© Zülal Kalkandelen/Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/29 Haziran 2008
Aşağıdaki suç listesini okurken onu hemen tanıyacaksınız...
-Irak’a karşı dayanağı olmayan bir savaşı gündeme getirmek için gizli bir
propaganda kampanyası yürütmek.
-Irak savaşına düzmece bir gerekçe bulmak amacıyla, 11 Eylül saldırısı ile Irak'ın güvenlik tehditi oluşturduğuna dair yanıltıcı bilgiler arasında sistematik bir şekilde bağ kurmak.
-Amerikan halkını ve Kongre üyelerini Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu konusunda yanlış yönlendirmek.
-Irak’ın Amerika için acil bir tehdit oluşturduğu konusunda halkı ve Kongre’yi yanlış yönlendirmek.
-Kamusal kaynakları yasa dışı bir şekilde saldırı için harcamak.
-Kongrenin verdiği askeri kuvvet kullanma yetkisini kötüye kullanarak Irak’ı işgal etmek.
-Irak’ı savaş ilanı olmadan işgal etmek.
-Bağımsız bir ülkeyi, BM Beyannamesi’ni çiğneyerek işgal etmek.
-Askerlere gerekli giysi ve teçhizatı temin edememek.
-Siyasi amaç için ölü ve yaralı asker sayısını çarpıtmak.
-Irak’ta kalıcı askeri üsler kurmak.
-Ulusal kaynaklarının kontrolü için Irak'a savaş açmak.
-Irak’ı ve diğer ülkelerle ilgili askeri ve enerji politikaları geliştirmek için çalışacak gizli bir grup kurmak.
-CIA Ajanı Valerie Plame Wilson olayında ağır suçlara göz yummak, gizli bilgileri açığa çıkarmak ve adaleti engellemek.
-Irak’taki suçlu müteahhit firmalara dokunulmazlık tanımak.
-Irak ve Amerikalı müteahhitlerle bağlantılı olarak vergi gelirlerini ihtiyatsızca savurmak.
-Hem Amerikalıları hem de yabancı esirleri, suçları belli olmadan süresizce gözaltında tutmak.
-Afganistan, Irak ve diğer yerlerdeki esirlere işkence yapılmasını resmi bir politika olarak gizlice onaylayıp teşvik etmek.
-İnsanları kaçırıp kendi istekleri dışında başka yerlere, işkence uygulandığı bilinen ülkelere götürüp teslim etmek.
-Çocukları hapsetmek.
-İran’ın yarattığı tehdit konusunda Kongre’yi ve Amerikan halkını yanıltmak; İran hükümetini devirmek hedefiyle bu ülke içindeki terörist grupları desteklemek.
-Gizli kanunlar yapmak.
-Posse Comitatus Yasası’na karşı gelmek. (Federal hükümetin askeri güçleri kanun yaptırımında kullanmasını sınırlayan yasa.)
-Mahkeme yetkisi olmadan Amerikan vatandaşlarını gözetim altına almak.
-Anayasaya aykırı bir şekilde, telefon şirketlerine direktif vererek, vatandaşların özel telefon numaralarına ve e-posta adreslerine ait verileri talep etmek.
-Yasa tasarılarının imzalanması sonrasında verdiği yazılı beyanlarla yasalara karşı gelme niyetini göstermek ve sonra da o yasaları ihlal etmek.
-Kongre sorgulamalarına itaat etmemek ve eski yetkilileri de bu yönde davranmaları için yönlendirmek.
-Özgür ve dürüst seçim sürecini bozmak; adalet yönetiminde yolsuzluk.
-1965 tarihli seçim yasasını ihlal eden komplo.
-Federal sağlık sigortası Medicare’i yok etmek için halkı ve Kongre’yi yanıltmak.
-Daha önceden tahmin edilen Katrina felaketi için plan yapma ve acil durum yönetiminde başarısızlık.
-Küresel iklim değişikliğini gündeme getirme çabalarını sistematik bir şekilde baltalayarak Kongre’yi ve halkı yanlış yönlendirmek.
-9/11’dan önce Amerika’ya terörist saldırı yapılacağına dair istihbarat uyarılarını defalarca görmezden gelmek.
-11 Eylül saldırılarının soruşturulmasını engellemek.
-11 Eylül sonrasında kurtarma çalışmalarında görev alanların sağlığını tehlikeye atmak.
Demokrat Partili Temsilciler Meclisi üyesi Dennis Kucinich, 35 maddelik bu teklifi, Bush'un azledilmesi istemiyle Kongre'ye sundu. Adalet Komisyonu'na sevk edilen teklifin Bush görevden ayrılıncaya kadar gündeme alınması pek olası değil. Üstelik Demokratlar çoğunluktayken....
İşin garip tarafı, evlilik dışı ilişkisi nedeniyle Bill Clinton hakkında azil istemiyle soruşturma açan Meclis, bunca suçla itham edilen Bush için aynı kararlılığı gösteremiyor...
30 Haziran 2008 Pazartesi
23 Haziran 2008 Pazartesi
Beyazla Siyah...
© Zülal Kalkandelen/Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi /22 Haziran 2008
ABD başkanlığı için yarışan Demokrat Partili Barack Obama, sonunda adaylık için gereken 2118 delegenin oyunu kazandı. Durum şudur: Hillary Clinton kaybetmiş, Obama Amerikan tarihinde ilk siyah başkan adayı olmayı başarmıştır. Demokrat Parti’deki güçlü Clinton etkisini kırarak kazandığı bu başarı, çok önemli sonuçlar doğuracaktır.
On altı aydır devam eden bu yarışta, ilk günden beri Obama’nın kazanacağını tahmin ediyordum. Çünkü Obama’yı 2004’teki Demokratik Parti Kurultayı’nda yaptığı o tarihi konuşmadan bu yana dikkatle izliyorum.
Daha önce Cumhuriyet'in Strateji ekine yazdığım bir makalede de belirttiğim gibi, o kurultayda, Jimmy Carter, Ted Kennedy, Bill ve Hillary Clinton, Al Gore, John Kerry, John Edwards gibi Demokratların en ileri gelenleri konuşmuş, ama en etkilisi Obama olmuştu. Herkes genç senatörü ayakta alkışlarken, salonda yanımda oturan İtalyan bir gazeteci ne düşündüğümü sorunca, “Geleceğin başkan adayı,” demiştim. O, bu görüşümü fazla iyimser bulmuş, siyah bir politikacının ırkçılığı aşıp o noktaya kadar gelemeyeceğini savunmuştu.
Sonuçta Obama, Washington’daki kurulu düzenin temsilcisi Clinton’a karşı bir değişim sembolü olarak ortaya çıktı ve izlediği bu akıllı strateji ile kendi partisindeki seçimi kazandı.
***
Fakat bundan sonra ne olacağı çok belirgin değil. Artık Obama'nın rakibi, 1982’den beri Kongre’de yer alan, çok deneyimli, 71 yaşında, beyaz bir Vietnam gazisi. Obama’nın değişim rüzgarı, bu defa da deneyime karşı güçlü esebilecek mi acaba?
İkinci bir soru, Obama’nın, Amerika’daki ırkçılık sorununu ulusal düzeydeki bir seçimde nasıl gögüsleyeceği...
Associated Press ile Yahoo News tarafından nisan ayında yapılan bir araştırmaya göre, halkın üçte birinden fazlası kendisini muhafazakar olarak tanımlarken, liberal olduğunu söyleyenlerin oranı dörtte birin hemen altında. Bu durumda, ılımlı olarak nitelendirilen geri kalan kesimin oyları seçim sonucunu belirleyecek.
Obama, önseçim sürecinde beyaz yakalıların yoğunlukta olduğu batı eyaletlerinde ve hispaniklerin yaşadığı yerlerde fazla oy toplayamadı. Bu kesimlerde güçlü olduğu görülen Clinton’ın başkan yardımcısı olarak belirlenmesinin Obama’ya oy kazandırabileceği iddia ediliyor.
Benim de katıldığım bir diğer görüşe göreyse, ülkedeki muhafazakarların adeta nefretini kazanmış bir isim olan Clinton'ın başkan yardımcılığı yanlış bir tercihtir.
Obama’nın Güney Dakota’daki seçimden sonra yaptığı konuşmada Clinton’a övgü dolu sözler yağdırmasını, bir birliktelik işareti olarak yorumlayanlar var. Ama Obama’nın bunu, iki kampa ayrılan partideki bölünmenin önüne geçmeyi amaçlayarak yaptığı belli.
Kısacası, Clinton başkan yardımcılığına gönüllü olsa da, Obama’nın işi epey zor.
Bana göre, Barack Obama’nın 44. ABD Başkanı olabilmesi için Amerikan halkının şu gerçeğin ayırdına varması gerekiyor:
Cumhuriyetçiler’in adayı John McCain, Bush’un saldırgan dış politikasını, Irak’taki haksız savaşı, varlıklı kesime uygulanan vergi indirimlerini ve sosyal güvenlik sorununun piyasa koşullarına göre çözülmesini savunuyor.
Obama ise, diplomasiyi temel yöntem olarak gören barışçıl politikaların temsilcisi, neoconların "pre-emptive strike" olarak formüle ettikleri önleyici vuruş doktrinine, Irak'ta kalıcı üs kurulmasına, ve sosyal güvenliğin özelleştirilmesine karşı, vergi indirimlerinin geliri az olanlar için uygulanmasından yana.
İşte bu nedenle, John McCain Bush’un politik ikiziyse, Obama da ikinci John F. Kennedy. İlginçtir; durum aslında beyazla siyah arasındaki fark kadar açık.
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi /22 Haziran 2008
ABD başkanlığı için yarışan Demokrat Partili Barack Obama, sonunda adaylık için gereken 2118 delegenin oyunu kazandı. Durum şudur: Hillary Clinton kaybetmiş, Obama Amerikan tarihinde ilk siyah başkan adayı olmayı başarmıştır. Demokrat Parti’deki güçlü Clinton etkisini kırarak kazandığı bu başarı, çok önemli sonuçlar doğuracaktır.
On altı aydır devam eden bu yarışta, ilk günden beri Obama’nın kazanacağını tahmin ediyordum. Çünkü Obama’yı 2004’teki Demokratik Parti Kurultayı’nda yaptığı o tarihi konuşmadan bu yana dikkatle izliyorum.
Daha önce Cumhuriyet'in Strateji ekine yazdığım bir makalede de belirttiğim gibi, o kurultayda, Jimmy Carter, Ted Kennedy, Bill ve Hillary Clinton, Al Gore, John Kerry, John Edwards gibi Demokratların en ileri gelenleri konuşmuş, ama en etkilisi Obama olmuştu. Herkes genç senatörü ayakta alkışlarken, salonda yanımda oturan İtalyan bir gazeteci ne düşündüğümü sorunca, “Geleceğin başkan adayı,” demiştim. O, bu görüşümü fazla iyimser bulmuş, siyah bir politikacının ırkçılığı aşıp o noktaya kadar gelemeyeceğini savunmuştu.
Sonuçta Obama, Washington’daki kurulu düzenin temsilcisi Clinton’a karşı bir değişim sembolü olarak ortaya çıktı ve izlediği bu akıllı strateji ile kendi partisindeki seçimi kazandı.
***
Fakat bundan sonra ne olacağı çok belirgin değil. Artık Obama'nın rakibi, 1982’den beri Kongre’de yer alan, çok deneyimli, 71 yaşında, beyaz bir Vietnam gazisi. Obama’nın değişim rüzgarı, bu defa da deneyime karşı güçlü esebilecek mi acaba?
İkinci bir soru, Obama’nın, Amerika’daki ırkçılık sorununu ulusal düzeydeki bir seçimde nasıl gögüsleyeceği...
Associated Press ile Yahoo News tarafından nisan ayında yapılan bir araştırmaya göre, halkın üçte birinden fazlası kendisini muhafazakar olarak tanımlarken, liberal olduğunu söyleyenlerin oranı dörtte birin hemen altında. Bu durumda, ılımlı olarak nitelendirilen geri kalan kesimin oyları seçim sonucunu belirleyecek.
Obama, önseçim sürecinde beyaz yakalıların yoğunlukta olduğu batı eyaletlerinde ve hispaniklerin yaşadığı yerlerde fazla oy toplayamadı. Bu kesimlerde güçlü olduğu görülen Clinton’ın başkan yardımcısı olarak belirlenmesinin Obama’ya oy kazandırabileceği iddia ediliyor.
Benim de katıldığım bir diğer görüşe göreyse, ülkedeki muhafazakarların adeta nefretini kazanmış bir isim olan Clinton'ın başkan yardımcılığı yanlış bir tercihtir.
Obama’nın Güney Dakota’daki seçimden sonra yaptığı konuşmada Clinton’a övgü dolu sözler yağdırmasını, bir birliktelik işareti olarak yorumlayanlar var. Ama Obama’nın bunu, iki kampa ayrılan partideki bölünmenin önüne geçmeyi amaçlayarak yaptığı belli.
Kısacası, Clinton başkan yardımcılığına gönüllü olsa da, Obama’nın işi epey zor.
Bana göre, Barack Obama’nın 44. ABD Başkanı olabilmesi için Amerikan halkının şu gerçeğin ayırdına varması gerekiyor:
Cumhuriyetçiler’in adayı John McCain, Bush’un saldırgan dış politikasını, Irak’taki haksız savaşı, varlıklı kesime uygulanan vergi indirimlerini ve sosyal güvenlik sorununun piyasa koşullarına göre çözülmesini savunuyor.
Obama ise, diplomasiyi temel yöntem olarak gören barışçıl politikaların temsilcisi, neoconların "pre-emptive strike" olarak formüle ettikleri önleyici vuruş doktrinine, Irak'ta kalıcı üs kurulmasına, ve sosyal güvenliğin özelleştirilmesine karşı, vergi indirimlerinin geliri az olanlar için uygulanmasından yana.
İşte bu nedenle, John McCain Bush’un politik ikiziyse, Obama da ikinci John F. Kennedy. İlginçtir; durum aslında beyazla siyah arasındaki fark kadar açık.
Etiketler:
ABD Başkanlık Seçimleri,
Amerika,
Barack Obama,
Hillary Clinton,
John McCain
9 Haziran 2008 Pazartesi
Ortaçağ'dan Bugüne "Faustçu Açlık"
© Zülal Kalkandelen/Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/8 Haziran 2008
Birkaç yıl önce bir kitapta büyük Amerikan kentlerini anlatan bir makaleye rastlamıştım. Makalenin yazarı, 1992 yılında yaşama veda eden Amerikalı gazeteci/yazar Max Lerner’dı.
Çocukken ailesiyle birlikte Rusya’dan Amerika’ya göç etmiş Lerner. Özellikle The New Yok Post’ta yazdığı tartışmalı köşe yazılarıyla ve geçirdiği siyasi dönüşümle tanınıyor. Gençliğinde Marksist, orta yaşlarda liberal, yaşlılığında da yeni muhafazakar olanlardan...
Bu yazının konusu Lerner’ın hayatı değil, ama makalesinde savunduğu bazı görüşler var ki, ülkemizde son yıllarda öne çıkan tartışmaları akla getiriyor.
Lerner'a göre Amerikan kenti, “insanın yalnızlaşmasının bir ürünü ve sembolüyken, aynı zamanda buna karşı da bir panzehirdir.” Doğrudur; milyonlarca insan aynı kentte yaşıyor, ama sokaklardaki kalabalığın bireye tek getirisi, giderek artan yalnızlık oluyor.
Lerner, buradan hareketle, kentlerde barlar, içki ve gece kulüplerine yönelik ilgi konusunda ise şöyle diyor: “Bunlar, Faustçu açlığın açık göstergeleridir.”
***
Ne demek "Faustçu açlık"?
Alman edebiyatının ünlü kişiliği Faust, doğa bilimlerini, teolojiyi, felsefeyi kullanarak bu dünyanın sırlarını arayan ve şeytana (Mefisto) direnen bir simyacıdır. Tanrı ile konuşan Mefisto, dünyevi zevkleri tattırıp hazzın doruğuna ulaştırırsa, Faust'a da “Dur ey zaman, ne güzelsin!” dedirtebileceği iddiasında bulunur. Başarırsa, iddiayı kazanacak ve herkese yaptığı gibi Faust’un da ruhunu alacaktır. Fakat Faust, yaşanabilecek en büyük dünyevi zevk olan aşkı tatmasına karşın, o sözü söylememeyi başarır.
Kısaca bu şekilde özetlenebilecek hikayenin, bugüne kadar birçok versiyonu yazılıp sahnelendi. Özellikle, 18. yüzyıldaki Aydınlanma hareketi ile birlikte değişik Faust yorumları yapılmıştır. En ünlüsü de, Alman ozan Goethe’nin 60 yılı aşan bir süreçte yazdığı, felsefi, dini, sosyal açılımları olan şiirsel oyundur. Hikaye temelde, Ortaçağ’ın ardından Yeniçağ’a geçişle birlikte, entelektüel, ekonomik, toplumsal ve ahlaki gelişmelerle ortaya çıkan bilgi aşığı modern insanın bunalımını anlatır.
Hikayeyi çok sığ bir şekilde algılayıp, “dünyevi hazlar kötülük vaat eder,” diye yorumlayanlar vardır. Fakat unutulmamalıdır ki, Faust'un halk hikayelerinde ilk ortaya çıkışı 16. yüzyıla kadar gider. O dönemin toplumsal ortamından izler taşıması doğaldır.
***
Bu noktada Max Lerner’ın 20. yüzyılda yayımlanan makalesine dönersek... Barlar, içki ve gece kulüplerine yönelik ilgiyi, Faustçu bir açlığın göstergesi olarak yorumluyordu Lerner.
Bu durumda dünyevi zevkler bir tür şeytan işi mi oluyor? Acaba ülkemizdeki kamu yöneticileri de, aynı düşünceyle mi restoranlarda içkiyi yasaklamaya çalışıyor?
İnanılır gibi değil... 21. yüzyıl insanı hala Faust'un Ortaçağ trajedisini yaşamaya zorlanıyor. Oysa bu çağda, bilginin peşinde koşan, bağnazlığa direnip özgürleşen insanın, aklıyla kendi yolunu bulması ve aydınlığa karşı olan Mefisto’ya yenilmemesi beklenir.
Uzun lafın kısası; insanların denize karşı şarap yudumlarken aldıkları hazdan kime ne? Belki bu onların yalnızlıklarının panzehiridir, belki de paylaşılan güzel anlarının sembolü... Belki onlar, “Hazlarım bu dünyadan fışkırıyor, acılarımı bu güneş aydınlatıyor!” demeyi tercih ediyorlardır.
Kimin bu dünyaya, kimin ötekine odaklanarak yaşayacağını belirlemek, yeniden kamu otoritesinin yetki alanına mı girdi?
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/8 Haziran 2008
Birkaç yıl önce bir kitapta büyük Amerikan kentlerini anlatan bir makaleye rastlamıştım. Makalenin yazarı, 1992 yılında yaşama veda eden Amerikalı gazeteci/yazar Max Lerner’dı.
Çocukken ailesiyle birlikte Rusya’dan Amerika’ya göç etmiş Lerner. Özellikle The New Yok Post’ta yazdığı tartışmalı köşe yazılarıyla ve geçirdiği siyasi dönüşümle tanınıyor. Gençliğinde Marksist, orta yaşlarda liberal, yaşlılığında da yeni muhafazakar olanlardan...
Bu yazının konusu Lerner’ın hayatı değil, ama makalesinde savunduğu bazı görüşler var ki, ülkemizde son yıllarda öne çıkan tartışmaları akla getiriyor.
Lerner'a göre Amerikan kenti, “insanın yalnızlaşmasının bir ürünü ve sembolüyken, aynı zamanda buna karşı da bir panzehirdir.” Doğrudur; milyonlarca insan aynı kentte yaşıyor, ama sokaklardaki kalabalığın bireye tek getirisi, giderek artan yalnızlık oluyor.
Lerner, buradan hareketle, kentlerde barlar, içki ve gece kulüplerine yönelik ilgi konusunda ise şöyle diyor: “Bunlar, Faustçu açlığın açık göstergeleridir.”
***
Ne demek "Faustçu açlık"?
Alman edebiyatının ünlü kişiliği Faust, doğa bilimlerini, teolojiyi, felsefeyi kullanarak bu dünyanın sırlarını arayan ve şeytana (Mefisto) direnen bir simyacıdır. Tanrı ile konuşan Mefisto, dünyevi zevkleri tattırıp hazzın doruğuna ulaştırırsa, Faust'a da “Dur ey zaman, ne güzelsin!” dedirtebileceği iddiasında bulunur. Başarırsa, iddiayı kazanacak ve herkese yaptığı gibi Faust’un da ruhunu alacaktır. Fakat Faust, yaşanabilecek en büyük dünyevi zevk olan aşkı tatmasına karşın, o sözü söylememeyi başarır.
Kısaca bu şekilde özetlenebilecek hikayenin, bugüne kadar birçok versiyonu yazılıp sahnelendi. Özellikle, 18. yüzyıldaki Aydınlanma hareketi ile birlikte değişik Faust yorumları yapılmıştır. En ünlüsü de, Alman ozan Goethe’nin 60 yılı aşan bir süreçte yazdığı, felsefi, dini, sosyal açılımları olan şiirsel oyundur. Hikaye temelde, Ortaçağ’ın ardından Yeniçağ’a geçişle birlikte, entelektüel, ekonomik, toplumsal ve ahlaki gelişmelerle ortaya çıkan bilgi aşığı modern insanın bunalımını anlatır.
Hikayeyi çok sığ bir şekilde algılayıp, “dünyevi hazlar kötülük vaat eder,” diye yorumlayanlar vardır. Fakat unutulmamalıdır ki, Faust'un halk hikayelerinde ilk ortaya çıkışı 16. yüzyıla kadar gider. O dönemin toplumsal ortamından izler taşıması doğaldır.
***
Bu noktada Max Lerner’ın 20. yüzyılda yayımlanan makalesine dönersek... Barlar, içki ve gece kulüplerine yönelik ilgiyi, Faustçu bir açlığın göstergesi olarak yorumluyordu Lerner.
Bu durumda dünyevi zevkler bir tür şeytan işi mi oluyor? Acaba ülkemizdeki kamu yöneticileri de, aynı düşünceyle mi restoranlarda içkiyi yasaklamaya çalışıyor?
İnanılır gibi değil... 21. yüzyıl insanı hala Faust'un Ortaçağ trajedisini yaşamaya zorlanıyor. Oysa bu çağda, bilginin peşinde koşan, bağnazlığa direnip özgürleşen insanın, aklıyla kendi yolunu bulması ve aydınlığa karşı olan Mefisto’ya yenilmemesi beklenir.
Uzun lafın kısası; insanların denize karşı şarap yudumlarken aldıkları hazdan kime ne? Belki bu onların yalnızlıklarının panzehiridir, belki de paylaşılan güzel anlarının sembolü... Belki onlar, “Hazlarım bu dünyadan fışkırıyor, acılarımı bu güneş aydınlatıyor!” demeyi tercih ediyorlardır.
Kimin bu dünyaya, kimin ötekine odaklanarak yaşayacağını belirlemek, yeniden kamu otoritesinin yetki alanına mı girdi?
Etiketler:
Amerika,
Aydınlanma,
Faust,
Goethe,
Max Lerner
2 Haziran 2008 Pazartesi
Hayvanlar ve İnsanlar
© Zülal Kalkandelen/Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 1 Haziran 2008
“Çektikleri zulme son verecek olsan, yeryüzündeki bütün inekleri ortadan kaldıracak bir düğmeye basar mıydın?”
Kendisi de benim gibi vegan olan bir arkadaşım sordu bu soruyu. (Henüz yaygın olarak bilinmediğinden kısaca vegan nedir açıklamak gerekir sanırım. Hiçbir hayvansal gıdayı ve ürünü yemeyen, kullanmayan, giymeyen insanlara vegan deniyor.)
Soruya yanıtım üç nedenle “hayır” oldu.
1. Yaşam var olduğu sürece umut vardır. Ufak da olsa, bir gün çektikleri zulmün ortadan kalkması umudunu taşıyorum ve bunun için çalışmayı yeğlerim.
2. Yalnızca ineklerin yok edilmesi sorunu çözmez. Tavuklar, tavşanlar, bıldırcınlar, ördekler vs. ne olacak? Zulmü yok etmek için bütün hayvanlar mı ortadan kaldırılacak?
3. O düğmeye basıp en büyük inek katili olmakla, kendimi de psikolojik olarak öldürürdüm.
***
Kendi yanıtım üzerinde zaman zaman düşünüyorum. Hayvanlara yapılan zulmün bitmesi ya da azalması olanaklı mı? Yoksa bu fazla naif bir düşünce mi?
Beşiktaş’taki Üsküdar İskelesi’nde etrafa bakınıyorum. Bir simitçiye bir kestaneciye koşup bakışlarıyla adeta yalvaran, açlıktan kıvranan köpekler görüyorum. O sırada sıcaktan bunalıp yerde yatan bir diğerine bir tekme sallıyor birisi! 20’li yaşlarında gençbir erkek, perişan durumdaki bir köpeğe neden vurur? Vurunca mutlu mu olur?
Ne zaman hayvanlara yapılan kötü muameleden söz açacak olsam, “Onca sorun arasında bir hayvan haklarımız eksikti!” ya da “Önce insanların gördüğü zulmü sona erdirelim de hayvanlarınkini sonra düşünürüz!” diye tepkiler alıyorum.
Ama bu konu hakkında konuşmak, insan hakları için mücadele etmemizi engellemez ki... Hayvanlara yapılan muameleyi düzeltmekle insan hakları arasında bağ olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca bir sorun ancak dile getirilip ortaya çıkarılırsa çözülebilir.
***
Bu gezegeni paylaştığımız hayvanların da hakları olduğunu kabul etmek, uygar insan olmanın gereğidir. Öyleyse, bir futbol kulübü yöneticilerinin stadyuma kafes içinde aslan getirerek kutlama yapmasına tepki göstermek gerekmez mi?
5199 Sayılı Hayvan Hakları Yasası’na göre, hayvanların eğlence amaçlı kullanılması yasaktır. Zavallı aslanın iğne yapılarak kafese konulması, kükreme efekti eşliğinde, ışıklardan ve haykıran insan seslerinden ürkmüş bir halde stad içinde gezdirilmesi zulüm değil de nedir?
Ya Polenezköy’deki Geyik ve Karaca Üretim Çiftliği'nde yaşayan geyiğin alana bırakılan köpekler tarafından öldürülmesini nasıl açıklayacağız? O köpekleri oraya kim getirmiştir? Çevre sakinleri, bazı belediyelerin geceleri kamyonla getirdikleri köpekleri çevreye bıraktığını söylüyor.
Aç kalan köpeklerin geyiklere saldıracağı aşikar değil mi? “Ne yapalım, köpekler öldürmüş,” denilerek sorumluluktan kaçılabilir mi?
***
Son günlerde gazetelere yansıyan bu iki olay da gösteriyor ki, ülkemizde Hayvan Hakları Yasası sürekli ihlal edilmekte ve ciddiyetle uygulanmamaktadır. Bu durumda, sorumlular hakkında dava açılıp cezaları verilmediği sürece, bu yasanın da diğer bazı yasalar gibi yalnızca adı var olacaktır.
Gerçekten hayvanların birer eşya gibi değerlendirilmekten kurtulacağını düşünmek fazla mı saflık? Herşeyin mükemmel olduğu bir dünyada yaşıyor olsaydık, bana göre, herkes vegan olurdu. Ama yaşadığımız dünya mükemmelliğin çok gerisinde; bin bir çeşit sömürüyle dolu.
Tek beklentim, yasaya uyulması ve insanların hayvanlara karşı biraz daha duyarlı davranması...
Çok mu şey bekliyorum?
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 1 Haziran 2008
“Çektikleri zulme son verecek olsan, yeryüzündeki bütün inekleri ortadan kaldıracak bir düğmeye basar mıydın?”
Kendisi de benim gibi vegan olan bir arkadaşım sordu bu soruyu. (Henüz yaygın olarak bilinmediğinden kısaca vegan nedir açıklamak gerekir sanırım. Hiçbir hayvansal gıdayı ve ürünü yemeyen, kullanmayan, giymeyen insanlara vegan deniyor.)
Soruya yanıtım üç nedenle “hayır” oldu.
1. Yaşam var olduğu sürece umut vardır. Ufak da olsa, bir gün çektikleri zulmün ortadan kalkması umudunu taşıyorum ve bunun için çalışmayı yeğlerim.
2. Yalnızca ineklerin yok edilmesi sorunu çözmez. Tavuklar, tavşanlar, bıldırcınlar, ördekler vs. ne olacak? Zulmü yok etmek için bütün hayvanlar mı ortadan kaldırılacak?
3. O düğmeye basıp en büyük inek katili olmakla, kendimi de psikolojik olarak öldürürdüm.
***
Kendi yanıtım üzerinde zaman zaman düşünüyorum. Hayvanlara yapılan zulmün bitmesi ya da azalması olanaklı mı? Yoksa bu fazla naif bir düşünce mi?
Beşiktaş’taki Üsküdar İskelesi’nde etrafa bakınıyorum. Bir simitçiye bir kestaneciye koşup bakışlarıyla adeta yalvaran, açlıktan kıvranan köpekler görüyorum. O sırada sıcaktan bunalıp yerde yatan bir diğerine bir tekme sallıyor birisi! 20’li yaşlarında gençbir erkek, perişan durumdaki bir köpeğe neden vurur? Vurunca mutlu mu olur?
Ne zaman hayvanlara yapılan kötü muameleden söz açacak olsam, “Onca sorun arasında bir hayvan haklarımız eksikti!” ya da “Önce insanların gördüğü zulmü sona erdirelim de hayvanlarınkini sonra düşünürüz!” diye tepkiler alıyorum.
Ama bu konu hakkında konuşmak, insan hakları için mücadele etmemizi engellemez ki... Hayvanlara yapılan muameleyi düzeltmekle insan hakları arasında bağ olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca bir sorun ancak dile getirilip ortaya çıkarılırsa çözülebilir.
***
Bu gezegeni paylaştığımız hayvanların da hakları olduğunu kabul etmek, uygar insan olmanın gereğidir. Öyleyse, bir futbol kulübü yöneticilerinin stadyuma kafes içinde aslan getirerek kutlama yapmasına tepki göstermek gerekmez mi?
5199 Sayılı Hayvan Hakları Yasası’na göre, hayvanların eğlence amaçlı kullanılması yasaktır. Zavallı aslanın iğne yapılarak kafese konulması, kükreme efekti eşliğinde, ışıklardan ve haykıran insan seslerinden ürkmüş bir halde stad içinde gezdirilmesi zulüm değil de nedir?
Ya Polenezköy’deki Geyik ve Karaca Üretim Çiftliği'nde yaşayan geyiğin alana bırakılan köpekler tarafından öldürülmesini nasıl açıklayacağız? O köpekleri oraya kim getirmiştir? Çevre sakinleri, bazı belediyelerin geceleri kamyonla getirdikleri köpekleri çevreye bıraktığını söylüyor.
Aç kalan köpeklerin geyiklere saldıracağı aşikar değil mi? “Ne yapalım, köpekler öldürmüş,” denilerek sorumluluktan kaçılabilir mi?
***
Son günlerde gazetelere yansıyan bu iki olay da gösteriyor ki, ülkemizde Hayvan Hakları Yasası sürekli ihlal edilmekte ve ciddiyetle uygulanmamaktadır. Bu durumda, sorumlular hakkında dava açılıp cezaları verilmediği sürece, bu yasanın da diğer bazı yasalar gibi yalnızca adı var olacaktır.
Gerçekten hayvanların birer eşya gibi değerlendirilmekten kurtulacağını düşünmek fazla mı saflık? Herşeyin mükemmel olduğu bir dünyada yaşıyor olsaydık, bana göre, herkes vegan olurdu. Ama yaşadığımız dünya mükemmelliğin çok gerisinde; bin bir çeşit sömürüyle dolu.
Tek beklentim, yasaya uyulması ve insanların hayvanlara karşı biraz daha duyarlı davranması...
Çok mu şey bekliyorum?
Etiketler:
hayvan hakları,
vegan,
veganizm