© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 1 Mayıs 2011
42 gün sonra bu ülkede genel seçim var. Diğer ülkelerde genel seçim öncesinde, partiler çeşitli toplum kesimlerine iktidara geldiklerinde yapmayı planladıkları çalışmaları aktarıp, neden kendilerine oy verilmesini istediklerini anlatır.
Ancak Türkiye’de pek böyle olmuyor... Onun yerine birtakım polemiklerle hem insanların kafası karıştırılıyor hem de gündem dolduruluyor. Sonra bir de bakıyorsunuz seçim günü gelmiş...
Aylardır televizyonlarda, meydanlarda konuşan konuşana. Sorarım size bu konuşmalarda emekçilere yönelik olarak yapılması düşünülen çalışmalar ne kadar yer aldı?
***
Oysa yıllardır uygulanan neo-liberal politikalar yüzünden yaşanan hak kayıpları giderek artıyor. Örneğin genel sağlık sigortası, iktidar partisinin iddia ettiği gibi herkesi kapsamıyor. İşsizlik sigortasından yararlanamayan işsizler, kayıt dışı çalıştırılanlar, 18 yaşını dolduran kadınlar ve primini ödeyemeyen esnaf ve çiftçiler, bu sigortanın dışında...
13 milyon civarında kişi, sosyal güvenlik hakkından yoksun...
Sosyal güvenlik yasasında yapılan düzenlemeler, bırakın yoksulu korumayı yeni yoksullar yaratıyor.
Emekli aylıkları arasında birliktelik yok. İşçiler ile emekli, dul ve yetimlerin büyük bir kısmı açlık sınırının altında yaşam sürüyor.
Devlet Memurları Kanunu’nun geçici işçi olarak personel çalıştırılmasına olanak sağlayan 4C maddesi işçilere dayatılırken, iş güvencesi ve sosyal güvenlik haklarından vazgeçmeleri bekleniyor.
Bu yıl çıkarılan torba yasa, patrondan yana düzenlemeleriyle çalışanların birçok hakkını gaspetti. Kamuda esnek güvencesiz çalışma daha da yaygınlaştırılırken, 16-18 yaş arası asgari ücretli işçilerin ücretleri indirilerek, sömürünün boyutu artırıldı.
Doğum izni, ücretli izin gibi haklarda, işçiler ile memurlar arasında önemli farklılıklar yaratılarak, çalışanlar arasında ayrımcılık yaratıldı.
Emeklilik için prim ödenen gün sayısı ve emeklilik yaşı giderek yükseliyor.
İş kazaları söz konusu olduğunda, Türkiye dünyada 3., Avrupa’da ilk sırada yer alıyor. Taşeronlara verilen işlerde kamusal denetimin yetersizliği sürekli can kaybına neden oluyor. Bu ülkede yılda 80 bin iş kazası olurken, ortalama 1000 kişi yaşamını kaybediyor!
***
Bütün bunlar bizi nereye getirdi? İşçi hakları alanında uluslararası standartların çok altında bir noktaya...
Oysa sendika kurma, grev ve toplu sözleşme yapma gibi temel sendikal hakların ihlal edilip bastırıldığı Türkiye, 1932 yılından bu yana Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’ya üye. Fakat bu üyelikten kaynaklanan yükümlülükleri ve imza koyduğu sözleşmelerin gereklerini yerine getirmediği için sürekli uyarılar alıyor.
Ve demokrasimiz gibi işçi haklarımız da, Kolombiya, Filipinler, Swaziland, Pakistan, Guatemala gibi ülkelerdeki uygulamalarla birlikte uluslararası platformlarda tartışma konusu oluyor.
Bugün Türkiye, adil ve hakça çalışma koşullarını sağlamayan bir ülke konumundadır!
ILO bu yıl, 1-17 Haziran tarihleri arasında Cenevre’de 100. konferansını yapacak. O toplantıya katılacak Türk delegelerinin boynu, bu manzara karşısında yine eğik kalacak...
Dokuz yıllık AKP iktidarının Türkiye’nin prestijini artırdığına inananlar, herhalde bu düşünceye “One Minute” çıkışlarına ve cari açığı patlatma pahasına artan büyüme hızına bakarak varıyorlar.
Çünkü demokrasi ve emekçilerden açısından bakınca manzara utanç verici...
-
25 Nisan 2011 Pazartesi
Dünya İşçi ve Emekçi Günü
Etiketler:
emek,
emek sömürüsü,
emekçi hakları,
ILO,
işsizlik,
sendika,
Türkiye
24 Nisan 2011 Pazar
Bir İnsan İsterse Neler Yapabilir?
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 24 Nisan 2011
Sanat alanındaki olağanüstü güzel etkinlikler olmasa, siyasetin gündeminde boğulup gideceğiz. Neyse ki sanat her zaman yetişiyor, farklı dünyaları açıyor bize.
O dünyalardan birinin kapısını İstanbul Film Festivali’nde gösterilen bir belgesel araladı. Hiç tanımadığım insanların yaşantısının gerçekleriyle sarsıldım. O kadar etkilendim ki, bu yazıyı ona ayırdım.
İstanbul’da “Çöplük” adıyla gösterilen “Waste Land” adlı belgeselin yönetmeni Lucy Walker. 2010’da dünya festivallerinde hak ettiği başarıyı kazanmış; Berlin’de “İnsan Hakları”, Seattle’da “En İyi Belgesel” ve Sundance’te “İzleyici” ödüllerini almış.
Ünlü sanatçı Vik Muniz’in Brooklyn’deki evinde başlıyor filmin açılışı. Bugün dünyada eserleri en çok talep gören Brezilyalı sanatçı olarak tanınan Muniz, memleketinde yoksul mahallelerde yetişmiş. Belgeselde, sanatının sosyal bir yönünün olmasını, bir grup insanın hayatını değiştirmeyi amaçladığını anlatıyor.
Bunu yapmak için aklındaki proje şu: Rio de Janeiro’nun dışında bulunan dünyanın en büyük çöplüğü Jardim Gramacho’da çalışanların portrelerini yapmak ve bunların satışından kazanılacak geliri onlar için harcamak. Düşüyor yola ve “catador”larla konuşmak için Rio’ya gidiyor. (Portekizce/İspanyolca’da “şarap tatma uzmanı” anlamına gelen “catador”, argoda çöp ayırma işçilerini anlatmak için kullanılıyor.)
Muniz ve yanındaki ekip, devasa çöplüğe ulaştığında, önce çöp dağlarının üstünde gezinen akbabaları, sonra da işçileri görüyorsunuz. Çöp kamyonları yükünü boşaltırken, akan pis sulara karşın catadorların hepsi çöplerin üzerine atlıyor. Çünkü ayıracakları atıkları bir an önce toplayabilmek için yarış içindeler...
Her biri çocuk yaşta gelmiş Gramacho’ya ve ömürlerini çöpte geçiriyorlar. Orada doğup yetişenler var. Çöpe atılan yiyecekleri yeseler de, berbat gecekondularda yaşasalar da, hemen hepsinin ağzında aynı söz: “Burada olmaktan dolayı şikayetçi değilim. En azından bazıları gibi bedenimizi satmıyoruz.”
Bir tanesi otobüse bindiğinde etrafa yaydığı kokudan dolayı rahatsız olan kadına dönüp, “Ne o kötü mü kokuyorum? Gider duş alırım geçer; hiç değilse ben fuhuş yapmıyorum” dediğini anlatıyor.
Muniz, karşılaştığı bazı toplayıcıların çöpte fotoğraflarını çekiyor. Bunlardan birinde de, genç catador Carlos dos Santos’u çöp dağları arasında bulunan bir banyo küvetinin içinde görüntülüyor. Çektiği fotoğrafları tamamlamak için de, görüntülediği işçileri stüdyoya davet ediyor.
İki hafta boyunca kendi fotoğraflarındaki belirlenmiş alanları kendi topladıkları teneke, mukavva ve plastik gibi malzemelerle süslerken, hayallerinde bile göremeyecekleri bir çalışmada yer alıyor işçiler.
Sonunda eserler tamamlandığında bitmiş haliyle tekrar fotoğraflanıyor. Ve Carlos’un fotoğrafı Londra’da bir açık artırmada 50 bin dolara satılıyor. Muniz’le birlikte Londra’da bu olayı ağlayarak izleyen Carlos, hislerini annesine telefonda şöyle anlatıyor: “Şu anda pop yıldızı gibi hissediyorum!”
Muniz’in portrelerden oluşan bu sergisi için Rio Modern Sanat Müzesi’nde resepsiyon veriliyor. Bu sayede çöp toplayıcıları ilk kez bir sergiye konu olup müzeye giriyor, televizyonlara röportaj veriyor. Ama en önemlisi, Carlos’un hayali gerçekleşiyor. 5000 işçi için kütüphanesi de olan bir merkez açılıyor!
Ayrıntıları bu yazıya sığmayacak kadar çarpıcı bir belgesel “Waste Land”. NTV Belgesel Kuşağı’nda yer aldığı için, gelecek günlerde televizyonda gösterilme umudu var.
Gösterilmezse de mutlaka DVD’sini alın izleyin. Bir sanatçının bir grup insanın hayatında nasıl değişiklik yaratabileceğini görün.
Belgeselin resmi tanıtım filmi:
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 24 Nisan 2011
Sanat alanındaki olağanüstü güzel etkinlikler olmasa, siyasetin gündeminde boğulup gideceğiz. Neyse ki sanat her zaman yetişiyor, farklı dünyaları açıyor bize.
O dünyalardan birinin kapısını İstanbul Film Festivali’nde gösterilen bir belgesel araladı. Hiç tanımadığım insanların yaşantısının gerçekleriyle sarsıldım. O kadar etkilendim ki, bu yazıyı ona ayırdım.
İstanbul’da “Çöplük” adıyla gösterilen “Waste Land” adlı belgeselin yönetmeni Lucy Walker. 2010’da dünya festivallerinde hak ettiği başarıyı kazanmış; Berlin’de “İnsan Hakları”, Seattle’da “En İyi Belgesel” ve Sundance’te “İzleyici” ödüllerini almış.
Ünlü sanatçı Vik Muniz’in Brooklyn’deki evinde başlıyor filmin açılışı. Bugün dünyada eserleri en çok talep gören Brezilyalı sanatçı olarak tanınan Muniz, memleketinde yoksul mahallelerde yetişmiş. Belgeselde, sanatının sosyal bir yönünün olmasını, bir grup insanın hayatını değiştirmeyi amaçladığını anlatıyor.
Bunu yapmak için aklındaki proje şu: Rio de Janeiro’nun dışında bulunan dünyanın en büyük çöplüğü Jardim Gramacho’da çalışanların portrelerini yapmak ve bunların satışından kazanılacak geliri onlar için harcamak. Düşüyor yola ve “catador”larla konuşmak için Rio’ya gidiyor. (Portekizce/İspanyolca’da “şarap tatma uzmanı” anlamına gelen “catador”, argoda çöp ayırma işçilerini anlatmak için kullanılıyor.)
Muniz ve yanındaki ekip, devasa çöplüğe ulaştığında, önce çöp dağlarının üstünde gezinen akbabaları, sonra da işçileri görüyorsunuz. Çöp kamyonları yükünü boşaltırken, akan pis sulara karşın catadorların hepsi çöplerin üzerine atlıyor. Çünkü ayıracakları atıkları bir an önce toplayabilmek için yarış içindeler...
Her biri çocuk yaşta gelmiş Gramacho’ya ve ömürlerini çöpte geçiriyorlar. Orada doğup yetişenler var. Çöpe atılan yiyecekleri yeseler de, berbat gecekondularda yaşasalar da, hemen hepsinin ağzında aynı söz: “Burada olmaktan dolayı şikayetçi değilim. En azından bazıları gibi bedenimizi satmıyoruz.”
Bir tanesi otobüse bindiğinde etrafa yaydığı kokudan dolayı rahatsız olan kadına dönüp, “Ne o kötü mü kokuyorum? Gider duş alırım geçer; hiç değilse ben fuhuş yapmıyorum” dediğini anlatıyor.
Muniz, karşılaştığı bazı toplayıcıların çöpte fotoğraflarını çekiyor. Bunlardan birinde de, genç catador Carlos dos Santos’u çöp dağları arasında bulunan bir banyo küvetinin içinde görüntülüyor. Çektiği fotoğrafları tamamlamak için de, görüntülediği işçileri stüdyoya davet ediyor.
İki hafta boyunca kendi fotoğraflarındaki belirlenmiş alanları kendi topladıkları teneke, mukavva ve plastik gibi malzemelerle süslerken, hayallerinde bile göremeyecekleri bir çalışmada yer alıyor işçiler.
Sonunda eserler tamamlandığında bitmiş haliyle tekrar fotoğraflanıyor. Ve Carlos’un fotoğrafı Londra’da bir açık artırmada 50 bin dolara satılıyor. Muniz’le birlikte Londra’da bu olayı ağlayarak izleyen Carlos, hislerini annesine telefonda şöyle anlatıyor: “Şu anda pop yıldızı gibi hissediyorum!”
Muniz’in portrelerden oluşan bu sergisi için Rio Modern Sanat Müzesi’nde resepsiyon veriliyor. Bu sayede çöp toplayıcıları ilk kez bir sergiye konu olup müzeye giriyor, televizyonlara röportaj veriyor. Ama en önemlisi, Carlos’un hayali gerçekleşiyor. 5000 işçi için kütüphanesi de olan bir merkez açılıyor!
Ayrıntıları bu yazıya sığmayacak kadar çarpıcı bir belgesel “Waste Land”. NTV Belgesel Kuşağı’nda yer aldığı için, gelecek günlerde televizyonda gösterilme umudu var.
Gösterilmezse de mutlaka DVD’sini alın izleyin. Bir sanatçının bir grup insanın hayatında nasıl değişiklik yaratabileceğini görün.
Belgeselin resmi tanıtım filmi:
-
Etiketler:
İstanbul Film Festivali,
Lucy Walker,
sanat,
Vik Muniz
17 Nisan 2011 Pazar
"İslami Demokrasi"
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 17 Nisan 2011
Geçenlerde Project Syndicate adlı düşünce platformunun internet sitesinde bir makaleye rastladım. Chris Patten imzalı yazı, “Turkey and the Future of Europe” (Türkiye ve Avrupa’nın Geleceği) başlığıyla herhalde çok kişinin dikkatini çekmiştir.
Öncelikle tanımayanlar için Chris Patten’ın kim olduğunu belirtmek lazım. Muhafazakar bir İngiliz politikacı kendisi. Geçmişte Muhafazakar Parti Başkanı, Hong-Kong Valisi, Avrupa Komisyonu’nun Dış İlişkilerden Sorumlu Üyesi ve Newcastle Üniversitesi Rektörü olarak çeşitli görevlerde bulundu. Şu anda Oxford Üniversitesi Rektörlüğünü sürdürüyor. Ayrıca 7 Nisan’da Kraliçe tarafından BBC Yayıncılık Şirketi’nin yönetim organı BBC Trust’ın başkanlığına atandı.
Görüldüğü gibi İngiltere’de çok önemli bir konumu var Chris Patten’ın. Project Syndicate için yazdığı makalesinde, “BBC’deki görevime başlamadan önce artık tartışmalı meselelerde sessiz kalmam ve kalemimi bir kenara koymam gerek” diyor.
Patten'ın son yazısını Türkiye ve Avrupa Birliği ilişkilerine ayırması, kanımca son derece ilginç. Ama daha da ilginç olan, Avrupa’nın geleceğinin Brüksel, Paris ya da Berlin’de değil İstanbul’da şekilleneceğini belirtmesi ve bunun için kullandığı gerekçeler...
AB’nin 70 yıllık bir sürede yaşanan üç savaştan sonra, savaşsız bir dünyanın yaratılması için kurulduğunu belirtiyor Patten. Ve soruyor: “Avrupa Birliği’nin bugünkü dünyada varlık nedeni nedir? Bunu çocuğunuza ‘Bizi yeni bir savaşa sürüklenmekten korumak için’ şeklinde açıklarsanız, ‘Elbette savaşmayacağız’ şeklinde kesin bir yanıt alırsınız.”
Bu noktada, sorduğu sorunun esas yanıtının Türkiye’de yattığını söylüyor. Öncelikle Türkiye’nin çekici unsurlarını sıralıyor: Dinamik ekonomisi, enerji merkezi olması, heybetli askeri gücü ve bölgedeki saygın konumu.
Ancak bunların hepsinin üstüne bir başka unsuru yerleştiriyor. Türkiye’nin, demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, açık ekonomi, çoğulculuk ve dini hep birlikte kendi ülkelerinde yerli yerine oturtmaya çalışan diğer İslami demokrasiler için bir model olacağını söylüyor.
Türkiye’nin AB üyeliği gerçekleşirse, “İslami bir demokrasiyi kucaklayabileceğimizi ve Avrupa ile Batı Asya arasında güçlü bir köprü kurabileceğimizi gösterebiliriz” diyor. Böylelikle yeni bir Avrupa kimliği yaratılacağını ve eskinin ayrıştırıcı politikaları reddedilerek AB için bu yüzyılda yeni bir varlık nedeni bulunacağını düşünüyor.
***
Patten’ın Türkiye’nin Avrupa Birliği açısından önemini açıklarken ortaya koyduğu görüşlerin büyük bölümüne itirazım yok. Türkiye, Kurtuluş Savaşı ile emperyalizme karşı verdiği büyük mücadele ve sonrasında 1923’te kurulan Cumhuriyet ile yalnızca bölgesinde değil, tüm dünyada esin kaynağı oldu. Bugünlere, Cumhuriyet tarihi boyunca çok partili hayata geçiş ve sonrasındaki gelişmelerle, kırık dökük de olsa, demokrasiyi yaşatma çabasıyla ulaştı.
Türkiye, Avrupa Birliği üyesi olursa, Avrupa kimliğinin yeni bir boyut kazanacağı da açık. Ancak burada hem bizim hem Avrupa’nın yanıtlaması gereken sorular var...
Türkiye, köprünün neresinde yer alacak? Bölgedeki diğer ülkelere model olmak için “İslami” yönünü mü öne çıkaracak yoksa adımını Batı yönünde mi atacak? Ne yazık ki, ülkenin bugün geldiği noktada bu artık belirgin değildir...
Türkiye, köprünün kendisi olacaksa, harcının formülü ne olacak?
Türkiye’nin ısrarla “İslami demokrasi” olarak tanımlanmasının gereği ve mantığı nedir?
Neden bir Avrupa ülkesinden söz ederken “Hıristiyan demokrasi” denmiyor ya da “Musevi demokrasi” diye bir tanım yok da “İslami demokrasi” var?
Yoksa Batı’nın “melez rejim” dediği şey bu mu?
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 17 Nisan 2011
Geçenlerde Project Syndicate adlı düşünce platformunun internet sitesinde bir makaleye rastladım. Chris Patten imzalı yazı, “Turkey and the Future of Europe” (Türkiye ve Avrupa’nın Geleceği) başlığıyla herhalde çok kişinin dikkatini çekmiştir.
Öncelikle tanımayanlar için Chris Patten’ın kim olduğunu belirtmek lazım. Muhafazakar bir İngiliz politikacı kendisi. Geçmişte Muhafazakar Parti Başkanı, Hong-Kong Valisi, Avrupa Komisyonu’nun Dış İlişkilerden Sorumlu Üyesi ve Newcastle Üniversitesi Rektörü olarak çeşitli görevlerde bulundu. Şu anda Oxford Üniversitesi Rektörlüğünü sürdürüyor. Ayrıca 7 Nisan’da Kraliçe tarafından BBC Yayıncılık Şirketi’nin yönetim organı BBC Trust’ın başkanlığına atandı.
Görüldüğü gibi İngiltere’de çok önemli bir konumu var Chris Patten’ın. Project Syndicate için yazdığı makalesinde, “BBC’deki görevime başlamadan önce artık tartışmalı meselelerde sessiz kalmam ve kalemimi bir kenara koymam gerek” diyor.
Patten'ın son yazısını Türkiye ve Avrupa Birliği ilişkilerine ayırması, kanımca son derece ilginç. Ama daha da ilginç olan, Avrupa’nın geleceğinin Brüksel, Paris ya da Berlin’de değil İstanbul’da şekilleneceğini belirtmesi ve bunun için kullandığı gerekçeler...
AB’nin 70 yıllık bir sürede yaşanan üç savaştan sonra, savaşsız bir dünyanın yaratılması için kurulduğunu belirtiyor Patten. Ve soruyor: “Avrupa Birliği’nin bugünkü dünyada varlık nedeni nedir? Bunu çocuğunuza ‘Bizi yeni bir savaşa sürüklenmekten korumak için’ şeklinde açıklarsanız, ‘Elbette savaşmayacağız’ şeklinde kesin bir yanıt alırsınız.”
Bu noktada, sorduğu sorunun esas yanıtının Türkiye’de yattığını söylüyor. Öncelikle Türkiye’nin çekici unsurlarını sıralıyor: Dinamik ekonomisi, enerji merkezi olması, heybetli askeri gücü ve bölgedeki saygın konumu.
Ancak bunların hepsinin üstüne bir başka unsuru yerleştiriyor. Türkiye’nin, demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, açık ekonomi, çoğulculuk ve dini hep birlikte kendi ülkelerinde yerli yerine oturtmaya çalışan diğer İslami demokrasiler için bir model olacağını söylüyor.
Türkiye’nin AB üyeliği gerçekleşirse, “İslami bir demokrasiyi kucaklayabileceğimizi ve Avrupa ile Batı Asya arasında güçlü bir köprü kurabileceğimizi gösterebiliriz” diyor. Böylelikle yeni bir Avrupa kimliği yaratılacağını ve eskinin ayrıştırıcı politikaları reddedilerek AB için bu yüzyılda yeni bir varlık nedeni bulunacağını düşünüyor.
***
Patten’ın Türkiye’nin Avrupa Birliği açısından önemini açıklarken ortaya koyduğu görüşlerin büyük bölümüne itirazım yok. Türkiye, Kurtuluş Savaşı ile emperyalizme karşı verdiği büyük mücadele ve sonrasında 1923’te kurulan Cumhuriyet ile yalnızca bölgesinde değil, tüm dünyada esin kaynağı oldu. Bugünlere, Cumhuriyet tarihi boyunca çok partili hayata geçiş ve sonrasındaki gelişmelerle, kırık dökük de olsa, demokrasiyi yaşatma çabasıyla ulaştı.
Türkiye, Avrupa Birliği üyesi olursa, Avrupa kimliğinin yeni bir boyut kazanacağı da açık. Ancak burada hem bizim hem Avrupa’nın yanıtlaması gereken sorular var...
Türkiye, köprünün neresinde yer alacak? Bölgedeki diğer ülkelere model olmak için “İslami” yönünü mü öne çıkaracak yoksa adımını Batı yönünde mi atacak? Ne yazık ki, ülkenin bugün geldiği noktada bu artık belirgin değildir...
Türkiye, köprünün kendisi olacaksa, harcının formülü ne olacak?
Türkiye’nin ısrarla “İslami demokrasi” olarak tanımlanmasının gereği ve mantığı nedir?
Neden bir Avrupa ülkesinden söz ederken “Hıristiyan demokrasi” denmiyor ya da “Musevi demokrasi” diye bir tanım yok da “İslami demokrasi” var?
Yoksa Batı’nın “melez rejim” dediği şey bu mu?
-
Etiketler:
Avrupa,
Avrupa Birliği,
Chris Patten,
demokrasi,
İslami demokrasi,
Türkiye
10 Nisan 2011 Pazar
Amerikan Ayrıcalığı
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 10 Nisan 2011
Türkiye’de medya, haberleri farklı yönleriyle yansıtma konusunda ne yazık ki çok başarılı değil. Barack Obama’nın Libya’da askeri operasyonun başlamasından sonra yaptığı ilk açıklama, bütün yazılı ve görsel medyada yer aldı elbette. Ancak konunun bir yönü var ki, onun üzerinde benim gördüğüm kadarıyla durulmadı.
Oysa konuşmanın ortaya koyduğu çok çarpıcı bir gerçek var: Obama da Amerikan dış politikasına yön veren “Amerikan ayrıcalığı” (American exceptionalism) düşüncesine inanıyor.
Amerikan medyası, liberaliyle muhafazakarıyla, bir süredir bu konuyu tartışıyor. En güzel makaleyi ise, Salon.com’da Glenn Greenwald yazdı. O makaleden de söz edeceğim ama önce biraz geriye gidip bir olayı anımsayalım.
***
Dünya politikasını izleyenler hatırlar; Nisan 2009’da Strasbourg’da yapılan NATO Zirvesi, Obama’nın ABD Başkanı olarak katıldığı ilk uluslararası toplantıydı. Dünyanın en güçlü lideri olarak görüldüğü için, herkesin gözü onun üzerindeydi. Düzenlenen basın toplantısında The Financial Times’dan Ed Luce, kendisine şu soruyu sordu:
“Sizden önceki başkanlar gibi, Amerika’da, diğer ülkelerden farklı olarak, dünyaya liderlik etme niteliği bulunduğunu öngören Amerikan ayrıcalığı ekolünden misiniz ya da bu konuda daha farklı bir görüşünüz var mı?”
Obama, bu soruya uzunca bir yanıt verdi. “Amerikan ayrıcalığına İngilizlerin İngiliz ayrıcalığına ve Yunanlıların da Yunan ayrıcalığına inandığı kadar inanıyorum” deyince, o dönemde Cumhuriyetçilerin saldırısına uğradı. Bunu, Başkan’ın Amerikan dış politikasının temelini oluşturan geleneksel felsefeye karşı olduğu şeklinde değerlendirenler çıktı.
O günden bu yana muhafazakarların Obama’ya karşı kullandığı argümanlardan birisi oldu bu. Ta ki kendisi çıkıp Libya saldırısını savunurken “Başka milletler, diğer ülkelerde yaşanan vahşetlere gözlerini kapayabilir. Amerika farklıdır” diyene kadar...
Şimdi neoconların gözdesi olan köşe yazarları da Obama’ya alkış tutuyor. Örneğin Bill Kristol, The Weekly Standard’daki makalesinde, Obama’nın tarihi Amerikan dış politika geleneğine katıldığını ve Amerika’nın çıkarları doğrultusunda güç kullanımını savunmak konusunda çekinmediğini yazdı.
Obama, bir yandan Libya saldırısını Kongre’de yeterince tartışmadan başlattığı için hem Demokratların hem de Cumhuriyetçilerin eleştirisine uğrarken; bir yandan da saldırıyı savunmak için yaptığı konuşmayla muhafazakarlardan alkış aldı. Belli ki, ABD Başkanı’nın seçim taktikleri, böyle bir o yana bir bu yana yalpalayarak devam edecek...
***
Obama’nın Libya konuşmasında beni en çok ilgilendiren noktaysa, Greenwald’un sorduğu şu sorular oldu:
-Gerçekten Amerika, dünyada başka hiçbir ülkenin üstlenmek zorunda olmadığı yükümlülükleri bizim üstlenmemizi gerektirecek kadar özel bir yere mi sahip?
-Eğer öyleyse, bu yetki ve yükümlülüklerin kaynağı nedir? Sadece üstün askeri gücümüz mü? Yoksa bu Amerikan ayrıcalığını bize veren başka bir şey mi var?
Greenwald, yazısında örneklerle toplumun bilinçaltına Amerika’nın dünyanın en muhteşem ülkesi olduğunun nasıl kazındığını anlatıyor.
Onun söylemediği bir şey daha var. “Amerikan ayrıcalığı”, gerçekte ırkçı yaklaşımları da içinde barındıran bir görüştür. Amerika’nın bugünlere nasıl geldiğini, zenginliğini nasıl elde ettiğini irdelemeye başlarsak, sanırım bunda bir şüphe kalmaz.
Burada o kadar ayrıntıya girmeye olanak yok. Ancak şunu söyleyebilirim: Amerika’ya “tepenin üzerindeki parlayan şehir” (Shining city upon a hill) statüsü veren görüş, bu ülkeyi “Dünyanın Ağası” haline getirip, 21. yüzyıl emperyalizmini tetikleyen felsefenin de temelidir.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 10 Nisan 2011
Türkiye’de medya, haberleri farklı yönleriyle yansıtma konusunda ne yazık ki çok başarılı değil. Barack Obama’nın Libya’da askeri operasyonun başlamasından sonra yaptığı ilk açıklama, bütün yazılı ve görsel medyada yer aldı elbette. Ancak konunun bir yönü var ki, onun üzerinde benim gördüğüm kadarıyla durulmadı.
Oysa konuşmanın ortaya koyduğu çok çarpıcı bir gerçek var: Obama da Amerikan dış politikasına yön veren “Amerikan ayrıcalığı” (American exceptionalism) düşüncesine inanıyor.
Amerikan medyası, liberaliyle muhafazakarıyla, bir süredir bu konuyu tartışıyor. En güzel makaleyi ise, Salon.com’da Glenn Greenwald yazdı. O makaleden de söz edeceğim ama önce biraz geriye gidip bir olayı anımsayalım.
***
Dünya politikasını izleyenler hatırlar; Nisan 2009’da Strasbourg’da yapılan NATO Zirvesi, Obama’nın ABD Başkanı olarak katıldığı ilk uluslararası toplantıydı. Dünyanın en güçlü lideri olarak görüldüğü için, herkesin gözü onun üzerindeydi. Düzenlenen basın toplantısında The Financial Times’dan Ed Luce, kendisine şu soruyu sordu:
“Sizden önceki başkanlar gibi, Amerika’da, diğer ülkelerden farklı olarak, dünyaya liderlik etme niteliği bulunduğunu öngören Amerikan ayrıcalığı ekolünden misiniz ya da bu konuda daha farklı bir görüşünüz var mı?”
Obama, bu soruya uzunca bir yanıt verdi. “Amerikan ayrıcalığına İngilizlerin İngiliz ayrıcalığına ve Yunanlıların da Yunan ayrıcalığına inandığı kadar inanıyorum” deyince, o dönemde Cumhuriyetçilerin saldırısına uğradı. Bunu, Başkan’ın Amerikan dış politikasının temelini oluşturan geleneksel felsefeye karşı olduğu şeklinde değerlendirenler çıktı.
O günden bu yana muhafazakarların Obama’ya karşı kullandığı argümanlardan birisi oldu bu. Ta ki kendisi çıkıp Libya saldırısını savunurken “Başka milletler, diğer ülkelerde yaşanan vahşetlere gözlerini kapayabilir. Amerika farklıdır” diyene kadar...
Şimdi neoconların gözdesi olan köşe yazarları da Obama’ya alkış tutuyor. Örneğin Bill Kristol, The Weekly Standard’daki makalesinde, Obama’nın tarihi Amerikan dış politika geleneğine katıldığını ve Amerika’nın çıkarları doğrultusunda güç kullanımını savunmak konusunda çekinmediğini yazdı.
Obama, bir yandan Libya saldırısını Kongre’de yeterince tartışmadan başlattığı için hem Demokratların hem de Cumhuriyetçilerin eleştirisine uğrarken; bir yandan da saldırıyı savunmak için yaptığı konuşmayla muhafazakarlardan alkış aldı. Belli ki, ABD Başkanı’nın seçim taktikleri, böyle bir o yana bir bu yana yalpalayarak devam edecek...
***
Obama’nın Libya konuşmasında beni en çok ilgilendiren noktaysa, Greenwald’un sorduğu şu sorular oldu:
-Gerçekten Amerika, dünyada başka hiçbir ülkenin üstlenmek zorunda olmadığı yükümlülükleri bizim üstlenmemizi gerektirecek kadar özel bir yere mi sahip?
-Eğer öyleyse, bu yetki ve yükümlülüklerin kaynağı nedir? Sadece üstün askeri gücümüz mü? Yoksa bu Amerikan ayrıcalığını bize veren başka bir şey mi var?
Greenwald, yazısında örneklerle toplumun bilinçaltına Amerika’nın dünyanın en muhteşem ülkesi olduğunun nasıl kazındığını anlatıyor.
Onun söylemediği bir şey daha var. “Amerikan ayrıcalığı”, gerçekte ırkçı yaklaşımları da içinde barındıran bir görüştür. Amerika’nın bugünlere nasıl geldiğini, zenginliğini nasıl elde ettiğini irdelemeye başlarsak, sanırım bunda bir şüphe kalmaz.
Burada o kadar ayrıntıya girmeye olanak yok. Ancak şunu söyleyebilirim: Amerika’ya “tepenin üzerindeki parlayan şehir” (Shining city upon a hill) statüsü veren görüş, bu ülkeyi “Dünyanın Ağası” haline getirip, 21. yüzyıl emperyalizmini tetikleyen felsefenin de temelidir.
-
Etiketler:
Amerika,
Amerikan ayrıcalığı,
Barack Obama,
George W. Bush,
Glenn Greenwald,
Irak,
Libya,
NATO
7 Nisan 2011 Perşembe
Bomba çok pilotlu uçaktan atılırsa...
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 3 Nisan 2011
Irak Savaşı sırasında Amerika’da tartışılan bir soru vardı: “Bir bomba pilotsuz uçaktan atılırsa, o bombanın etkisiyle sona eren hayatlardan daha mı az sorumlu olunur?”
Amerikalı askerlerden bir kısmının, üzerinde uçtukları yabancı topraklara bıraktıkları bombaların yarattığı ölümlerin etkisiyle psikolojik bozukluk yaşadığı söyleniyordu. Bazı uzmanlar çözüm olarak pilotsuz uçakları savununca bu soru tartışılmıştı.
Kanımca o soruya verilecek en iyi yanıt da yine bir soruydu: “Bomba yüklü uçaklar kendi kendine mi harekete geçiyor? Hareketi sağlayan düğmeye kim basıyor?”
***
Libya’ya düzenlenen uluslararası operasyon, aklıma bu tartışmayı getirdi. Bugünlerde Amerika’da iki görüş hakim. Birisi diyor ki Obama, Bush’tan farklıdır; çünkü Bush, uluslararası toplumu ve hukuku dikkate almadan, herkese meydan okuyarak, tam bir kovboy politikası izledi. Obama ise, Libya’ya düzenlenen askeri müdahalenin başını çekse de, bunu bir uluslararası koalisyona mal etmeyi ve sonunda bir NATO operasyonuna çevirmeyi başardı.
Diğer görüşe göreyse, Bush’un temsil ettiği neoconlar ile Obama’nın temsil ettiği liberal müdahaleciler arasında tek fark, Obama’nın uluslararası toplumla işbirliği yapması. Ancak sonuç olarak, Obama’ya Beyaz Saray’da akıl veren liberal müdahaleciler de, Amerikan emperyalizminin çıkarları söz konusu olduğunda, sahip olduğu devasa askeri güçle istediği yere müdahale edebileceğini düşünüyor.
***
İşte tam bu noktada ben soruyorum: Emperyalist bir müdahaleyi kabul edilebilir kılan şey, uluslararası onay mıdır? Çeşitli ülkeler de kendi çıkarlarını düşünerek o müdahaleye ortak olursa, yani çok sayıda karar verici olursa, ana pilotun kimliği ve asıl amacı gizlenebilir mi?
Bunlar haklı sorulardır. Sekiz yıl geriye gidecek olursak, Bush’un Irak’ı işgal için gerekçe gösterdiği argümanların aynısını bugün Obama’nın kullandığını görüyoruz.
Ne demişti Bush? “Irak’ta kitle imha silahları var!” Sonra baktılar ki olmadığı anlaşıldı; hemen yeni bir senaryo yazdı. “Kendi halkına karşı zalimce davranan bir diktatörden kurtulmak zorundayız” dedi; “Bölgenin istikrarı açısından bu yapılmalı” dedi.
Aynılarını Obama da söyledi. Onun ilk aşamada kullanacağı kitle imha silahları bahanesi yoktu ama o da dedi ki: “Eğer kontrol altına alınmazsa, Kaddafi’nin kendi halkına karşı zulüm uygulayacağına inanmak için her türlü nedenimiz var.”
***
Şimdi birileri çıkmış Libya’daki operasyona destek verirken “Ben diktatörleri sevmem. Onun için bu müdahale doğrudur” diyor. Biz de hiç sevmeyiz. Kuşkusuz demokrasiden ve özgürlükten yana olan herkes, çok uzun yıllardır süren bu baskıcı yönetimlerin sona ermesinden yana.
Ama uluslararası toplum bu tür müdahaleyi bir yöntem olarak benimserse, yarın öbür gün ülkenizde bir kargaşa çıktığında bombaların tepenize inmeyeceğinden emin olabilir misiniz?
Saddam ve Kaddafi gibi diktatörleri koltuğundan etmek için halklarını bombalamaya gerek yok. Önce onlara silah satmaktan, karşılıklı ticaret yapmaktan vazgeçin!
Ayrıca kimse kendisini kandırmasın; Batılı devletler Libya’ya kendi emperyal çıkarları için, petrol paylaşımı için müdahale etti. Bunun Irak işgalinden farkı ne?
Gelecek günler ne gösterecek göreceğiz; bakalım Libya’daki pastadan kim en çok payı kapacak?
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 3 Nisan 2011
Irak Savaşı sırasında Amerika’da tartışılan bir soru vardı: “Bir bomba pilotsuz uçaktan atılırsa, o bombanın etkisiyle sona eren hayatlardan daha mı az sorumlu olunur?”
Amerikalı askerlerden bir kısmının, üzerinde uçtukları yabancı topraklara bıraktıkları bombaların yarattığı ölümlerin etkisiyle psikolojik bozukluk yaşadığı söyleniyordu. Bazı uzmanlar çözüm olarak pilotsuz uçakları savununca bu soru tartışılmıştı.
Kanımca o soruya verilecek en iyi yanıt da yine bir soruydu: “Bomba yüklü uçaklar kendi kendine mi harekete geçiyor? Hareketi sağlayan düğmeye kim basıyor?”
***
Libya’ya düzenlenen uluslararası operasyon, aklıma bu tartışmayı getirdi. Bugünlerde Amerika’da iki görüş hakim. Birisi diyor ki Obama, Bush’tan farklıdır; çünkü Bush, uluslararası toplumu ve hukuku dikkate almadan, herkese meydan okuyarak, tam bir kovboy politikası izledi. Obama ise, Libya’ya düzenlenen askeri müdahalenin başını çekse de, bunu bir uluslararası koalisyona mal etmeyi ve sonunda bir NATO operasyonuna çevirmeyi başardı.
Diğer görüşe göreyse, Bush’un temsil ettiği neoconlar ile Obama’nın temsil ettiği liberal müdahaleciler arasında tek fark, Obama’nın uluslararası toplumla işbirliği yapması. Ancak sonuç olarak, Obama’ya Beyaz Saray’da akıl veren liberal müdahaleciler de, Amerikan emperyalizminin çıkarları söz konusu olduğunda, sahip olduğu devasa askeri güçle istediği yere müdahale edebileceğini düşünüyor.
***
İşte tam bu noktada ben soruyorum: Emperyalist bir müdahaleyi kabul edilebilir kılan şey, uluslararası onay mıdır? Çeşitli ülkeler de kendi çıkarlarını düşünerek o müdahaleye ortak olursa, yani çok sayıda karar verici olursa, ana pilotun kimliği ve asıl amacı gizlenebilir mi?
Bunlar haklı sorulardır. Sekiz yıl geriye gidecek olursak, Bush’un Irak’ı işgal için gerekçe gösterdiği argümanların aynısını bugün Obama’nın kullandığını görüyoruz.
Ne demişti Bush? “Irak’ta kitle imha silahları var!” Sonra baktılar ki olmadığı anlaşıldı; hemen yeni bir senaryo yazdı. “Kendi halkına karşı zalimce davranan bir diktatörden kurtulmak zorundayız” dedi; “Bölgenin istikrarı açısından bu yapılmalı” dedi.
Aynılarını Obama da söyledi. Onun ilk aşamada kullanacağı kitle imha silahları bahanesi yoktu ama o da dedi ki: “Eğer kontrol altına alınmazsa, Kaddafi’nin kendi halkına karşı zulüm uygulayacağına inanmak için her türlü nedenimiz var.”
***
Şimdi birileri çıkmış Libya’daki operasyona destek verirken “Ben diktatörleri sevmem. Onun için bu müdahale doğrudur” diyor. Biz de hiç sevmeyiz. Kuşkusuz demokrasiden ve özgürlükten yana olan herkes, çok uzun yıllardır süren bu baskıcı yönetimlerin sona ermesinden yana.
Ama uluslararası toplum bu tür müdahaleyi bir yöntem olarak benimserse, yarın öbür gün ülkenizde bir kargaşa çıktığında bombaların tepenize inmeyeceğinden emin olabilir misiniz?
Saddam ve Kaddafi gibi diktatörleri koltuğundan etmek için halklarını bombalamaya gerek yok. Önce onlara silah satmaktan, karşılıklı ticaret yapmaktan vazgeçin!
Ayrıca kimse kendisini kandırmasın; Batılı devletler Libya’ya kendi emperyal çıkarları için, petrol paylaşımı için müdahale etti. Bunun Irak işgalinden farkı ne?
Gelecek günler ne gösterecek göreceğiz; bakalım Libya’daki pastadan kim en çok payı kapacak?
-
Etiketler:
Amerika,
Barack Obama,
emperyalizm,
George W. Bush,
Irak,
Kaddafi,
Libya,
NATO,
Saddam Hüseyin,
silah lobisi