27 Nisan 2009 Pazartesi

Yine Yazı Kazandı...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 26 Nisan 2009

Geçen hafta İstanbul Film Festivali’nde “Disgrace” (Utanç) adlı filmi seyrettim. Doğrusu, bir filmi izleyip izlememek konusunda hiç bu kadar kararsız kalmamıştım...

Nobel ödüllü Güney Afrikalı yazar J.M. Coetzee’nin aynı adlı romanından uyarlanan filmi merak ediyordum; ama kitabın bende bıraktığı etkiyi bozmak da istemiyordum...

Romanı yedi yıl önce ilk okuduğumda, tek kelimeyle sarsılmıştım. Neden bu kadar etkilenmiştim?

En önemli nedeni yazarı... Coetzee, bana göre, yaşayan en iyi romancı. Edebiyat ve dilbilim profesörü olduğu için, İngilizce’yi kullanmadaki ustalığına şaşırmamak gerek belki...

Onun yazılarında beni çarpan ilk özellik, sözcükler üzerindeki hakimiyeti... Hiçbir eserinde tek bir fazla sözcük yok; o kadar yalın bir dille ama etkileyici yazıyor. (İngilizce bilenlerin kitabı özellikle aslından okumasını öneririm.)

Ele aldığı konular ise, çok ilgi çekici. Sosyal adalet, şiddet, ikilemler, ırk ayrımcılığı, sömürgecilik, suçluluk duygusu, yabancılaşma, insan ve hayvanların yaşam hakkına eşitlkçi yaklaşım, insan ruhunun zayıflıkları gibi konuları işliyor çoğunlukla...

Okurken rahatsız oluyor, tepki veriyorsunuz. Yazarın bunu yapma nedeni, sanata olan bakışı. Çünkü sanatçı ciddiyetinin, etikle estetiği bir araya getirmek anlamına geldiğine inanıyor.

Çok boyutlu karakterlerin karmaşık ilişkilerini anlatırken, olayın geçtiği yerin toplumsal atmosferini büyük bir başarıyla aktarıyor Coetzee. “Disgrace”de, Güney Afrika’da resmi ırk ayrımı politikasının 1990'larda sona ermesinden sonra, ülkede yaşanan sosyal travma ile bireylerin yaptığı tercihler arasında çarpıcı parallellikler kuruyor.

Romanlarının bir özelliği de, anlatımlarında sık sık metafor kullanması... Örneğin, Byron ve Wordsworth’ün şiirleri ve köpekler, “Disgrace”de önemli birer simgedir.



Baş karakter Prof. David Lurie, üniversitede romantik şiir dersleri veren, 52 yaşında, boşanmış bir hocadır. Tutkularına yenilip siyahi bir öğrencisiyle ilişkiye girince, hayatı tamamen değişir. Güney Afrika’nın vahşi kırsalında yaşam savaşı veren lezbiyen kızının çiftlik evine taşındığında, son derece dramatik olaylar gelişir...

Esas olarak üç ana tema etrafında döner roman: Suç, utanç ve zulüm... İnsanın insana, erkeğin kadına, toplumun bireye, insanın hayvana yaptığı zulüm... Fiziksel ya da ruhsal...

Sinemaya sadece eğlenmek için gidenler, bu hikayeyi çok olumsuz bularak eleştirebilir tabii...

Nitekim, Emek Sineması’nda arkamda oturan turistlerin, filmin sonunda yaptığı değerlendirmeler de bu yöndeydi. “Kitap kadar depresif!” dedi birisi... Sanki böyle bir hikaye, eğlenceli olabilirmiş gibi...

Bir diğeri, “Beni bir tek çocuklara yapılan acımasızlık etkiler,” dedi... Romanın sorduğu bir soru da bununla ilgiliydi aslında: Yalnızca çocuklara ya da kendisine yapılan zulüm etkilerse insanı, o zaman hiç gelir mi bu utancın sonu? Sadece kendisine adalet isteyen bulur mu adaleti?

Gelelim asıl soruya... Kitap mı, yoksa film mi daha etkileyici?

Sinemaya doğru ilerlerken ayaklarım geri geri gitti... Çünkü kitabı okurken, işin içine kattığım hayal gücünü yok etmekten çekiniyordum... Yine de, filmi ilgiyle izledim. John Malkovich, rolünün hakkını vermiş; ama benim düşündüğüm Prof. Lurie o değildi. Film, onu yok etti...

Kitapta yer alan bazı önemli olaylar, filmde yer almıyordu... Film onları da yok etti...

Sonuçta, iyi kurgulanmış, iyi oynanmış ve iyi yönetilmiş bir filmdi. Fakat benim açımdan bir şey kesin olarak bir kez daha kanıtlandı: Yazı, görsel olandan daha güçlü...

20 Nisan 2009 Pazartesi

Obama ve Laiklik

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 19 Nisan 2009

Obama, Türkiye’de “laik demokrasi”den söz etti, ama bugünlerde Amerika’daki laikler Obama’dan rahatsız...

Bu rahatsızlık, ilk olarak, ocak ayındaki yemin töreni ile başladı. Evanjelik rahip Rick Warren’ın törende konuşma yapmak için davet edilmesi, liberalleri epeyce kızdırdı.

Obama’nın laik Amerikalılar üzerinde yarattığı hayal kırıklığı, sonraki günlerde daha da arttı. Bunun nedenlerini maddeler halinde sıralayalım...

1-Obama, Bush’un Beyaz Saray’a bağlı olarak oluşturduğu “İnanca Dayalı Girişim” (Faith-Based Initiative) ofisinin işlevine son vermedi. Aksine bu girişimi, danışma işlevi görecek 25 üyeli bir kurul şekline getirerek, daha da güçlendirdi.

Oysa, dini liderlere bireysel olarak, gayri resmi olarak danışan Bush bile, hükümete bağlı olarak çalışan, din adamlarından kurulu bir danışma kurulu oluşturmamıştı.

Aslında Obama, adaylık kampanyası sırasında bu konuda izleyeceği politikanın işaretlerini vermişti. Beyaz Saray’ın, laik ya da inanca dayalı olsun, toplumsal örgütlerle işbirliği yapmasının iyi bir fikir olduğunu; ama inanca dayalı girişimi Bush dönemindeki gibi partizanca kullanmayacaklarını belirtmişti. Yeni bir isimle, (İnanca Dayalı ve Komşuluk Ortaklığı Beyaz Saray Ofisi), işlevine devam edecek olan bu girişim, kendi yönetiminde kritik bir öneme sahip olacaktı...

Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği’ne (ACLU) göre, Beyaz Saray’a bağlı dini bir danışma kurulu oluşturulması, çeşitli tehlikeler yaratacak. Çünkü bu kurul, bütçeden sivil toplum örgütlerine dağıtılacak paraların belirlenmesinde ve tartışmalı toplumsal konularda ABD Başkanı’na tavsiyelerde bulunacak.

Americans United for Separation of Church and State’in (AU- Devlet ve din işlerinin ayrı tutulması için çalışan kuruluş) internet sitesine girer girmez karşınıza şu duyuru çıkıyor: “Sayın Başkan, İnanca Dayalı Girişim Programınızı Düzeltiniz!

Çünkü dinin, devlet nezdinde insanlara ayrıcalık tanımasından çekiniyorlar. Bu nedenle de, laiklik konusunda duyarlı herkesi, Obama yönetimine dilekçe göndermeye çağırıyorlar.

2-Laik Amerikalıların diğer bir sorunu, Obama ile birlikte Beyaz Saray tarafından başlatılan yeni bir gelenek...

Önceki başkanlardan farklı olarak, Obama’nın halka hitap ettiği her toplantı artık dua ile başlıyor... Üstelik rahiplerin yapacakları konuşmalar, önceden Beyaz Saray tarafından gözden geçirilerek onaylanıyor... Bu “uygunluk onayı” da, Beyaz Saray’ın bir şekilde dini konularda görüş belirtmesi anlamına geliyor.

Amerika’da başkanların görevi devralış törenlerinde ya da başkanların da katıldığı dini törenlerde din adamlarının konuşması, alışılmış bir durum. Fakat bunun siyasi toplantılarda da yapılması, yeni bir uygulama.

U.S. News & World Report’ta çıkan bir habere göre, Ronald Reagan döneminde bazı etkinliklerde yapıldığı oldu; fakat hiçbir zaman bir rutin haline gelmedi. Ayrıca o dönemde konuşmaların kopyası sonradan Beyaz Saray’a ulaştırıldı, önceden onay alınması için değil...

3-Obama, başkan olarak bir yenilik daha yaptı. Yahudi bayramı Passover’ı kutlamak için Beyaz Saray'da "Seder" denilen yemekli daveti veren ilk başkan oldu.

Anlaşılıyor ki, Obama bütün dinlere eşit durduğu mesajını vermeye çalışıyor. Fakat bu mesaj, Avrupa laikliğindeki şekliyle din ve devlet işlerinin net bir şekilde ayrılması anlamını taşımıyor...

Aksine, son günlerde Amerikalı laikler, Demokrat bir başkanın beklenmedik ölçüde dini Beyaz Saray’a soktuğunu düşünüyor. İnsanın sorası geliyor; acaba Obama’nın başlattığı bu uygulamaları, Bush başlatmış olsaydı neler olurdu?

13 Nisan 2009 Pazartesi

Sempatiklik Stratejisi

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 12 Nisan 2009

86 yaşındaki ünlü Amerikalı tarihçi/yazar Prof. Howard Zinn, kısa bir süre önce bir röportajda, “Obama’nın doğruları yapması için gösterilere, protestolara, mektuplara ihtiyaç var,” dedi.

Çünkü Zinn’e göre, Obama, sağlık, vergi gibi konularda halkın isteklerini yapmak için yeterince kararlı gözükmüyor. Ayrıca savaşı Irak’tan Afganistan’a kaydırarak, ABD’nin geleneksel militarist stratejisini sürdürüyor. Bu yüzden de, Roosevelt'in iktidara geldiğinde karşılaştığı türden bir uyarılmayı hak ediyor...

Zinn’in sözünü, Obama’ya, ben de Türkiye için uyarlayabilirim: Obama’nın Türkiye ile ilgili gerçekleri daha net ortaya koyabilmesi için daha fazla uyarılması gerek...

Karşı çıkanları duyar gibiyim... “Obama, Türkiye’ye verdiği önemi dünyaya ilan etti; AB üyeliği için güçlü bir destek verdi; laik demokrasiden ve hukukun üstünlüğünden söz etti,” diyebilirler...

Bunlar doğru; ama Obama’nın bazı noktaların altını yeterince çizmediği de bir gerçek... Türkiye’nin bölgede önemli bir demokrasi olduğunu tekrarlayıp durdu, ama basın özgürlüğüne ve yargı bağımsızlığına ilişkin net bir mesaj vermedi...

Ülkeyi birbirine katan hukuk dışı soruşturma skandallarından, susturulmaya çalışılan gazetecilerden, medya üzerindeki büyük baskıdan, Türkiye’de demokrasinin nasıl çiğnendiğinden habersiz mi yoksa?

Elbette haberli... Ama iç politikada olduğu gibi dış politikada da pragmatik davranıp, sadece işine geleni öne çıkarıyor. Çünkü onun öncelikli sorunu, Türkiye’nin kusursuz bir demokrasi ile yönetilmesi değil; bölgede acilen çözülmesi gereken sorunları için daha fazla işbirliğinin peşinde...

Ayrıca Obama’nın konuşmasının, Bush’un 2004’te İstanbul’da yaptığı konuşmayla büyük oranda benzeştiği de dikkatlerden kaçmıyor. Amerikan başkanları öteden beri Türkiye’nin önemini söyleyip durmaz mı zaten?

Bush da, Avrupa Birliği’ne üyeliğimizi desteklemedi mi?

Bush da, Türkiye’nin demokrasisine ve Atatürk’e övgüler yağdırıp, bölge için modellik rolüne dikkat çekmedi mi?

O da, Türkiye’nin kültürler arasında köprü olduğunu söylemiş, hukuk düzeni ve insan haklarının önemine değinmişti...

Üstelik hatırlıyorum; Bush da Obama gibi, basketbolcu Mehmet Okur’dan söz edip onunla gurur duyduğunu belirtmişti...

Öyleyse, şimdi değişen nedir?

Obama yönetimi ile gelen en önemli değişiklik yöntemdir. Obama, Bush gibi “kimseye danışmadan” emirle yönetme yerine, karşısındakini dinleyerek “diyalogla” yönetecek...

Değişen bir nokta da, din vurgusunun azalması... Obama, Bush'un hatasını görmüş ve Türkiye’ye “ılımlı İslam”ı dayatmanın kendi çıkarına olmadığının farkına varmıştır.

Bush’un politikaları sonucunda, Türk halkının Amerika’ya bakışı, görülmedik ölçüde olumsuzlaştı. Oysa bölgede Irak, İran, Afganistan ve Suriye ile ilişkilerde Türkiye’den beklentileri var Obama’nın... Bu gezi de, bu taleplerin karşılığını alabilmek için izlenen “sempatiklik stratejisi”nin en önemli ayağıdır.

Başkanlık koltuğuna oturmasının üzerinden daha birkaç ay geçmesine karşın hemen Türkiye’ye gelmesinin, konuşmasına Türkçe kelimeler ve deyişler katmasının ardındaki neden de budur...

Peki, yöntem değişince sonuç değişir mi?

Bunu zaman gösterecek... Kapalı kapılar arkasında dile getirilen taleplerin ve bunlara karşılık verilen sözlerin neler olduğu ortaya çıkacak...

Ama bana öyle geliyor ki, Obama'nın başta sözde Ermeni soykırımı iddiası, Yukarı Karabağ ve Kürt sorunu olmak üzere, belli konularda daha fazla uyarılması gerek... Bir de, Mehmetçik’i aniden Afganistan’da Taliban’la savaşır bulmayalım da...

6 Nisan 2009 Pazartesi

Kaçırılan Anlar...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 5 Nisan 2009

New York metrosunda bir trende oturuyorum. Etrafa göz gezdiriyorum; herkesin elinde ya Blackberry var ya da iPhone...

Sanki bir reklam filmi için özel olarak tasarlanmış bir sahneyi yaşıyoruz... Yönetmen komut veriyor: “Herkes tüm dikkatini elindeki alete versin! Kimse başka bir şeyle ilgilenmesin!

Dakikalar geçiyor ama sahne değişmiyor. Trenden iniyorum, bir kafeye giriyorum. Bu defa aynı masada birlikte oturan insanlar var ama ellerinin altında yine aynı aletler duruyor. Konuşur gibi yapıyorlar ama bir yandan da Blackberry’den gelen mesajlarına bakıyorlar...

Az sonra buluşacağım kişi giriyor kafeye. Telaş içinde paltosunu çıkarıyor; çantasından bir iPhone çıkarıp masanın üzerine koyuyor. Konuşmaya başlıyoruz, fakat telefon rahat vermiyor... Özür dileyip arayanla konuşuyor.

Sonra telefonu kapatıyor ve iki dakika geçmeden yine mesajlarını kontrol etmek istiyor. Mesajlardan bazılarına yanıt vermesi gerektiği için başlıyor ufacık tuşlara basmaya... Öyle alışmış ki hızlı hızlı yazmaya, parmakları uçuşuyor küçücük aletin üzerinde...

Sonunda yazmayı bitiriyor ve telefonu yine masanın üzerine bırakıyor. Fakat bakışlarından belli ki, aklı, yazdığı yanıtlara gelecek yeni yanıtlarda... Bu defa hem konuşuyor, hem de gelen mesajları kontrol ediyor.

O, ben ve telefon arasındaki yarım saatlik buluşmanın sonuna geldiğimizde dönüp şöyle diyor: “Bir dahaki sefere daha uzun görüşelim, yemek yiyelim. Ben bir şey anlamadım bu defa...

Telefonun da aramıza katıldığı böyle bir üçlü buluşmanın ne kadar çekilmez olacağının farkında değil mi, yoksa şaka mı yapıyor?

New York’ta bir süre kalınca benim yaşadığım bu olayın aslında çok sıradan olduğunu görüyorsunuz. Üstelik bu teknolojik bağımlılık, sadece bu kentle sınırlı da değil...

Bir süre önce Conan O’Brien’ın New York’ta yaptığı son şovlardan birine ünlü komedyen Jerry Seinfeld katılmıştı. O’Brien, Jay Leno’nun yerine “Tonight” şovu sunmak üzere Los Angeles’a taşındığı için, Seinfeld’e bu kent hakkındaki önerilerini sormuştu.

Los Angeles’taki insanların karşısındakiyle konuşur gibi yapıp, bir yandan da Blackberry’deki mesajları okuduğunu anlattı Seinfeld: “Bu aletin üzerinde bir sürü düğme var ve senin suratından daha ilginç der gibi bakarlar insana... Büyük bir kabalık bu! Ben hiç buluştuğum insanın suratına karşı kitap açıp okuyor muyum?

Karşılıklı kahve içmenin keyfine varıp anı yaşamaktansa, silmediğiniz sürece telefonunuzda sonsuza kadar kayıtlı kalabilecek bir mesajı yakalamaya çalışmanın mantığını anlayabilmiş değilim...

Mobil internet erişimi sağlayan bu telefonlar, burada adeta insanların yeni bir organı gibi olmuş. Kazara onlar olmadan sokağa adım atarlarsa, düşünme yeteneklerini kaybedecek gibi duruyorlar...

Jose Saramago, müthiş romanı “Blindness”ı (Körlük) yeniden yazsa, teknolojik bağımlılığın vardığı bu son noktayı da dikkate alırdı belki... Bulaşıcı bir virüs nedeniyle görme yeteneğini kaybeden insanlar, mobil internet olmadan hayatlarını nasıl sürdürecek? Her şeyin sesli iletişime dönüşmesi sorunu çözer mi?

Bu yazdıklarımdan teknolojiye karşı olduğumu düşünmeyin... Bu alandaki gelişmeleri her zaman büyük ilgiyle izliyorum. İnsanoğlunun ihtiyaçları doğrultusunda teknolojiyi geliştirmesi, gerçekten hayranlık verici.

Sorun, insanın kendi geliştirdiği teknolojiye giderek tutsak olması... Bu tür aletlere bağımlı hale gelip, gereğinden fazla zamanı onlarla geçirirsek, zamandan tasarruf eder miyiz? Kaçırdığımız anlar birikip hayat kalitemizi yükseltir mi?