelerinin yenilenmesi bekleniyor. Demokratik Partili iki senatör, özel hayatın korunması amacıyla, bu maddelerin yeniden gözden geçirilmesi için çalışıyor. Amerikan Sivil Haklar Birliği (ACLU) ve birçok sivil toplum örgütü de uygulamanın anayasaya aykırı olduğu iddiasında ısrarcı.
Konu, 29 Ekim’de Amerikan Yüksek Mahkemesi’nde görüşüldüğünde karar ne olur bilinmez ama kesin olan şu ki, Amerika, özellikle 2001’den bu yana adeta George Orwell’ın 1984 adlı romanını gerçek hayatta uygulamaya geçiriyor.
***
Olayın bir diğer ürkütücü yanı Laura Poitras ile ilgili. Irak Savaşı’nı konu alan belgesel çektiği için 2006’da şüpheliler listesine alınmış. Bugüne kadar Amerikan sınırında 40 kereden fazla didik didik aranmış. Geçen yıl New York JFK Havaalanı’nda sorgulanırken yaptığı çalışmalar sorulunca, anayasadan kaynaklanan konuşmama hakkını kullanacağını söylemiş. Görevlilerin buna yanıtı, “Sorularımızı yanıtlamazsanız, biz yanıtları elektronik cihazlarınızda buluruz" şeklinde olmuş.
Poitras’ın bu noktada şu cümlesinin altını çizmek gerek: “Çalışmalarımı güvencede tutmak için her önlemi alıyorum; ama eğer hedefseniz, NSA’in teknik olanaklarına karşı savunma yapmanın neredeyse olanaksız olduğunu da biliyorum.”
Bütün bunlar çok tanıdık geliyor değil mi?
-
Dick Cheney etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dick Cheney etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2 Eylül 2012 Pazar
22 Kasım 2010 Pazartesi
İşkence var, suçlu yok...
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 21 Kasım 2010
Dünya gündemini izleyenler hatırlar; 2009’da medyada bir haber yankılanmıştı. CIA’nin Bush döneminde mahkumlara “waterboarding” (basınçlı su ile sorgulama) yöntemi uyguladığı ortaya çıkmıştı.
“Su işkencesi” de denilen bu yöntem, uzmanlara göre ciğerlere ve beyne zarar veriyor, psikolojik bozukluklara yol açıyor. Bu nedenle insan hakları savunucuları şiddetle karşı çıkıyor.
Obama, geçen yıl işkence olduğunu kabul ettiği bu uygulamayla ilgili gizli devlet belgelerini açıklayınca, kızılca kıyamet kopmuştu. Hatta Başkan Cumhuriyetçiler tarafından CIA’nin gücünü azaltmakla suçlanmıştı.
Bush iktidarındaki işkencelerden dolayı uygulamaya adı karışanların cezalandırılması gündeme gelince, Obama çark etmiş, “İntikamı bırakalım, geleceğe bakalım” türünden laflar etmişti.
Ona göre; işkenceyi, Bush yönetiminin belirlediği çerçevede uygulayan kurum görevlileri cezalandırılmamalı; soruşturma, işkenceyi öneren çerçeveyi belirleyenleri kapsamalıydı.
Peki kimdi o çerçeveyi belirleyenler? O dönemin Adalet Bakanı John Ashcroft, Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve Başkan Bush değil mi?
CIA yetkilileri ve o dönemde görev yapanlar suçu birbirlerine yüklemeye çalışırken, 2008’de bir soruşturma başladı.
Dönemin Adalet Bakanı Mukasey, işkenceleri belgeleyen 92 video kasetin, 2005 yılında CIA tarafından imha edilişini soruşturması için federal savcı John Durham’ı görevlendirdi.
Ve geçen hafta Adalet Bakanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre, üç yıla yakın bir süredir süren bu soruşturmanın sonucu belli oldu...
Durham, o kasetleri imha eden CIA görevlileri hakkında işlem yapılmasına gerek görmemiş. Çünkü bu emri o görevlilere doğrudan CIA Operasyon Direktörü Jose Rodriguez Jr. vermiş...
Öyleyse, yasaları çiğneyen odur; onu yargılayın diyorsunuz. Bu kez de CIA’den şu açıklama geliyor: O kasetleri iyi niyetle imha ettik. Ebu Garib hapishanesinde olanları gösteren fotoğraflara duyulan büyük öfkeden sonra, video kasetlerin ortaya çıkması, soruşturmacıların kimliklerini açığa çıkarabilir ve onların hayatını riske atabilirdi...
***
Bütün bunlar olurken, Bush o işkenceleri savunmaya devam ediyor. Anılarını anlattığı yeni kitabı “Decision Points”de, Guantanamo’da mahkumlara iyi yemek verildiğini, onlara DVD'leri ve kütüphanesi bulunan “temiz ve güvenli” bir barınak sağlandığını iddia ediyor! Ona göre “waterboarding” işkence değilmiş... Keşke başka şekilde bilgiye ulaşabilselermiş ama bu yöntemle birçok bilgi elde edilmiş...
Bunları söyleyene sormazlar mı; o zaman neden durmadan bütün ülkeleri insan haklarına uymaya çağırıyorsunuz diye?
Madem onlar güvenlikleri için savaş suçunu bile meşrulaştırıyor, o halde başkaları da bunu yaptığında ses çıkarmamaları beklenir. Tehlike de burda...
Bu mantıkla nereye varır dünyanın sonu? Amerikalı yetkililer, devamlı olarak İran’ın nükleer programının güvenlik tehdidi yarattığını söylüyor. Bu durumda İran’ın tepesine atom bombası indirip “Ne yapalım; güvenliğimiz söz konusuydu” mu denilecek?
Doğrusu atom bombası atmak yapmadıkları şey değil; deneyimleri de var. Sonra da aradan zaman geçince özür dilerler; olur biter...
Yasalara uymayanların başkalarına uy demeye hakkı var mıdır? Amerika, “Dünyanın Ağası” da olsa, ona bunu hatırlatan çıkmaz mı?
Birleşmiş Milletler ne der mesela? Irak’a kimseyi takmadan saldıran ABD emperyalizmi karşısında ezilen bu örgütün saygınlığı kalmış mıdır ki konuşsun?..
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 21 Kasım 2010
Dünya gündemini izleyenler hatırlar; 2009’da medyada bir haber yankılanmıştı. CIA’nin Bush döneminde mahkumlara “waterboarding” (basınçlı su ile sorgulama) yöntemi uyguladığı ortaya çıkmıştı.
“Su işkencesi” de denilen bu yöntem, uzmanlara göre ciğerlere ve beyne zarar veriyor, psikolojik bozukluklara yol açıyor. Bu nedenle insan hakları savunucuları şiddetle karşı çıkıyor.
Obama, geçen yıl işkence olduğunu kabul ettiği bu uygulamayla ilgili gizli devlet belgelerini açıklayınca, kızılca kıyamet kopmuştu. Hatta Başkan Cumhuriyetçiler tarafından CIA’nin gücünü azaltmakla suçlanmıştı.
Bush iktidarındaki işkencelerden dolayı uygulamaya adı karışanların cezalandırılması gündeme gelince, Obama çark etmiş, “İntikamı bırakalım, geleceğe bakalım” türünden laflar etmişti.
Ona göre; işkenceyi, Bush yönetiminin belirlediği çerçevede uygulayan kurum görevlileri cezalandırılmamalı; soruşturma, işkenceyi öneren çerçeveyi belirleyenleri kapsamalıydı.
Peki kimdi o çerçeveyi belirleyenler? O dönemin Adalet Bakanı John Ashcroft, Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve Başkan Bush değil mi?
CIA yetkilileri ve o dönemde görev yapanlar suçu birbirlerine yüklemeye çalışırken, 2008’de bir soruşturma başladı.
Dönemin Adalet Bakanı Mukasey, işkenceleri belgeleyen 92 video kasetin, 2005 yılında CIA tarafından imha edilişini soruşturması için federal savcı John Durham’ı görevlendirdi.
Ve geçen hafta Adalet Bakanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre, üç yıla yakın bir süredir süren bu soruşturmanın sonucu belli oldu...
Durham, o kasetleri imha eden CIA görevlileri hakkında işlem yapılmasına gerek görmemiş. Çünkü bu emri o görevlilere doğrudan CIA Operasyon Direktörü Jose Rodriguez Jr. vermiş...
Öyleyse, yasaları çiğneyen odur; onu yargılayın diyorsunuz. Bu kez de CIA’den şu açıklama geliyor: O kasetleri iyi niyetle imha ettik. Ebu Garib hapishanesinde olanları gösteren fotoğraflara duyulan büyük öfkeden sonra, video kasetlerin ortaya çıkması, soruşturmacıların kimliklerini açığa çıkarabilir ve onların hayatını riske atabilirdi...
***
Bütün bunlar olurken, Bush o işkenceleri savunmaya devam ediyor. Anılarını anlattığı yeni kitabı “Decision Points”de, Guantanamo’da mahkumlara iyi yemek verildiğini, onlara DVD'leri ve kütüphanesi bulunan “temiz ve güvenli” bir barınak sağlandığını iddia ediyor! Ona göre “waterboarding” işkence değilmiş... Keşke başka şekilde bilgiye ulaşabilselermiş ama bu yöntemle birçok bilgi elde edilmiş...
Bunları söyleyene sormazlar mı; o zaman neden durmadan bütün ülkeleri insan haklarına uymaya çağırıyorsunuz diye?
Madem onlar güvenlikleri için savaş suçunu bile meşrulaştırıyor, o halde başkaları da bunu yaptığında ses çıkarmamaları beklenir. Tehlike de burda...
Bu mantıkla nereye varır dünyanın sonu? Amerikalı yetkililer, devamlı olarak İran’ın nükleer programının güvenlik tehdidi yarattığını söylüyor. Bu durumda İran’ın tepesine atom bombası indirip “Ne yapalım; güvenliğimiz söz konusuydu” mu denilecek?
Doğrusu atom bombası atmak yapmadıkları şey değil; deneyimleri de var. Sonra da aradan zaman geçince özür dilerler; olur biter...
Yasalara uymayanların başkalarına uy demeye hakkı var mıdır? Amerika, “Dünyanın Ağası” da olsa, ona bunu hatırlatan çıkmaz mı?
Birleşmiş Milletler ne der mesela? Irak’a kimseyi takmadan saldıran ABD emperyalizmi karşısında ezilen bu örgütün saygınlığı kalmış mıdır ki konuşsun?..
-
Etiketler:
Amerika,
Barack Obama,
Birleşmiş Milletler,
Dick Cheney,
Ebu Garib,
emperyalizm,
George W. Bush,
Guantanamo,
Irak,
İran,
işkence,
Mukasey,
nükleer savaş
20 Temmuz 2009 Pazartesi
Savaş Mimarının Ölümü
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 19 Temmuz 2009
2004 yılında New York’ta sinemada gördüğüm bir belgesel, beni adeta koltuğa çivilemişti. Errol Morris’in Oscar ödüllü “The Fog of War” (Savaşın Sisi) adlı belgeseliydi izlediğim...
Robert Strange McNamara’nın 2. Dünya Savaşı’nda Tokyo’yu bombalayıp, erkek, kadın, çocuk, toplam 900 bin sivili öldürdüklerini söylerken perdeye yansıyan yüzünü hâlâ unutamıyorum.
Bir insanın düşebileceği en korkunç duruma düşmüş, dudakları titreyerek savaşta işlediği suçları anlatıyordu. Ama röportaj yöntemiyle çekilen belgeselde ağladığında bile acıma hissi uyandırmadı....
McNamara, Vietnam Savaşı’nın mimarı olarak tanınan Amerikan Savunma Bakanı’ydı. 6 Haziran’da, 93 yaşında hayatını kaybetti. Ardında ondan nefret eden çok sayıda insan bıraktı. Milyonlarca kişinin ölümünden sorumlu tutuluyordu.
Bir dönemin en güçlü teknokratı, 20. yüzyılın kaderini değiştiren olaylarda büyük rol üstlenmişti.
Kurnaz ve kararlıydı; rasyonel kararlar alarak hiç yanlış yapmayacağını düşünüyordu. Ama korkunç hatalar yaptı. 1964’te Vietnam Savaşı “McNamara’nın Savaşı” olarak adlandırıldığında, “Bundan memnunluk duyarım,” dedi.
1995’te yayımladığı anılarında, Amerika’nın Vietnam Savaşı’nı kaybedeceğini 1965 yılında anladığını itiraf etti. Ama kendi ifadesine göre, bunu başkana bile söyleyememişti; çünkü Amerikan halkının moralini zayıflatmak istemiyordu...
***
Bugün Amerika’da McNamara’ya öfke duyanların yanında, onu saygıyla ananlar da var. Bu kişiler, sürekli McNamara’nın 1961’de göreve geldiğinde, Pentagon’un Sovyetler Birliği’ne nükleer saldırıda bulunacağını öğrendiğini ve bunu önlediğini anlatırlar...
Vietnam Savaşı’ndaki saldırıların şiddetini artırma fikrinin ondan değil, Başkan Lyndon Johnson’dan geldiğini söylerler. Yoksul ülkelere yardım amacıyla Dünya Bankası’nda yaptığı çalışmalardan söz ederler...
Ama yaptığı hataların, ta anılarını yazdığı 1995’e kadar koruduğu sessizliğinin nelere mal olduğunu es geçerler...
McNamara, Morris’in belgeselinde şu sorunun yanıtını hiç bulamadığını söylüyordu: “Kaybettiğinizde savaşı etik dışı yapan ve kazandığınızda onu ahlâki yapan şey nedir?”
Bunu duyduğumda hayrete düşmüştüm... Bir devlet adamı, kazanma, kaybetme ve ahlâk arasındaki bağı kuramıyordu. “Vietnam Savaşı’nı kazansaydık, yaptıklarımız suç sayılmayacaktı,” demeye getiriyordu.
Oysa savaşı kazansanız da, sivil insanların üzerine bomba atmışsanız savaş suçu işlemiş olursunuz... McNamara, işte bu basit gerçeği göremediği için onca insanın ölümüne neden oldu.
Onun düşüncesinde, istatistiki analizdeki sayılar, fırlatılan füzeler ve atılan bombalar demekti; beyni, ölen sivillerin sayısını görmezden geldi...
***
Amerika’dan bir şahin göçüp gitti... Fakat içinde yaşadığımız dönemde etrafımızda yeni McNamara’lar eksik değil. Hiç kuşkunuz olmasın; onlardan ikisi, Donald Rumsfeld ve Dick Cheney...
Irak savaşı da, kâr-zarar hesabı içinde insan yaşamını hiçe sayan bir anlayıştan güç aldı.
McNamara, geçmişteki sorumlulukları için hiçbir zaman özür dilemedi; sadece “Hatalıydık,” dedi. Birinci tekil şahıs kipini bile kullanmaya cesareti yoktu.
Irak’ta yaşananlar için Bush, Cheney ve Rumsfeld de özür dilemedi. Bush, bu sıralarda anılarını yazıyor. Bakalım kendisini haklı çıkarmak için o neye sığınacak?
Daha önceki gibi, “her şeyi Tanrı emriyle yaptığını” yinelerse şaşırmayın...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 19 Temmuz 2009
2004 yılında New York’ta sinemada gördüğüm bir belgesel, beni adeta koltuğa çivilemişti. Errol Morris’in Oscar ödüllü “The Fog of War” (Savaşın Sisi) adlı belgeseliydi izlediğim...
Robert Strange McNamara’nın 2. Dünya Savaşı’nda Tokyo’yu bombalayıp, erkek, kadın, çocuk, toplam 900 bin sivili öldürdüklerini söylerken perdeye yansıyan yüzünü hâlâ unutamıyorum.
Bir insanın düşebileceği en korkunç duruma düşmüş, dudakları titreyerek savaşta işlediği suçları anlatıyordu. Ama röportaj yöntemiyle çekilen belgeselde ağladığında bile acıma hissi uyandırmadı....
McNamara, Vietnam Savaşı’nın mimarı olarak tanınan Amerikan Savunma Bakanı’ydı. 6 Haziran’da, 93 yaşında hayatını kaybetti. Ardında ondan nefret eden çok sayıda insan bıraktı. Milyonlarca kişinin ölümünden sorumlu tutuluyordu.
Bir dönemin en güçlü teknokratı, 20. yüzyılın kaderini değiştiren olaylarda büyük rol üstlenmişti.
Kurnaz ve kararlıydı; rasyonel kararlar alarak hiç yanlış yapmayacağını düşünüyordu. Ama korkunç hatalar yaptı. 1964’te Vietnam Savaşı “McNamara’nın Savaşı” olarak adlandırıldığında, “Bundan memnunluk duyarım,” dedi.
1995’te yayımladığı anılarında, Amerika’nın Vietnam Savaşı’nı kaybedeceğini 1965 yılında anladığını itiraf etti. Ama kendi ifadesine göre, bunu başkana bile söyleyememişti; çünkü Amerikan halkının moralini zayıflatmak istemiyordu...
***
Bugün Amerika’da McNamara’ya öfke duyanların yanında, onu saygıyla ananlar da var. Bu kişiler, sürekli McNamara’nın 1961’de göreve geldiğinde, Pentagon’un Sovyetler Birliği’ne nükleer saldırıda bulunacağını öğrendiğini ve bunu önlediğini anlatırlar...
Vietnam Savaşı’ndaki saldırıların şiddetini artırma fikrinin ondan değil, Başkan Lyndon Johnson’dan geldiğini söylerler. Yoksul ülkelere yardım amacıyla Dünya Bankası’nda yaptığı çalışmalardan söz ederler...
Ama yaptığı hataların, ta anılarını yazdığı 1995’e kadar koruduğu sessizliğinin nelere mal olduğunu es geçerler...
McNamara, Morris’in belgeselinde şu sorunun yanıtını hiç bulamadığını söylüyordu: “Kaybettiğinizde savaşı etik dışı yapan ve kazandığınızda onu ahlâki yapan şey nedir?”
Bunu duyduğumda hayrete düşmüştüm... Bir devlet adamı, kazanma, kaybetme ve ahlâk arasındaki bağı kuramıyordu. “Vietnam Savaşı’nı kazansaydık, yaptıklarımız suç sayılmayacaktı,” demeye getiriyordu.
Oysa savaşı kazansanız da, sivil insanların üzerine bomba atmışsanız savaş suçu işlemiş olursunuz... McNamara, işte bu basit gerçeği göremediği için onca insanın ölümüne neden oldu.
Onun düşüncesinde, istatistiki analizdeki sayılar, fırlatılan füzeler ve atılan bombalar demekti; beyni, ölen sivillerin sayısını görmezden geldi...
***
Amerika’dan bir şahin göçüp gitti... Fakat içinde yaşadığımız dönemde etrafımızda yeni McNamara’lar eksik değil. Hiç kuşkunuz olmasın; onlardan ikisi, Donald Rumsfeld ve Dick Cheney...
Irak savaşı da, kâr-zarar hesabı içinde insan yaşamını hiçe sayan bir anlayıştan güç aldı.
McNamara, geçmişteki sorumlulukları için hiçbir zaman özür dilemedi; sadece “Hatalıydık,” dedi. Birinci tekil şahıs kipini bile kullanmaya cesareti yoktu.
Irak’ta yaşananlar için Bush, Cheney ve Rumsfeld de özür dilemedi. Bush, bu sıralarda anılarını yazıyor. Bakalım kendisini haklı çıkarmak için o neye sığınacak?
Daha önceki gibi, “her şeyi Tanrı emriyle yaptığını” yinelerse şaşırmayın...
1 Haziran 2009 Pazartesi
Cahillik mi, Aptallık mı?
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 31 Mayıs 2009
Amerika’da kan kaybeden Cumhuriyetçi Parti’nin çırpınışları giderek ilginçleşiyor. Guantanamo işkencelerine ait belgelerin kamuoyuna yansıması ortalığı iyice karıştırdı. Dick Cheney, son günlerde kanal kanal dolaşıp, işkencenin yasadışı olmadığını anlatmaya çalışıyor ama nafile...
Cumhuriyetçilerin tekrar tekrar pişirip halka yutturmaya çalıştığı bir diğer yanıltma ise, Obama’nın sosyalistliği... Amerikan sağının popüler iki ismi, radyo programcısı Rush Limbaugh ve Fox News’un saldırgan yorumcusu Bill O’Reilly, sürekli tekrarlıyor bu iddiayı. Onlar söyledikçe de inananlar çoğalıyor.
Ama sonunda sosyalistler bu saçmalığa dayanamadı ve ülkedeki en büyük örgütleri Amerikan Demokratik Sosyalistleri adına bir açıklama yaptılar.
Şöyle dedi örgüt başkanı Frank Llewellyn: “Demokratlar ile sosyalizmi özdeşleştirerek sosyalizmin adını lekeliyorlar. Çünkü Demokratik Parti, dünyadaki en kapitalist ikinci partidir. Ne yazık ki, Obama’nın seçilmesi de bunu değiştirmedi.”
Bu sözlerin, Amerikalılar'ın önemli bir bölümünü ikna edeceğini sanmıyorum. Çünkü bu ülkede yapay ama ortadan kaldırılması çok zor bir “sosyalizm paranoyası” var. Öyle ki, yüksek düzeyde eğitim almış olanlar bile, sosyalizmden ciddi şekilde korkuyor.
Amerikalılar'ın bu korkusu yüzünden, New York’ta benim başıma da garip bir olay geldi. Brezilya’da sosyalist Lula da Silva’nın Devlet Başkanı seçildiği günlerdi. Bir gece birkaç kişi bir restoranda toplanmıştık. Yanımda Brezilyalı bir arkadaşım oturuyordu. Ben de ona Lula'nın uygulayacağı politikalar üzerine sorular soruyordum.
Aramızda yer alan bir Amerikalı arkadaş ise, sıkılmış olacak ki, aniden yan masada yemek yiyen polise beni işaret edip, “Bu bayan komünist! Tutuklayın onu!” diye yükses sesle bağırdı...
Restorandaki insanların gözleri, aynı anda, şaşkınlıkla karışık bir dehşetle bana yönelmişti... Birkaç saniye dikkatle bana bakan polis, “İyi birine benziyorsun aslında...” dedi.
Korkuluk görmüş gibi donakalan insanları kendilerine getirmek için sakince şu karşılığı verdim: “Ben şimdi hepinizin bakışlarını o bağıran arkadaşa çevirecek bir şey söyleyeceğim. Kendisi, ‘özgürlükler ülkesi’ denilen bu ülkenin yetiştirdiği bir avukattır...”
O geceden sonra yıllar geçti. Bu arada, Amerikan kapitalizmi iyice kudurup, sonunda kendi kendisini vurdu... Şimdi bankalar devletleştirilirken, çare sosyal devlet politikalarında aranıyor. Lula’nın önderliğindeki Brezilya ise, borç batağından kurtulup IMF’ye borç verir hale geldi.
Ama Amerikalılar hâlâ uyanmadı. Kapitalizmin yarattığı gerçek kâbusu yaşarken bile, sosyalizme dair kafalarında yarattıkları hayali kâbusla uğraşıyorlar...
Obama’yı da sosyalist yapıp çıktılar; yılda 250 bin dolardan fazla kazananların gelir vergisini artırıyor diye hop oturup hop kalkıyorlar. Bütün bu kopan gürültüden anlaşılan o ki, Amerikan toplumu sosyalizmin ne olduğunu bilmiyor... Bilmese de korkuyor; ama bilmediğini bildiği için değil, bildiğini sandığı şeyden korkuyor...
"Cahil olunabilir ama bu kadar aptallık olur mu?" diye sorası geliyor insanın... The Economist dergisi, Ben Bernanke ve Warren Buffet, seçimden önce açıkça Obama’yı desteklemedi mi?
Kapitalist ideolojinin dünyadaki en etkili yayın organı olan bir dergi, hiç bir sosyalisti destekler mi?
Bernanke, kapitalist sistemin motoru Amerikan Merkez Bankası’nın Başkanı değil mi?
Warren Buffet, dünyanın en zengin yatırımcısı değil mi?
Ne demeli?...
Bertrand Russell haklıydı. İnsanlar aptal değil, cahil doğar ve verilen yanlış eğitimle de aptallaşır...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 31 Mayıs 2009
Amerika’da kan kaybeden Cumhuriyetçi Parti’nin çırpınışları giderek ilginçleşiyor. Guantanamo işkencelerine ait belgelerin kamuoyuna yansıması ortalığı iyice karıştırdı. Dick Cheney, son günlerde kanal kanal dolaşıp, işkencenin yasadışı olmadığını anlatmaya çalışıyor ama nafile...
Cumhuriyetçilerin tekrar tekrar pişirip halka yutturmaya çalıştığı bir diğer yanıltma ise, Obama’nın sosyalistliği... Amerikan sağının popüler iki ismi, radyo programcısı Rush Limbaugh ve Fox News’un saldırgan yorumcusu Bill O’Reilly, sürekli tekrarlıyor bu iddiayı. Onlar söyledikçe de inananlar çoğalıyor.
Ama sonunda sosyalistler bu saçmalığa dayanamadı ve ülkedeki en büyük örgütleri Amerikan Demokratik Sosyalistleri adına bir açıklama yaptılar.
Şöyle dedi örgüt başkanı Frank Llewellyn: “Demokratlar ile sosyalizmi özdeşleştirerek sosyalizmin adını lekeliyorlar. Çünkü Demokratik Parti, dünyadaki en kapitalist ikinci partidir. Ne yazık ki, Obama’nın seçilmesi de bunu değiştirmedi.”
Bu sözlerin, Amerikalılar'ın önemli bir bölümünü ikna edeceğini sanmıyorum. Çünkü bu ülkede yapay ama ortadan kaldırılması çok zor bir “sosyalizm paranoyası” var. Öyle ki, yüksek düzeyde eğitim almış olanlar bile, sosyalizmden ciddi şekilde korkuyor.
Amerikalılar'ın bu korkusu yüzünden, New York’ta benim başıma da garip bir olay geldi. Brezilya’da sosyalist Lula da Silva’nın Devlet Başkanı seçildiği günlerdi. Bir gece birkaç kişi bir restoranda toplanmıştık. Yanımda Brezilyalı bir arkadaşım oturuyordu. Ben de ona Lula'nın uygulayacağı politikalar üzerine sorular soruyordum.
Aramızda yer alan bir Amerikalı arkadaş ise, sıkılmış olacak ki, aniden yan masada yemek yiyen polise beni işaret edip, “Bu bayan komünist! Tutuklayın onu!” diye yükses sesle bağırdı...
Restorandaki insanların gözleri, aynı anda, şaşkınlıkla karışık bir dehşetle bana yönelmişti... Birkaç saniye dikkatle bana bakan polis, “İyi birine benziyorsun aslında...” dedi.
Korkuluk görmüş gibi donakalan insanları kendilerine getirmek için sakince şu karşılığı verdim: “Ben şimdi hepinizin bakışlarını o bağıran arkadaşa çevirecek bir şey söyleyeceğim. Kendisi, ‘özgürlükler ülkesi’ denilen bu ülkenin yetiştirdiği bir avukattır...”
O geceden sonra yıllar geçti. Bu arada, Amerikan kapitalizmi iyice kudurup, sonunda kendi kendisini vurdu... Şimdi bankalar devletleştirilirken, çare sosyal devlet politikalarında aranıyor. Lula’nın önderliğindeki Brezilya ise, borç batağından kurtulup IMF’ye borç verir hale geldi.
Ama Amerikalılar hâlâ uyanmadı. Kapitalizmin yarattığı gerçek kâbusu yaşarken bile, sosyalizme dair kafalarında yarattıkları hayali kâbusla uğraşıyorlar...
Obama’yı da sosyalist yapıp çıktılar; yılda 250 bin dolardan fazla kazananların gelir vergisini artırıyor diye hop oturup hop kalkıyorlar. Bütün bu kopan gürültüden anlaşılan o ki, Amerikan toplumu sosyalizmin ne olduğunu bilmiyor... Bilmese de korkuyor; ama bilmediğini bildiği için değil, bildiğini sandığı şeyden korkuyor...
"Cahil olunabilir ama bu kadar aptallık olur mu?" diye sorası geliyor insanın... The Economist dergisi, Ben Bernanke ve Warren Buffet, seçimden önce açıkça Obama’yı desteklemedi mi?
Kapitalist ideolojinin dünyadaki en etkili yayın organı olan bir dergi, hiç bir sosyalisti destekler mi?
Bernanke, kapitalist sistemin motoru Amerikan Merkez Bankası’nın Başkanı değil mi?
Warren Buffet, dünyanın en zengin yatırımcısı değil mi?
Ne demeli?...
Bertrand Russell haklıydı. İnsanlar aptal değil, cahil doğar ve verilen yanlış eğitimle de aptallaşır...
Etiketler:
Amerika,
Barack Obama,
Ben Bernanke,
Bill O'Reilly,
Brezilya,
Dick Cheney,
Frank Llewellyn,
IMF,
kapitalizm,
Lula da Silva,
Rush Limbaugh,
sosyalizm,
Warren Buffet
4 Mayıs 2009 Pazartesi
İşkenceci Suçsuz mu?
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 3 Mayıs 2009
“Waterboard” (su işkencesi) denilen yöntemde, tutuklu, eğimli bir zemine sıkıca bağlanır. Ayaklar genellikle yukarıya doğru durur. Gözleri ve alnı bir bezle kapatılarak, kontrollü bir şekilde beze su dökülür.
Bu sırada, bez yavaş yavaş aşağıya doğru çekilerek, burnu ve ağzı kapatacak şekle getirilir. Islak bez, kişinin nefes alışını zorlaştırır; bazen de olanaksızlaştırır.
Bez iyice ıslanıp, sadece ağzı ve burnu örter duruma gelince, su akışı 20-40 saniye ile sınırlandırılır. Bu durum, tutuklunun kanındaki karbondioksit oranını yükseltir. Yükselen karbondioksit oranı ise, nefes alma çabasını artırır.
Bununla birlikte bezin varlığı, suda boğulma hissi doğurarak panik yaratır. Tutuklu, kafasını çevirerek karşı koymaya çalışırsa, sorgulayıcı, onu durdurmak için ellerini kişinin burnunun ve ağzının üzerine kapatır.
Bu aşamadan sonra bez kaldırılır ve tutuklunun 3 ya da 4 kez nefes almasına izin verilir. Bu işlem, daha sonra tekrarlanır.”
***
Yukarıdaki ifadeler, Amerikan Adalet Bakanlığı yetkililerinin, terör şüphelilerine uygulanacak işkenceleri açıklamak için, CIA Genel Danışmanı John A. Rizzo’ya gönderdikleri resmi yazılarda yer alıyor...
Uzmanlara göre, aşırı acı ve boğulma hissi yaratan su işkencesi, ciğerlere ve beyne zarar veriyor, ayrıca psikolojik bozukluklara yol açıyor.
Yazılarda ayrıntılı olarak tarif edilen tek işkence tekniği bu değil... Tutukluyu nefes almakta güçlük çekeceği kadar dar bir kutuya kapatmak; çıplak bırakmak; içinde böcek olan bir alana koyup korkutmak; günlerce uykusuz bırakmak vb. birçok insanlık dışı yöntem anlatılıyor.
Obama, kısa bir süre önce, bu gizli belgeleri kamuoyuna açıklama kararı aldı...Ve Amerika’da kızılca kıyamet koptu. Bush yönetiminin terör şüphelilerine yıllardır uyguladığı işkenceler bir bir ortaya döküldü.
Tabii başta Dick Cheney olmak üzere, Bush'un şahinleri, derhal savunmaya geçtiler; işkence ile çok önemli bilgilere ulaşıldığını ve böylece Amerikan vatandaşlarının güvenliğinin sağlandığını iddia ettiler.
Kimileri de, Obama’yı CIA’in gücünü azaltmakla suçladı. Obama ise, çareyi, CIA'yi ziyaret edip, işkence uygulamaları nedeniyle kurum görevlilerinin yargılanmayacağını söylemekte buldu...
Gerekçesini de, “geçmişten intikam alma değil, geleceğe bakma zamanı” anlamında kullandığı “reflection, not retribution” ifadesiyle özetledi. Belli ki, bu meselenin iki partili toplumda ciddi bir ayrışmaya yol açmasından çekiniyor.
Ama kopan fırtına öyle hemen duracak gibi değil. İnsan hakları savunucuları, medyanın önemli bir kesimi ve Birleşmiş Milletler, Obama’nın bu açıklamasını sert bir şekilde eleştirdi.
Tepkiler artınca da, aradan sadece birkaç gün geçmesine karşın, Obama tavır değiştirdi. Kendi ifadesiyle, başkan olarak karar almakta en çok zorlandığı konulardan biriydi bu... Sonunda, partiler üstü ve bağımsız bir komisyonun iddiaları araştırmasını destekleyebileceğini söyledi.
Çünkü bir hukuk devletinde, yasaları çiğneyen görevlilerin cezalandırılıp cezalandırılmamasının Başkan’ın vereceği siyasi bir karar olmadığı hatırlatılmıştı kendisine...
Obama’nın yanaşmadığı Kongre soruşturması ya da özel savcı formülü için bastıranlar tatmin olmuş değil. Fakat bu meselede asıl gürültü, bir başka noktadan çıkacak...
“İşkenceyi, Bush yönetiminin belirlediği çerçeveye uyarak uygulayanlar cezalandırılmamalı; soruşturma, işkenceyi öneren o çerçeveyi belirleyenleri kapsamalı,” diyor Obama...
Bir dakika... Doğru mu anladık gerçekten? İşkenceci suçsuz olabilir mi?..
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 3 Mayıs 2009
“Waterboard” (su işkencesi) denilen yöntemde, tutuklu, eğimli bir zemine sıkıca bağlanır. Ayaklar genellikle yukarıya doğru durur. Gözleri ve alnı bir bezle kapatılarak, kontrollü bir şekilde beze su dökülür.
Bu sırada, bez yavaş yavaş aşağıya doğru çekilerek, burnu ve ağzı kapatacak şekle getirilir. Islak bez, kişinin nefes alışını zorlaştırır; bazen de olanaksızlaştırır.
Bez iyice ıslanıp, sadece ağzı ve burnu örter duruma gelince, su akışı 20-40 saniye ile sınırlandırılır. Bu durum, tutuklunun kanındaki karbondioksit oranını yükseltir. Yükselen karbondioksit oranı ise, nefes alma çabasını artırır.
Bununla birlikte bezin varlığı, suda boğulma hissi doğurarak panik yaratır. Tutuklu, kafasını çevirerek karşı koymaya çalışırsa, sorgulayıcı, onu durdurmak için ellerini kişinin burnunun ve ağzının üzerine kapatır.
Bu aşamadan sonra bez kaldırılır ve tutuklunun 3 ya da 4 kez nefes almasına izin verilir. Bu işlem, daha sonra tekrarlanır.”
***
Yukarıdaki ifadeler, Amerikan Adalet Bakanlığı yetkililerinin, terör şüphelilerine uygulanacak işkenceleri açıklamak için, CIA Genel Danışmanı John A. Rizzo’ya gönderdikleri resmi yazılarda yer alıyor...
Uzmanlara göre, aşırı acı ve boğulma hissi yaratan su işkencesi, ciğerlere ve beyne zarar veriyor, ayrıca psikolojik bozukluklara yol açıyor.
Yazılarda ayrıntılı olarak tarif edilen tek işkence tekniği bu değil... Tutukluyu nefes almakta güçlük çekeceği kadar dar bir kutuya kapatmak; çıplak bırakmak; içinde böcek olan bir alana koyup korkutmak; günlerce uykusuz bırakmak vb. birçok insanlık dışı yöntem anlatılıyor.
Obama, kısa bir süre önce, bu gizli belgeleri kamuoyuna açıklama kararı aldı...Ve Amerika’da kızılca kıyamet koptu. Bush yönetiminin terör şüphelilerine yıllardır uyguladığı işkenceler bir bir ortaya döküldü.
Tabii başta Dick Cheney olmak üzere, Bush'un şahinleri, derhal savunmaya geçtiler; işkence ile çok önemli bilgilere ulaşıldığını ve böylece Amerikan vatandaşlarının güvenliğinin sağlandığını iddia ettiler.
Kimileri de, Obama’yı CIA’in gücünü azaltmakla suçladı. Obama ise, çareyi, CIA'yi ziyaret edip, işkence uygulamaları nedeniyle kurum görevlilerinin yargılanmayacağını söylemekte buldu...
Gerekçesini de, “geçmişten intikam alma değil, geleceğe bakma zamanı” anlamında kullandığı “reflection, not retribution” ifadesiyle özetledi. Belli ki, bu meselenin iki partili toplumda ciddi bir ayrışmaya yol açmasından çekiniyor.
Ama kopan fırtına öyle hemen duracak gibi değil. İnsan hakları savunucuları, medyanın önemli bir kesimi ve Birleşmiş Milletler, Obama’nın bu açıklamasını sert bir şekilde eleştirdi.
Tepkiler artınca da, aradan sadece birkaç gün geçmesine karşın, Obama tavır değiştirdi. Kendi ifadesiyle, başkan olarak karar almakta en çok zorlandığı konulardan biriydi bu... Sonunda, partiler üstü ve bağımsız bir komisyonun iddiaları araştırmasını destekleyebileceğini söyledi.
Çünkü bir hukuk devletinde, yasaları çiğneyen görevlilerin cezalandırılıp cezalandırılmamasının Başkan’ın vereceği siyasi bir karar olmadığı hatırlatılmıştı kendisine...
Obama’nın yanaşmadığı Kongre soruşturması ya da özel savcı formülü için bastıranlar tatmin olmuş değil. Fakat bu meselede asıl gürültü, bir başka noktadan çıkacak...
“İşkenceyi, Bush yönetiminin belirlediği çerçeveye uyarak uygulayanlar cezalandırılmamalı; soruşturma, işkenceyi öneren o çerçeveyi belirleyenleri kapsamalı,” diyor Obama...
Bir dakika... Doğru mu anladık gerçekten? İşkenceci suçsuz olabilir mi?..
Etiketler:
Amerika,
Barack Obama,
Dick Cheney,
George W. Bush,
işkence,
terör
5 Ocak 2009 Pazartesi
Obama Ne Yapacak?
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/4 Ocak 2009
Harvard International Review dergisinin internet baskısında, kısa bir süre önce Dr. Steven Kull imzalı bir makale yayımlandı. Makalenin başlığı ilginç: “Obama, Amerika’nın Ortadoğu’daki İmajını Düzeltebilir mi?”
Steven Kull, Maryland Üniversitesi Uluslararası Politika Davranışları Programı’nın (PIPA) direktörü. Yazısı, araştırma verilerine dayandığı için oldukça önemli. Altı çizilmesi gereken noktaları aktarmaya çalışacağım.
Temmuz-Ağustos 2008 döneminde BBC/GolobeScan/PIPA için 22 ülkede yapılan bir araştırmaya göre, Obama’nın yarattığı heyecan en az Ortadoğu’da hissediliyor. Bu bölgede Obama’ya verilen destek, dünyanın diğer bölgelerine göre düşük. Mısır ve Türkiye’de % 26, Lübnan’da % 39, Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) % 46.
“Obama’nın başkanlığı, Amerika’nın dünya ile ilişkilerinde ne gibi etkiler yapar?” sorusuna, "Daha olumlu," şeklinde yanıt verenlerin oranı şöyle: Mısır % 29, Türkiye % 11, Lübnan % 30, BAE % 40. Bu konuda dünya ortalaması % 46; Avrupa ve Afrika’daki oranlar ise, çok daha üst düzeylerde.
Araştırma kuruluşu PEW için yapılan bir çalışmada ise, uluslararası ilişkilerde doğru olanı yapacağı konusunda Obama’ya ne kadar güven duyulduğu soruluyor. Sonuçlar şu şekilde: Pakistan ve Türkiye’de % 7, Mısır’da % 23, Ürdün’de % 20, Lübnan’da % 22.
Dr. Kull, bu sonuçlar üzerine, “Amerika’nın Ortadoğu ile ilişkilerini değiştirmek için ‘Bush olmamak’ yeterli değilse, ne gerekiyor?” sorusunun yanıtını araştırmış.
Aldığı yanıtları değerlendirince de, Ortadoğu halklarının özellikle üç temel konuda Obama yönetiminin ne yapacağına bakacağı ortaya çıkmış.
1.Amerika, bölgede baskın bir askeri güç bulundurmaya devam edecek mi?
2.Amerika, İsrail-Filistin çatışmasında tarafsız bir rol üstlenecek mi?
3.Amerika, bölgede demokratikleşmeyi destekleyecek mi?
***
Peki, Amerika Obama’nın önerdiği gibi 16 aylık bir sürede Irak’tan askerlerini çekerse, birinci sorudaki endişeler azalır mı? Hiç sanmıyorum. Çünkü Amerika’nın strateji ve enerji politikalarını bir yana bırakıp, bölgeden tümüyle elini çekeceği hayaline kapılmak için çok saf olmak lazım...
İsrail-Filistin konusunda Amerika’dan tarafsızlık beklemek içinse, Amerikan politikasını hiç bilmemek gerekir. Amerikan dış politikası, Ortadoğu’da İsrail’in korunup desteklenmesi üzerine kuruludur. Obama da, kampanyası boyunca bu konuda İsrail’e büyük destek verdi. İsrail lobisini arkasına almadan başkan seçilmesi olanaklı da değildi. Amerika, İsrail-Filistin barış antlaşmasının sağlanmasına aracılık etme çabalarını sürdürse bile, Gazze'yi yine kana bulayan İsrail’in 1967 sınırlarına geri dönmesini sağlayabilir mi?
Gelelim bizi de yakından ilgilendiren üçüncü endişeye... Amerika, Ortadoğu’da demokratikleşmeyi destekler mi?
Irak’a kitle imha silahları olduğu yalanını uydurarak girdiler; ama olmadığı ortaya çıkınca Saddam gibi bir diktatörü devirdiklerini, Irak’a demokrasi ihraç edeceklerini söylediler. Edebildiler mi? Hayır. Irak, bugün hâlâ Amerika’nın güdümünde ve işgali altındadır.
Amerika’nın bu demokrasi havariliğinin inandırıcı olması için Obama’nın yapması gereken çok şey var.
Bakalım Müslüman coğrafyadaki tek laik cumhuriyet Türkiye’ye ılımlı İslam’ı dayatmaktan vazgeçecek mi?
İşine geldiği için Mısır ve Suudi Arabistan’daki baskıcı rejimleri desteklemeye son verecek mi?
Emperyalist politikaları terk edecek mi?
Sadece kendi ülkesinin vatandaşları için değil, herkes için barışı, demokrasiyi ve insan haklarını savunabilecek mi?
Cheney'in bile övgü yağdırdığı şahinlerle dolu yeni kabinesiyle bunları yapabilecek mi?
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/4 Ocak 2009
Harvard International Review dergisinin internet baskısında, kısa bir süre önce Dr. Steven Kull imzalı bir makale yayımlandı. Makalenin başlığı ilginç: “Obama, Amerika’nın Ortadoğu’daki İmajını Düzeltebilir mi?”
Steven Kull, Maryland Üniversitesi Uluslararası Politika Davranışları Programı’nın (PIPA) direktörü. Yazısı, araştırma verilerine dayandığı için oldukça önemli. Altı çizilmesi gereken noktaları aktarmaya çalışacağım.
Temmuz-Ağustos 2008 döneminde BBC/GolobeScan/PIPA için 22 ülkede yapılan bir araştırmaya göre, Obama’nın yarattığı heyecan en az Ortadoğu’da hissediliyor. Bu bölgede Obama’ya verilen destek, dünyanın diğer bölgelerine göre düşük. Mısır ve Türkiye’de % 26, Lübnan’da % 39, Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) % 46.
“Obama’nın başkanlığı, Amerika’nın dünya ile ilişkilerinde ne gibi etkiler yapar?” sorusuna, "Daha olumlu," şeklinde yanıt verenlerin oranı şöyle: Mısır % 29, Türkiye % 11, Lübnan % 30, BAE % 40. Bu konuda dünya ortalaması % 46; Avrupa ve Afrika’daki oranlar ise, çok daha üst düzeylerde.
Araştırma kuruluşu PEW için yapılan bir çalışmada ise, uluslararası ilişkilerde doğru olanı yapacağı konusunda Obama’ya ne kadar güven duyulduğu soruluyor. Sonuçlar şu şekilde: Pakistan ve Türkiye’de % 7, Mısır’da % 23, Ürdün’de % 20, Lübnan’da % 22.
Dr. Kull, bu sonuçlar üzerine, “Amerika’nın Ortadoğu ile ilişkilerini değiştirmek için ‘Bush olmamak’ yeterli değilse, ne gerekiyor?” sorusunun yanıtını araştırmış.
Aldığı yanıtları değerlendirince de, Ortadoğu halklarının özellikle üç temel konuda Obama yönetiminin ne yapacağına bakacağı ortaya çıkmış.
1.Amerika, bölgede baskın bir askeri güç bulundurmaya devam edecek mi?
2.Amerika, İsrail-Filistin çatışmasında tarafsız bir rol üstlenecek mi?
3.Amerika, bölgede demokratikleşmeyi destekleyecek mi?
***
Peki, Amerika Obama’nın önerdiği gibi 16 aylık bir sürede Irak’tan askerlerini çekerse, birinci sorudaki endişeler azalır mı? Hiç sanmıyorum. Çünkü Amerika’nın strateji ve enerji politikalarını bir yana bırakıp, bölgeden tümüyle elini çekeceği hayaline kapılmak için çok saf olmak lazım...
İsrail-Filistin konusunda Amerika’dan tarafsızlık beklemek içinse, Amerikan politikasını hiç bilmemek gerekir. Amerikan dış politikası, Ortadoğu’da İsrail’in korunup desteklenmesi üzerine kuruludur. Obama da, kampanyası boyunca bu konuda İsrail’e büyük destek verdi. İsrail lobisini arkasına almadan başkan seçilmesi olanaklı da değildi. Amerika, İsrail-Filistin barış antlaşmasının sağlanmasına aracılık etme çabalarını sürdürse bile, Gazze'yi yine kana bulayan İsrail’in 1967 sınırlarına geri dönmesini sağlayabilir mi?
Gelelim bizi de yakından ilgilendiren üçüncü endişeye... Amerika, Ortadoğu’da demokratikleşmeyi destekler mi?
Irak’a kitle imha silahları olduğu yalanını uydurarak girdiler; ama olmadığı ortaya çıkınca Saddam gibi bir diktatörü devirdiklerini, Irak’a demokrasi ihraç edeceklerini söylediler. Edebildiler mi? Hayır. Irak, bugün hâlâ Amerika’nın güdümünde ve işgali altındadır.
Amerika’nın bu demokrasi havariliğinin inandırıcı olması için Obama’nın yapması gereken çok şey var.
Bakalım Müslüman coğrafyadaki tek laik cumhuriyet Türkiye’ye ılımlı İslam’ı dayatmaktan vazgeçecek mi?
İşine geldiği için Mısır ve Suudi Arabistan’daki baskıcı rejimleri desteklemeye son verecek mi?
Emperyalist politikaları terk edecek mi?
Sadece kendi ülkesinin vatandaşları için değil, herkes için barışı, demokrasiyi ve insan haklarını savunabilecek mi?
Cheney'in bile övgü yağdırdığı şahinlerle dolu yeni kabinesiyle bunları yapabilecek mi?
Etiketler:
Amerika,
Barack Obama,
Dick Cheney,
Filistin,
George W. Bush,
ılımlı İslam,
Irak,
İsrail,
Ortadoğu,
Türkiye
21 Nisan 2008 Pazartesi
Cheney'i Gandhi Gibi Gösterecek Başkan Adayı
© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/20 Nisan 2008
O da kim?
Kim o derece şahin olabilir ki, ABD Başkan Yardımcısı Cheney onun yanında Gandhi gibi kalsın?!
Amerikalı politikacı/yazar Pat Buchanan’a göre o kişi, başkan adaylığı kesinleşen Cumhuriyetçi John McCain. Buchanan, geçmişte Nixon, Ford, Reagan gibi başkanlara danışmanlık yapan çok tanınmış bir isim.
Muhafazakar kesimin önde gelenlerinden birisi böyle diyorsa, gerisini siz düşünün…
***
George W. Bush’un Beyaz Saray’daki koltuğundan ayrılmasına az kaldı. Başkanlık seçimleri bu yıl 4 Kasım’da. Ama prosedüre göre, yeni başkan ve başkan yardımcısı, göreve 20 Ocak 2009 tarihinde yemin ederek başlayacak.
Sonuç olarak, dünyada milyonlarca insan nefesini tutmuş bir halde, Bush’un gidişini kutlamayı bekliyor.
Bugünlerde Bush, her ne kadar şehit askerlerin arkasından ağlasa da, etrafa gülücük dağıtmaya çalışıp her gittiği yerde dans etse de, hiç kuşkusuz en sevilmeyen politikacılar arasında ilk sıralarda.
O listede Bush’un hemen yanında yer alanlardan birisi de Dick Cheney. Kapılı kapılar ardında Amerika’yı asıl yönetenin o olduğunu herkes biliyor artık.
Fakat Cheney’in sevilmemekle ilgili bir sorunu yok, bu nedenle de Bush gibi umutsuzca şirin gözükmeye çalışmıyor. Hatta geçenlerde Türkiye’ye yaptığı ziyarette, kendisine bu konuda soru yönelten bir Amerikalı gazeteciye, “Eğer sevilmek isteseydim, televizyon muhabiri olurdum,” şeklinde bir yanıt vermiş.
Yani hem kendi halkı hem de dünyadaki diğer halklar tarafından sevilmediğini, hatta nefret edildiğini biliyor ve bu hiç umurunda değil…
Böyle bir adamı Gandhi gibi gösterecek McCain’in başkan olması durumunda neler olur? İnsan düşününce bile ürperiyor.
***
İşin ilginç tarafı, Amerikalı seçmenlerin çoğunluğu, John McCain hakkındaki gerçeklerin farkında değil. Amerikan medyasında çizilen McCain portresi, büyük ölçüde Cumhuriyetçi adayın savaş gazisi, deneyimli senatör ve güvenilir politikacı imajlarına dayanıyor.
Öyleyse biz pek öne çıkarılmayanları sıralayalım:
McCain, özellikle Irak, Rusya ve Çin konusunda, Bush-Cheney politikalarına göre çok daha sertlik yanlısı. Irak’tan çekilmek gibi bir planı yok, bölgede kalmaktan yana. Bush’un “ülkesine derinden bağlı bir lider” diye tanımladığı Putin’in gözlerine baktığında, sadece KGB harflerini gördüğünü söylüyor. Çin’in dünya liderliğine soyunmasından rahatsız. Bu ülkeyi, Amerika’nın çıkarlarına baş tehdit yaratacak bir güç olarak görüyor.
Bush yönetiminin uyguladığı önleyici savaş (pre-emptive war) stratejisini şiddetle savunuyor.
McCain, son dönemde özellikle aşırı dinci sağ kesimle yakın temas içinde. Amerika’nın varoluş amacının İslam dinini yok etmek olduğuna inanan rahip Rod Parsley’i ruhani lideri olarak tanımlıyor.
İşkenceye karşı olduğu izlenimini vermeye çalışıyor, ama bir yandan da CIA’nin uyguladığı basınçlı su ile sorgulama (waterboarding) olarak bilinen işkence tekniğinin yasaklanması için verilen yasa önerisine karşı oy kullanıyor.
Ev için aldıkları banka kredilerini ödeyemez hale gelenlere ikinci bir iş bulup tatilden vazgeçmelerini öneriyor. Ardından kendisine ve eşine ait en az sekiz adet ev olduğu ortaya çıkıyor.
Kürtaj konusunda kadınların karar verme hakkına karşı. Tüm çocukların sağlık sigortası kapsamına alınmasını öneren yasaya karşı. Çok sayıda lobi grubundan kampanyasına büyük miktarlarda yardım kabul ediyor.
McCain ABD Başkanı seçilirse, olabilecekleri tahmin etmek çok da zor değil...
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/20 Nisan 2008
O da kim?
Kim o derece şahin olabilir ki, ABD Başkan Yardımcısı Cheney onun yanında Gandhi gibi kalsın?!
Amerikalı politikacı/yazar Pat Buchanan’a göre o kişi, başkan adaylığı kesinleşen Cumhuriyetçi John McCain. Buchanan, geçmişte Nixon, Ford, Reagan gibi başkanlara danışmanlık yapan çok tanınmış bir isim.
Muhafazakar kesimin önde gelenlerinden birisi böyle diyorsa, gerisini siz düşünün…
***
George W. Bush’un Beyaz Saray’daki koltuğundan ayrılmasına az kaldı. Başkanlık seçimleri bu yıl 4 Kasım’da. Ama prosedüre göre, yeni başkan ve başkan yardımcısı, göreve 20 Ocak 2009 tarihinde yemin ederek başlayacak.
Sonuç olarak, dünyada milyonlarca insan nefesini tutmuş bir halde, Bush’un gidişini kutlamayı bekliyor.
Bugünlerde Bush, her ne kadar şehit askerlerin arkasından ağlasa da, etrafa gülücük dağıtmaya çalışıp her gittiği yerde dans etse de, hiç kuşkusuz en sevilmeyen politikacılar arasında ilk sıralarda.
O listede Bush’un hemen yanında yer alanlardan birisi de Dick Cheney. Kapılı kapılar ardında Amerika’yı asıl yönetenin o olduğunu herkes biliyor artık.
Fakat Cheney’in sevilmemekle ilgili bir sorunu yok, bu nedenle de Bush gibi umutsuzca şirin gözükmeye çalışmıyor. Hatta geçenlerde Türkiye’ye yaptığı ziyarette, kendisine bu konuda soru yönelten bir Amerikalı gazeteciye, “Eğer sevilmek isteseydim, televizyon muhabiri olurdum,” şeklinde bir yanıt vermiş.
Yani hem kendi halkı hem de dünyadaki diğer halklar tarafından sevilmediğini, hatta nefret edildiğini biliyor ve bu hiç umurunda değil…
Böyle bir adamı Gandhi gibi gösterecek McCain’in başkan olması durumunda neler olur? İnsan düşününce bile ürperiyor.
***
İşin ilginç tarafı, Amerikalı seçmenlerin çoğunluğu, John McCain hakkındaki gerçeklerin farkında değil. Amerikan medyasında çizilen McCain portresi, büyük ölçüde Cumhuriyetçi adayın savaş gazisi, deneyimli senatör ve güvenilir politikacı imajlarına dayanıyor.
Öyleyse biz pek öne çıkarılmayanları sıralayalım:
McCain, özellikle Irak, Rusya ve Çin konusunda, Bush-Cheney politikalarına göre çok daha sertlik yanlısı. Irak’tan çekilmek gibi bir planı yok, bölgede kalmaktan yana. Bush’un “ülkesine derinden bağlı bir lider” diye tanımladığı Putin’in gözlerine baktığında, sadece KGB harflerini gördüğünü söylüyor. Çin’in dünya liderliğine soyunmasından rahatsız. Bu ülkeyi, Amerika’nın çıkarlarına baş tehdit yaratacak bir güç olarak görüyor.
Bush yönetiminin uyguladığı önleyici savaş (pre-emptive war) stratejisini şiddetle savunuyor.
McCain, son dönemde özellikle aşırı dinci sağ kesimle yakın temas içinde. Amerika’nın varoluş amacının İslam dinini yok etmek olduğuna inanan rahip Rod Parsley’i ruhani lideri olarak tanımlıyor.
İşkenceye karşı olduğu izlenimini vermeye çalışıyor, ama bir yandan da CIA’nin uyguladığı basınçlı su ile sorgulama (waterboarding) olarak bilinen işkence tekniğinin yasaklanması için verilen yasa önerisine karşı oy kullanıyor.
Ev için aldıkları banka kredilerini ödeyemez hale gelenlere ikinci bir iş bulup tatilden vazgeçmelerini öneriyor. Ardından kendisine ve eşine ait en az sekiz adet ev olduğu ortaya çıkıyor.
Kürtaj konusunda kadınların karar verme hakkına karşı. Tüm çocukların sağlık sigortası kapsamına alınmasını öneren yasaya karşı. Çok sayıda lobi grubundan kampanyasına büyük miktarlarda yardım kabul ediyor.
McCain ABD Başkanı seçilirse, olabilecekleri tahmin etmek çok da zor değil...
-
Etiketler:
ABD Başkanlık Seçimleri,
Amerika,
Dick Cheney,
Gandhi,
George W. Bush,
John McCain,
Putin