© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 27 Aralık 2009
Danimarka’nın başkenti Kopenhag, geçen hafta tüyler ürperten bir katliama sahne oldu. Kim, ne kadar farkında bilmiyorum; ama katledilen şey, şu an üzerinde yaşadığımız gezegendi.
12 gün süren İklim Konferansı’nda 193 devletin temcilcisi, dünyanın geleceğini kurtarmak için sera gazı salımını azatmayı taahhüt altına alan bağlayıcı bir anlaşma imzalayamadı.
Bu utanca neden olanlarsa, Amerika, Çin ve Batı’nın sanayileşmiş ülkeleriydi. Kuzey’in Güney’le, zenginin fakirle mücadelesiydi iklim konferansı... Zafer ilan eden, Kuzey’in zenginleri oldu ama aslında kaybeden tüm insanlıktı.
İnsanoğlu, bir kez daha hırsına yenildi ve bilime karşı yine politika kazandı. Politikacılar, Kopenhag’da gerçekleri görmemek için bir grup insanı dinlemedi. O grup arasında yıllardır uyarılarını sürdüren bilim insanları da vardı.
Bilim diyor ki; dünyadaki sera gazı salımı, bugünkü hızıyla devam ederse, buz kütleleri hızla eriyecek, 1.5-2 derecelik bir ısı artışı deniz seviyesini 7-9 metre arasında yükseltecek, Pasifik’te ve Afrika’da birçok ülke sular altında kalacak, milyarlarca insan kuraklık tehlikesiyle karşılaşırken milyonlarca insan ölecek!
***
Sular altında yok olacak ülkelerden birisi de Tuvalu. Pasifik’te 26 km2’lik ufak bir ada. Halkı yaklaşık 3000 yıl önce yerleşmiş o toprağa. Toplam 12.373 kişilik bir nüfus yaşıyor adada.
Ana akım medya, İklim Konferansı’yla ilgili haberler arasında Tuvalu temsilcisi Ian Fry’ın şu sözlerini görmedi:
“Ben yaptığım bu konuşmaya ağlayarak hazırlandım. Yetişkin bir erkek için itiraf etmesi kolay bir şey değil bu... Ama benim ülkemin kaderi sizin elinizde. Dünyanın geleceğini Amerikalı senatörler belirliyor. Modern dünyanın çelişkisi bu... Obama’dan talebimiz, dünyanın karşı karşıya kaldığı bu en büyük tehlikeye karşı gereğini yapıp aldığı Nobel’i hak etmesidir.”
Ian Fry’ın bu sarsıcı sözlerini de dinlemedi dünya liderleri. Oysa IPCC’nin (Hükümetlerarası İklim Degişikliği Paneli) son raporlarına göre, küresel sıcaklıkta 1.5- 2 derecelik bir artış olduğunda, Tuvalu tarihe karışacak. Çünkü ülkede en yüksek yer, deniz seviyesinin sadece 4 metre üstünde.
130 ülke temsilcisinin, sıcaklık artışını 1.5 derecenin altına çeken bağlayıcı bir anlaşmayı talep etmesinin nedeni de aynı hayati tehlike. Yaşama haklarını savunuyor o insanlar.
***
Kuzey’in gözü dönmüş liderlerinin dinlemediği insanlar arasında Güney’den iki lider de vardı: Bolivya Cumhurbaşkanı Evo Morales ile Venezüella Cumhurbaşkanı Hugo Chavez.
Morales, “Amerika’nın savunma bütçesi, 687 milyar dolar. İnsanlığı kurtarmak için verecekleri sadece 10 milyar dolar mı? Bu utanç verici!” derken haksız mıydı?
İklim değişikliğine çok büyük ölçüde gelişmiş ülkelerin sanayileşme süreci neden olmadı mı? Şimdi o zengin ülkelerin, bu sorun yüzünden yok olma tehlikesiye karşılaşan fakir ülkelere yardım etme zamanı değil mi?
“İklim yerine büyük bir kapitalist banka olsaydı, şimdiye kurtarılmıştı,” dedi Chavez. Ama zenginlerin kulakları ona da tıkalıydı.
Radiohead grubunun solisti Thom Yorke, basın kartı alıp girdiği konferansta yaptığı açıklamalarla Kuzeylileri rahatsız etti. Yorke’un “Bu toplantı G8 zirvelerine benziyor; bir sürü hırslı adam kendi çıkarı için pazarlık yürütüyor,” sözleri, dönen çirkin dolapları vurguluyordu.
İklim Konferansı’nda küresel sıcaklığın 1.5 derece ile mi yoksa 2 derece ile mi sınırlandırılacağı tartışmasının ardındaki gerçek buydu: Kuzey Güney’i, zengin fakiri ölüme terk etti.
Katlettikleri dünyanın bir gün kendilerini de yok edeceğini unutanlar, Kopenhag’ı kana buladı...
27 Aralık 2009 Pazar
22 Aralık 2009 Salı
% Yüz Dumansız Hava Sahasını Destekleme Kampanyası
Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi'nin (SSUK) başlattığı bu kampanya çok önemli.
O nedenle blog üzerinden duyurmayı istedim. Aşağıdaki not, Komite Sekreteri Mustafa Seydioğulları'ndan geldi:
Bugün başlattığımız "% Yüz Dumansız Hava Sahasını Ben de Destekliyorum" kampanyasına katılımınızı bekliyoruz.
Mesajlar doğrudan Başbakanlık'a ulaşıyor.
Lütfen, tanıdığınız herkese kampanyayı tanıtın ve katılımlarını sağlayınız.
Öncelikle, http://www.ssuk.org.tr/ web sitemize giriniz.
"% Yüz Dumansız Hava Sahasını Ben de Destekliyorum" sayfasında ilgili yerleri doldurup tıklayınız, daha sonra gelen mesajı onaylayınız.
Teşekkürler.
Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi (SSUK)
Tweet
O nedenle blog üzerinden duyurmayı istedim. Aşağıdaki not, Komite Sekreteri Mustafa Seydioğulları'ndan geldi:
Bugün başlattığımız "% Yüz Dumansız Hava Sahasını Ben de Destekliyorum" kampanyasına katılımınızı bekliyoruz.
Mesajlar doğrudan Başbakanlık'a ulaşıyor.
Lütfen, tanıdığınız herkese kampanyayı tanıtın ve katılımlarını sağlayınız.
Öncelikle, http://www.ssuk.org.tr/ web sitemize giriniz.
"% Yüz Dumansız Hava Sahasını Ben de Destekliyorum" sayfasında ilgili yerleri doldurup tıklayınız, daha sonra gelen mesajı onaylayınız.
Teşekkürler.
Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi (SSUK)
20 Aralık 2009 Pazar
Gazetecilik
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 20 Aralık 2009
İnternet medyasının giderek geleneksel medyanın önüne geçtiği günler yaşıyoruz. Dünyanın bir ucundaki bilgisayardan ya da telefondan çıkan bilgi, anında dünyanın öbür ucuna ulaşıyor. Oturduğunuz yerden haberin hızına yetişmek bile baş döndürüyor...
Son dönemde bütün dünyada önem kazanan bir gazetecilik türü gelişti: “Vatandaş gazeteciliği” (citizen journalism) deniyor buna. Kısaca şöyle anlatabiliriz bunu: Kurumsal bir yapı içerisinde gazetecilik yapmayanların, çevredeki olaylara ilişkin yazdığı haberlerin, çektiği fotoğrafların ya da videoların bloglarda yayınlanması...
Doğal olarak böyle bir ortamda, hıza yetişemeyen geleneksel medyanın ve eski usul gazeteciliğin geleceği tartışılmaya başlandı. Ben klasik gazeteciliğin bir süre daha varlığını koruyacağını, ama zamanla bugünkü önemini yitireceğini düşünüyorum.
Çünkü artık okuyucu, haber alma ihtiyacını çok sayıda kaynaktan ve çok daha hızlı giderebiliyor. Bu bir gerçek. Bunun karşısında gazetelerin sahip olduğu avantaj ise, marka ya da kurum kimliğinin güvenilirliği...
Nitekim, internet medyasına destek vermeyenler, “Sayısız blog ve sitenin güvenilirliğinden nasıl emin olacaksınız?” diye soruyor. Vatandaş gazeteciliğinin ya da internet medyasının güvenilirliğini sağlayan en önemli unsur içerik...
Bir sitede yazılanların güvenilir olup olmadığını, doğrudan içerik belirliyor. Okuyucu, kendisine sunulanları faydalı ya da gerçeğe uygun bulmazsa, bir daha o siteyi ziyaret etmiyor. Böyle bir durumda yapacağı tek şey, bir tıkla başka bir siteye geçmek...
Ama adını ne koyarsanız koyun; ister klasik gazetecilik olsun, ister internet ya da vatandaş gazeteciliği, sonuçta güvenilirliği sağlamak için bağlı kalınacak ilkeler aynıdır. Çünkü bence asıl mesele, haberin yer aldığı ortam değil, haber yaparken uygulanan ilkelerdir...
***
Bu ilkeleri en iyi şekilde maddeleyen bir listeye rastladım geçenlerde. 11 maddelik bu liste, New York Üniversitesi’nde gazetecilik dersleri veren Prof. Jay Rosen'ın blogunda yayımlandı.
Rosen’a göre, etik davranıp davranmadığını kontrol etmek isteyen bir gazeteci, yaptığı işlerde aşağıdaki ilkelere uygunluğunu sorgulamalı:
1-Temel amacınız, doğruyu söylemek ve gerçeği ortaya koymak mı?
2-Gerçeği söylemekle ortaya çıkabilecek ve temel amaçla bağdaşmayacak her türlü menfaati ortadan kaldırdınız ya da açığa vurdunuz mu?
3-Nerede durduğunuzun anlaşılması ve size güven duyulabilmesi için, bilinmesi gereken her şeyi söylediniz mi?
4-Bilgiyi, aldatma, yalan ya da hile yöntemlerine başvurmadan mı topladınız?
5-Kaynak olarak kullandığınız herkese, kamu yararına çalışan bir gazeteci olduğunuzu açıkça söylediniz mi?
6-Kaynak olarak kullandığınız kişilerin güvenilir olduğundan emin misiniz?
7-Haberin öncesinde, haberi oluştururken ve sonrasında, haberinizde geçen her bilginin doğruyu yansıttığından emin olmak için, elinizden gelen her şeyi (gazetecilik ilkelerinin sınırları içinde kalarak) yaptınız mı?
8-Gerçekliği kanıtlanabilir bilgileri kullandınız mı? Yazdıklarınız, teorik olarak bir başkası tarafından da doğrulanabilir mi?
9-Özel kişilere zararı dokunabilecek bir haberi yapmadan önce, o konuda önemli bir kamu yararı olup olmadığını sorguladınız mı?
10-Kamunun haber alma hakkından başka bir amaca hizmet etmediğiniz doğru mu?
11-Kullandığınız materyallerin orijinalini kimden aldığınızı açıkça belirttiniz mi?
***
Bir kuruma bağlı olarak ya da serbest çalışan bir gazeteciyseniz veya vatandaş gazeteciliği yapıyorsanız, bu listeyi hep yanınızda bulundurun. Her yazıdan sonra 11 soruya da "evet" yanıtı verin ki, gazetecilik adı altında iftira, yalan, hakaret yazmayın...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 20 Aralık 2009
İnternet medyasının giderek geleneksel medyanın önüne geçtiği günler yaşıyoruz. Dünyanın bir ucundaki bilgisayardan ya da telefondan çıkan bilgi, anında dünyanın öbür ucuna ulaşıyor. Oturduğunuz yerden haberin hızına yetişmek bile baş döndürüyor...
Son dönemde bütün dünyada önem kazanan bir gazetecilik türü gelişti: “Vatandaş gazeteciliği” (citizen journalism) deniyor buna. Kısaca şöyle anlatabiliriz bunu: Kurumsal bir yapı içerisinde gazetecilik yapmayanların, çevredeki olaylara ilişkin yazdığı haberlerin, çektiği fotoğrafların ya da videoların bloglarda yayınlanması...
Doğal olarak böyle bir ortamda, hıza yetişemeyen geleneksel medyanın ve eski usul gazeteciliğin geleceği tartışılmaya başlandı. Ben klasik gazeteciliğin bir süre daha varlığını koruyacağını, ama zamanla bugünkü önemini yitireceğini düşünüyorum.
Çünkü artık okuyucu, haber alma ihtiyacını çok sayıda kaynaktan ve çok daha hızlı giderebiliyor. Bu bir gerçek. Bunun karşısında gazetelerin sahip olduğu avantaj ise, marka ya da kurum kimliğinin güvenilirliği...
Nitekim, internet medyasına destek vermeyenler, “Sayısız blog ve sitenin güvenilirliğinden nasıl emin olacaksınız?” diye soruyor. Vatandaş gazeteciliğinin ya da internet medyasının güvenilirliğini sağlayan en önemli unsur içerik...
Bir sitede yazılanların güvenilir olup olmadığını, doğrudan içerik belirliyor. Okuyucu, kendisine sunulanları faydalı ya da gerçeğe uygun bulmazsa, bir daha o siteyi ziyaret etmiyor. Böyle bir durumda yapacağı tek şey, bir tıkla başka bir siteye geçmek...
Ama adını ne koyarsanız koyun; ister klasik gazetecilik olsun, ister internet ya da vatandaş gazeteciliği, sonuçta güvenilirliği sağlamak için bağlı kalınacak ilkeler aynıdır. Çünkü bence asıl mesele, haberin yer aldığı ortam değil, haber yaparken uygulanan ilkelerdir...
***
Bu ilkeleri en iyi şekilde maddeleyen bir listeye rastladım geçenlerde. 11 maddelik bu liste, New York Üniversitesi’nde gazetecilik dersleri veren Prof. Jay Rosen'ın blogunda yayımlandı.
Rosen’a göre, etik davranıp davranmadığını kontrol etmek isteyen bir gazeteci, yaptığı işlerde aşağıdaki ilkelere uygunluğunu sorgulamalı:
1-Temel amacınız, doğruyu söylemek ve gerçeği ortaya koymak mı?
2-Gerçeği söylemekle ortaya çıkabilecek ve temel amaçla bağdaşmayacak her türlü menfaati ortadan kaldırdınız ya da açığa vurdunuz mu?
3-Nerede durduğunuzun anlaşılması ve size güven duyulabilmesi için, bilinmesi gereken her şeyi söylediniz mi?
4-Bilgiyi, aldatma, yalan ya da hile yöntemlerine başvurmadan mı topladınız?
5-Kaynak olarak kullandığınız herkese, kamu yararına çalışan bir gazeteci olduğunuzu açıkça söylediniz mi?
6-Kaynak olarak kullandığınız kişilerin güvenilir olduğundan emin misiniz?
7-Haberin öncesinde, haberi oluştururken ve sonrasında, haberinizde geçen her bilginin doğruyu yansıttığından emin olmak için, elinizden gelen her şeyi (gazetecilik ilkelerinin sınırları içinde kalarak) yaptınız mı?
8-Gerçekliği kanıtlanabilir bilgileri kullandınız mı? Yazdıklarınız, teorik olarak bir başkası tarafından da doğrulanabilir mi?
9-Özel kişilere zararı dokunabilecek bir haberi yapmadan önce, o konuda önemli bir kamu yararı olup olmadığını sorguladınız mı?
10-Kamunun haber alma hakkından başka bir amaca hizmet etmediğiniz doğru mu?
11-Kullandığınız materyallerin orijinalini kimden aldığınızı açıkça belirttiniz mi?
***
Bir kuruma bağlı olarak ya da serbest çalışan bir gazeteciyseniz veya vatandaş gazeteciliği yapıyorsanız, bu listeyi hep yanınızda bulundurun. Her yazıdan sonra 11 soruya da "evet" yanıtı verin ki, gazetecilik adı altında iftira, yalan, hakaret yazmayın...
Etiketler:
gazetecilik,
internet medyası,
Jay Rosen,
medya,
vatandaş gazeteciliği
13 Aralık 2009 Pazar
Kral çıplak da kim söyleyecek?
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 13 Aralık 2009
Ben bu yazıyı yazarken Başbakan Erdoğan ile Obama’nın buluşması henüz gerçekleşmemişti; yazı yayınlandığında ise görüşmüş olacaklar.
Bir süredir medyada Amerika’nın Türkiye’den Afganistan'a ek asker istediği konuşuluyor. Sanki hiç beklenmeyen bir olaymış gibi yansıtılıyor bu haber. Oysa Obama göreve başladığından beri bu yönde bir gelişme olacağını tahmin etmek zor değildi.
Çünkü Irak’tan bir süre sonra çekilmeyi vaat eden Obama, Afganistan’daki savaşı hızlandıracağını söylüyordu. Nitekim 8-9 ay önce yazdığım yazılarda, ben de bu gelişmenin yaşanacağını belirtmiştim.
Her ne kadar Obama, Bush retoriğini sürdürüp, “Ülkenin güvenliği tehlikede. O yüzden savaşmalıyız,” dese de, Amerikan halkı artık savaş istemiyor. Bu durumda, ek asker için, Obama’nın NATO’nun kapısını zorlaması hiç de sürpriz değil...
Türk hükümeti, Afganistan’a muharip güç göndermeye istekli değil. Erdoğan'ın görüşmede bunu yinelediği söyleniyor.
Ama diplomasinin karşılıklı çıkar ilişkileri içinde Obama’nın da kozları var. Ankara, Kürt açılımı konusunda Amerika’nın Irak’ta sağlayacağı desteğe ihtiyaç duyuyor...
***
Aslında, bu durumda en cesaret isteyen tavır, ABD Başkanı’na Afganistan’da hata yaptığını anlatmak. Nasıl? Şunlar söylenebilir Obama’ya:
1-Amerika, 8 yıldır Afganistan’da ve bu savaş artık 2. Vietnam olarak değerlendiriyor. Daha bir yıl önce arabalarının arkasına Obama sticker’ları yapıştıranlar, şimdi onları söküyor. İşgal başladığından bu yana binlerce sivil öldürüldü. Bu durum daha ne kadar sürecek?
2-Halkınız da, şehit sayısındaki artış ve ödenen vergiler nedeniyle savaşa büyük tepki duyuyor. Afganistan savaşı, şu ana kadar Amerika’ya 228 milyar dolara mal oldu.
3-Amerika’nın Afganistan’ı işgal amacı, El Kaide’yi bitirmek ve Osama bin Ladin’i ele geçirmekti. Oysa ulusal güvenlik danışmanınız General James Jones’a göre, Afganistan’daki El Kaide militanlarının sayısı 100.
Eğer General Stanley McChrystal’ın isteği yerine getirilirse, Afganistan’daki asker sayısı 120 bine çıkacak. 100 El Kaide üyesini ele geçirmek için, 120 bin askeri Afganistan'a yığmanın gerekçesi nedir?
4-Bütün bu mantıksızlığın arkasındaki neden, savaş sanayisinin önde gelenleri ve şahinler grubuna mensup danışmanlarla çevrili olmanız. Başkalarının hayatı ve parası üzerine oyunlarını sürdüren bu grup, savaş sürdükçe para kazanmaya devam ediyor.
İlk göreve geldiğinizde, herkesin umudu bu tür şahinlere direnme iradesini gösterebilmenizdi. Fakat Afganistan stratejisini açıkladığınız konuşma, bu umutları tamamen bitirdi.
O konuşma, Amerika’nın Afganistan ve Pakistan’daki emperyal hedeflerinin açık ilanıdır. Çünkü “bir ülkenin işgalini daha çabuk sona erdirmek için daha çok işgal etmek” gibi bir mantıksızlıktan söz ediyorsunuz...
5-Afganistan stratejinizin hedefi, gerçekte Pakistan’ı kontrol altında tutmak. İran’la yaşanan gerginliğin, Irak’taki savaşın ve Ortadoğu’daki tüm emperyal amaçlarınızın altında yatan gerçek neden petrol kavgası...
Amerika’nın küresel egemenliğini sürdürmek için dünyanın her yerine askeri üsler kuruyorsunuz. Böl-yönet politikasına daha ne kadar devam edeceksiniz? Bütün Ortadoğu’yu Irak’a mı benzeteceksiniz?
6-Eğer öyleyse, Nobel Barış Ödüllü ilk “Savaş Başkanı” siz olacaksınız...
***
Kral çıplak ama kim "van minüts" diyecek ona? Tabii bunu, ancak varlığını Amerika’ya bağlamayan, tam bağımsız liderler yapabilir... Onların arasında kimlerin olmadığı çok açık...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 13 Aralık 2009
Ben bu yazıyı yazarken Başbakan Erdoğan ile Obama’nın buluşması henüz gerçekleşmemişti; yazı yayınlandığında ise görüşmüş olacaklar.
Bir süredir medyada Amerika’nın Türkiye’den Afganistan'a ek asker istediği konuşuluyor. Sanki hiç beklenmeyen bir olaymış gibi yansıtılıyor bu haber. Oysa Obama göreve başladığından beri bu yönde bir gelişme olacağını tahmin etmek zor değildi.
Çünkü Irak’tan bir süre sonra çekilmeyi vaat eden Obama, Afganistan’daki savaşı hızlandıracağını söylüyordu. Nitekim 8-9 ay önce yazdığım yazılarda, ben de bu gelişmenin yaşanacağını belirtmiştim.
Her ne kadar Obama, Bush retoriğini sürdürüp, “Ülkenin güvenliği tehlikede. O yüzden savaşmalıyız,” dese de, Amerikan halkı artık savaş istemiyor. Bu durumda, ek asker için, Obama’nın NATO’nun kapısını zorlaması hiç de sürpriz değil...
Türk hükümeti, Afganistan’a muharip güç göndermeye istekli değil. Erdoğan'ın görüşmede bunu yinelediği söyleniyor.
Ama diplomasinin karşılıklı çıkar ilişkileri içinde Obama’nın da kozları var. Ankara, Kürt açılımı konusunda Amerika’nın Irak’ta sağlayacağı desteğe ihtiyaç duyuyor...
***
Aslında, bu durumda en cesaret isteyen tavır, ABD Başkanı’na Afganistan’da hata yaptığını anlatmak. Nasıl? Şunlar söylenebilir Obama’ya:
1-Amerika, 8 yıldır Afganistan’da ve bu savaş artık 2. Vietnam olarak değerlendiriyor. Daha bir yıl önce arabalarının arkasına Obama sticker’ları yapıştıranlar, şimdi onları söküyor. İşgal başladığından bu yana binlerce sivil öldürüldü. Bu durum daha ne kadar sürecek?
2-Halkınız da, şehit sayısındaki artış ve ödenen vergiler nedeniyle savaşa büyük tepki duyuyor. Afganistan savaşı, şu ana kadar Amerika’ya 228 milyar dolara mal oldu.
3-Amerika’nın Afganistan’ı işgal amacı, El Kaide’yi bitirmek ve Osama bin Ladin’i ele geçirmekti. Oysa ulusal güvenlik danışmanınız General James Jones’a göre, Afganistan’daki El Kaide militanlarının sayısı 100.
Eğer General Stanley McChrystal’ın isteği yerine getirilirse, Afganistan’daki asker sayısı 120 bine çıkacak. 100 El Kaide üyesini ele geçirmek için, 120 bin askeri Afganistan'a yığmanın gerekçesi nedir?
4-Bütün bu mantıksızlığın arkasındaki neden, savaş sanayisinin önde gelenleri ve şahinler grubuna mensup danışmanlarla çevrili olmanız. Başkalarının hayatı ve parası üzerine oyunlarını sürdüren bu grup, savaş sürdükçe para kazanmaya devam ediyor.
İlk göreve geldiğinizde, herkesin umudu bu tür şahinlere direnme iradesini gösterebilmenizdi. Fakat Afganistan stratejisini açıkladığınız konuşma, bu umutları tamamen bitirdi.
O konuşma, Amerika’nın Afganistan ve Pakistan’daki emperyal hedeflerinin açık ilanıdır. Çünkü “bir ülkenin işgalini daha çabuk sona erdirmek için daha çok işgal etmek” gibi bir mantıksızlıktan söz ediyorsunuz...
5-Afganistan stratejinizin hedefi, gerçekte Pakistan’ı kontrol altında tutmak. İran’la yaşanan gerginliğin, Irak’taki savaşın ve Ortadoğu’daki tüm emperyal amaçlarınızın altında yatan gerçek neden petrol kavgası...
Amerika’nın küresel egemenliğini sürdürmek için dünyanın her yerine askeri üsler kuruyorsunuz. Böl-yönet politikasına daha ne kadar devam edeceksiniz? Bütün Ortadoğu’yu Irak’a mı benzeteceksiniz?
6-Eğer öyleyse, Nobel Barış Ödüllü ilk “Savaş Başkanı” siz olacaksınız...
***
Kral çıplak ama kim "van minüts" diyecek ona? Tabii bunu, ancak varlığını Amerika’ya bağlamayan, tam bağımsız liderler yapabilir... Onların arasında kimlerin olmadığı çok açık...
Etiketler:
Afganistan,
Amerika,
Barack Obama,
El Kaide,
George W. Bush,
Irak,
NATO,
Ortadoğu,
Osama bin Laden,
Pakistan,
Recep Tayyip Erdoğan,
Türkiye
7 Aralık 2009 Pazartesi
İtalya'daki alternatif dünya
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 6 Aralık 2009
Bayram haftasını İtalya’da geçirdim. Bu yazıyı da Milano ile Venedik arasındaki gidiş-dönüş tren yolculuğumda yazıyorum. Etraftaki İtalyanlar ve turistler, yüksek sesle ve sürekli konuşuyor; ama kulaklığı takınca ortamdan soyutlanmak olanaklı...
Popüler kültürde İtalya deyince akla ne gelir? Pizza, makarna, opera, futbol, moda, son yıllarda da Berlusconi ve skandalları... Benim İtalya gezim, bu çerçevenin tamamen dışına çıktı; sanki gerçek dünyanın dışında alternatif bir dünyada geçti tüm zaman...
Bu müthiş deneyimi, dört kişiye borçluyum: Edward Hopper, Frank Gehry, Yayoi Kusama ve Leonardo da Vinci...
Bakın bu dört sanatçı, dünyamı nasıl değiştirdi?
***
Milano’ya gitmeden önce kentte büyük bir Edward Hopper sergisi olduğunu öğrenmiştim. Daha önce bazı müzelerde eserlerini görmüş olmama karşın, bütünüyle Hopper’a ayrılan bir sergi gezmemiştim.
Palazzo Reale’deki sergi, Hopper’ı hiç tanımayan bir insanı bile neredeyse bu konuda uzman yapacak kadar ayrıntılıydı. Aklımı en çok meşgul eden bilgi, Hopper’ın bir duvara yazılan şu sözü oldu:
“Tek isteğim, bir evin duvarına düşen ışığı resmetmekti.” Hiç kuşkusuz, istediğini başardı Hopper; duvara düşen ışığın en güzel resimlerini yaptı... Tablolarındaki imajlarla sessizliği konuşturdu...
Kentteki izole yaşamı aktaran resimleriyle Amerikan gerçekçiliğinin sembollerindendi. Fakat ilginç bir şekilde, bir süreliğine de olsa, sanatıyla izleyeni başka bir dünyaya götüren de oydu...
***
Milano’daki ikinci durağım, Frank Gehry sergisiydi. Triennale Tasarım Müzesi’ndeki sergide, ünlü mimarın dünyanın çeşitli yerlerinde yaptığı binaların ilginç öyküsü, orijinal çizimler ve maketlerle anlatılmış.
Muhteşem binalarıyla herkesin hayranlığını kazanmış bir mimar Gehry. Gerçekle hayali birbirine geçiren görkemli tasarımları insan aklını zorluyor. Ama sergide öğrendiğime göre, kendisi hep ressamlara özenirmiş...
“Önünüzde boş bir kağıt ve renklerle dolu bir paletiniz var. İlk fırça darbesi nasıl olacak? Bu müthiş bir his!” diyor Gehry. Doğrusu, onun eserlerine baktıkça da bende aynı duygu uyanıyor...
Gehry’nin dehası ile çarpılmışken hiç ara vermeden Leonardo da Vinci’nin “The Last Supper” (Son Yemek) isimli tablosunu görmeye gittim.
UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ndeki Santa Maria delle Grazie adlı eski bir kilisede yer alıyor ünlü tablo. 15. yüzyıldan kalma bir duvar resmi... Tozdan ve ışıktan özel yöntemlerle korunan eserin güzelliği, insanın nefesini kesiyor...
Benim “Son Yemek”ten etkilenmemin, Dan Brown’un “Da Vinci Şifresi” adlı kitabıyla hiçbir ilgisi yok. Ama söylenene göre, resme olan ilgi, o kitaptan sonra epeyce artmış. O kadar ki, resmi görmek için, en az bir hafta önceden rezervasyon yaptırmanız gerekiyor.
Bunların üzerine son olarak da, PAC Milan'daki Yayoi Kusama sergisini görünce, tam bir görsel sanatlar ziyafeti çıktı ortaya. Japon sanatçının benekler, ağlar ve aynalara olan saplantılı tutkusuyla yarattığı eserler, gerçekten çok çarpıcı. Bize yanılsama gibi gözüken her şey, onun dünyasında bir gerçek...
***
Bu gördüklerimden sonra, İtalya denince benim aklıma kesinlikle pizza, futbol ya da Berlusconi gelemez. Sanatla dolu alternatif bir dünya var bu ülkede... İtalya, bunu iliklerine kadar hissettiriyor insana...
2010’da Avrupa’nın kültür başkenti olmaya hazırlanan İstanbul yaşatabilecek mi aynı duyguyu? 2010’a bir aydan az bir zaman kaldı ve U2 konserinden başka ses getirecek bir proje duymadık henüz...
İstanbul, şanına yakışır bir kültür başkenti olabilecek mi? Alternatif dünyalar sunabilecek mi?
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 6 Aralık 2009
Bayram haftasını İtalya’da geçirdim. Bu yazıyı da Milano ile Venedik arasındaki gidiş-dönüş tren yolculuğumda yazıyorum. Etraftaki İtalyanlar ve turistler, yüksek sesle ve sürekli konuşuyor; ama kulaklığı takınca ortamdan soyutlanmak olanaklı...
Popüler kültürde İtalya deyince akla ne gelir? Pizza, makarna, opera, futbol, moda, son yıllarda da Berlusconi ve skandalları... Benim İtalya gezim, bu çerçevenin tamamen dışına çıktı; sanki gerçek dünyanın dışında alternatif bir dünyada geçti tüm zaman...
Bu müthiş deneyimi, dört kişiye borçluyum: Edward Hopper, Frank Gehry, Yayoi Kusama ve Leonardo da Vinci...
Bakın bu dört sanatçı, dünyamı nasıl değiştirdi?
***
Milano’ya gitmeden önce kentte büyük bir Edward Hopper sergisi olduğunu öğrenmiştim. Daha önce bazı müzelerde eserlerini görmüş olmama karşın, bütünüyle Hopper’a ayrılan bir sergi gezmemiştim.
Palazzo Reale’deki sergi, Hopper’ı hiç tanımayan bir insanı bile neredeyse bu konuda uzman yapacak kadar ayrıntılıydı. Aklımı en çok meşgul eden bilgi, Hopper’ın bir duvara yazılan şu sözü oldu:
“Tek isteğim, bir evin duvarına düşen ışığı resmetmekti.” Hiç kuşkusuz, istediğini başardı Hopper; duvara düşen ışığın en güzel resimlerini yaptı... Tablolarındaki imajlarla sessizliği konuşturdu...
Kentteki izole yaşamı aktaran resimleriyle Amerikan gerçekçiliğinin sembollerindendi. Fakat ilginç bir şekilde, bir süreliğine de olsa, sanatıyla izleyeni başka bir dünyaya götüren de oydu...
***
Milano’daki ikinci durağım, Frank Gehry sergisiydi. Triennale Tasarım Müzesi’ndeki sergide, ünlü mimarın dünyanın çeşitli yerlerinde yaptığı binaların ilginç öyküsü, orijinal çizimler ve maketlerle anlatılmış.
Muhteşem binalarıyla herkesin hayranlığını kazanmış bir mimar Gehry. Gerçekle hayali birbirine geçiren görkemli tasarımları insan aklını zorluyor. Ama sergide öğrendiğime göre, kendisi hep ressamlara özenirmiş...
“Önünüzde boş bir kağıt ve renklerle dolu bir paletiniz var. İlk fırça darbesi nasıl olacak? Bu müthiş bir his!” diyor Gehry. Doğrusu, onun eserlerine baktıkça da bende aynı duygu uyanıyor...
Gehry’nin dehası ile çarpılmışken hiç ara vermeden Leonardo da Vinci’nin “The Last Supper” (Son Yemek) isimli tablosunu görmeye gittim.
UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ndeki Santa Maria delle Grazie adlı eski bir kilisede yer alıyor ünlü tablo. 15. yüzyıldan kalma bir duvar resmi... Tozdan ve ışıktan özel yöntemlerle korunan eserin güzelliği, insanın nefesini kesiyor...
Benim “Son Yemek”ten etkilenmemin, Dan Brown’un “Da Vinci Şifresi” adlı kitabıyla hiçbir ilgisi yok. Ama söylenene göre, resme olan ilgi, o kitaptan sonra epeyce artmış. O kadar ki, resmi görmek için, en az bir hafta önceden rezervasyon yaptırmanız gerekiyor.
Bunların üzerine son olarak da, PAC Milan'daki Yayoi Kusama sergisini görünce, tam bir görsel sanatlar ziyafeti çıktı ortaya. Japon sanatçının benekler, ağlar ve aynalara olan saplantılı tutkusuyla yarattığı eserler, gerçekten çok çarpıcı. Bize yanılsama gibi gözüken her şey, onun dünyasında bir gerçek...
***
Bu gördüklerimden sonra, İtalya denince benim aklıma kesinlikle pizza, futbol ya da Berlusconi gelemez. Sanatla dolu alternatif bir dünya var bu ülkede... İtalya, bunu iliklerine kadar hissettiriyor insana...
2010’da Avrupa’nın kültür başkenti olmaya hazırlanan İstanbul yaşatabilecek mi aynı duyguyu? 2010’a bir aydan az bir zaman kaldı ve U2 konserinden başka ses getirecek bir proje duymadık henüz...
İstanbul, şanına yakışır bir kültür başkenti olabilecek mi? Alternatif dünyalar sunabilecek mi?
Etiketler:
Berlusconi,
Edward Hopper,
Frank Gehry,
İtalya,
Leonardo da Vinci,
Yayoi Kusama
1 Aralık 2009 Salı
İnsanı ve sokağı tanımak
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 29 Kasım 2009
Kendisini dünyanın merkezi sanan, devamlı kendine odaklanan insanlardan sıkılırım ben... Benmerkezciliğin giderek daha çok yayıldığı bir dünyaya tepkidir belki de...
Bir de neden ünlü olduklarını bilmediğimiz ama televizyon ve gazetelerde hep gördüğümüz insanlardan sıkılırım. Nedense medyanın olmazsa olmazı haline gelmiştir onlar da...
Oysa sokaklar birbirinden ilginç öykülerle dolu... Sıradan bulunarak kenara itilenler, aslında hayatlarını çeşitli mucizelerle sürdüren, inanılmaz öykülerin kahramanları...
Bugün o insanlara ve sokaklara bakan iki çalışmadan söz edeceğim. İkisi de o kadar ilginç ki, neden bizde bu tür çalışmalar yapılmıyor diye düşünüyor insan...
***
Bir süre önce internette bir kitap adına rastladım: Bicycle Diaries... Sadece kitabın adını görmek bile içimin cız etmesine neden oldu. Hep hayalini kurduğum bir proje olduğunu hemen anladım...
Birisi, bisiklete atlayıp tanımadığı yerlere gitmiş ve kendisinden uzaklaşıp çevresinde gördüklerini yazmış olmalıydı... Evet, birisi aynen bunu yapmıştı... Ama yazarın ismini görünce, ilk anda hissettiğim o hafif üzüntü yerini sevince bıraktı. Çünkü yazan David Byrne’dü!
Müzik ve sanatla ilgilenenlerin iyi bildiği bir isim Byrne. İskoç kökenli 57 yaşında bir Amerikalı... Herkes, onu daha çok 70 ve 80’lerin ünlü rock grubu Talking Heads’in vokalisti/ gitaristi olarak tanıyor.
Ama aynı zamanda film, fotoğraf, opera ve multimedia alanında çalışmalar yapan, Grammy, Oscar ve Altın Küre ödüllü çok yönlü bir sanatçı David Byrne. Ayrıca daha önce yazdığı beş kitabı var.
Byrne, 1980’li yılların sonunda katlanabilir bisikletlerin varlığını keşfedince, seyahat ettiği her yere bisikletini de yanında götürmüş ve tuttuğu notları kitaplaştırmış.
Kitaptaki gözlemler, Berlin, İstanbul, Manila, Buenos Aires, Sidney, Londra, San Francisco, New York, New Orleans, Detroit, Pittsburgh, Teksas ve Ohio günlüklerinden oluşuyor. Farklı kentlerdeki mimari, kültür, toplumsal yaşam, küreselleşme ve politika gibi konularda yapılan gözlemler, derin bir bilgi birikiminin süzgecinden geçirilerek aktarılıyor.
İstanbul’da daha çok müzisyenler ve sanat yaşamı konu edilmiş. Türkiye'ye birkaç kez gelmiş David Byrne. Kaotik trafikten söz ederek, İstanbul’da bisikletle gezmenin deli işi olduğunu söylüyor. “Ama son yıllarda yollar kalabalıktan öyle tıkandı ki, ben bisiklet üzerinde ilerleyebiliyorum,” diyor...
Çok sevdiği İstanbul’da giderek yayılan çirkin binaları, Batılılaşma ile geleneksel dini yaşam tarzı arasındaki karşıtlığı, fakirle zengin arasındaki uçurumu anlatıyor...
Kimi zaman da komik benzetmeler yapıyor. Örneğin, bir ziyaretinde tanıştığı İngilizce konuşmayan kültür bakanını İngiliz komedi grubu Monty Python karakterlerinden Mr. Creosote’ye benzetiyor. Patlayana kadar yiyen koca cüsseli, küçük gözlü bir tip...
***
İkinci proje ise, film yönetmeni David Lynch’in “Interview Project” adlı çalışması. Amerika’nın batısından doğusuna uzanan 40.000 km’lik bir yolda rastgele bulunan insanlarla röportajlar yapılmış...
70 gün süren bu yolculuğun amacı, insanları tanımak; çocukluk rüyalarını, umutlarını, pişmanlıklarını öğrenmek, yaşadıkları yerleri görmek... Lynch ve ekibi, röportajların videolarını www.interviewproject.davidlynch.com adresindeki sitede yayınlıyor.
Farklı öyküler duymak isterseniz, bu iki çalışmaya bir göz atın derim.
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 29 Kasım 2009
Kendisini dünyanın merkezi sanan, devamlı kendine odaklanan insanlardan sıkılırım ben... Benmerkezciliğin giderek daha çok yayıldığı bir dünyaya tepkidir belki de...
Bir de neden ünlü olduklarını bilmediğimiz ama televizyon ve gazetelerde hep gördüğümüz insanlardan sıkılırım. Nedense medyanın olmazsa olmazı haline gelmiştir onlar da...
Oysa sokaklar birbirinden ilginç öykülerle dolu... Sıradan bulunarak kenara itilenler, aslında hayatlarını çeşitli mucizelerle sürdüren, inanılmaz öykülerin kahramanları...
Bugün o insanlara ve sokaklara bakan iki çalışmadan söz edeceğim. İkisi de o kadar ilginç ki, neden bizde bu tür çalışmalar yapılmıyor diye düşünüyor insan...
***
Bir süre önce internette bir kitap adına rastladım: Bicycle Diaries... Sadece kitabın adını görmek bile içimin cız etmesine neden oldu. Hep hayalini kurduğum bir proje olduğunu hemen anladım...
Birisi, bisiklete atlayıp tanımadığı yerlere gitmiş ve kendisinden uzaklaşıp çevresinde gördüklerini yazmış olmalıydı... Evet, birisi aynen bunu yapmıştı... Ama yazarın ismini görünce, ilk anda hissettiğim o hafif üzüntü yerini sevince bıraktı. Çünkü yazan David Byrne’dü!
Müzik ve sanatla ilgilenenlerin iyi bildiği bir isim Byrne. İskoç kökenli 57 yaşında bir Amerikalı... Herkes, onu daha çok 70 ve 80’lerin ünlü rock grubu Talking Heads’in vokalisti/ gitaristi olarak tanıyor.
Ama aynı zamanda film, fotoğraf, opera ve multimedia alanında çalışmalar yapan, Grammy, Oscar ve Altın Küre ödüllü çok yönlü bir sanatçı David Byrne. Ayrıca daha önce yazdığı beş kitabı var.
Byrne, 1980’li yılların sonunda katlanabilir bisikletlerin varlığını keşfedince, seyahat ettiği her yere bisikletini de yanında götürmüş ve tuttuğu notları kitaplaştırmış.
Kitaptaki gözlemler, Berlin, İstanbul, Manila, Buenos Aires, Sidney, Londra, San Francisco, New York, New Orleans, Detroit, Pittsburgh, Teksas ve Ohio günlüklerinden oluşuyor. Farklı kentlerdeki mimari, kültür, toplumsal yaşam, küreselleşme ve politika gibi konularda yapılan gözlemler, derin bir bilgi birikiminin süzgecinden geçirilerek aktarılıyor.
İstanbul’da daha çok müzisyenler ve sanat yaşamı konu edilmiş. Türkiye'ye birkaç kez gelmiş David Byrne. Kaotik trafikten söz ederek, İstanbul’da bisikletle gezmenin deli işi olduğunu söylüyor. “Ama son yıllarda yollar kalabalıktan öyle tıkandı ki, ben bisiklet üzerinde ilerleyebiliyorum,” diyor...
Çok sevdiği İstanbul’da giderek yayılan çirkin binaları, Batılılaşma ile geleneksel dini yaşam tarzı arasındaki karşıtlığı, fakirle zengin arasındaki uçurumu anlatıyor...
Kimi zaman da komik benzetmeler yapıyor. Örneğin, bir ziyaretinde tanıştığı İngilizce konuşmayan kültür bakanını İngiliz komedi grubu Monty Python karakterlerinden Mr. Creosote’ye benzetiyor. Patlayana kadar yiyen koca cüsseli, küçük gözlü bir tip...
***
İkinci proje ise, film yönetmeni David Lynch’in “Interview Project” adlı çalışması. Amerika’nın batısından doğusuna uzanan 40.000 km’lik bir yolda rastgele bulunan insanlarla röportajlar yapılmış...
70 gün süren bu yolculuğun amacı, insanları tanımak; çocukluk rüyalarını, umutlarını, pişmanlıklarını öğrenmek, yaşadıkları yerleri görmek... Lynch ve ekibi, röportajların videolarını www.interviewproject.davidlynch.com adresindeki sitede yayınlıyor.
Farklı öyküler duymak isterseniz, bu iki çalışmaya bir göz atın derim.
Etiketler:
David Byrne,
David Lynch
23 Kasım 2009 Pazartesi
Medya ve İktidar
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 22 Kasım 2009
Geçen hafta dünya basınına önemli bir haber yansıdı. Küresel medya imparatoru Rupert Murdoch, gazetelerinin editoryal bağımsızlığına ilişkin bir soruya şöyle yanıt vermiş:
“İngiltere’deki gazete editörleri Başbakan’a karşı tavır aldığı için üzgünüm. Gordon Brown benim dostum. Ama onun bir Başbakan olarak hayal kırıklığı yarattığı konusunda haklılar.”
Buna karşın Gordon Brown ise, The Sun gazetesini siyasi bir partiye dönüşmekle suçluyor. Fakat şu ayrımı da yapıyor: “Bu Rupert’la ilgili kişisel bir mesele değil, kendisi bana karşı her zaman dostça davrandı.”
Bu konuşmaların ardında aslında çok önemli bir değişim yatıyor. 1997’de ilk sayfadan “The Sun Blair’i destekliyor” diye dev bir manşetle çıkmıştı gazete. Oysa 30 Eylül 2009 tarihli kapağında yer alan Gordon Brown fotoğrafının altındaki manşet şöyle: “İşçi Partisi kaybetti.”
Gazete bununla ilgili açıklama yazısında, “İktidardaki 12 uzun yıldan sonra, bu hükümet yolunu kaybetti. Artık The Sun’ın desteğini de yitirdi,” diyor...
***
The Sun, 3 milyon satışıyla İngiltere’nin en etkili gazetesi. Blair’in 1997’de seçilmesinde çok büyük etkisi olmuştu. Gazetenin bunca yıldan sonra böyle açık bir dönüşüm geçirmesi, ilk anda çok şaşırtıcı görünüyor.
Tabii ki işin arkasında türlü türlü hesaplar var. Murdoch, Brown’un dostu olduğunu söylese de, artık herkes biliyor ki, The Sun daha doğrusu Murdoch-Brown savaşı başladı...
Murdoch, iş dünyasının en pragmatist, en hırslı ve en kurnaz iş adamlarından birisi. Daima kazanan politikacıların yanında yer alır. Son dönemde süper lüks yatında Muhafazakar Parti Başkanı David Cameron’u ağırladığına göre, mutlaka bir bildiği vardır...
İktidardaki İşçi Partisi’nin kamuoyu desteği giderek azalıyor. Avrupa Parlamentosu seçimlerindeki tarihi yenilgi bunu ortaya koydu. Ekonomideki kötü gidişat ve üst üste yaşanan siyasi skandallar, Brown’u iyice yıprattı. Gelecek yıl haziran ayına kadar yapılması gereken seçimlerde İşçi Partisi’nin kaybedeceği tahmin ediliyor...
Hal böyle olunca, Murdoch’un, The Sun’ın dönüşümünü sanki editörlerin gazetecilik refleksiyle verdikleri bir kararmış gibi göstermesini kimse yutmaz...
Her şeyden önce, gazetelerinin editoryal yönetimine karışmak konusunda sabıkalı bir patron Murdoch. Onun onayı olmadan, The Sun, İşçi Partisi’ne 12 yıldır verdiği büyük desteği asla çekemezdi...
***
Her ne kadar İngiltere’deki basın özgürlüğü Türkiye ile kıyaslanamayacak kadar geniş olsa da, durum budur. Bunun nedeni, medya iktidar ilişkilerindeki çok önemli bir soruna dayanıyor.
O sorun, gazete ve televizyonların holdinglerin yan kuruluşu olmasıdır. Bu yüzden medya sahipleri, politikacılarla çok yakın çıkar ilişkisi içinde... Daha çok kâr elde etme ve büyüme hedefini gözettikleri için, iktidarla olan ilişkilerini düzenlerken sürekli baskı hissediyorlar.
İhalelere giriyorlar, bürokraside kolaylık sağlamak istiyorlar, yasaların onlardan yana olması için lobi yapıyorlar... Ve bunları yaparken iktidara karşı güçlü olmalarını sağladığı için de medya sektörüne giriyorlar...
Türkiye’de iktidarı rahatsız eden olayların üzerine gidilememesinin nedeni de bu...
Sonuçta İngiltere, medya-iktidar ilişkisini güçlü demokratik kurumları ve basın özgürlüğü sayesinde bir şekilde düzenler; ama bunlardan yoksun ülkemizde durum vahimdir...
Bugün Türkiye’de hiç çekinmeden gerçekleri yazan sadece birkaç gazete var: Cumhuriyet, Sözcü ve Aydınlık.
Büyük medyada birkaç yazarın dışında belli konuların üzerine gidebilen yok...
Türkiye dinci sivil bir faşizme doğru kayıyor, medya sus pus...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 22 Kasım 2009
Geçen hafta dünya basınına önemli bir haber yansıdı. Küresel medya imparatoru Rupert Murdoch, gazetelerinin editoryal bağımsızlığına ilişkin bir soruya şöyle yanıt vermiş:
“İngiltere’deki gazete editörleri Başbakan’a karşı tavır aldığı için üzgünüm. Gordon Brown benim dostum. Ama onun bir Başbakan olarak hayal kırıklığı yarattığı konusunda haklılar.”
Buna karşın Gordon Brown ise, The Sun gazetesini siyasi bir partiye dönüşmekle suçluyor. Fakat şu ayrımı da yapıyor: “Bu Rupert’la ilgili kişisel bir mesele değil, kendisi bana karşı her zaman dostça davrandı.”
Bu konuşmaların ardında aslında çok önemli bir değişim yatıyor. 1997’de ilk sayfadan “The Sun Blair’i destekliyor” diye dev bir manşetle çıkmıştı gazete. Oysa 30 Eylül 2009 tarihli kapağında yer alan Gordon Brown fotoğrafının altındaki manşet şöyle: “İşçi Partisi kaybetti.”
Gazete bununla ilgili açıklama yazısında, “İktidardaki 12 uzun yıldan sonra, bu hükümet yolunu kaybetti. Artık The Sun’ın desteğini de yitirdi,” diyor...
***
The Sun, 3 milyon satışıyla İngiltere’nin en etkili gazetesi. Blair’in 1997’de seçilmesinde çok büyük etkisi olmuştu. Gazetenin bunca yıldan sonra böyle açık bir dönüşüm geçirmesi, ilk anda çok şaşırtıcı görünüyor.
Tabii ki işin arkasında türlü türlü hesaplar var. Murdoch, Brown’un dostu olduğunu söylese de, artık herkes biliyor ki, The Sun daha doğrusu Murdoch-Brown savaşı başladı...
Murdoch, iş dünyasının en pragmatist, en hırslı ve en kurnaz iş adamlarından birisi. Daima kazanan politikacıların yanında yer alır. Son dönemde süper lüks yatında Muhafazakar Parti Başkanı David Cameron’u ağırladığına göre, mutlaka bir bildiği vardır...
İktidardaki İşçi Partisi’nin kamuoyu desteği giderek azalıyor. Avrupa Parlamentosu seçimlerindeki tarihi yenilgi bunu ortaya koydu. Ekonomideki kötü gidişat ve üst üste yaşanan siyasi skandallar, Brown’u iyice yıprattı. Gelecek yıl haziran ayına kadar yapılması gereken seçimlerde İşçi Partisi’nin kaybedeceği tahmin ediliyor...
Hal böyle olunca, Murdoch’un, The Sun’ın dönüşümünü sanki editörlerin gazetecilik refleksiyle verdikleri bir kararmış gibi göstermesini kimse yutmaz...
Her şeyden önce, gazetelerinin editoryal yönetimine karışmak konusunda sabıkalı bir patron Murdoch. Onun onayı olmadan, The Sun, İşçi Partisi’ne 12 yıldır verdiği büyük desteği asla çekemezdi...
***
Her ne kadar İngiltere’deki basın özgürlüğü Türkiye ile kıyaslanamayacak kadar geniş olsa da, durum budur. Bunun nedeni, medya iktidar ilişkilerindeki çok önemli bir soruna dayanıyor.
O sorun, gazete ve televizyonların holdinglerin yan kuruluşu olmasıdır. Bu yüzden medya sahipleri, politikacılarla çok yakın çıkar ilişkisi içinde... Daha çok kâr elde etme ve büyüme hedefini gözettikleri için, iktidarla olan ilişkilerini düzenlerken sürekli baskı hissediyorlar.
İhalelere giriyorlar, bürokraside kolaylık sağlamak istiyorlar, yasaların onlardan yana olması için lobi yapıyorlar... Ve bunları yaparken iktidara karşı güçlü olmalarını sağladığı için de medya sektörüne giriyorlar...
Türkiye’de iktidarı rahatsız eden olayların üzerine gidilememesinin nedeni de bu...
Sonuçta İngiltere, medya-iktidar ilişkisini güçlü demokratik kurumları ve basın özgürlüğü sayesinde bir şekilde düzenler; ama bunlardan yoksun ülkemizde durum vahimdir...
Bugün Türkiye’de hiç çekinmeden gerçekleri yazan sadece birkaç gazete var: Cumhuriyet, Sözcü ve Aydınlık.
Büyük medyada birkaç yazarın dışında belli konuların üzerine gidebilen yok...
Türkiye dinci sivil bir faşizme doğru kayıyor, medya sus pus...
Etiketler:
basın özgürlüğü,
David Cameron,
Gordon Brown,
iktidar,
İngiltere,
medya,
Rupert Murdoch,
Tony Blair,
Türkiye
16 Kasım 2009 Pazartesi
Kapitalizmin Amerika Maceraları...
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 15 Kasım 2009
Amerika’daki sağlık sigortası tartışmalarını büyük bir dikkatle izliyorum. Çünkü dünyanın en gelişmiş ülkesinin, 21. yüzyılda 47 milyon vatandaşını sigortasız yaşatma hikâyesi gerçekten ilginç...
Ben bu yazıyı yazdığım sırada, Amerika’da bu konuda önemli bir gelişme oldu. Temsilciler Meclisi, sağlık sigortasında reform yapan tasarıyı onayladı. 435 üyeli Meclis’te 215 ret oyuna karşılık 220 kabul oyu verildi.
Ama tasarının yasalaşması için, Senato’nun onayından da geçmesi gerekiyor. 100 üyeli Senato’da çoğunluk 60 kişiyle Demokratların, fakat oradan tasarıyı geçirmenin çok da kolay olmayacağı görülüyor. Çünkü Demokratların bir kısmı tasarıya karşı...
Temcilciler Meclisi’ndeki oylama, tahminimce medyaya Obama’nın büyük başarısı olarak yansıyacak. Doğrusu, sağlık sigortası konusu Amerika’yı birbirine kattığı için öyle yorumlanması fazla şaşırtıcı değil...
Fakat işin bir başka gerçeği de, o oylamada 39 Demokrat Partili üyenin aleyhte oy vermiş olması... Üstelik bunların arasında Ohio temcilcisi Dennis Kucinich de var. Kucinich, daha önce sağlık sigortasında “single-payer” (tek ödeyici) denilen merkezi devlet sorumluluğundaki sistemi öngören bir değişiklik önergesi hazırlamıştı.
Bu önerge, iki partinin de katıldığı bir komisyonda oylanıp tasarıya eklenmişti. Kucinich’in yeni kabul edilen tasarıya karşı çıkmasının nedeni, bu değişikliğin metinden çıkarılması...
Kanada ve Avustralya’da örnekleri uygulanan bu sistemde, merkezi ya da federal hükümet, bütün sağlık harcamaları için ortak bir fon kullanıyor ve ihtiyacı olanların sağlık harcamaları da o ortak havuzdan, tek bir elden karşılanıyor.
Bu sistemin en önemli özelliği, aradan özel sigorta şirketlerinin çıkarılması. Eğer Kucinich’in önerisi kabul görseydi, hem hastanelerin sigorta şirketleri ile uğraşmak için harcadıkları zaman ve paradan tasarruf edilecek, hem de böylece vatandaşa yansıyan fatura azalacaktı. Şu anda Amerika’da sağlık için harcanan her 1 doların 31 senti, bu tür bürokratik işlemlerin yapılması için sigorta şirketlerine gidiyor...
Demokratların Temcilciler Meclisi’nde 256 üyesi var ama kamu finansmanının kabulü için gereken 218 oyu bulamadılar. Sonuçta, Obama baktı ki olmuyor; çoğunluk oyunu sağlamak için ciddi ödünler verdi...
Obama için zafer olarak görülen tasarı, bana göre, Amerikan solu ve Demokratlar açısından bir geri adımdır. Çünkü Obama, devletin her vatandaşa sağlık sigortası sağlayacağı sözünü vermişti...
Oysa yeni tasarıya göre, her Amerikan vatandaşı, devletin ya da özel şirketlerin sunduğu sigorta planlarından birisini satın almak zorunda. Kamu finansmanı, ancak yoksulluk sınırının belli bir oranda altında kalanlar için söz konusu olabiliyor...
İlerici Demokratlar, bu sistemin yaklaşık 21 milyon Amerikalı’yı özel sigorta almak zorunda bırakacağını, ödenecek primlerin artacağını ve kazananın halk değil, özel sigorta şirketleri olacağını söylüyor...
Bu durumda, Kucinich’in dediği gibi, sağlık sisteminde bir reformdan çok, sigorta şirketleri için bir tür kurtarma paketinden söz edilebilir...
Kapitalizmin Amerika’daki ilginç maceraları devam ediyor... Bir temel insan hakkı olan sağlıklı yaşam, dünyanın en zengin ülkesinde bir hayal... Obama yönetiminin, sağlık sigortasında kamu finansmanının zorunlu olmadığını söylediği günden bu yana da, borsada sigorta şirketlerinin hisseleri yükselişte...
Bu tasarıyla sigortasız sayısı bir ölçüde azalacak olsa da, perde arkasında dönen asıl dolap budur...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 15 Kasım 2009
Amerika’daki sağlık sigortası tartışmalarını büyük bir dikkatle izliyorum. Çünkü dünyanın en gelişmiş ülkesinin, 21. yüzyılda 47 milyon vatandaşını sigortasız yaşatma hikâyesi gerçekten ilginç...
Ben bu yazıyı yazdığım sırada, Amerika’da bu konuda önemli bir gelişme oldu. Temsilciler Meclisi, sağlık sigortasında reform yapan tasarıyı onayladı. 435 üyeli Meclis’te 215 ret oyuna karşılık 220 kabul oyu verildi.
Ama tasarının yasalaşması için, Senato’nun onayından da geçmesi gerekiyor. 100 üyeli Senato’da çoğunluk 60 kişiyle Demokratların, fakat oradan tasarıyı geçirmenin çok da kolay olmayacağı görülüyor. Çünkü Demokratların bir kısmı tasarıya karşı...
Temcilciler Meclisi’ndeki oylama, tahminimce medyaya Obama’nın büyük başarısı olarak yansıyacak. Doğrusu, sağlık sigortası konusu Amerika’yı birbirine kattığı için öyle yorumlanması fazla şaşırtıcı değil...
Fakat işin bir başka gerçeği de, o oylamada 39 Demokrat Partili üyenin aleyhte oy vermiş olması... Üstelik bunların arasında Ohio temcilcisi Dennis Kucinich de var. Kucinich, daha önce sağlık sigortasında “single-payer” (tek ödeyici) denilen merkezi devlet sorumluluğundaki sistemi öngören bir değişiklik önergesi hazırlamıştı.
Bu önerge, iki partinin de katıldığı bir komisyonda oylanıp tasarıya eklenmişti. Kucinich’in yeni kabul edilen tasarıya karşı çıkmasının nedeni, bu değişikliğin metinden çıkarılması...
Kanada ve Avustralya’da örnekleri uygulanan bu sistemde, merkezi ya da federal hükümet, bütün sağlık harcamaları için ortak bir fon kullanıyor ve ihtiyacı olanların sağlık harcamaları da o ortak havuzdan, tek bir elden karşılanıyor.
Bu sistemin en önemli özelliği, aradan özel sigorta şirketlerinin çıkarılması. Eğer Kucinich’in önerisi kabul görseydi, hem hastanelerin sigorta şirketleri ile uğraşmak için harcadıkları zaman ve paradan tasarruf edilecek, hem de böylece vatandaşa yansıyan fatura azalacaktı. Şu anda Amerika’da sağlık için harcanan her 1 doların 31 senti, bu tür bürokratik işlemlerin yapılması için sigorta şirketlerine gidiyor...
Demokratların Temcilciler Meclisi’nde 256 üyesi var ama kamu finansmanının kabulü için gereken 218 oyu bulamadılar. Sonuçta, Obama baktı ki olmuyor; çoğunluk oyunu sağlamak için ciddi ödünler verdi...
Obama için zafer olarak görülen tasarı, bana göre, Amerikan solu ve Demokratlar açısından bir geri adımdır. Çünkü Obama, devletin her vatandaşa sağlık sigortası sağlayacağı sözünü vermişti...
Oysa yeni tasarıya göre, her Amerikan vatandaşı, devletin ya da özel şirketlerin sunduğu sigorta planlarından birisini satın almak zorunda. Kamu finansmanı, ancak yoksulluk sınırının belli bir oranda altında kalanlar için söz konusu olabiliyor...
İlerici Demokratlar, bu sistemin yaklaşık 21 milyon Amerikalı’yı özel sigorta almak zorunda bırakacağını, ödenecek primlerin artacağını ve kazananın halk değil, özel sigorta şirketleri olacağını söylüyor...
Bu durumda, Kucinich’in dediği gibi, sağlık sisteminde bir reformdan çok, sigorta şirketleri için bir tür kurtarma paketinden söz edilebilir...
Kapitalizmin Amerika’daki ilginç maceraları devam ediyor... Bir temel insan hakkı olan sağlıklı yaşam, dünyanın en zengin ülkesinde bir hayal... Obama yönetiminin, sağlık sigortasında kamu finansmanının zorunlu olmadığını söylediği günden bu yana da, borsada sigorta şirketlerinin hisseleri yükselişte...
Bu tasarıyla sigortasız sayısı bir ölçüde azalacak olsa da, perde arkasında dönen asıl dolap budur...
Etiketler:
Amerika,
Barack Obama,
Dennis Kucinich,
kapitalizm,
sağlık sigortası
9 Kasım 2009 Pazartesi
Bir Soru...
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 8 Kasım 2009
İki gün sonra 10 Kasım. Atatürk’ün ölümünün 71. yılı... Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak, elbette ben de bu ülkenin kurucu liderine minnet duygularıyla doluyum.
Ama bu yıl içim biraz daha buruk... Çünkü ülkenin durumu beni endişelendiriyor. Kendi geleceğim adına da, bu topraklarda yaşayan bütün kadınlar adına da, halk adına da...
Fazla karamsar olmamaya çalışıyorum; ama son sekiz yıldır bu ülkede yaşananların bizi getirdiği nokta belli... Ne yazık ki, Türkiye’de laik demokratik rejimin yaşamsal sorunlarla boğuştuğu günler yaşıyoruz...
Neler oluyor? Laiklik tartışmaya açılıyor; “pasif laiklik” adı altında bu kavramın içi boşaltılmaya çalışılıyor...
Yüksek siyaset, dincilik ve bölücülük sorunlarıyla uğraşırken, halk yoksulluk ve işsizlikle pençeleşiyor...
Avrupa Birliği projesi gerilerken, Başbakan, İran’da İslami bir marka ve model haline geliyor...
Amerika’yı mesken tutan cemaat lideri, uzaktan kumanda aletiyle, medyayı, yargıyı, eğitimi biçimlendiriyor...
Yargının tarafsızlığı iyice tartışmalı hale gelirken, muhalif yazarlar, gazeteciler, bilim adamları aylarca hapiste tutuluyor...
Küreselleşmenin yönlendirdiği dünya siyasetindeki yeri Amerika'nın Ortadoğu'daki kolu olarak belirlenen iktidar, emperyalizmin taleplerini yerine getirmek için seferber olurken, ülkenin komşuluk ilişkileri zedeleniyor...
YÖK güdümündeki üniversitelerde bilimsel özerklik yok olurken, dinci kadrolaşma tırmanıyor...
Kendisinden farklı olana tahammül edemeyen insanların tek sesli ülkesi olma yolunda hızla ilerliyor Türkiye...
Toplum muhafazakarlaşıyor; kadınlar, gençler, eşcinseller ve farklı inançta olanlar için çember giderek daralıyor...
Ve bütün bunlar olurken, adaletsizliğe karşı derin bir sessizlik hüküm sürüyor... En korkutucu olanı da bu... Göz göre göre birileri, hukuk ilkelerini eğip bükerek sevmediklerini cezalandırıyor ya da eski hesapların rövanşını alıyor...
Bir kısım medya, gazetecilik etiğini ayaklar altına alıp linç kampanyaları sürdürüyor. Birisi işine geldiği için bir haberi ön plana çıkarırken, diğeri görmezden geliyor. Köşelerde süren savaşlar, halkı gazetelerden soğutuyor. Medya artık, gerçeğin aktarıldığı bir araç olmaktan çıkıp, saptırılmış bilgilerin üretildiği platforma dönüşüyor...
Böyle bir ortamda çevremdeki gençlere bakıyorum, tepkilerini ölçmeye çalışıyorum. Bütün bu olanları dert edinen fazla değil... Çoğu hâlâ bir şekilde bu ülkeden ayrılıp, kendine başka diyarlarda gelecek kurma sevdasında...
Eğitimsizlik ve ekonomik bağımlılık kadınları büyük ölçüde sindirmiş. Her dört kadından birisi koca dayağını haklı buluyor! Eğitimli ve aklı başında olanlar ise, erkek egemen kültürün baskısı altında var olma mücadelesi veriyor...
***
Bu tespitleri üzüntüyle yazıyorum... 71 yılda geleceğimiz yer bu muydu? Düz bir teknokrat mantığıyla, “Türkiye, dünyada en büyük 17. ekonomi. Şu kadar yol, bu kadar baraj yapıldı, hastaneler, okullar vs. açıldı,” diyebilirsiniz.
Ya eğitimde, sosyal paylaşımda, birlikte yaşama kültüründe, toplumsal katılımda, adalette nereye geldik?
Ben bu noktada özellikle şu soruya yanıt arıyorum: Atatürk, 1919’da iktidar yargı ilişkilerini açıklarken, “Her halde dünyada bir hak vardır. Ve o hak kuvvetin üstündedir,” demişti. Bu ilke, 2009 Türkiyesi’nde geçerli midir? Buna inanarak “Evet” yanıtı verebiliyor musunuz?
Bugün Atatürk’ü şükranla anarken vatandaşlara bunu soruyorum. Çünkü bir toplumun çağdaş uygarlık seviyesi, maddi gelişmenin yanı sıra ve hatta ondan önce, buna verilecek yanıtla belirlenir...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 8 Kasım 2009
İki gün sonra 10 Kasım. Atatürk’ün ölümünün 71. yılı... Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak, elbette ben de bu ülkenin kurucu liderine minnet duygularıyla doluyum.
Ama bu yıl içim biraz daha buruk... Çünkü ülkenin durumu beni endişelendiriyor. Kendi geleceğim adına da, bu topraklarda yaşayan bütün kadınlar adına da, halk adına da...
Fazla karamsar olmamaya çalışıyorum; ama son sekiz yıldır bu ülkede yaşananların bizi getirdiği nokta belli... Ne yazık ki, Türkiye’de laik demokratik rejimin yaşamsal sorunlarla boğuştuğu günler yaşıyoruz...
Neler oluyor? Laiklik tartışmaya açılıyor; “pasif laiklik” adı altında bu kavramın içi boşaltılmaya çalışılıyor...
Yüksek siyaset, dincilik ve bölücülük sorunlarıyla uğraşırken, halk yoksulluk ve işsizlikle pençeleşiyor...
Avrupa Birliği projesi gerilerken, Başbakan, İran’da İslami bir marka ve model haline geliyor...
Amerika’yı mesken tutan cemaat lideri, uzaktan kumanda aletiyle, medyayı, yargıyı, eğitimi biçimlendiriyor...
Yargının tarafsızlığı iyice tartışmalı hale gelirken, muhalif yazarlar, gazeteciler, bilim adamları aylarca hapiste tutuluyor...
Küreselleşmenin yönlendirdiği dünya siyasetindeki yeri Amerika'nın Ortadoğu'daki kolu olarak belirlenen iktidar, emperyalizmin taleplerini yerine getirmek için seferber olurken, ülkenin komşuluk ilişkileri zedeleniyor...
YÖK güdümündeki üniversitelerde bilimsel özerklik yok olurken, dinci kadrolaşma tırmanıyor...
Kendisinden farklı olana tahammül edemeyen insanların tek sesli ülkesi olma yolunda hızla ilerliyor Türkiye...
Toplum muhafazakarlaşıyor; kadınlar, gençler, eşcinseller ve farklı inançta olanlar için çember giderek daralıyor...
Ve bütün bunlar olurken, adaletsizliğe karşı derin bir sessizlik hüküm sürüyor... En korkutucu olanı da bu... Göz göre göre birileri, hukuk ilkelerini eğip bükerek sevmediklerini cezalandırıyor ya da eski hesapların rövanşını alıyor...
Bir kısım medya, gazetecilik etiğini ayaklar altına alıp linç kampanyaları sürdürüyor. Birisi işine geldiği için bir haberi ön plana çıkarırken, diğeri görmezden geliyor. Köşelerde süren savaşlar, halkı gazetelerden soğutuyor. Medya artık, gerçeğin aktarıldığı bir araç olmaktan çıkıp, saptırılmış bilgilerin üretildiği platforma dönüşüyor...
Böyle bir ortamda çevremdeki gençlere bakıyorum, tepkilerini ölçmeye çalışıyorum. Bütün bu olanları dert edinen fazla değil... Çoğu hâlâ bir şekilde bu ülkeden ayrılıp, kendine başka diyarlarda gelecek kurma sevdasında...
Eğitimsizlik ve ekonomik bağımlılık kadınları büyük ölçüde sindirmiş. Her dört kadından birisi koca dayağını haklı buluyor! Eğitimli ve aklı başında olanlar ise, erkek egemen kültürün baskısı altında var olma mücadelesi veriyor...
***
Bu tespitleri üzüntüyle yazıyorum... 71 yılda geleceğimiz yer bu muydu? Düz bir teknokrat mantığıyla, “Türkiye, dünyada en büyük 17. ekonomi. Şu kadar yol, bu kadar baraj yapıldı, hastaneler, okullar vs. açıldı,” diyebilirsiniz.
Ya eğitimde, sosyal paylaşımda, birlikte yaşama kültüründe, toplumsal katılımda, adalette nereye geldik?
Ben bu noktada özellikle şu soruya yanıt arıyorum: Atatürk, 1919’da iktidar yargı ilişkilerini açıklarken, “Her halde dünyada bir hak vardır. Ve o hak kuvvetin üstündedir,” demişti. Bu ilke, 2009 Türkiyesi’nde geçerli midir? Buna inanarak “Evet” yanıtı verebiliyor musunuz?
Bugün Atatürk’ü şükranla anarken vatandaşlara bunu soruyorum. Çünkü bir toplumun çağdaş uygarlık seviyesi, maddi gelişmenin yanı sıra ve hatta ondan önce, buna verilecek yanıtla belirlenir...
Etiketler:
adalet,
Amerika,
Avrupa Birliği,
emperyalizm,
İran,
işsizlik,
laiklik,
medya,
Mustafa Kemal Atatürk,
pasif laiklik,
Türkiye,
yoksulluk,
YÖK
2 Kasım 2009 Pazartesi
Neden bu tutarsızlık?
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 1 Kasım 2009
Bugün hayvan haklarından söz edeceğim. Bunun beni popüler yapmayacağını biliyorum; sanattan, bilimden, edebiyattan söz etmenin yapmadığı gibi, o da yapmayacak.
Üstelik bu yazıda savunduklarımla, insanlığın çok büyük bir kesimini karşıma alacak bile olabilirim. Ama bugün 1 Kasım Dünya Vegan Günü...
Bayramımı kutlamaya hazırlanırken aklıma bazı sorular takıldı yine... Bu yazı da, o sorulara yanıt ararken ortaya çıktı...
***
Geçen gün televizyonda bir haber gördüm. Adana’da iki operasyon yapılmış, toplam 600 kilo at ve eşek eti ile kesilmeyi bekleyen 47 eşek ele geçirilmiş...
Etleri kullanan kebapçı da, dükkanının camına şu tarifeyi asmış: Et kavurma 2.5 TL, Adana kebap 2 TL, Tavuk bonfile şiş 2 TL...
Aynı haberi sonra internette okudum. Olayın dehşeti ile sarsılmışken, bir de okuyucu yorumlarına bakma hatasında bulundum. Yorum yapanlar üç gruba ayrılıyor...
Bir grup, at ve eşek etini insanlara yedirenleri kınayıp, bunun insan sağlığına aykırı olduğunu savunuyor. Bunlardan birisi şöyle yazmış: “İşte Adana kebap demek onun için lezzetliymiş. Yazıklar olsun... İnsanların sağlığıyla oynayanlara merak ediyorum ne ceza verecekler. Bu yüzsüzlere gece gündüz 1 yıl çiğ eşek ve at eti yedireceksin.”
İkinci grup, at ve eşek etinin de yenilebileceğini, Çin’de insanların canlı her şeyi yediğini söylüyor. Hatta birisi diyor ki; “Unutmayalım, Orta Asya'dayken at eti yiyorduk. Özbekistan'daki soydaşlarımız için at eti hâlâ en makbul ettir. Eşek de zaten atın kuzenidir. O kadar velveleye gerek yok. Eşekler canlı yakalandığına göre, eti taze olarak sunuyorlarmış.”
Tek tük bir iki kişiden oluşan üçüncü gruptakilerse, “Zavallı atlara ve eşeklere yazık değil mi?” diye soruyor...
***
At ve eşek etinin insan sağlığına etkisini bilim insanlarına sormak gerekir. Ama bildiğim kadarıyla, birçok Avrupa ve Asya ülkesinde tüketiliyor bu etler...
Benim anlamadığım, et yeme konusundaki ikiyüzlü yaklaşım: Kuzu, koyun, dana, tavuk eti tüketmekte bir sorun görmeyenler, at ya da eşek etini tiksindirici buluyor...
Asıl merak ettiğim, birinci ve üçüncü gruptakilerin tutarsızlığının nedeni... İkinci gruptakilerle zaten tamamen farklı fikirdeyim; ama onların kendi içinde daha tutarlı olduğunu kabul etmek gerekir...
Bu durum karşısında aklıma şu sorular geliyor: Sağlığa aykırı bir durum yaratmadığı sürece, neden bazı hayvanların yenmesi uygun da bazılarının değil? Neden birisi makbul de diğeri yasak?
Domuz eti dinen günah olduğu için yasak; peki at, zürafa, maymun eti neden yasak? Bu konudaki kuralları kim, ne belirliyor?
Kuzu yiyenin, kesilen eşeklere acıma hakkı var mı? Kesilen bir eşek acıma duygusu uyandırıyorsa, aynı duygu, neden koyun kesilirken harekete geçmiyor?
***
Dikkat edilirse, burada neden et yendiğini sormuyorum...
Elbette bana göre, ideal bir dünya, hayvanların kesilmediği, derilerinden ayakkabı vs. yapılmadığı; kısaca bir eşya gibi kullanılmadığı bir dünya olurdu. Ama çok açık ki, yaşadığımız dünya mükemmel değil...
Ayrıca bu konuda agresif bir tavır takınmamaya özen gösteriyorum. Çünkü herkesin yaşayacağı tek bir hayatı ve kullanabileceği bir aklı var. Aklının hayatında özgür olmalı insanlar...
Ancak tutarsızlığın gerisindeki neden düşündürüyor beni... Yerleşik kültürün ve geleneklerin insanların algılarında önemli bir belirleyici olduğunu biliyorum. Yine de toplumda benimsenmiş kuralların, adetlerin ardında bir mantık olmalı...
Böyle düşünüyor insan ve ömür de, o mantığı aramakla geçiyor...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 1 Kasım 2009
Bugün hayvan haklarından söz edeceğim. Bunun beni popüler yapmayacağını biliyorum; sanattan, bilimden, edebiyattan söz etmenin yapmadığı gibi, o da yapmayacak.
Üstelik bu yazıda savunduklarımla, insanlığın çok büyük bir kesimini karşıma alacak bile olabilirim. Ama bugün 1 Kasım Dünya Vegan Günü...
Bayramımı kutlamaya hazırlanırken aklıma bazı sorular takıldı yine... Bu yazı da, o sorulara yanıt ararken ortaya çıktı...
***
Geçen gün televizyonda bir haber gördüm. Adana’da iki operasyon yapılmış, toplam 600 kilo at ve eşek eti ile kesilmeyi bekleyen 47 eşek ele geçirilmiş...
Etleri kullanan kebapçı da, dükkanının camına şu tarifeyi asmış: Et kavurma 2.5 TL, Adana kebap 2 TL, Tavuk bonfile şiş 2 TL...
Aynı haberi sonra internette okudum. Olayın dehşeti ile sarsılmışken, bir de okuyucu yorumlarına bakma hatasında bulundum. Yorum yapanlar üç gruba ayrılıyor...
Bir grup, at ve eşek etini insanlara yedirenleri kınayıp, bunun insan sağlığına aykırı olduğunu savunuyor. Bunlardan birisi şöyle yazmış: “İşte Adana kebap demek onun için lezzetliymiş. Yazıklar olsun... İnsanların sağlığıyla oynayanlara merak ediyorum ne ceza verecekler. Bu yüzsüzlere gece gündüz 1 yıl çiğ eşek ve at eti yedireceksin.”
İkinci grup, at ve eşek etinin de yenilebileceğini, Çin’de insanların canlı her şeyi yediğini söylüyor. Hatta birisi diyor ki; “Unutmayalım, Orta Asya'dayken at eti yiyorduk. Özbekistan'daki soydaşlarımız için at eti hâlâ en makbul ettir. Eşek de zaten atın kuzenidir. O kadar velveleye gerek yok. Eşekler canlı yakalandığına göre, eti taze olarak sunuyorlarmış.”
Tek tük bir iki kişiden oluşan üçüncü gruptakilerse, “Zavallı atlara ve eşeklere yazık değil mi?” diye soruyor...
***
At ve eşek etinin insan sağlığına etkisini bilim insanlarına sormak gerekir. Ama bildiğim kadarıyla, birçok Avrupa ve Asya ülkesinde tüketiliyor bu etler...
Benim anlamadığım, et yeme konusundaki ikiyüzlü yaklaşım: Kuzu, koyun, dana, tavuk eti tüketmekte bir sorun görmeyenler, at ya da eşek etini tiksindirici buluyor...
Asıl merak ettiğim, birinci ve üçüncü gruptakilerin tutarsızlığının nedeni... İkinci gruptakilerle zaten tamamen farklı fikirdeyim; ama onların kendi içinde daha tutarlı olduğunu kabul etmek gerekir...
Bu durum karşısında aklıma şu sorular geliyor: Sağlığa aykırı bir durum yaratmadığı sürece, neden bazı hayvanların yenmesi uygun da bazılarının değil? Neden birisi makbul de diğeri yasak?
Domuz eti dinen günah olduğu için yasak; peki at, zürafa, maymun eti neden yasak? Bu konudaki kuralları kim, ne belirliyor?
Kuzu yiyenin, kesilen eşeklere acıma hakkı var mı? Kesilen bir eşek acıma duygusu uyandırıyorsa, aynı duygu, neden koyun kesilirken harekete geçmiyor?
***
Dikkat edilirse, burada neden et yendiğini sormuyorum...
Elbette bana göre, ideal bir dünya, hayvanların kesilmediği, derilerinden ayakkabı vs. yapılmadığı; kısaca bir eşya gibi kullanılmadığı bir dünya olurdu. Ama çok açık ki, yaşadığımız dünya mükemmel değil...
Ayrıca bu konuda agresif bir tavır takınmamaya özen gösteriyorum. Çünkü herkesin yaşayacağı tek bir hayatı ve kullanabileceği bir aklı var. Aklının hayatında özgür olmalı insanlar...
Ancak tutarsızlığın gerisindeki neden düşündürüyor beni... Yerleşik kültürün ve geleneklerin insanların algılarında önemli bir belirleyici olduğunu biliyorum. Yine de toplumda benimsenmiş kuralların, adetlerin ardında bir mantık olmalı...
Böyle düşünüyor insan ve ömür de, o mantığı aramakla geçiyor...
Etiketler:
hayvan hakları,
vegan,
veganizm,
vejetaryen
26 Ekim 2009 Pazartesi
Chomsky'den Nazi Analojisi
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 25 Ekim 2009
Amerika, son birkaç aydır giderek şiddetlenen bir ideolojik çatışmaya sahne oluyor. Obama’nın başkan seçilmesi, ülkedeki aşırı sağı tam anlamıyla çıldırttı...
Bu çıldırma halinin en belirginleştiği platform ise medya... Glenn Beck, Rush Limbaugh, Billl O’Reilly, Michael Savage gibi medya figürleri, muhafazakârları ateşleyip, sağın lider boşluğunu fazlasıyla dolduruyor.
Gergin ortam öyle garip bir aldı ki, ülkede daha önce görülmeyen olaylar yaşanmaya başladı. Örneğin, ünlü Marksist filozof Slavoj Zizek’in New York’ta The Cooper Union’daki konuşması engellendi.
Zizek, “First as Tragedy, Then as Farce” adlı yeni kitabının tanıtımı için düzenlenen bir toplantıya katıldı. Ama konuşması, bir bomba ihbarı üzerine polis tarafından yarıda kesildi...
Bunun üzerine bina dışına çıkarılan Zizek, katılımcıların ayrılmak istememesi üzerine, konuşmasını sokakta sürdürmek durumunda kaldı.
Zizek’in yeni kitabının, yaşadığımız zorlu dönemde kendini yenileyip toparlaması için Sol’a bir çağrı olduğu biliniyor. Ayrıca, The New Rebuplic dergisinin, Zizek’i “Batı’daki en tehlikeli felsefeci” olarak nitelediğini de hatırlarsak, neden konuşturulmak istenmediğini anlayabiliriz...
Yine de, böyle bir olayın New York’un göbeğindeki The Cooper Union gibi seçkin bir eğitim kurumunda olması, hiç normal değil. Aynı binada Bush döneminde yapılan ve üç gün süren sosyalist bilimadamları toplantısını izlemiştim ben...
***
Amerika'da son dönemde olanların, normal sayılabilecek bir siyasi çekişmenin ötesine geçmesinden korkuluyor. Çünkü bir süredir ırkçı sesler daha fazla duyuluyor, toplumda ciddi bir kamplaşma hissediliyor. O kadar ki, Chicago olimpiyatları kaybedince, Cumhuriyetçiler kutlama bile yaptı...
Nitekim, son yaşananlar, Prof. Noam Chomsky’yi de ciddi şekilde endişelendirmiş. Ünlü dilbilimciye göre, ülkedeki gidişat ile Nazi Almanyası’na yol açan ortam arasında benzerlik var... “Bire bir aynı olmasa da, ürkütücü bir benzerlik var,” diyor Chomsky...
Ve yaptığı analojiyi şöyle anlatıyor: “1930’lar Almanyası’nda işsiz kalan çok sayıda insan, büyük sıkıntı çekiyordu ve durum giderek kötüleştiği için bir yanıt arayışı içindeydi. Şu anda da, Amerika’da milyonlarca işsiz insan, gelecek korkusu duyuyor. Onların aradığı yanıtı da aşırı sağ veriyor.
Halka şunu söylüyorlar: ‘Ülkeyi yöneten zengin liberaller, her şeye sahip, hükümet, medya onların elinde. Ama sizi düşünmüyorlar; çünkü kendi özel çıkarlarını koruma peşindeler. Sizin çalışıp kazandığınızı, yasadışı göçmenlere, gaylere vermek istiyorlar. Uygulamak istedikleri sağlık programı size fayda sağlamayacak. Onlara karşı gelmek zorundayız.’
Verdikleri yanıt bu, berbat bir yanıt ama sonuçta bir yanıt...”
Bu durumun, aklına Almanya’daki Weimar dönemini getirdiğini söylüyor Chomsky... Yoksulluk çekenlerin karşısına suçlu olarak Yahudilerin ve Bolşeviklerin konulduğunu ve bu ortak düşmana karşı birlikte hareket etmelerinin söylendiğini hatırlatıyor...
Sonra neler olduğunu, Almanya'dan yayılan faşizm dalgasının dünyayı ne hale getirdiğini biliyoruz. “Amerikan halkına gerçekten şu anda ne olduğu anlatılmazsa, korkarım başımız belaya girebilir,” diyor Chomsky.
Korkutucu bir tablo bu... Tarihin bir şekilde tekrarlanabileceğini düşünmek bile insanı dehşete düşürüyor. Chomsky’nin uyarısı önemli. Yaşadığı işsizlik ve yoksulluk yüzünden suçlu arayışına girenlere mutlaka doğru bir yanıt verilmeli...
Bir kitle, biriktirdiği öfkeyi kusmak için yanlış yere kanalize olursa, faşizm Amerika’da hortlarsa, nice olur dünyanın hali...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 25 Ekim 2009
Amerika, son birkaç aydır giderek şiddetlenen bir ideolojik çatışmaya sahne oluyor. Obama’nın başkan seçilmesi, ülkedeki aşırı sağı tam anlamıyla çıldırttı...
Bu çıldırma halinin en belirginleştiği platform ise medya... Glenn Beck, Rush Limbaugh, Billl O’Reilly, Michael Savage gibi medya figürleri, muhafazakârları ateşleyip, sağın lider boşluğunu fazlasıyla dolduruyor.
Gergin ortam öyle garip bir aldı ki, ülkede daha önce görülmeyen olaylar yaşanmaya başladı. Örneğin, ünlü Marksist filozof Slavoj Zizek’in New York’ta The Cooper Union’daki konuşması engellendi.
Zizek, “First as Tragedy, Then as Farce” adlı yeni kitabının tanıtımı için düzenlenen bir toplantıya katıldı. Ama konuşması, bir bomba ihbarı üzerine polis tarafından yarıda kesildi...
Bunun üzerine bina dışına çıkarılan Zizek, katılımcıların ayrılmak istememesi üzerine, konuşmasını sokakta sürdürmek durumunda kaldı.
Zizek’in yeni kitabının, yaşadığımız zorlu dönemde kendini yenileyip toparlaması için Sol’a bir çağrı olduğu biliniyor. Ayrıca, The New Rebuplic dergisinin, Zizek’i “Batı’daki en tehlikeli felsefeci” olarak nitelediğini de hatırlarsak, neden konuşturulmak istenmediğini anlayabiliriz...
Yine de, böyle bir olayın New York’un göbeğindeki The Cooper Union gibi seçkin bir eğitim kurumunda olması, hiç normal değil. Aynı binada Bush döneminde yapılan ve üç gün süren sosyalist bilimadamları toplantısını izlemiştim ben...
***
Amerika'da son dönemde olanların, normal sayılabilecek bir siyasi çekişmenin ötesine geçmesinden korkuluyor. Çünkü bir süredir ırkçı sesler daha fazla duyuluyor, toplumda ciddi bir kamplaşma hissediliyor. O kadar ki, Chicago olimpiyatları kaybedince, Cumhuriyetçiler kutlama bile yaptı...
Nitekim, son yaşananlar, Prof. Noam Chomsky’yi de ciddi şekilde endişelendirmiş. Ünlü dilbilimciye göre, ülkedeki gidişat ile Nazi Almanyası’na yol açan ortam arasında benzerlik var... “Bire bir aynı olmasa da, ürkütücü bir benzerlik var,” diyor Chomsky...
Ve yaptığı analojiyi şöyle anlatıyor: “1930’lar Almanyası’nda işsiz kalan çok sayıda insan, büyük sıkıntı çekiyordu ve durum giderek kötüleştiği için bir yanıt arayışı içindeydi. Şu anda da, Amerika’da milyonlarca işsiz insan, gelecek korkusu duyuyor. Onların aradığı yanıtı da aşırı sağ veriyor.
Halka şunu söylüyorlar: ‘Ülkeyi yöneten zengin liberaller, her şeye sahip, hükümet, medya onların elinde. Ama sizi düşünmüyorlar; çünkü kendi özel çıkarlarını koruma peşindeler. Sizin çalışıp kazandığınızı, yasadışı göçmenlere, gaylere vermek istiyorlar. Uygulamak istedikleri sağlık programı size fayda sağlamayacak. Onlara karşı gelmek zorundayız.’
Verdikleri yanıt bu, berbat bir yanıt ama sonuçta bir yanıt...”
Bu durumun, aklına Almanya’daki Weimar dönemini getirdiğini söylüyor Chomsky... Yoksulluk çekenlerin karşısına suçlu olarak Yahudilerin ve Bolşeviklerin konulduğunu ve bu ortak düşmana karşı birlikte hareket etmelerinin söylendiğini hatırlatıyor...
Sonra neler olduğunu, Almanya'dan yayılan faşizm dalgasının dünyayı ne hale getirdiğini biliyoruz. “Amerikan halkına gerçekten şu anda ne olduğu anlatılmazsa, korkarım başımız belaya girebilir,” diyor Chomsky.
Korkutucu bir tablo bu... Tarihin bir şekilde tekrarlanabileceğini düşünmek bile insanı dehşete düşürüyor. Chomsky’nin uyarısı önemli. Yaşadığı işsizlik ve yoksulluk yüzünden suçlu arayışına girenlere mutlaka doğru bir yanıt verilmeli...
Bir kitle, biriktirdiği öfkeyi kusmak için yanlış yere kanalize olursa, faşizm Amerika’da hortlarsa, nice olur dünyanın hali...
Etiketler:
Amerika,
Barack Obama,
Bill O'Reilly,
faşizm,
George W. Bush,
Glenn Beck,
işsizlik,
Michael Savage,
Noam Chomsky,
Rush Limbaugh,
Slavoj Zizek,
yoksulluk
19 Ekim 2009 Pazartesi
Gözü Olmayan Kafalar
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 18 Ekim 2009
“Global Kapitalizm soyut bir kavram; protesto etmek bir fark yaratmaz.”
Kim demiş bunu? ABD Başkanı Barack Obama... Pittsburgh Post-Gazette ile yaptığı röportajda, soyut bir kavramla uğraşmanın değil, insanların hayatını etkileyen yerel ve acil sorunlara odaklanmanın fark yarattığını söylemiş....
“Ne diye şaşırıyorsun ki, adam kapitalizmin anavatanını yönetiyor?” diyebilirsiniz... Doğru, ama kendi ülkesinde sosyalistlikle itham edilmiyor mu Obama?
Hadi o saçmalığı bir yana bırakalım... Ama kendisinin geçmişte aktif olarak toplumsal örgütlenme çalışmaları yapmış olmasına ne diyelim?
“Gösteriler, sağlıklı bir demokrasinin işaretidir, ama protestocuların görüşüne katılmıyorum. Büyük kitle gösterilerine taraftar değilim,” diyor Obama. Dünyanın gidişatından memnun olmayan emekçilere de şu mesajı veriyor: “Küreselleşmenin kaçınılmaz olduğunu anlamaları lazım.”
O zaman şunu sormak gerekir: Başkanlık seçimi sırasında kendisini desteklemek için sokakları, stadyumları dolduran milyonlarca insanın yaptığı gösteriler ne oluyor?
Irak savaşı sırasındaki protesto gösterilerine karşı Bush da benzer bir küçümseyici tavır takınmıştı. Ama zaten onun aksi yönde davranması beklenmiyordu.
Oysa Obama gibi geçmişte sivil haklar mücadelesine destek vermiş, bütün dünyada demokrasi rüzgarı estirmeye çalışan bir politikacının benzer bir tavrı takınması, ciddi bir karşıtlık yaratıyor.
***
Amerika’daki sivil toplum örgütleri, Obama’nın bu sözleriyle gerçek yüzünün ortaya çıktığını düşünüyor. Gerçekten öyle mi acaba?
Belki de politikacılar çokyüzlü ve duruma göre o yüzlerden işlerine geleni maske gibi takıveriyorlar... Kendileri iktidardaysa protesto edilmekten hiç hoşlanmıyorlar; muhalefettelerse, protestoculara pasif destek veriyorlar...
İşin ilginci, çok yüzlü politikacılar değişip dururken, onların karşısında duran yüz hep aynıdır... Solgun renkli, kemikleri çıkmış bir yüz, öfkesini gözlerinden haykırır... Sokaklarda işsiz gezen, karnını doyurma mücadelesi veren, hep görmezden gelinen, umudu yok edilen milyonlardan biridir o...
Obama’nın soyut kavram dediği küresel kapitalizm, işte o yüzde somutlaşır... Parayı ve iktidar gücünü elinde tutanın düşüncesinde “soyut” olan, aslında tam karşısında gözünü dikmiş ona bakmaktadır...
Ama iktidar sahibi, gözü olmayan bir kafaya dönüşmüştür. Ona sesini duyurmak amacıyla bağırır... Sonra anlaşılır ki, gözsüz kafanın kulakları da, tek bir sesi, kapital sahiplerinin sesini duyacak şekilde ayarlıdır...
Yapacak tek bir şey kalmıştır; soluk benizli adamlar, dünyanın vicdanına seslenmek ve varlıklarını hissedilir kılmak için bir araya gelip sokağa çıkar...
Demokratik haklarıdır protesto etmek. Zengin bir adamın servetinin, 140 ülkenin gayri safi yurtiçi hasılasından fazla olduğu bir dünyadır yaşadıkları... Sessiz kalmaları, akla ve vicdana hakarettir...
***
İstanbul’daki protestolarda meydana gelen bazı istenmeyen olayları bahane edip, konuyu bulandırmayalım... IMF ve Dünya Bankası’nın yaptığı makyaj tutmaz; uygulandığı zemin o kadar kötü ki, akar gider... Ardından sömürünün çirkin yüzü belirir yine...
Kurallarını insanların belirlediği ekonomik bir sistemdir kapitalizm. Akıl almayacak eşitsizliklerin baş nedenidir. Eğer bu vahşi sistemi insanlar yarattıysa, onun insani alternatifini de yine onlar bulacaktır.
Kapitalist sistem alternatifsiz değildir; kimileri kabul etmek istemese de, bu sömürünün sonunu ancak sosyal adalet düşüncesine dayanan gerçek sosyalizm getirir.
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 18 Ekim 2009
“Global Kapitalizm soyut bir kavram; protesto etmek bir fark yaratmaz.”
Kim demiş bunu? ABD Başkanı Barack Obama... Pittsburgh Post-Gazette ile yaptığı röportajda, soyut bir kavramla uğraşmanın değil, insanların hayatını etkileyen yerel ve acil sorunlara odaklanmanın fark yarattığını söylemiş....
“Ne diye şaşırıyorsun ki, adam kapitalizmin anavatanını yönetiyor?” diyebilirsiniz... Doğru, ama kendi ülkesinde sosyalistlikle itham edilmiyor mu Obama?
Hadi o saçmalığı bir yana bırakalım... Ama kendisinin geçmişte aktif olarak toplumsal örgütlenme çalışmaları yapmış olmasına ne diyelim?
“Gösteriler, sağlıklı bir demokrasinin işaretidir, ama protestocuların görüşüne katılmıyorum. Büyük kitle gösterilerine taraftar değilim,” diyor Obama. Dünyanın gidişatından memnun olmayan emekçilere de şu mesajı veriyor: “Küreselleşmenin kaçınılmaz olduğunu anlamaları lazım.”
O zaman şunu sormak gerekir: Başkanlık seçimi sırasında kendisini desteklemek için sokakları, stadyumları dolduran milyonlarca insanın yaptığı gösteriler ne oluyor?
Irak savaşı sırasındaki protesto gösterilerine karşı Bush da benzer bir küçümseyici tavır takınmıştı. Ama zaten onun aksi yönde davranması beklenmiyordu.
Oysa Obama gibi geçmişte sivil haklar mücadelesine destek vermiş, bütün dünyada demokrasi rüzgarı estirmeye çalışan bir politikacının benzer bir tavrı takınması, ciddi bir karşıtlık yaratıyor.
***
Amerika’daki sivil toplum örgütleri, Obama’nın bu sözleriyle gerçek yüzünün ortaya çıktığını düşünüyor. Gerçekten öyle mi acaba?
Belki de politikacılar çokyüzlü ve duruma göre o yüzlerden işlerine geleni maske gibi takıveriyorlar... Kendileri iktidardaysa protesto edilmekten hiç hoşlanmıyorlar; muhalefettelerse, protestoculara pasif destek veriyorlar...
İşin ilginci, çok yüzlü politikacılar değişip dururken, onların karşısında duran yüz hep aynıdır... Solgun renkli, kemikleri çıkmış bir yüz, öfkesini gözlerinden haykırır... Sokaklarda işsiz gezen, karnını doyurma mücadelesi veren, hep görmezden gelinen, umudu yok edilen milyonlardan biridir o...
Obama’nın soyut kavram dediği küresel kapitalizm, işte o yüzde somutlaşır... Parayı ve iktidar gücünü elinde tutanın düşüncesinde “soyut” olan, aslında tam karşısında gözünü dikmiş ona bakmaktadır...
Ama iktidar sahibi, gözü olmayan bir kafaya dönüşmüştür. Ona sesini duyurmak amacıyla bağırır... Sonra anlaşılır ki, gözsüz kafanın kulakları da, tek bir sesi, kapital sahiplerinin sesini duyacak şekilde ayarlıdır...
Yapacak tek bir şey kalmıştır; soluk benizli adamlar, dünyanın vicdanına seslenmek ve varlıklarını hissedilir kılmak için bir araya gelip sokağa çıkar...
Demokratik haklarıdır protesto etmek. Zengin bir adamın servetinin, 140 ülkenin gayri safi yurtiçi hasılasından fazla olduğu bir dünyadır yaşadıkları... Sessiz kalmaları, akla ve vicdana hakarettir...
***
İstanbul’daki protestolarda meydana gelen bazı istenmeyen olayları bahane edip, konuyu bulandırmayalım... IMF ve Dünya Bankası’nın yaptığı makyaj tutmaz; uygulandığı zemin o kadar kötü ki, akar gider... Ardından sömürünün çirkin yüzü belirir yine...
Kurallarını insanların belirlediği ekonomik bir sistemdir kapitalizm. Akıl almayacak eşitsizliklerin baş nedenidir. Eğer bu vahşi sistemi insanlar yarattıysa, onun insani alternatifini de yine onlar bulacaktır.
Kapitalist sistem alternatifsiz değildir; kimileri kabul etmek istemese de, bu sömürünün sonunu ancak sosyal adalet düşüncesine dayanan gerçek sosyalizm getirir.
Etiketler:
Amerika,
Barack Obama,
Dünya,
Dünya Bankası,
George W. Bush,
IMF,
kapitalizm,
sosyal ve ekonomik eşitsizlik,
sosyalizm
12 Ekim 2009 Pazartesi
Gazetecilik ayrıntıdadır...
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 11 Ekim 2009
Geçenlerde Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, Milliyet’in Genel Yayın Müdürü Sedat Ergin’in görevden alınmasının nedenleri hakkında kendi yorumunu yazdı. Şöyle diyordu yazıda:
“Artık sabır çağında yaşamıyoruz... Detaylara boş veriyoruz... Uzun yazıya tahammülümüz yok... İnce şeyleri anlamaya vaktimiz yok... Oya gibi işlenmiş haberleri bir çırpıda geçiveriyoruz... Takip fikrinden hiç hazzetmiyoruz... Ciddiyetten fena halde sıkılıyoruz... Ağır başlılıktan hoşlanmıyoruz... Gerilim istiyoruz... Polemik istiyoruz... Kan görmek istiyoruz... Yavaş ve derinden ıslahat değil, devirip döken bir inkılap istiyoruz... Bir çırpıda anlamak istiyoruz... Ne emeği değerlendirecek, ne de emek verecek takatimiz var... Bağırmayan harflerle boğuşmak içimizden gelmiyor... ‘Okumak’ değil, ‘bakmak’ istiyoruz... ‘Anlamak’ değil ‘sarsılmak’ istiyoruz... ‘Ağır analizler’ değil, ‘vurdu mu ses getiren bildiriler’ istiyoruz...”
Yalnızca bir durum tespiti mi yapıyordu, yoksa kendisi de bunlara katılıyor muydu bilmiyorum. Ama yazdıkları, içinde bulunduğumuz ortamı yansıtan üzücü tespitler olarak göründü bana...
***
Kanımca gazetecilik, yazımın başlığında da görüldüğü gibi, ayrıntıdadır. Anlaşılabilir şekilde ve lafı uzatmadan yazmak elbette önemlidir. Fakat şu kesindir ki, ayrıntıyı boş veren bir anlayışla da gazetecilik yapılmaz...
Gazetecilik, sadece çeşitli kaynaklardan alınan duyumları köşeye taşımak değildir. Çünkü her olayda mutlaka bilinmeyenler vardır. Onların peşine düşüp gerçekleri ortaya çıkarmak, bir gazetecinin temel görevidir. Türk basınında asıl eksik olan da, işte bu ayrıntıların izini süren gazeteciliktir.
Bugün köşelerin büyük bölümü, gazetecilerin özel yaşamına ve mesleki polemiklere ayrılmıştır. O polemiklere karışanlar, kendilerini haber malzemesi yaparak ya da nefret saçarak ün kazanıyor...
Nitekim Ahmet Hakan da, alıntı yaptığım parçalı yazısının geri kalan kısmında, maddeler halinde tanınmış bir Türk aktörden neden nefret ettiğini açıklıyor... Gerilim, polemik ve kan görmek isteyenleri tatmin için olsa gerek...
Sonra da yazısının sonuna bir not düşüyor: “Maddelere katkı sağlayan Twitter’daki tüm yoldaşlara bin selam...” Demek ki, konuyu Twitter’da tartışmaya açmış ve gelen görüşlerden yararlanmış...
Ben köşelerdeki hakaretlerin ya da mesleki kavgaların halka bir yararı olduğunu düşünmüyorum. Ama bundan hoşlananlar varsa, onlar da istediğini okusun diyorum.
Anlamadığım şeyse, bazılarının ısrarla ve tasfiyeci bir anlayışla, ciddi gazeteciliğin sona ermesi gerektiğini savunması...
***
Avusturyalı yazar Karl Kraus’un şu sözünü hatırlıyorum: “Dünya nasıl yönetilir ve savaşlar nasıl başlar? Diplomatlar, gazetecilere yalan söyler ve sonra da okuduklarına inanır.”
Gerçek gazetecilik, tam da burada devreye girer. Gazeteci, kendisine aktarılan bilgilere öncelikle kuşkuyla yaklaşır ve ayrıntıların izini sürülerek bilgiyi doğrulatır ya da asıl gerçeğe ulaşır. Bunu yaparak tarihin gidişatını değiştiren unutulmaz gazeteciler vardır.
Edward Murrow’un Amerika’daki McCarthyizm yıllarında yaptığı gazetecilik, Seymour Hersh’ün ortaya çıkardığı Vietnam Savaşı'ndaki My Lai katliamı ve Ebu Garib'teki işkence skandalı, Uğur Mumcu’nun hayatı boyunca yazdığı yazılar, hep uzun takip gerektiren, emek verilen, ciddi ve ayrıntılı çalışmaların sonucuydu...
Bugün Türkiye'de hukuk devleti ilkesi ve laiklik zedelenirken, medyada yok olan da budur... Bir de soruyorlar gazetecilik neden saygınlığını yitirdi diye...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 11 Ekim 2009
Geçenlerde Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, Milliyet’in Genel Yayın Müdürü Sedat Ergin’in görevden alınmasının nedenleri hakkında kendi yorumunu yazdı. Şöyle diyordu yazıda:
“Artık sabır çağında yaşamıyoruz... Detaylara boş veriyoruz... Uzun yazıya tahammülümüz yok... İnce şeyleri anlamaya vaktimiz yok... Oya gibi işlenmiş haberleri bir çırpıda geçiveriyoruz... Takip fikrinden hiç hazzetmiyoruz... Ciddiyetten fena halde sıkılıyoruz... Ağır başlılıktan hoşlanmıyoruz... Gerilim istiyoruz... Polemik istiyoruz... Kan görmek istiyoruz... Yavaş ve derinden ıslahat değil, devirip döken bir inkılap istiyoruz... Bir çırpıda anlamak istiyoruz... Ne emeği değerlendirecek, ne de emek verecek takatimiz var... Bağırmayan harflerle boğuşmak içimizden gelmiyor... ‘Okumak’ değil, ‘bakmak’ istiyoruz... ‘Anlamak’ değil ‘sarsılmak’ istiyoruz... ‘Ağır analizler’ değil, ‘vurdu mu ses getiren bildiriler’ istiyoruz...”
Yalnızca bir durum tespiti mi yapıyordu, yoksa kendisi de bunlara katılıyor muydu bilmiyorum. Ama yazdıkları, içinde bulunduğumuz ortamı yansıtan üzücü tespitler olarak göründü bana...
***
Kanımca gazetecilik, yazımın başlığında da görüldüğü gibi, ayrıntıdadır. Anlaşılabilir şekilde ve lafı uzatmadan yazmak elbette önemlidir. Fakat şu kesindir ki, ayrıntıyı boş veren bir anlayışla da gazetecilik yapılmaz...
Gazetecilik, sadece çeşitli kaynaklardan alınan duyumları köşeye taşımak değildir. Çünkü her olayda mutlaka bilinmeyenler vardır. Onların peşine düşüp gerçekleri ortaya çıkarmak, bir gazetecinin temel görevidir. Türk basınında asıl eksik olan da, işte bu ayrıntıların izini süren gazeteciliktir.
Bugün köşelerin büyük bölümü, gazetecilerin özel yaşamına ve mesleki polemiklere ayrılmıştır. O polemiklere karışanlar, kendilerini haber malzemesi yaparak ya da nefret saçarak ün kazanıyor...
Nitekim Ahmet Hakan da, alıntı yaptığım parçalı yazısının geri kalan kısmında, maddeler halinde tanınmış bir Türk aktörden neden nefret ettiğini açıklıyor... Gerilim, polemik ve kan görmek isteyenleri tatmin için olsa gerek...
Sonra da yazısının sonuna bir not düşüyor: “Maddelere katkı sağlayan Twitter’daki tüm yoldaşlara bin selam...” Demek ki, konuyu Twitter’da tartışmaya açmış ve gelen görüşlerden yararlanmış...
Ben köşelerdeki hakaretlerin ya da mesleki kavgaların halka bir yararı olduğunu düşünmüyorum. Ama bundan hoşlananlar varsa, onlar da istediğini okusun diyorum.
Anlamadığım şeyse, bazılarının ısrarla ve tasfiyeci bir anlayışla, ciddi gazeteciliğin sona ermesi gerektiğini savunması...
***
Avusturyalı yazar Karl Kraus’un şu sözünü hatırlıyorum: “Dünya nasıl yönetilir ve savaşlar nasıl başlar? Diplomatlar, gazetecilere yalan söyler ve sonra da okuduklarına inanır.”
Gerçek gazetecilik, tam da burada devreye girer. Gazeteci, kendisine aktarılan bilgilere öncelikle kuşkuyla yaklaşır ve ayrıntıların izini sürülerek bilgiyi doğrulatır ya da asıl gerçeğe ulaşır. Bunu yaparak tarihin gidişatını değiştiren unutulmaz gazeteciler vardır.
Edward Murrow’un Amerika’daki McCarthyizm yıllarında yaptığı gazetecilik, Seymour Hersh’ün ortaya çıkardığı Vietnam Savaşı'ndaki My Lai katliamı ve Ebu Garib'teki işkence skandalı, Uğur Mumcu’nun hayatı boyunca yazdığı yazılar, hep uzun takip gerektiren, emek verilen, ciddi ve ayrıntılı çalışmaların sonucuydu...
Bugün Türkiye'de hukuk devleti ilkesi ve laiklik zedelenirken, medyada yok olan da budur... Bir de soruyorlar gazetecilik neden saygınlığını yitirdi diye...
Etiketler:
gazetecilik,
medya
5 Ekim 2009 Pazartesi
Irk Temelli Siyasete Coetzee Yorumu
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 4 Ekim 2009
Edebiyatın en saygın ödüllerinden Man Booker’ın bu yılki sahibi iki gün sonra açıklanacak. Uzun bir listeden elenerek seçilen altı adaylık son listede, kitaplarını çok beğendiğim J. M. Coetzee de var.
Güney Afrikalı yazar, daha önce Nobel’in yanı sıra, iki kere de bu prestijli ödülü almıştı. Bu defa yeni kitabı “Summertime” ile aday gösterildi. Eğer bu yıl da ödüllendirilirse, Man Booker’ı üçüncü kez kazanan ilk yazar olacak.
Yine çok konuşulacak mükemmel bir eser yazmış Coetzee; ama bu yazının konusu, kitabın edebi özellikleri değil, kitapta yer alan bazı düşünceler...
***
Ancak asıl konuya gelmeden önce bir noktayı belirtmem gerekiyor. “Summertime”, Coetzee’nin çocukluğunu anlattığı “Boyhood” ve gençlik dönemini yansıtan “Youth” adlı otobiyografik (kendi deyişiyle “autre-biography”) romanlarının devamı.
Bu üçlemenin son halkasında da, kurgu ile gerçek olanın birbirine karıştığı “fictionalised memoir” (kurgulanmış yaşam öyküsü) denilen ilginç bir yöntem kullanıyor Coetzee...
Roman, esas olarak, Vincent adlı İngiliz bir yazarın, yıllar önce vefat eden ünlü bir yazarın biyografisini hazırlarken, onun hayatında önemli rol oynayan beş kişiyle yaptığı röportajlardan oluşuyor.
İlginç olansa, ölen yazarın adı da John Coetzee... Kitaptaki röportajlar, roman kahramanı Coetzee’nin gerçek hayattaki yazar Coetzee ile aynı kişi olduğunu düşündürüyor; hayatları bire bir aynı olmasa da, büyük oranda örtüşüyor...
Bu röportajlardan birisi, Coetzee’nin Cape Town Üniversitesi’ndeki çalışma arkadaşlarından Sophie adlı bir öğretim görevlisi ile yapılmış. Coetzee’nin Güney Afrika’daki özgürlük hareketi ile ilgili görüşlerini ortaya koyan bu konuşmanın bir bölümünü kısaltarak aktarıyorum.
***
Sophie: Eğer özgürlük hareketi, Güney Afrika'daki siyah nüfusun özgürlüğü anlamına geliyorsa, Coetzee bununla ilgilenmiyordu. Özgürlük mücadelesine karşı değildi, bunun haklı olduğunu kabul ediyordu. Ama yeni Güney Afrika’nın gittiği yön, onun için yeterince ütopik değildi.
V: Yeterince ütopik olan neydi?
S: Maden ocaklarını kapatmak. Silahlı güçleri ortadan kaldırmak. Otomobilden vazgeçmek. Evrensel düzeyde vejetaryenlik. Sokaklarda şiir okumak. Bunun gibi şeyler...
V: Bir başka deyişle, şiir, saban sürmek ve vejetaryenlik için savaşmaya değer ama ayrımcılığı sona erdirmek için değmez, öyle mi?
S: Hiçbir şey için savaşmaya değmez. Çünkü savaş, sadece nefret ve öç döngüsünü sürdürmeye yarar... O, Afrika’ya romantik bir bakış açısıyla bakıyordu. Afrikalıları, beden ve ruh gibi ayrılmaz bir bütün olarak görüyordu. Siyah nüfusa karşı yakınlık içinde değildi. Aklının gerisinde bir yerlerde, "Onlar", “Biz”e karşı duranlardı...
V: Afrikalılar “Onlar” ise, “Biz” kimdi?
S: “Biz”, temel olarak “Renkli” insanlardı. Bu, istemeyerek kullandığım bir tanım. Coetzee de, olabildiğince uzak dururdu. Bu, onun ütopyacı felsefesinden kaynaklanıyordu.
...O, Güney Afrika’da kimsenin kendisini Afrikalı, Avrupalı, siyah ya da beyaz olarak adlandırmadığı; aile kökenlerinin iç içe geçtiği, insanların etnik olarak ayrıştırılmadığı, yani Renkli olacağı günün özlemini duyuyordu...
***
Bu fikirler, Coetzee'nin "Diary of a Bad Year" (Kötü Bir Yılın Güncesi) adlı kitabında "kötümser dinginci anarşizm" (pessimist quietist anarchism) olarak tanımladığı politik görüşe de uygun düşüyor. Tartışılacak yanları olabilir; fakat şu nokta kesindir:
Irk temelinde siyaset, aynı topraklarda yaşayan vatandaşların beden ve ruh gibi bütünleşmesinin önünde engeldir.
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 4 Ekim 2009
Edebiyatın en saygın ödüllerinden Man Booker’ın bu yılki sahibi iki gün sonra açıklanacak. Uzun bir listeden elenerek seçilen altı adaylık son listede, kitaplarını çok beğendiğim J. M. Coetzee de var.
Güney Afrikalı yazar, daha önce Nobel’in yanı sıra, iki kere de bu prestijli ödülü almıştı. Bu defa yeni kitabı “Summertime” ile aday gösterildi. Eğer bu yıl da ödüllendirilirse, Man Booker’ı üçüncü kez kazanan ilk yazar olacak.
Yine çok konuşulacak mükemmel bir eser yazmış Coetzee; ama bu yazının konusu, kitabın edebi özellikleri değil, kitapta yer alan bazı düşünceler...
***
Ancak asıl konuya gelmeden önce bir noktayı belirtmem gerekiyor. “Summertime”, Coetzee’nin çocukluğunu anlattığı “Boyhood” ve gençlik dönemini yansıtan “Youth” adlı otobiyografik (kendi deyişiyle “autre-biography”) romanlarının devamı.
Bu üçlemenin son halkasında da, kurgu ile gerçek olanın birbirine karıştığı “fictionalised memoir” (kurgulanmış yaşam öyküsü) denilen ilginç bir yöntem kullanıyor Coetzee...
Roman, esas olarak, Vincent adlı İngiliz bir yazarın, yıllar önce vefat eden ünlü bir yazarın biyografisini hazırlarken, onun hayatında önemli rol oynayan beş kişiyle yaptığı röportajlardan oluşuyor.
İlginç olansa, ölen yazarın adı da John Coetzee... Kitaptaki röportajlar, roman kahramanı Coetzee’nin gerçek hayattaki yazar Coetzee ile aynı kişi olduğunu düşündürüyor; hayatları bire bir aynı olmasa da, büyük oranda örtüşüyor...
Bu röportajlardan birisi, Coetzee’nin Cape Town Üniversitesi’ndeki çalışma arkadaşlarından Sophie adlı bir öğretim görevlisi ile yapılmış. Coetzee’nin Güney Afrika’daki özgürlük hareketi ile ilgili görüşlerini ortaya koyan bu konuşmanın bir bölümünü kısaltarak aktarıyorum.
***
Sophie: Eğer özgürlük hareketi, Güney Afrika'daki siyah nüfusun özgürlüğü anlamına geliyorsa, Coetzee bununla ilgilenmiyordu. Özgürlük mücadelesine karşı değildi, bunun haklı olduğunu kabul ediyordu. Ama yeni Güney Afrika’nın gittiği yön, onun için yeterince ütopik değildi.
V: Yeterince ütopik olan neydi?
S: Maden ocaklarını kapatmak. Silahlı güçleri ortadan kaldırmak. Otomobilden vazgeçmek. Evrensel düzeyde vejetaryenlik. Sokaklarda şiir okumak. Bunun gibi şeyler...
V: Bir başka deyişle, şiir, saban sürmek ve vejetaryenlik için savaşmaya değer ama ayrımcılığı sona erdirmek için değmez, öyle mi?
S: Hiçbir şey için savaşmaya değmez. Çünkü savaş, sadece nefret ve öç döngüsünü sürdürmeye yarar... O, Afrika’ya romantik bir bakış açısıyla bakıyordu. Afrikalıları, beden ve ruh gibi ayrılmaz bir bütün olarak görüyordu. Siyah nüfusa karşı yakınlık içinde değildi. Aklının gerisinde bir yerlerde, "Onlar", “Biz”e karşı duranlardı...
V: Afrikalılar “Onlar” ise, “Biz” kimdi?
S: “Biz”, temel olarak “Renkli” insanlardı. Bu, istemeyerek kullandığım bir tanım. Coetzee de, olabildiğince uzak dururdu. Bu, onun ütopyacı felsefesinden kaynaklanıyordu.
...O, Güney Afrika’da kimsenin kendisini Afrikalı, Avrupalı, siyah ya da beyaz olarak adlandırmadığı; aile kökenlerinin iç içe geçtiği, insanların etnik olarak ayrıştırılmadığı, yani Renkli olacağı günün özlemini duyuyordu...
***
Bu fikirler, Coetzee'nin "Diary of a Bad Year" (Kötü Bir Yılın Güncesi) adlı kitabında "kötümser dinginci anarşizm" (pessimist quietist anarchism) olarak tanımladığı politik görüşe de uygun düşüyor. Tartışılacak yanları olabilir; fakat şu nokta kesindir:
Irk temelinde siyaset, aynı topraklarda yaşayan vatandaşların beden ve ruh gibi bütünleşmesinin önünde engeldir.
Etiketler:
Edebiyat,
Güney Afrika,
ırk,
J. M. Coetzee,
Man Booker
28 Eylül 2009 Pazartesi
Afganistan Batağı...
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 27 Eylül 2009
“İçinden nasıl çıkacağımızı bilmediğimiz bir diğer batağa girmekte olduğumuz için derin bir endişe duyuyorum. Saplandığımız batak, bu defa Afganistan...
Meseleyi ulusal boyutta müzakere etmeden, giderek artan sayıda askeri Afganistan’a gönderiyoruz. Bugün Afganistan’daki yabancı askerlerin yüzde 60’ı Amerikalıdır ve bu oran daha da artacaktır. Şu ana kadar milyarlarca dolar harcamış durumdayız, ama bu rakam daha da büyüyecek...
Afganistan’dan çıkış stratejimizin ne olacağı hakkında herhangi bir görüş yok. Sekiz yıldır oradayız. Daha kaç yıl kalacağız? Afganistan’a giriş nedenimiz esas olarak Osama bin Laden’i bulmaktı...
Bu gerçekleşmedi. Bu durumda şu andaki hedefimiz nedir?”
***
Yukardaki mektubun muhatabı Amerika’yı yönetenler...
Aslında yazan da onlardan birisi... Vermont Senatörü Bernie Sanders. Böyle bir mektubu, Amerikan Senatosu’nda görev yapan bir senatörün yazması, oldukça çarpıcı...
Ülkesinin Irak’tan sonra Afganistan’da yine bir batağa saplanışını seyreden Senatör, belli ki, çareyi internet üzerinde kamuya açık mektup yazmakta bulmuş.
Obama, Sanders’ın sorduğu sorulara ne yanıt verir?
Hedeflerinin, Amerika’nın güvenliği için büyük tehlike olarak gördükleri El Kaide’yi etkisiz hale getirmek olduğunu söyler. Ama bunu şu ana kadar başaramadıkları için de, ne kadar süre kalacaklarının yanıtını veremez...
Teröristler, demokrasiyle yönetilmeyen ülkelerde üslendiği için, Amerika’nın bu tür bölgelere demokrasi ihraç etmesi gerektiğini söyler. Ama cehalet ve yoksulluktan kıvranan, kabile-aşiret düzeninde keskin bir şekilde bölünmüş toplumlarda bunun sonuç vermeyeceğini söylemez...
El Kaide ve müttefiklerinin Pakistan’a yerleştiğini ve buradan Amerika’ya ağır saldırılar planlandığını söyler. Bu nedenle, Pakistan’ı korumak için bu ülkeye milyarlarca dolar göndermeleri gerektiğini anlatır...
Ama iflas edip evini ve işini kaybeden Amerikalılara bunu kabul ettirebilir mi? Obama’nın işi zor...
Irak felaketinden sonra üstüne bir de ekonomik krizle boğuşan Amerikalıları daha fazla ödün verip savaşı desteklemeye razı etmeye çalışıyor. Fakat gerçek şu ki, Amerikan halkı artık uzak topraklardaki savaşlara olumlu bakmıyor...
Orta sınıf Amerikalı canından bezmiş bir halde şunları tekrarlıyor: “Ben sağlık sigortam olmadan yaşamak için mücadele veriyorum. Bu savaş ekonomisi benim canıma okuyor!”
***
Bernie Sanders, Amerikan Senatosu’nda kendisini “demokratik sosyalist” olarak tanımlayan ilk üye... Onun savaş karşıtlığını sosyalistliğine verip önemsemeyenler var...
Peki ya halkın savaş karşıtlığı? “Bush, ‘Irak’taki savaş Amerika’nın güvenliği için gerekli,’ diyordu, Şimdi de Obama, güvenliğimiz için Afganistan’daki savaşı gerekli görüyor. Anlaşılan her başkanın bir savaşa ihtiyacı var!” diyerek bıkkınlıklarını dile getiriyorlar.
The Washington Post-ABC News için 13-17 Ağustos arasında yapılan son kamuoyu araştırmasına göre, yetişkinlerin yüzde 51’i Afganistan’daki savaşı sürdürmeye değmediğini düşünüyor. Savaşa kesinlikle karşı olanlar yüzde 41 iken, kuvvetle destekleyenler yüzde 31...
Bu durumun Afganistan’daki NATO askerlerinin sayısını nasıl etkileyeceği ise, Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Afganistan’daki uluslararası kuvvetlerin komutanı Amerikalı General Stanley A. McChrystal’ın Obama yönetiminden daha çok asker istediği biliniyor...
Obama’nın başkan olur olmaz yollara düşüp NATO ülkelerinden daha çok destek talep etmesinin nedenlerinden biri de bu... Umarız Türkiye, içinden nasıl çıkılacağı bilinmeyen bir batağa sürüklenmez...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 27 Eylül 2009
“İçinden nasıl çıkacağımızı bilmediğimiz bir diğer batağa girmekte olduğumuz için derin bir endişe duyuyorum. Saplandığımız batak, bu defa Afganistan...
Meseleyi ulusal boyutta müzakere etmeden, giderek artan sayıda askeri Afganistan’a gönderiyoruz. Bugün Afganistan’daki yabancı askerlerin yüzde 60’ı Amerikalıdır ve bu oran daha da artacaktır. Şu ana kadar milyarlarca dolar harcamış durumdayız, ama bu rakam daha da büyüyecek...
Afganistan’dan çıkış stratejimizin ne olacağı hakkında herhangi bir görüş yok. Sekiz yıldır oradayız. Daha kaç yıl kalacağız? Afganistan’a giriş nedenimiz esas olarak Osama bin Laden’i bulmaktı...
Bu gerçekleşmedi. Bu durumda şu andaki hedefimiz nedir?”
***
Yukardaki mektubun muhatabı Amerika’yı yönetenler...
Aslında yazan da onlardan birisi... Vermont Senatörü Bernie Sanders. Böyle bir mektubu, Amerikan Senatosu’nda görev yapan bir senatörün yazması, oldukça çarpıcı...
Ülkesinin Irak’tan sonra Afganistan’da yine bir batağa saplanışını seyreden Senatör, belli ki, çareyi internet üzerinde kamuya açık mektup yazmakta bulmuş.
Obama, Sanders’ın sorduğu sorulara ne yanıt verir?
Hedeflerinin, Amerika’nın güvenliği için büyük tehlike olarak gördükleri El Kaide’yi etkisiz hale getirmek olduğunu söyler. Ama bunu şu ana kadar başaramadıkları için de, ne kadar süre kalacaklarının yanıtını veremez...
Teröristler, demokrasiyle yönetilmeyen ülkelerde üslendiği için, Amerika’nın bu tür bölgelere demokrasi ihraç etmesi gerektiğini söyler. Ama cehalet ve yoksulluktan kıvranan, kabile-aşiret düzeninde keskin bir şekilde bölünmüş toplumlarda bunun sonuç vermeyeceğini söylemez...
El Kaide ve müttefiklerinin Pakistan’a yerleştiğini ve buradan Amerika’ya ağır saldırılar planlandığını söyler. Bu nedenle, Pakistan’ı korumak için bu ülkeye milyarlarca dolar göndermeleri gerektiğini anlatır...
Ama iflas edip evini ve işini kaybeden Amerikalılara bunu kabul ettirebilir mi? Obama’nın işi zor...
Irak felaketinden sonra üstüne bir de ekonomik krizle boğuşan Amerikalıları daha fazla ödün verip savaşı desteklemeye razı etmeye çalışıyor. Fakat gerçek şu ki, Amerikan halkı artık uzak topraklardaki savaşlara olumlu bakmıyor...
Orta sınıf Amerikalı canından bezmiş bir halde şunları tekrarlıyor: “Ben sağlık sigortam olmadan yaşamak için mücadele veriyorum. Bu savaş ekonomisi benim canıma okuyor!”
***
Bernie Sanders, Amerikan Senatosu’nda kendisini “demokratik sosyalist” olarak tanımlayan ilk üye... Onun savaş karşıtlığını sosyalistliğine verip önemsemeyenler var...
Peki ya halkın savaş karşıtlığı? “Bush, ‘Irak’taki savaş Amerika’nın güvenliği için gerekli,’ diyordu, Şimdi de Obama, güvenliğimiz için Afganistan’daki savaşı gerekli görüyor. Anlaşılan her başkanın bir savaşa ihtiyacı var!” diyerek bıkkınlıklarını dile getiriyorlar.
The Washington Post-ABC News için 13-17 Ağustos arasında yapılan son kamuoyu araştırmasına göre, yetişkinlerin yüzde 51’i Afganistan’daki savaşı sürdürmeye değmediğini düşünüyor. Savaşa kesinlikle karşı olanlar yüzde 41 iken, kuvvetle destekleyenler yüzde 31...
Bu durumun Afganistan’daki NATO askerlerinin sayısını nasıl etkileyeceği ise, Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Afganistan’daki uluslararası kuvvetlerin komutanı Amerikalı General Stanley A. McChrystal’ın Obama yönetiminden daha çok asker istediği biliniyor...
Obama’nın başkan olur olmaz yollara düşüp NATO ülkelerinden daha çok destek talep etmesinin nedenlerinden biri de bu... Umarız Türkiye, içinden nasıl çıkılacağı bilinmeyen bir batağa sürüklenmez...
Etiketler:
Afganistan,
Amerika,
Barack Obama,
El Kaide,
George W. Bush,
NATO,
Türkiye
21 Eylül 2009 Pazartesi
Yaptırım Aracı Olarak Kültürel Boykot
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 20 Eylül 2009
Kültürel boykot yaptırım aracı olabilir mi?
Bu soruya yanıt oluşturabilecek bir hareket var. Adı, “Boycott, Divestment and Sanctions” (BDS- Boykot, Tecrit ve Yaptırım).
BDS, Filistinli çeşitli dernek ve sendikaların desteğiyle 2005’te gündeme geldi. İsrail’in geçen yıl Filistin’e yaptığı ağır saldırılardan sonra da, uluslararası alanda giderek güç kazanmaya başladı.
Hareketin amacı, İsrail’in uluslararası hukuka karşı yükümlülüklerini yerine getirmesini, Filistin topraklarındaki 42 yıllık işgalini sona erdirmesini ve Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını kazanmasını sağlamak.
Bunu gerçekleştirebilmek için de, Güney Afrika’da ırk ayrımının (apartheid) sonlandırılmasını sağlayan taktiklere benzer bir kültürel boykot yöntemi uygulanıyor.
İsrail’deki film festivalleri protesto ediliyor, sanatçılar bu ülkedeki etkinliklere katılmayı reddediyor...
***
Son yıllarda özellikle sanat dünyasında ilgi gören harekete, önemli isimler destek veriyor. Bunların arasında Kanadalı yazar Naomi Klein da var.
Daha önce yazılarımda, birkaç kere, Klein’ın “The Shock Doctrine” adlı kitabından söz etmiştim.
Kitapta, esas olarak, emperyalist ülkelerin kapitalist sistemin gereği olan sömürüyü sürdürebilmek için, bir ülkede önce kriz (siyasi, ekonomik ya da toplumsal) yaratıp, sonra da kriz ortamında sarsılan toplumu şok terapilere hazırlama süreci anlatılıyordu.
Naomi Klein, çok yerinde bir karar alarak, bu kitabın İbranice baskısı için büyük bir ticari yayınevi ile anlaşmak yerine, İsrail işgaline karşı çıkan Andalus adlı yayınevi ile sözleşme imzaladı. Kitabının baskısından gelecek telif hakkını da aynı yayınevine bağışladı.
Daha önce İsrail devletinin desteklediği kitap fuarlarına katılmayı kabul etmeyen Klein, yayınevinin İsrailli sahibi Yael Lerer ile birlikte bir de kitap tanıtım turu düzenledi.
Yaptığı yayıncılığı bir tür direniş olarak gören Lerer, Şok Doktrin’in tanıtım toplantısını, Tel Aviv yerine Hayfa’da bir Arap tiyatrosunda gerçekleştirdi.
Büyük ilgi gören toplantıya sadece Filistinliler değil, şiddeti reddeden İsrailliler de çağrıldı. Çünkü BDS hareketinin hedefi, İsrail halkı değil, İsrail hükümetinin “Beyond the Conflict” adlı programı...
Klein’a göre, bu programda kültür, bir tür askeri araç olarak kullanılıyor. İsrail hükümeti, toprak konusunda verilen savaşı kazanırken, diğer yandan dünyaya yayılan işgal ve çatışma haberleri yüzünden ülkenin büyük kayıplar verdiğini düşünüyor.
Bunu önlemek için de, Batılı ülkeler ile İsrail arasında yakınlık kurmayı sağlayacak kitap, müzik, sinema, turizm faaliyetleri yapılıyor.
Başka ülkelerle iletişim kurmak amacıyla kültürün kullanılması iyi bir yöntem olsa da, karşı çıkılan nokta, İsrail’in bunu ülkede sanki her şey normalmiş gibi bir izlenim yaratmak için yapması...
Kültürel boykotun hedefi, işte bu izlenimi tersine çevirmek...
***
Gerçek şu ki, İsrail’in uluslararası hukuka karşı yükümlülüklerini yerine getirmesi için, Avrupa Birliği ve Amerika’nın daha kesin koşullar belirlemesi gerek.
Örneğin Obama, “yeni Yahudi yerleşimlerine hayır” yerine, “Yahudi yerleşimlerine hayır” diyebilir... Der mi?
Obama, Amerikan dış ve iç politikası gereği, bunu hiçbir zaman söylemeyebilir...
Öyleyse, yanar-döner politikacıların ağzının içine bakıp beklemek yerine, bu tür hareketlerle baskı kurmak gerekiyor.
İyi örgütlenmiş kültürel boykot da, bu yönde önemli bir yaptırım aracı olabilir.
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 20 Eylül 2009
Kültürel boykot yaptırım aracı olabilir mi?
Bu soruya yanıt oluşturabilecek bir hareket var. Adı, “Boycott, Divestment and Sanctions” (BDS- Boykot, Tecrit ve Yaptırım).
BDS, Filistinli çeşitli dernek ve sendikaların desteğiyle 2005’te gündeme geldi. İsrail’in geçen yıl Filistin’e yaptığı ağır saldırılardan sonra da, uluslararası alanda giderek güç kazanmaya başladı.
Hareketin amacı, İsrail’in uluslararası hukuka karşı yükümlülüklerini yerine getirmesini, Filistin topraklarındaki 42 yıllık işgalini sona erdirmesini ve Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını kazanmasını sağlamak.
Bunu gerçekleştirebilmek için de, Güney Afrika’da ırk ayrımının (apartheid) sonlandırılmasını sağlayan taktiklere benzer bir kültürel boykot yöntemi uygulanıyor.
İsrail’deki film festivalleri protesto ediliyor, sanatçılar bu ülkedeki etkinliklere katılmayı reddediyor...
***
Son yıllarda özellikle sanat dünyasında ilgi gören harekete, önemli isimler destek veriyor. Bunların arasında Kanadalı yazar Naomi Klein da var.
Daha önce yazılarımda, birkaç kere, Klein’ın “The Shock Doctrine” adlı kitabından söz etmiştim.
Kitapta, esas olarak, emperyalist ülkelerin kapitalist sistemin gereği olan sömürüyü sürdürebilmek için, bir ülkede önce kriz (siyasi, ekonomik ya da toplumsal) yaratıp, sonra da kriz ortamında sarsılan toplumu şok terapilere hazırlama süreci anlatılıyordu.
Naomi Klein, çok yerinde bir karar alarak, bu kitabın İbranice baskısı için büyük bir ticari yayınevi ile anlaşmak yerine, İsrail işgaline karşı çıkan Andalus adlı yayınevi ile sözleşme imzaladı. Kitabının baskısından gelecek telif hakkını da aynı yayınevine bağışladı.
Daha önce İsrail devletinin desteklediği kitap fuarlarına katılmayı kabul etmeyen Klein, yayınevinin İsrailli sahibi Yael Lerer ile birlikte bir de kitap tanıtım turu düzenledi.
Yaptığı yayıncılığı bir tür direniş olarak gören Lerer, Şok Doktrin’in tanıtım toplantısını, Tel Aviv yerine Hayfa’da bir Arap tiyatrosunda gerçekleştirdi.
Büyük ilgi gören toplantıya sadece Filistinliler değil, şiddeti reddeden İsrailliler de çağrıldı. Çünkü BDS hareketinin hedefi, İsrail halkı değil, İsrail hükümetinin “Beyond the Conflict” adlı programı...
Klein’a göre, bu programda kültür, bir tür askeri araç olarak kullanılıyor. İsrail hükümeti, toprak konusunda verilen savaşı kazanırken, diğer yandan dünyaya yayılan işgal ve çatışma haberleri yüzünden ülkenin büyük kayıplar verdiğini düşünüyor.
Bunu önlemek için de, Batılı ülkeler ile İsrail arasında yakınlık kurmayı sağlayacak kitap, müzik, sinema, turizm faaliyetleri yapılıyor.
Başka ülkelerle iletişim kurmak amacıyla kültürün kullanılması iyi bir yöntem olsa da, karşı çıkılan nokta, İsrail’in bunu ülkede sanki her şey normalmiş gibi bir izlenim yaratmak için yapması...
Kültürel boykotun hedefi, işte bu izlenimi tersine çevirmek...
***
Gerçek şu ki, İsrail’in uluslararası hukuka karşı yükümlülüklerini yerine getirmesi için, Avrupa Birliği ve Amerika’nın daha kesin koşullar belirlemesi gerek.
Örneğin Obama, “yeni Yahudi yerleşimlerine hayır” yerine, “Yahudi yerleşimlerine hayır” diyebilir... Der mi?
Obama, Amerikan dış ve iç politikası gereği, bunu hiçbir zaman söylemeyebilir...
Öyleyse, yanar-döner politikacıların ağzının içine bakıp beklemek yerine, bu tür hareketlerle baskı kurmak gerekiyor.
İyi örgütlenmiş kültürel boykot da, bu yönde önemli bir yaptırım aracı olabilir.
Etiketler:
Amerika,
emperyalizm,
Filistin,
İsrail,
kapitalizm,
kültür,
Naomi Klein,
şok terapi
14 Eylül 2009 Pazartesi
Dijital Çağda Ulema Gücü
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 13 Eylül 2009
Son günlerde “iMuslims: Rewiring the House of Islam” (The University of North Carolina Press, 2009) adlı ilginç bir kitap okudum.
Siber dünyanın İslam’ın algılanma biçimi ve Müslüman toplumlar üzerindeki etkisini inceleyen kitabın yazarı, Wales Universitesi İslami Araştırmalar Bölüm Başkanı Gary R. Bunt.
İslam ve teknoloji ilişkisini ele alan çalışmalarıyla, bu alanda dünyada otorite olarak görülen bilim insanlarından birisi Bunt. 2003’te çıkan “Islam in the Digital Age” adlı kitabı, Türkçe’ye de çevrilmişti.
Bunt, İslam’ı farklı yorumlayan ama dijital dünyada bir araya gelenlerin oluşturduğu topluluğu, “Siber İslami Çevreler” olarak tanımlıyor.
Sosyal, dini, ya da politik amaçlarla bilgi alışverişinde bulunmak üzere siber dünyanın içinde aktif olarak yer alanları anlatmak için de, “iMuslim” şeklinde bir kavram geliştirmiş.
Siber İslami Çevre’nin son yıllarda yaşanan teknolojik gelişmelere nasıl tepki verdiği, kitapta ayrıntısıyla ele alınıyor.
***
Benim kitapta en çok ilgimi çeken konu, dini otorite (ulema gücü) ve internet ilişkisinin anlatıldığı kısım...
Bunt’a göre, internetteki gelişmeler ile ulemanın geleneksel gücünün kırılışı arasında bağlantı var. Çünkü kendisini otorite olarak gören bir insanın içtihata dayalı kararlar önerme olanağı, 1990’larda göre bugün çok daha fazla.
Günümüzde artık herkes, duyurusunu internet üzerinden rahatlıkla yayabiliyor. Hükümetlerin onaylamadığı İslami reform çabalarının destekçileri, siber ortamda hazırda bekliyor.
İnternetin yayılmadığı dönemlerde, dini bilgilenme, şeyh, alim, evliya, pir ya da imam gibi dini otorite kabul edilip, toplumca saygı duyulan kişiler aracılığıyla oluyordu. Bu karşılıklı görüşme şeklinde olabileceği gibi, yazılı metinler de ihtiyacı karşılıyordu.
Oysa internet sayesinde farklı alternatifler gelişti; bugün insanlar internet üzerinden fetva alıp dua ediyor ya da hatim indiriyor.
Bunt, örnek olarak, Pakistan’da evli çiftlerin yaşadıkları sorunlara karşı bir din bilginini ziyaret edip yardım istediklerini anlatıyor. Bu durum eskiden yüz yüze gelmeyi gerektirirken, artık benzer bir diyalog internet üzerinde de yapılabiliyor.
Aynı şekilde, Pakistan’da uygulanan eski yöntemde, dini-politik lidere bağlılık yemini için toplantı düzenlenirken, aynı yemin artık online yapılabiliyor. Geleneksel yöntemler tamamen ortadan kalkmasa da, internet yeni seçeneklerin önünü açıyor.
Ve öyle görünüyor ki, ulemanın eski gücünü kaybetmesi kaçınılmaz...
***
Aslında internet, başta müzik ve habercilik alanında olmak üzere, birçok alanda otoriteyi ve eski güç sahiplerini yerinden etti.
Gary R. Bunt’a göre, Müslüman dünyasındaki en büyük etkisi de, ulemanın gücünün kırılması oldu.
Günümüzde bilgisayarın başına geçen bir insan, gidip birilerinden icazet almak yerine, her konuda farklı görüşlere ulaşma şansına sahip. Üstelik böylece, şeyhten imama, evliyadan pire değişebilen görüşleri sorgulama ve doğruyu araştırma olanağını yakalıyor.
Baskıcı toplumlarda internetin önünün tıkanmaya çalışılmasının önemli bir nedeni de bu... İnsanlara bilgiye ulaşma yolunda daha fazla inisiyatif kazandırdığı için, tutucu beyinleri rahatsız ediyor olsa gerek...
İşin en garip tarafı da, 21. yüzyılda hâlâ ulema-internet çekişmesinden söz ediyor olmak...
Dünya, çok yakında üç boyutlu internetle tanışacak. Bu durumda akıl, teknolojiye direnmek yerine, güvenilir bilgileri siber dünyada halka ulaştıranların kazanacağını söylüyor.
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 13 Eylül 2009
Son günlerde “iMuslims: Rewiring the House of Islam” (The University of North Carolina Press, 2009) adlı ilginç bir kitap okudum.
Siber dünyanın İslam’ın algılanma biçimi ve Müslüman toplumlar üzerindeki etkisini inceleyen kitabın yazarı, Wales Universitesi İslami Araştırmalar Bölüm Başkanı Gary R. Bunt.
İslam ve teknoloji ilişkisini ele alan çalışmalarıyla, bu alanda dünyada otorite olarak görülen bilim insanlarından birisi Bunt. 2003’te çıkan “Islam in the Digital Age” adlı kitabı, Türkçe’ye de çevrilmişti.
Bunt, İslam’ı farklı yorumlayan ama dijital dünyada bir araya gelenlerin oluşturduğu topluluğu, “Siber İslami Çevreler” olarak tanımlıyor.
Sosyal, dini, ya da politik amaçlarla bilgi alışverişinde bulunmak üzere siber dünyanın içinde aktif olarak yer alanları anlatmak için de, “iMuslim” şeklinde bir kavram geliştirmiş.
Siber İslami Çevre’nin son yıllarda yaşanan teknolojik gelişmelere nasıl tepki verdiği, kitapta ayrıntısıyla ele alınıyor.
***
Benim kitapta en çok ilgimi çeken konu, dini otorite (ulema gücü) ve internet ilişkisinin anlatıldığı kısım...
Bunt’a göre, internetteki gelişmeler ile ulemanın geleneksel gücünün kırılışı arasında bağlantı var. Çünkü kendisini otorite olarak gören bir insanın içtihata dayalı kararlar önerme olanağı, 1990’larda göre bugün çok daha fazla.
Günümüzde artık herkes, duyurusunu internet üzerinden rahatlıkla yayabiliyor. Hükümetlerin onaylamadığı İslami reform çabalarının destekçileri, siber ortamda hazırda bekliyor.
İnternetin yayılmadığı dönemlerde, dini bilgilenme, şeyh, alim, evliya, pir ya da imam gibi dini otorite kabul edilip, toplumca saygı duyulan kişiler aracılığıyla oluyordu. Bu karşılıklı görüşme şeklinde olabileceği gibi, yazılı metinler de ihtiyacı karşılıyordu.
Oysa internet sayesinde farklı alternatifler gelişti; bugün insanlar internet üzerinden fetva alıp dua ediyor ya da hatim indiriyor.
Bunt, örnek olarak, Pakistan’da evli çiftlerin yaşadıkları sorunlara karşı bir din bilginini ziyaret edip yardım istediklerini anlatıyor. Bu durum eskiden yüz yüze gelmeyi gerektirirken, artık benzer bir diyalog internet üzerinde de yapılabiliyor.
Aynı şekilde, Pakistan’da uygulanan eski yöntemde, dini-politik lidere bağlılık yemini için toplantı düzenlenirken, aynı yemin artık online yapılabiliyor. Geleneksel yöntemler tamamen ortadan kalkmasa da, internet yeni seçeneklerin önünü açıyor.
Ve öyle görünüyor ki, ulemanın eski gücünü kaybetmesi kaçınılmaz...
***
Aslında internet, başta müzik ve habercilik alanında olmak üzere, birçok alanda otoriteyi ve eski güç sahiplerini yerinden etti.
Gary R. Bunt’a göre, Müslüman dünyasındaki en büyük etkisi de, ulemanın gücünün kırılması oldu.
Günümüzde bilgisayarın başına geçen bir insan, gidip birilerinden icazet almak yerine, her konuda farklı görüşlere ulaşma şansına sahip. Üstelik böylece, şeyhten imama, evliyadan pire değişebilen görüşleri sorgulama ve doğruyu araştırma olanağını yakalıyor.
Baskıcı toplumlarda internetin önünün tıkanmaya çalışılmasının önemli bir nedeni de bu... İnsanlara bilgiye ulaşma yolunda daha fazla inisiyatif kazandırdığı için, tutucu beyinleri rahatsız ediyor olsa gerek...
İşin en garip tarafı da, 21. yüzyılda hâlâ ulema-internet çekişmesinden söz ediyor olmak...
Dünya, çok yakında üç boyutlu internetle tanışacak. Bu durumda akıl, teknolojiye direnmek yerine, güvenilir bilgileri siber dünyada halka ulaştıranların kazanacağını söylüyor.
6 Eylül 2009 Pazar
Amerika'nın Yeni "İç Savaşı"
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 6 Eylül 2009
Filmlerinin gösterime giriş tarihini en isabetli belirleyen yönetmen herhalde Michael Moore olmalı.
Moore, 2004 ABD başkanlık seçimi sırasında “Fahrenheit 9/11” adlı filmiyle Bush’a karşı çok etkili bir muhalefet yapmıştı. Yeni belgeseli ise, "Capitalism: A Love Story" adını taşıyor.
Kapitalizmin yarattığı yıkımı sergileyen bu filmin zamanlaması da mükemmel. Çünkü Amerika'da Obama'nın sağlık ve vergi reformları nedeniyle çılgına dönen aşırı sağ, "town hall meeting" denilen toplantılarla yeniden güç kazanıyor...
Michael Moore’un filmini sinemalarda izlemek için bir süre daha beklemek gerekecek, ama fragmanı internette görmek mümkün. Tanıtım filminden de anlaşılıyor ki, Moore yine birilerini çok kızdıracak.
Bu defa hedefinde dev holdingler var; şirket yöneticilerini tutuklatmak üzere harekete geçiyor, kurtarma paketleriyle dağıtılan paraların nereye gittiğini sorguluyor.
Tanıtım filminde özellikle bir bölüm dikkatimi çekti. Bir sahnede halktan birisi, “Her şeyi olanlarla hiçbir şeyi olmayanlar arasındaki çatışmadan” söz ediyor.
Belli ki, kapitalist ekonominin çarpıklığını vurguluyor...
***
"Eh, bilindik mesele," deyip geçmeyin. Bu çarpıklık, Amerika’da öyle boyutlara vardı ki, geçtiğimiz günlerde açıklanan bir çalışma, insanı hayrete düşürecek bilgilerle doluydu.
Kaliforniya Üniversitesi Profesörü Emmanuel Saez’in yaptığı çalışmaya göre, Amerika’da gelir dengesizliği tüm zamanların en yüksek seviyesinde... Büyük Bunalım dönemindeki düzeyi bile aşan eşitsizlik yüzünden, halkın en zengin yüzde 10'luk kesimi, toplam gelirin % 49.7'sini alıyor...
Böyle bir ortamda Obama yönetimi, dev holdingleri kurtarmak için Kongre’den milyonlarca dolarlık yardım paketleri geçirdi. Yani kapitalizm çarkını döndürmek için, halkın ödediği vergilerle toplanan paraları şirketlere verdi.
Obama şimdi de, verdiği bir diğer sözü yerine getirmek için kolları sıvadı ve sağlık reformunu tartışmaya açtı. Bunun için önerdiği plan, kamu finansmanını devreye sokmak ve yılda 250 bin dolardan fazla kazananların vergilerini yüksetmek...
Vay, sen misin bunu öneren? Sistemden en büyük parsayı toplayan zenginler derhal kazan kaldırdı. Bunun anayasadaki bireysel özgürlüklere aykırı olduğunu söyleyerek kükrediler.
Angelina Jolie’nin babası ünlü aktör John Voight, daha da ileri giderek ülkenin sosyalistleştiğini söyledi ve şu soruyu sordu: "Obama ülkede iç savaş mı başlatıyor?"
Gerçekte Castro'nun dediği gibi, Obama'nın hegemonyacı kapitalist sistemi değiştirmeye ne niyeti ne de gücü var; ama aşırı sağ yine de onu saf dışı etmeye çalışıyor...
***
İşte Michael Moore’un filminin tam da bu sırada gösterime girmesi önemli. Çünkü Moore, belgeselin aynı zamanda bir aşk, savaş, polisiye, vampir ve komedi filmi olduğunu söylüyor.
Nasıl?
Bir tür “aşk” filmi; ama burada söz konusu olan, bir tarafın diğerini sömürdüğü, yıkıcı bir aşk...
Sınıf savaşını anlattığı için savaş filmi...
Ortada işlenen ciddi bir suç olduğu için polisiye...
Küçük bir kesim, halkın kanını emerek beslendiği için vampir filmi...
Bunca sömürüden sonra, birileri hâlâ kapitalizmi savunduğu için de komedi...
***
Peki, bu trajikomedi neden hâlâ sürüyor? Bunun yanıtı, Amerikalı sosyalist yazar Upton Sinclair’den:
“Bir insanın kazandığı ücret, belli bir konuyu anlamamasına dayanıyorsa, o kişinin o konuyu anlamasını sağlayamazsınız.”
Kapitalizm vampirleri, dünyanın her yerinde aynı. Onlar, yaptıkları yıkımı görmemek için vicdanlarını kararttıkça azgınlaşıyor...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 6 Eylül 2009
Filmlerinin gösterime giriş tarihini en isabetli belirleyen yönetmen herhalde Michael Moore olmalı.
Moore, 2004 ABD başkanlık seçimi sırasında “Fahrenheit 9/11” adlı filmiyle Bush’a karşı çok etkili bir muhalefet yapmıştı. Yeni belgeseli ise, "Capitalism: A Love Story" adını taşıyor.
Kapitalizmin yarattığı yıkımı sergileyen bu filmin zamanlaması da mükemmel. Çünkü Amerika'da Obama'nın sağlık ve vergi reformları nedeniyle çılgına dönen aşırı sağ, "town hall meeting" denilen toplantılarla yeniden güç kazanıyor...
Michael Moore’un filmini sinemalarda izlemek için bir süre daha beklemek gerekecek, ama fragmanı internette görmek mümkün. Tanıtım filminden de anlaşılıyor ki, Moore yine birilerini çok kızdıracak.
Bu defa hedefinde dev holdingler var; şirket yöneticilerini tutuklatmak üzere harekete geçiyor, kurtarma paketleriyle dağıtılan paraların nereye gittiğini sorguluyor.
Tanıtım filminde özellikle bir bölüm dikkatimi çekti. Bir sahnede halktan birisi, “Her şeyi olanlarla hiçbir şeyi olmayanlar arasındaki çatışmadan” söz ediyor.
Belli ki, kapitalist ekonominin çarpıklığını vurguluyor...
***
"Eh, bilindik mesele," deyip geçmeyin. Bu çarpıklık, Amerika’da öyle boyutlara vardı ki, geçtiğimiz günlerde açıklanan bir çalışma, insanı hayrete düşürecek bilgilerle doluydu.
Kaliforniya Üniversitesi Profesörü Emmanuel Saez’in yaptığı çalışmaya göre, Amerika’da gelir dengesizliği tüm zamanların en yüksek seviyesinde... Büyük Bunalım dönemindeki düzeyi bile aşan eşitsizlik yüzünden, halkın en zengin yüzde 10'luk kesimi, toplam gelirin % 49.7'sini alıyor...
Böyle bir ortamda Obama yönetimi, dev holdingleri kurtarmak için Kongre’den milyonlarca dolarlık yardım paketleri geçirdi. Yani kapitalizm çarkını döndürmek için, halkın ödediği vergilerle toplanan paraları şirketlere verdi.
Obama şimdi de, verdiği bir diğer sözü yerine getirmek için kolları sıvadı ve sağlık reformunu tartışmaya açtı. Bunun için önerdiği plan, kamu finansmanını devreye sokmak ve yılda 250 bin dolardan fazla kazananların vergilerini yüksetmek...
Vay, sen misin bunu öneren? Sistemden en büyük parsayı toplayan zenginler derhal kazan kaldırdı. Bunun anayasadaki bireysel özgürlüklere aykırı olduğunu söyleyerek kükrediler.
Angelina Jolie’nin babası ünlü aktör John Voight, daha da ileri giderek ülkenin sosyalistleştiğini söyledi ve şu soruyu sordu: "Obama ülkede iç savaş mı başlatıyor?"
Gerçekte Castro'nun dediği gibi, Obama'nın hegemonyacı kapitalist sistemi değiştirmeye ne niyeti ne de gücü var; ama aşırı sağ yine de onu saf dışı etmeye çalışıyor...
***
İşte Michael Moore’un filminin tam da bu sırada gösterime girmesi önemli. Çünkü Moore, belgeselin aynı zamanda bir aşk, savaş, polisiye, vampir ve komedi filmi olduğunu söylüyor.
Nasıl?
Bir tür “aşk” filmi; ama burada söz konusu olan, bir tarafın diğerini sömürdüğü, yıkıcı bir aşk...
Sınıf savaşını anlattığı için savaş filmi...
Ortada işlenen ciddi bir suç olduğu için polisiye...
Küçük bir kesim, halkın kanını emerek beslendiği için vampir filmi...
Bunca sömürüden sonra, birileri hâlâ kapitalizmi savunduğu için de komedi...
***
Peki, bu trajikomedi neden hâlâ sürüyor? Bunun yanıtı, Amerikalı sosyalist yazar Upton Sinclair’den:
“Bir insanın kazandığı ücret, belli bir konuyu anlamamasına dayanıyorsa, o kişinin o konuyu anlamasını sağlayamazsınız.”
Kapitalizm vampirleri, dünyanın her yerinde aynı. Onlar, yaptıkları yıkımı görmemek için vicdanlarını kararttıkça azgınlaşıyor...
Etiketler:
Amerika,
Barack Obama,
Fidel Castro,
George W. Bush,
kapitalizm,
Michael Moore,
radikal sağ,
sınıf farkı,
Upton Sinclair
31 Ağustos 2009 Pazartesi
87 Yıl Önce Bugün...
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 30 Ağustos 2009
Bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı...
Günün anlamı üzerinde her zamankinden daha fazla durup düşünmemiz gereken bir dönemden geçiyoruz.
Nedir 30 Ağustos? 26 Ağustos’ta Mustafa Kemal'in başkomutanlığında başlayan meydan savaşının, 30 Ağustos’ta Dumlupınar’da zaferle sonuçlandığı gündür...
87 yıl önce emperyalist güçlere karşı verilen savaşın kazanılıp, ulusal bağımsızlığın kurtarıldığı gündür...
Atatürk’ün Nutuk’ta yer alan ifadesiyle, “Türk ulusunun özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin ölümsüz bir abidesi” olarak tarihe geçen gündür...
2009 Türkiyesi’nde “Türk” kavramına farklı ve ayrıştırıcı anlamlar yüklendiği bir sırada, 30 Ağustos’un önemini konuşmak fayda sağlar mı?
Aklımız başımızdaysa sağlamalı...
***
Irk, etnik köken, dil, din, farkı gözetmeden, bu topraklarda yaşayan herkesin, bir ulusa ait olma bilincini hissetmesi gereken bir gündür 30 Ağustos.
Kutlanmalı, anlamı vurgulanmalı ve tarihi önemi gelecek kuşaklara anlatılmalıdır.
Oysa bunun tam tersi gelişmelere sahne oluyor Türkiye... Ders kitaplarından Atatürk ve ulusal değerlerin silinmeye çalışıldığı günleri yaşıyoruz.
“Nutuk”un suç unsuru sayıldığı, Atatürkçü görüşleri savunan laik insanların hapse atıldığı bir korku imparatorluğuna dönüştü ülke... İş öyle boyutlara vardı ki, kimileri Atatürk’ü hatırlatacak her şeyden uzak durur oldu...
Örneğin, medyaya yansıyan haberlere göre, Tarsus’un Çamlıyayla beldesinde 12 yıldır düzenlenen 30 Ağustos Zafer Bayramı Şöleni, bu yıl ve gelecek yıl yapılmayacakmış...
Çünkü Tarsus, Çamlıyayla, Sebil belediye başkanları, MHP Çamlıyayla İlçe Başkanı ile bir toplantı yapmış ve şölenin 2011’e kadar yapılmamasına karar verilmiş...
Nedeni ise oldukça ilginç: 30 Ağustos, iki yıl boyunca Ramazan’a denk geliyormuş. Tarsus Belediye Başkanı, bunun doğuracağı sıkıntıyı düşünerek erteleme kararı aldıklarını açıklamış...
***
Ramazan, ne zamandan beri Zafer Bayramı’nın kutlanmasına engel oluyor? Laik bir devletin temsilcileri ne zamandan beri böyle açıklamalar yapabiliyor?
Ne zamandan beri bu hale geldiğimiz açık...
Nereye doğru gittiğimiz de belli...
Bu durumda, 30 Ağustos’un ne demek olduğunu unutanlara, Mustafa Kemal’in TBMM Başkanı ve Başkomutan sıfatıyla 5 Eylül 1922 ‘de Bakanlar Kurulu Başkanlığı’na yazdığı şu telgrafı hatırlatmakta yarar var:
“Anadolu’daki Yunan ordusu kesin olarak yenilgiye uğratılmıştır. Yunan ordusunun artık yeniden ciddi bir direnişte bulunmasına ihtimal yoktur. Anadolu için herhangi bir görüşmeye gerek kalmamıştır. Ateşkes ancak Trakya için söz konusu olabilir. Bu bakımdan Eylülün 10’una kadar doğrudan doğruya Yunan Hükümeti veyahut İngiltere aracılığıyla, hükümetimize resmen başvurduğu taktirde, aşağıdaki şartlar ileri sürülerek cevap verilmelidir. Bu tarihten, yani Eylülün 10’undan sonra yapılacak başvurmaya verilecek cevap başka türlü olabilir. Bu takdirde durum bana ayrıca bildirilmelidir.
1-Ateşkes Anlaşması tarihinden başlayarak on beş gün içinde Trakya, 1914 sınırlarına kadar kayıtsız şartsız TBMM Hükümeti’nin sivil memurlarına ve askeri kuvvetlerine teslim edilmiş bulunacaktır.
2-Yunanistan’daki esirlerimiz on beş gün içinde İzmir, Bandırma ve İzmit limanlarında bize teslim edilecektir.
3-Yunan Hükümeti, Yunan ordusunun üç buçuk yıldan beri Anadolu’da yaptığı ve yapmakta olduğu tahribatı tamir etmeyi şimdiden taahhüt edecektir.”
***
30 Ağustos, Sevr’i dayatan emperyalizme karşı Anadolu isyanının doruk noktasıdır! Bugünü kutlamaya ne Ramazan engeldir ne de başka bir şey...
Zafer Bayramı kutlu olsun!
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 30 Ağustos 2009
Bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı...
Günün anlamı üzerinde her zamankinden daha fazla durup düşünmemiz gereken bir dönemden geçiyoruz.
Nedir 30 Ağustos? 26 Ağustos’ta Mustafa Kemal'in başkomutanlığında başlayan meydan savaşının, 30 Ağustos’ta Dumlupınar’da zaferle sonuçlandığı gündür...
87 yıl önce emperyalist güçlere karşı verilen savaşın kazanılıp, ulusal bağımsızlığın kurtarıldığı gündür...
Atatürk’ün Nutuk’ta yer alan ifadesiyle, “Türk ulusunun özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin ölümsüz bir abidesi” olarak tarihe geçen gündür...
2009 Türkiyesi’nde “Türk” kavramına farklı ve ayrıştırıcı anlamlar yüklendiği bir sırada, 30 Ağustos’un önemini konuşmak fayda sağlar mı?
Aklımız başımızdaysa sağlamalı...
***
Irk, etnik köken, dil, din, farkı gözetmeden, bu topraklarda yaşayan herkesin, bir ulusa ait olma bilincini hissetmesi gereken bir gündür 30 Ağustos.
Kutlanmalı, anlamı vurgulanmalı ve tarihi önemi gelecek kuşaklara anlatılmalıdır.
Oysa bunun tam tersi gelişmelere sahne oluyor Türkiye... Ders kitaplarından Atatürk ve ulusal değerlerin silinmeye çalışıldığı günleri yaşıyoruz.
“Nutuk”un suç unsuru sayıldığı, Atatürkçü görüşleri savunan laik insanların hapse atıldığı bir korku imparatorluğuna dönüştü ülke... İş öyle boyutlara vardı ki, kimileri Atatürk’ü hatırlatacak her şeyden uzak durur oldu...
Örneğin, medyaya yansıyan haberlere göre, Tarsus’un Çamlıyayla beldesinde 12 yıldır düzenlenen 30 Ağustos Zafer Bayramı Şöleni, bu yıl ve gelecek yıl yapılmayacakmış...
Çünkü Tarsus, Çamlıyayla, Sebil belediye başkanları, MHP Çamlıyayla İlçe Başkanı ile bir toplantı yapmış ve şölenin 2011’e kadar yapılmamasına karar verilmiş...
Nedeni ise oldukça ilginç: 30 Ağustos, iki yıl boyunca Ramazan’a denk geliyormuş. Tarsus Belediye Başkanı, bunun doğuracağı sıkıntıyı düşünerek erteleme kararı aldıklarını açıklamış...
***
Ramazan, ne zamandan beri Zafer Bayramı’nın kutlanmasına engel oluyor? Laik bir devletin temsilcileri ne zamandan beri böyle açıklamalar yapabiliyor?
Ne zamandan beri bu hale geldiğimiz açık...
Nereye doğru gittiğimiz de belli...
Bu durumda, 30 Ağustos’un ne demek olduğunu unutanlara, Mustafa Kemal’in TBMM Başkanı ve Başkomutan sıfatıyla 5 Eylül 1922 ‘de Bakanlar Kurulu Başkanlığı’na yazdığı şu telgrafı hatırlatmakta yarar var:
“Anadolu’daki Yunan ordusu kesin olarak yenilgiye uğratılmıştır. Yunan ordusunun artık yeniden ciddi bir direnişte bulunmasına ihtimal yoktur. Anadolu için herhangi bir görüşmeye gerek kalmamıştır. Ateşkes ancak Trakya için söz konusu olabilir. Bu bakımdan Eylülün 10’una kadar doğrudan doğruya Yunan Hükümeti veyahut İngiltere aracılığıyla, hükümetimize resmen başvurduğu taktirde, aşağıdaki şartlar ileri sürülerek cevap verilmelidir. Bu tarihten, yani Eylülün 10’undan sonra yapılacak başvurmaya verilecek cevap başka türlü olabilir. Bu takdirde durum bana ayrıca bildirilmelidir.
1-Ateşkes Anlaşması tarihinden başlayarak on beş gün içinde Trakya, 1914 sınırlarına kadar kayıtsız şartsız TBMM Hükümeti’nin sivil memurlarına ve askeri kuvvetlerine teslim edilmiş bulunacaktır.
2-Yunanistan’daki esirlerimiz on beş gün içinde İzmir, Bandırma ve İzmit limanlarında bize teslim edilecektir.
3-Yunan Hükümeti, Yunan ordusunun üç buçuk yıldan beri Anadolu’da yaptığı ve yapmakta olduğu tahribatı tamir etmeyi şimdiden taahhüt edecektir.”
***
30 Ağustos, Sevr’i dayatan emperyalizme karşı Anadolu isyanının doruk noktasıdır! Bugünü kutlamaya ne Ramazan engeldir ne de başka bir şey...
Zafer Bayramı kutlu olsun!
Etiketler:
emperyalizm,
Kurtuluş Savaşı,
Mustafa Kemal Atatürk,
Sevr Anlaşması,
Türkiye,
Zafer Bayramı
24 Ağustos 2009 Pazartesi
Satılık Topraklar...
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 23 Ağustos 2009
Uluslararası Gıda Politikası Araştırma Enstitüsü’nün (IFPRI) yayımladığı bir haritaya uzun uzun baktım geçen gün...
“Yabancı yatırımcıların gelişmekte olan ülkelerdeki toprak kapma yarışını” gösteren haritada, ülkelerin üzerine üç ayrı renkte işaret konulmuş.
Kırmızı, toprak alanları; mavi, toprak satanları; yeşil de diğer yatırımları belirtiyor.
Kırmızılar arasında dikkati çekenler, İsveç, Almanya, İngiltere, Çin, Hindistan, Suudi Arabistan, Libya, Körfez ülkeleri... Maviler arasında ise, Ukrayna, Brezilya, neredeyse Afrika kıtasının tümü, Pakistan, Tayland, Kamboçya ve Türkiye gibi ülkeler var...
Peki, neden bazı hükümetler ve yabancı yatırımcılar, gelişmekte olan ya da geri kalmış ülkelerden toprak kapma yarışına girdiler?
Yeterli toprak ve suya sahip olmayan ama kapitali bol ülkeler, bu yarışta başa güreşiyor. Amaçları, toprak ve suyun daha bol olduğu topraklarda tarımsal üretimi ucuza getirebilmek. O nedenle de, bu ülkelerdeki arazilere gözlerini dikmiş haldeler...
Durum öyle ciddi boyutlarda ki, The Guardian’da yer alan bir habere göre, son altı ayda, Afrika ve Güneydoğu Asya’da 20 milyon hektarlık ekilebilir arazi, satıldı ya da kiralandı. Bu, Avrupa’daki bütün ekilebilir arazinin tam yarısına denk geliyor...
Böyle bir gidişata kayıtsız kalmadan neler olduğuna bakmak gerekir...
***
IFPRI, geçtiğimiz aylarda bu konuda “Risk ve Fırsatlar” adlı bir rapor yayımladı.
Rapora göre, küresel ısınma sonucunda doğal kaynakların azalması, su kıtlığı ve büyük üreticiler tarafından getirilen ihraç kısıtlamaları sonucunda gıda fiyatları aşırı yükseldi.
Bu yüzden de, toprak ve su kıtlığı çeken ülkeler, alternatif yollar bulmaya yöneldi. Başka bir ülkedeki ekilebilir toprağın kullanım hakkının satın alınması da, bu arayışın bir sonucu...
Kimileri, bu yöntemle, yoksul ülkelerin tarım alanında ve kırsal bölgelerde yeni yatırımlara kavuşabileceği inancında... Fakat olan biteni araştırınca, pek de böyle masum açıklamalar yapmak olanaklı değil...
Çünkü;
1-Bu şekilde yerel halk, kendisinin ihtiyaç duyduğu toprak üzerindeki haklarını kaybetmiş oluyor...
IFPRI’nın raporunda bunun önlenmesi için şu noktanın altı çiziliyor: Bu tür toprak anlaşmalarının, her iki taraf için de endişeleri en aza indirecek ve olanaklar yaratacak şekilde düzenlenmesi son derecede önemlidir. Anlaşmaların içeriği, geçerlilik süresi ve hangi koşullarda gerçekleşeceği, çok açık bir şekilde belirlenmeli.
Oysa uygulamada, yerel halkın neler olup bittiğinden, kendi toprağının yabancı yatırımcılara devredildiğinden haberi bile olmuyor...
2-Bu anlaşmalarda üzerinde durulması gereken ama göz ardı edilmeye çalışılan önemli bir etik mesele var...
Başta Çin, Güney Kore, İngiltere ve Körfez ülkeleri olmak üzere, kapitali bol ülkelerin kendi sınırları dışında tarımsal üretime ağırlık vermelerinin amacı, biyoyakıt elde etmek... Kiraladıkları ya da satın aldıkları arazilerde, pirinç, mısır, tahıl vs. üretmelerinin başlıca nedeni bu.
Dünyada her gün 25 bin insan açlıktan ölüyor. Ama o paralı yatırımcıların ürettiği milyonlarca ton mısır, onlar için değil... Çünkü zenginlerin yoksul hakların toprağında yetiştirdiği mısır, diğer zenginlerin arabasını çalıştıran biyoyakıta dönüşecek...
Sonuç şu ki, toprak kapma yarışı, bugünkü uygulama şekliyle, yerel halka hiçbir katkı yapmadan onun sahip olduğu kaynakların üzerine oturmaktır.
Öyle görünüyor ki, bu da, Naomi Klein’ın adını koyduğu “Şok Doktrin”in yıkıcı aşamalarından biridir...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 23 Ağustos 2009
Uluslararası Gıda Politikası Araştırma Enstitüsü’nün (IFPRI) yayımladığı bir haritaya uzun uzun baktım geçen gün...
“Yabancı yatırımcıların gelişmekte olan ülkelerdeki toprak kapma yarışını” gösteren haritada, ülkelerin üzerine üç ayrı renkte işaret konulmuş.
Kırmızı, toprak alanları; mavi, toprak satanları; yeşil de diğer yatırımları belirtiyor.
Kırmızılar arasında dikkati çekenler, İsveç, Almanya, İngiltere, Çin, Hindistan, Suudi Arabistan, Libya, Körfez ülkeleri... Maviler arasında ise, Ukrayna, Brezilya, neredeyse Afrika kıtasının tümü, Pakistan, Tayland, Kamboçya ve Türkiye gibi ülkeler var...
Peki, neden bazı hükümetler ve yabancı yatırımcılar, gelişmekte olan ya da geri kalmış ülkelerden toprak kapma yarışına girdiler?
Yeterli toprak ve suya sahip olmayan ama kapitali bol ülkeler, bu yarışta başa güreşiyor. Amaçları, toprak ve suyun daha bol olduğu topraklarda tarımsal üretimi ucuza getirebilmek. O nedenle de, bu ülkelerdeki arazilere gözlerini dikmiş haldeler...
Durum öyle ciddi boyutlarda ki, The Guardian’da yer alan bir habere göre, son altı ayda, Afrika ve Güneydoğu Asya’da 20 milyon hektarlık ekilebilir arazi, satıldı ya da kiralandı. Bu, Avrupa’daki bütün ekilebilir arazinin tam yarısına denk geliyor...
Böyle bir gidişata kayıtsız kalmadan neler olduğuna bakmak gerekir...
***
IFPRI, geçtiğimiz aylarda bu konuda “Risk ve Fırsatlar” adlı bir rapor yayımladı.
Rapora göre, küresel ısınma sonucunda doğal kaynakların azalması, su kıtlığı ve büyük üreticiler tarafından getirilen ihraç kısıtlamaları sonucunda gıda fiyatları aşırı yükseldi.
Bu yüzden de, toprak ve su kıtlığı çeken ülkeler, alternatif yollar bulmaya yöneldi. Başka bir ülkedeki ekilebilir toprağın kullanım hakkının satın alınması da, bu arayışın bir sonucu...
Kimileri, bu yöntemle, yoksul ülkelerin tarım alanında ve kırsal bölgelerde yeni yatırımlara kavuşabileceği inancında... Fakat olan biteni araştırınca, pek de böyle masum açıklamalar yapmak olanaklı değil...
Çünkü;
1-Bu şekilde yerel halk, kendisinin ihtiyaç duyduğu toprak üzerindeki haklarını kaybetmiş oluyor...
IFPRI’nın raporunda bunun önlenmesi için şu noktanın altı çiziliyor: Bu tür toprak anlaşmalarının, her iki taraf için de endişeleri en aza indirecek ve olanaklar yaratacak şekilde düzenlenmesi son derecede önemlidir. Anlaşmaların içeriği, geçerlilik süresi ve hangi koşullarda gerçekleşeceği, çok açık bir şekilde belirlenmeli.
Oysa uygulamada, yerel halkın neler olup bittiğinden, kendi toprağının yabancı yatırımcılara devredildiğinden haberi bile olmuyor...
2-Bu anlaşmalarda üzerinde durulması gereken ama göz ardı edilmeye çalışılan önemli bir etik mesele var...
Başta Çin, Güney Kore, İngiltere ve Körfez ülkeleri olmak üzere, kapitali bol ülkelerin kendi sınırları dışında tarımsal üretime ağırlık vermelerinin amacı, biyoyakıt elde etmek... Kiraladıkları ya da satın aldıkları arazilerde, pirinç, mısır, tahıl vs. üretmelerinin başlıca nedeni bu.
Dünyada her gün 25 bin insan açlıktan ölüyor. Ama o paralı yatırımcıların ürettiği milyonlarca ton mısır, onlar için değil... Çünkü zenginlerin yoksul hakların toprağında yetiştirdiği mısır, diğer zenginlerin arabasını çalıştıran biyoyakıta dönüşecek...
Sonuç şu ki, toprak kapma yarışı, bugünkü uygulama şekliyle, yerel halka hiçbir katkı yapmadan onun sahip olduğu kaynakların üzerine oturmaktır.
Öyle görünüyor ki, bu da, Naomi Klein’ın adını koyduğu “Şok Doktrin”in yıkıcı aşamalarından biridir...
Etiketler:
açlık,
biyoyakıt,
emperyalizm,
gıda krizi,
küresel ısınma,
Naomi Klein,
şok terapi,
toprak satışı,
Türkiye
17 Ağustos 2009 Pazartesi
Geçmişle Yüzleşme Sırası Amerika'da...
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 16 Ağustos 2009
Kimi okurlar soruyor; “Neden pazar günleri siyaset dışında yazmıyorsun?” diyorlar...
Doğrudur; pazar günleri yazarlar, genellikle daha renkli konularda yazmayı tercih eder. Fakat haftada bir kere yazınca, böyle bir tercih yapma olanağınız pek olmuyor.
O nedenle, bu hafta da yine ciddi bir konuya değineceğim.
***
6 Ağustos, ilk atom bombasının atılışının 64. yıldönümüydü. Amerika’nın 2. Dünya Savaşı sırasında, 1945 yılında, Japonya’nın Hiroşima kentine attığı bomba, 140 bin kişinin ölümüne neden oldu.
Ama bu yetmedi...
Üç gün sonra Nagazaki’ye atılan atom bombasıyla da yaklaşık 80 bin kişi öldü...
Ve sonunda Japonya teslim olunca savaş sona erdi...
O bombaların ardından çevreye yayılan radyasyon yüzünden, yıllar içinde on binlerce insan hayatını kaybetti, sakat kaldı...
Bu korkunç olaylar, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarına dev puntolarla yazıldı.
Geçenlerde belki bunun kadar korkunç olabilecek bir haber okudum internette. Quinnipac Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırma, Amerikan halkının çoğunluğunun, ABD’nin atom bombası atmasını doğru bulduğunu ortaya koymuş...
Katılımcıların yüzde 61’i bunu “doğru bir iş” olarak görürken, yüzde 22’si yanlış buluyor, yüzde 16’sı da kararsız...
İnsanın kanını donduran bir katliamı “doğru” olarak tanımlamanın ardındaki neden nedir?
Bu sorunun yanıtı önemlidir. Çünkü o nedeni bulup yok etmedikçe, emperyal güçler, her türlü savaş için halk desteğini bulmakta bugün de zorlanmayacaktır...
Irak savaşı da bunun son kanıtı olmuştur...
***
Bugün Beyaz Saray’da başka ülkelere “geçmişinizle yüzleşin” şeklinde tavsiyede bulunan bir Başkan oturuyor. Ankara’yı ziyaretinde de, Meclis’te milletvekillerine hitaben yaptığı konuşmada bu sözleri yinelemişti.
Ama şimdi geçmişle yüzleşme sırası Amerika’da...
Çünkü Obama, kasım ayında Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü zirve toplantısı için Singapur’a gidiyor. Programına göre, bu sırada Japonya’yı da ziyaret edecek.
Obama, oralara kadar gitmişken daha önce yapılmayanı yapmalı ve Hiroşima Barış Anıt Parkı’nı ziyaret etmeli. Çünkü nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya, sadece lafla olmaz; tarihin en dehşet verici nükleer saldırısına uğrayan kentlere gidip, kurbanların anısına çelenk koyması gerekir.
Atom bombasının atıldığı tarihten bu yana, hiçbir ABD başkanı ya da başkan yardımcısı, görevde olduğu süre içinde Hiroşima’yı ziyaret edip kurbanların anısı önünde saygı duruşunda bulunmadı...
Jimmy Carter ve Richard Nixon, Hiroşima’ya gittiklerinde başkan değillerdi. Bu nedenle yaptıkları ziyaret, kişisel bir anlam ifade etmenin ötesine geçmedi.
Bugüne kadar bu anıta çelenk koyan en üst düzey Amerikalı yetkili, Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi oldu.
Bakalım Obama, kendi tavsiyesine uyup geçmişle yüzleşecek mi?
Yoksa, “ziyaret kısaydı, vakit olmadı” türünden bahanelere mi sığınacak?
Bu noktada Obama’ya kendisinin söylediği bir sözü hatırlatmakta yarar var:
“Bir yandan dost ülkelerle birlikte nükleer silahlarımızı artırdığımız ve Rusların nükleer silahlarını geliştirdiği bir ortamda, İran ve Kuzey Kore gibi ülkelere nükleer silah edinmemeleri konusunda baskı yapabileceğimizi düşünmek saflık olur.”
Tek kutuplu dünyanın emperyal gücü Amerika’nın kendi geçmişiyle barışmadığı bir ortamda, dönüp diğer ülkelere bunu tavsiye etmesi de saflık olur...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 16 Ağustos 2009
Kimi okurlar soruyor; “Neden pazar günleri siyaset dışında yazmıyorsun?” diyorlar...
Doğrudur; pazar günleri yazarlar, genellikle daha renkli konularda yazmayı tercih eder. Fakat haftada bir kere yazınca, böyle bir tercih yapma olanağınız pek olmuyor.
O nedenle, bu hafta da yine ciddi bir konuya değineceğim.
***
6 Ağustos, ilk atom bombasının atılışının 64. yıldönümüydü. Amerika’nın 2. Dünya Savaşı sırasında, 1945 yılında, Japonya’nın Hiroşima kentine attığı bomba, 140 bin kişinin ölümüne neden oldu.
Ama bu yetmedi...
Üç gün sonra Nagazaki’ye atılan atom bombasıyla da yaklaşık 80 bin kişi öldü...
Ve sonunda Japonya teslim olunca savaş sona erdi...
O bombaların ardından çevreye yayılan radyasyon yüzünden, yıllar içinde on binlerce insan hayatını kaybetti, sakat kaldı...
Bu korkunç olaylar, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarına dev puntolarla yazıldı.
Geçenlerde belki bunun kadar korkunç olabilecek bir haber okudum internette. Quinnipac Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırma, Amerikan halkının çoğunluğunun, ABD’nin atom bombası atmasını doğru bulduğunu ortaya koymuş...
Katılımcıların yüzde 61’i bunu “doğru bir iş” olarak görürken, yüzde 22’si yanlış buluyor, yüzde 16’sı da kararsız...
İnsanın kanını donduran bir katliamı “doğru” olarak tanımlamanın ardındaki neden nedir?
Bu sorunun yanıtı önemlidir. Çünkü o nedeni bulup yok etmedikçe, emperyal güçler, her türlü savaş için halk desteğini bulmakta bugün de zorlanmayacaktır...
Irak savaşı da bunun son kanıtı olmuştur...
***
Bugün Beyaz Saray’da başka ülkelere “geçmişinizle yüzleşin” şeklinde tavsiyede bulunan bir Başkan oturuyor. Ankara’yı ziyaretinde de, Meclis’te milletvekillerine hitaben yaptığı konuşmada bu sözleri yinelemişti.
Ama şimdi geçmişle yüzleşme sırası Amerika’da...
Çünkü Obama, kasım ayında Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü zirve toplantısı için Singapur’a gidiyor. Programına göre, bu sırada Japonya’yı da ziyaret edecek.
Obama, oralara kadar gitmişken daha önce yapılmayanı yapmalı ve Hiroşima Barış Anıt Parkı’nı ziyaret etmeli. Çünkü nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya, sadece lafla olmaz; tarihin en dehşet verici nükleer saldırısına uğrayan kentlere gidip, kurbanların anısına çelenk koyması gerekir.
Atom bombasının atıldığı tarihten bu yana, hiçbir ABD başkanı ya da başkan yardımcısı, görevde olduğu süre içinde Hiroşima’yı ziyaret edip kurbanların anısı önünde saygı duruşunda bulunmadı...
Jimmy Carter ve Richard Nixon, Hiroşima’ya gittiklerinde başkan değillerdi. Bu nedenle yaptıkları ziyaret, kişisel bir anlam ifade etmenin ötesine geçmedi.
Bugüne kadar bu anıta çelenk koyan en üst düzey Amerikalı yetkili, Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi oldu.
Bakalım Obama, kendi tavsiyesine uyup geçmişle yüzleşecek mi?
Yoksa, “ziyaret kısaydı, vakit olmadı” türünden bahanelere mi sığınacak?
Bu noktada Obama’ya kendisinin söylediği bir sözü hatırlatmakta yarar var:
“Bir yandan dost ülkelerle birlikte nükleer silahlarımızı artırdığımız ve Rusların nükleer silahlarını geliştirdiği bir ortamda, İran ve Kuzey Kore gibi ülkelere nükleer silah edinmemeleri konusunda baskı yapabileceğimizi düşünmek saflık olur.”
Tek kutuplu dünyanın emperyal gücü Amerika’nın kendi geçmişiyle barışmadığı bir ortamda, dönüp diğer ülkelere bunu tavsiye etmesi de saflık olur...
Etiketler:
2. Dünya Savaşı,
Amerika,
atom bombası,
Barack Obama,
emperyalizm,
Japonya,
Jimmy Carter,
nükleer savaş,
Richard Nixon
10 Ağustos 2009 Pazartesi
Gafletin Böylesi...
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 9 Ağustos 2009
Bir süredir okuduğum “Muslim Women Reformers- Inspiring Voices Against Oppression” (Müslüman Kadın Reformcular- Zulme Karşı İlham Verici Sesler) adlı kitabı henüz bitirdim. Geçen ay Prometheus Books tarafından yayımlanan kitabın yazarı, Avustralyalı kadın psikiyatrist Ida Lichter.
Lichter, 513 sayfalık eserini, “Reform için savaşıp, Cihad’ın hedefi olarak yaşamını kaybeden Müslüman kadın kahramanlara” adamış. Çoğunluğu Müslüman coğrafyasında yaşayan bu kahramanların hikayelerini ülkelerine göre ele almış.
Bazı eksikleri olmakla birlikte, bana göre, okumaya değer bir çalışma yapmış Lichter...
Kitabı elime alır almaz, Türkiye ile ilgili yazılanlara baktım. Bu başlıkta sadece iki sivil toplum örgütünden söz ediliyor. Birisi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde kurulan ilk kadın merkezi KA-MER; diğeri de, Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği KA-DER.
Türkiye’ye ayrılan sekiz sayfalık bölüm, Atatürk devrimleriyle Türk kadınına verilen haklarla başlıyor. Neler anlatılıyor?
1926’da Medeni Kanun’un kabulüyle çok eşlilik yasaklandı....
Eğitim, boşanma, miras gibi konularda kadınlara eşit haklar sağlandı...
Türk kadını, 1930’ların ortalarına kadar seçme ve seçilme hakkını kazandı...
17 Türk kadını ilk kez Meclis’e girdi...
Türkiye, 1934 yılında, dünyada bir kadının yüksek mahkemede göreve seçildiği ilk ülke oldu. (Kitapta adı verilmemiş ama biz burada analım; dünyada “ilk kadın Danıştay daire başkanı” olarak adını tarihe yazdıran kişi Firdevs Menteşe’ydi.)
Bütün bunlardan sonra Atatürk’ün şu sözüne yer verilmiş; “Siyasi ve sosyal hakların kadın tarafından kullanılmasının, insanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli olduğuna inanıyorum.”
***
Fakat Türkiye ile ilgili sorun şu ki; yeni kurulan Cumhuriyet’te kadın hakları konusunda atılan o büyük adımlara karşın, bugün Türk kadını, sosyal ve siyasal alanda olması gereken yerin çok gerisindedir...
Ida Lichter, kitabında “1990’lardan bu yana Türkiye’nin İslami köktendinciliğin dirilişine tanık olduğunu; kadın hayatının (ve bedeninin), İslam’ı modernleştirme çabaları için bir sahne haline geldiğini,” yazmış.
Peki, ne oldu da “insanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli olan haklardan” vazgeçme gafletine düşüldü?
Nasıl oldu da Türkiye, 83 yıl önce Ortadoğu’da ve hatta dünyada kadın hakları konusunda önder bir ülkeyken, bugün döneminin çok gerisine düştü?
Geçmişte kadınların birçok alanda öncü olabildiği bir ülke, neden 2000’lerde kadın-erkek eşitliğinde Avrupa standartlarını yakalayamadı?
Zaman ilerledikçe gündeme gelen bu geriye gidişin sorumluları olmalıdır...
Kimlerdir onlar?
Kadının hayatını ve bedenini tahakküm altına alma gayretine düşenlerdir elbette...
2007’de hazırladıkları anayasa taslağında, kadınları “çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korumayı gerektiren kesimler” arasında sayanlardır...
“Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir” şeklindeki maddeyi kaşla göz arasında değiştirme hevesine kapılanlardır...
Kadına, “Meslek sahibi ol, ekonomik özgürlüğünü kazan,” demek yerine, durmadan en az üç çocuk doğurmasını öğütleyen siyasetçilerdir...
Kadın üzerinde egemenlik kurmak için dini siyasete alet edenlerdir...
Açıkça bir baskı aracı olan türbanı, çarşafı, “özgürlük” adına savunanlardır...
Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı uygarlık yolunu, laiklik ilkesinden verdikleri ödünlerle tıkayanlardır...
İnsanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli haklardan vazgeçenlerdir...
Bu, gafletin ta kendisidir...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 9 Ağustos 2009
Bir süredir okuduğum “Muslim Women Reformers- Inspiring Voices Against Oppression” (Müslüman Kadın Reformcular- Zulme Karşı İlham Verici Sesler) adlı kitabı henüz bitirdim. Geçen ay Prometheus Books tarafından yayımlanan kitabın yazarı, Avustralyalı kadın psikiyatrist Ida Lichter.
Lichter, 513 sayfalık eserini, “Reform için savaşıp, Cihad’ın hedefi olarak yaşamını kaybeden Müslüman kadın kahramanlara” adamış. Çoğunluğu Müslüman coğrafyasında yaşayan bu kahramanların hikayelerini ülkelerine göre ele almış.
Bazı eksikleri olmakla birlikte, bana göre, okumaya değer bir çalışma yapmış Lichter...
Kitabı elime alır almaz, Türkiye ile ilgili yazılanlara baktım. Bu başlıkta sadece iki sivil toplum örgütünden söz ediliyor. Birisi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde kurulan ilk kadın merkezi KA-MER; diğeri de, Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği KA-DER.
Türkiye’ye ayrılan sekiz sayfalık bölüm, Atatürk devrimleriyle Türk kadınına verilen haklarla başlıyor. Neler anlatılıyor?
1926’da Medeni Kanun’un kabulüyle çok eşlilik yasaklandı....
Eğitim, boşanma, miras gibi konularda kadınlara eşit haklar sağlandı...
Türk kadını, 1930’ların ortalarına kadar seçme ve seçilme hakkını kazandı...
17 Türk kadını ilk kez Meclis’e girdi...
Türkiye, 1934 yılında, dünyada bir kadının yüksek mahkemede göreve seçildiği ilk ülke oldu. (Kitapta adı verilmemiş ama biz burada analım; dünyada “ilk kadın Danıştay daire başkanı” olarak adını tarihe yazdıran kişi Firdevs Menteşe’ydi.)
Bütün bunlardan sonra Atatürk’ün şu sözüne yer verilmiş; “Siyasi ve sosyal hakların kadın tarafından kullanılmasının, insanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli olduğuna inanıyorum.”
***
Fakat Türkiye ile ilgili sorun şu ki; yeni kurulan Cumhuriyet’te kadın hakları konusunda atılan o büyük adımlara karşın, bugün Türk kadını, sosyal ve siyasal alanda olması gereken yerin çok gerisindedir...
Ida Lichter, kitabında “1990’lardan bu yana Türkiye’nin İslami köktendinciliğin dirilişine tanık olduğunu; kadın hayatının (ve bedeninin), İslam’ı modernleştirme çabaları için bir sahne haline geldiğini,” yazmış.
Peki, ne oldu da “insanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli olan haklardan” vazgeçme gafletine düşüldü?
Nasıl oldu da Türkiye, 83 yıl önce Ortadoğu’da ve hatta dünyada kadın hakları konusunda önder bir ülkeyken, bugün döneminin çok gerisine düştü?
Geçmişte kadınların birçok alanda öncü olabildiği bir ülke, neden 2000’lerde kadın-erkek eşitliğinde Avrupa standartlarını yakalayamadı?
Zaman ilerledikçe gündeme gelen bu geriye gidişin sorumluları olmalıdır...
Kimlerdir onlar?
Kadının hayatını ve bedenini tahakküm altına alma gayretine düşenlerdir elbette...
2007’de hazırladıkları anayasa taslağında, kadınları “çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korumayı gerektiren kesimler” arasında sayanlardır...
“Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir” şeklindeki maddeyi kaşla göz arasında değiştirme hevesine kapılanlardır...
Kadına, “Meslek sahibi ol, ekonomik özgürlüğünü kazan,” demek yerine, durmadan en az üç çocuk doğurmasını öğütleyen siyasetçilerdir...
Kadın üzerinde egemenlik kurmak için dini siyasete alet edenlerdir...
Açıkça bir baskı aracı olan türbanı, çarşafı, “özgürlük” adına savunanlardır...
Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı uygarlık yolunu, laiklik ilkesinden verdikleri ödünlerle tıkayanlardır...
İnsanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli haklardan vazgeçenlerdir...
Bu, gafletin ta kendisidir...
Etiketler:
cinsel ayrımcılık,
Ida Lichter,
İslam,
kadın hakları,
laiklik,
Medeni Kanun,
Mustafa Kemal Atatürk,
Müslümanlık,
türban,
Türkiye
3 Ağustos 2009 Pazartesi
Yeni Elif’ler Yetiştirmek...
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 2 Ağustos 2009
Aşağıdaki satırlar, elektronik postayla ulaşan bir okur mektubundan. Yer darlığı nedeniyle, özünü bozmadan bir miktar kısaltarak yayınlıyorum.
***
“Evimin önünde terasta masam, üzerinde zaman öldürmek için bulmacalar... Ama var olanların dışında bir gazete parçası takılıyor gözüme, ne ola ki?
Boş veriyorum bir süre, sonra dayanamayıp bakıyorum. Evet, bir gazeteden yırtılarak alınmış bir kupür bu, sizin 'Kentler ve Kütüphaneler' başlıklı yazınız.
Kim bırakmış olabilir acaba? Tamer Öğretmenimdir mutlaka. O da benim gibi emekli. Bir kitap dostu. Ve benim kitaplığımı da destekleyenlerden.
Tüm bunları niye yazdım ki? Kısacık anlatayım Zülal Hanım; dört yıl önce sağlık sorunlarım, güneşe olan gereksinim yüzünden İstanbul'u terk ediyorum ve Antalya'nın şirin bir sahil beldesine yerleşiyorum.
Yıllardır dişimden tırnağımdan arttırarak edindiğim kitaplarım da burada tabii. Ne yapsam? Evimin oturma odasını, Halka Açık Ücretsiz Kitaplık olarak açıyorum.
250 kadarı Almanca (1972-84 arası Almanya'da gurbetçiydim) kalanı Türkçe olmak üzere 1800 kadar kitabım var. Kendim 64 yaşım içinde bir SSK işçi emeklisiyim. İki yıldır açık olan kitaplığıma % 1 başvuru olmadı bugüne dek.
Ben, hastane, sağlık ocağı, bakkal-kasap-manav-pazar yerinde esnaf, belediye- dolmuş sürücüleri, vs. kiminle kısa sohbetim olsa 'Kitap Okur musunuz, eğer okursanız ben getireyim, bitince gelir alır yenisini getiririm' diyorum.
Ama yok, başaramadım. Evet, severek okurum diyene henüz rastlamadım...(!) Okumuyoruz, okumayı merak bile etmiyoruz.
Sadece minik bir meleğim var, yazın gelen Sevgili Küçük Elif, 12 mi 13 yaşında mı bilmiyorum. Ama her geldiğinde kucak dolusu kitap alıyor. O kadar mutlu oluyorum ki anlatamam.
Ne yapmalı ki insanlarımız kitap okusunlar?
Celil Yamak”
***
Mektupta sözü edilen yazım, iki yıl önce Cumhuriyet Hafta Sonu’nda yayımlanmıştı. New York’ta 42. Cadde’deki halk kütüphanesinde geçirdiğim huzur dolu günlerin etkisiyle yazmıştım o yazıyı...
Celil Yamak’ın mektubu, beni derinden üzen bir konuyu yeniden gündeme getirdi. Ama iyi de etti... Bunca itiş kakışın yaşandığı bir ülkede, birilerinin de kütüphane sorununu konuşması gerek.
Bugün Türkiye’de bırakın kasaba ve köyleri, büyük kentler bile ihtiyaca yanıt verecek kütüphanelerden yoksun. 2010’da Avrupa’nın kültür başkenti olmaya hazırlanan İstanbul'da da, kentin büyüklüğüne yakışır modern bir kütüphane yok...
Ama Celil Bey’in yazdıkları, sorunun başka bir yönüne işaret ediyor: Kütüphane olsa bile okuyucu var mı?
Çok satan ender kitapların önemli bir bölümünün de, bu başarıyı büyük reklam ve cemaat desteği ile yakaladığını biliyoruz. Kendimizi kandırmayalım; okuma oranının çok düşük olduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Düşünsenize; bir işçi emeklisi yıllarca emek ve para harcayarak oluşturduğu kütüphanesini topluma ücretsiz olarak açıyor ama ilgilenen yok!
Kimse gelir düzeyinin düşüklüğüne sığınmasın; biraz sokaklarda gezince gerçeği görüyorsunuz. Fakirinden zenginine gençler Amerikan sigarası içiyor; çoğunun elinde son model cep telefonu var.
Çünkü öncelikleri farklı; toplumda saygınlığın ölçüsü, insanların üzerinde taşıdığı markalar olmuş...
Türkiye’de yeni Elif’ler nasıl yetiştirilir? Bu ancak devlet, aile ve okul işbirliğiyle yapılacak büyük kampanyalarla sağlanabilir. Batı ülkelerinde olduğu gibi, çocuklara kütüphaneye gitme alışkanlığını erken yaşlarda kazandırmak gerekir.
Aksi halde, okumayan cahil bir toplum, ülke sivil faşizme doğru ilerlerken, şimdi olduğu gibi her zaman tepkisiz kalır...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 2 Ağustos 2009
Aşağıdaki satırlar, elektronik postayla ulaşan bir okur mektubundan. Yer darlığı nedeniyle, özünü bozmadan bir miktar kısaltarak yayınlıyorum.
***
“Evimin önünde terasta masam, üzerinde zaman öldürmek için bulmacalar... Ama var olanların dışında bir gazete parçası takılıyor gözüme, ne ola ki?
Boş veriyorum bir süre, sonra dayanamayıp bakıyorum. Evet, bir gazeteden yırtılarak alınmış bir kupür bu, sizin 'Kentler ve Kütüphaneler' başlıklı yazınız.
Kim bırakmış olabilir acaba? Tamer Öğretmenimdir mutlaka. O da benim gibi emekli. Bir kitap dostu. Ve benim kitaplığımı da destekleyenlerden.
Tüm bunları niye yazdım ki? Kısacık anlatayım Zülal Hanım; dört yıl önce sağlık sorunlarım, güneşe olan gereksinim yüzünden İstanbul'u terk ediyorum ve Antalya'nın şirin bir sahil beldesine yerleşiyorum.
Yıllardır dişimden tırnağımdan arttırarak edindiğim kitaplarım da burada tabii. Ne yapsam? Evimin oturma odasını, Halka Açık Ücretsiz Kitaplık olarak açıyorum.
250 kadarı Almanca (1972-84 arası Almanya'da gurbetçiydim) kalanı Türkçe olmak üzere 1800 kadar kitabım var. Kendim 64 yaşım içinde bir SSK işçi emeklisiyim. İki yıldır açık olan kitaplığıma % 1 başvuru olmadı bugüne dek.
Ben, hastane, sağlık ocağı, bakkal-kasap-manav-pazar yerinde esnaf, belediye- dolmuş sürücüleri, vs. kiminle kısa sohbetim olsa 'Kitap Okur musunuz, eğer okursanız ben getireyim, bitince gelir alır yenisini getiririm' diyorum.
Ama yok, başaramadım. Evet, severek okurum diyene henüz rastlamadım...(!) Okumuyoruz, okumayı merak bile etmiyoruz.
Sadece minik bir meleğim var, yazın gelen Sevgili Küçük Elif, 12 mi 13 yaşında mı bilmiyorum. Ama her geldiğinde kucak dolusu kitap alıyor. O kadar mutlu oluyorum ki anlatamam.
Ne yapmalı ki insanlarımız kitap okusunlar?
Celil Yamak”
***
Mektupta sözü edilen yazım, iki yıl önce Cumhuriyet Hafta Sonu’nda yayımlanmıştı. New York’ta 42. Cadde’deki halk kütüphanesinde geçirdiğim huzur dolu günlerin etkisiyle yazmıştım o yazıyı...
Celil Yamak’ın mektubu, beni derinden üzen bir konuyu yeniden gündeme getirdi. Ama iyi de etti... Bunca itiş kakışın yaşandığı bir ülkede, birilerinin de kütüphane sorununu konuşması gerek.
Bugün Türkiye’de bırakın kasaba ve köyleri, büyük kentler bile ihtiyaca yanıt verecek kütüphanelerden yoksun. 2010’da Avrupa’nın kültür başkenti olmaya hazırlanan İstanbul'da da, kentin büyüklüğüne yakışır modern bir kütüphane yok...
Ama Celil Bey’in yazdıkları, sorunun başka bir yönüne işaret ediyor: Kütüphane olsa bile okuyucu var mı?
Çok satan ender kitapların önemli bir bölümünün de, bu başarıyı büyük reklam ve cemaat desteği ile yakaladığını biliyoruz. Kendimizi kandırmayalım; okuma oranının çok düşük olduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Düşünsenize; bir işçi emeklisi yıllarca emek ve para harcayarak oluşturduğu kütüphanesini topluma ücretsiz olarak açıyor ama ilgilenen yok!
Kimse gelir düzeyinin düşüklüğüne sığınmasın; biraz sokaklarda gezince gerçeği görüyorsunuz. Fakirinden zenginine gençler Amerikan sigarası içiyor; çoğunun elinde son model cep telefonu var.
Çünkü öncelikleri farklı; toplumda saygınlığın ölçüsü, insanların üzerinde taşıdığı markalar olmuş...
Türkiye’de yeni Elif’ler nasıl yetiştirilir? Bu ancak devlet, aile ve okul işbirliğiyle yapılacak büyük kampanyalarla sağlanabilir. Batı ülkelerinde olduğu gibi, çocuklara kütüphaneye gitme alışkanlığını erken yaşlarda kazandırmak gerekir.
Aksi halde, okumayan cahil bir toplum, ülke sivil faşizme doğru ilerlerken, şimdi olduğu gibi her zaman tepkisiz kalır...
27 Temmuz 2009 Pazartesi
21. Yüzyıl Kadını...
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 26 Temmuz 2009
Fransa, bir süredir ülkede “yürüyen cezaevi” olarak adlandırılan çarşaf ve burkayı tartışıyor. Bir grup milletvekili, burka ve çarşaf giyenlerin sayısında artış olduğu gerekçesiyle meclis soruşturma komisyonu kurulmasını isteyince ortalık karıştı.
Bir yandan da burkanın yasaklanmasını antidemokratik bulan sesler de duyulunca Sarkozy konuştu: “Burka giymenin dinle ilgisi yoktur. Bu, özgürlüğe ve kadın haysiyetine aykırı bir aşağılama işaretidir. Burka, Fransa topraklarında hoş karşılanmaz.”
Avrupa’da en fazla Müslüman nüfus barındıran ülke olan Fransa’da, okullarda türban takmak da yasak. Batı basınında, Sarkozy’nin son burka çıkışı hakkında yapılan yorumlara bakınca, iki ayrı görüş ortaya çıkıyor.
Birinci görüşe göre, Sarkozy haklıdır; çarşaf/ burka, kadını boyun eğmeye zorlayan, küçültücü bir uygulamadır. İkinci görüşe göreyse, çarşaf/burka giymek, “kişisel özgürlük” meselesidir ve yasaklanması bunun ihlali anlamına gelir.
İşin ilginci, ikinci görüş feminist bloglarda bazı kadınlar tarafından da savunuluyor. Erkeklerin kadınlar üzerinden yürüttükleri tartışmalardan çok, onların konuya bakışı daha anlaşılmaz geliyor bana...
Bir kadın nasıl olur da kendisini adeta cendereye koyup hiçleştiren bir baskı aracını “özgürlük” olarak savunur? Ve sonra da kendisini feminist olarak adlandırır?
Denilebilir ki; dini inancı nedeniyle örtünen kadınlar da var. İyi ama İslamiyet’in kutsal kitabı Kuran değil mi? Kuran’ın neresinde yazıyor bu çarşaf, burka, türban?
Son dönemde bu tartışma Batı’da iki lider tarafından yürütülüyor. Obama, Sarkozy’nin tersine ikinci görüşü benimseyerek, kadınların örtünmesinin kişisel tercih olduğunu söylüyor.
O, belki Müslümanlara şirin görünme çabası nedeniyle böyle konuşuyor olabilir; ama bu konuda haklı olan Sarkozy’dir. Çünkü türban, çarşaf, burka, erkeğin kadın üzerinde kurmak istediği baskının aracıdır.
***
Bununla birlikte, kadına karşı yapılan ayrımcılığın bir diğer yönüne de burada değinmek gerekir. Bu, seksist yaklaşımlar içeren cinsel ayrımcılıktır. Çarşaf ve burkaya karşı çıkıldığı gibi, elbette kadının metalaştırılması da reddedilmelidir.
Özellikle medyada kadının cinsel bir obje olarak görüldüğü bir gerçek. Bunun nedeni de, yine medyadaki erkek egemenliği. Gün geçmiyor ki, çok satışlı gazetelerde, internet sitelerinde rating için kadın bedeni kullanılmasın...
Bana göre bu konuda hatalı olan yalnızca erkekler değil. Çoğu kadın da onların zaafından faydalanıyor ve merdivenleri koşarak tırmanabilmek için nesneleştirilmeye razı oluyor...
Tiraj için çıplak fotoğraf çektiren gazeteci de var; dikkat çekmek için bedenini sergileyen müzisyen de...
Ama artık kadınlar bütün bunlara bir son vermeli! Yüzyıllardır ezilen, sömürülen kadınlar, sistemin dayatmalarına, erkek hegemonyasına, cinsel ayrımcılığa direnmeyi öğrenmeli.
Erkek egemen feodal dinci kültürün simgelerini kadına giydirip onun üzerinden siyaset yapanların maskesini düşürmeli...
21. yüzyılın kadını, artık haklarına sahip çıkıp, toplumun eşit ve saygın bir bireyi olmalı. Bedeni üzerindeki tüm tahakkümlere karşı gelip, kişiliğiyle ortaya çıkmalı.
Bunları yaparken de, ne bedenini sergilemeye zorlanmalı, ne de türban takmaya...
Ne çarşaf giymek zorunda olmalı, ne de anatomiye aykırı “limuzin ayakkabıları”...
Ne bağnazlığın kölesi olmalı, ne de metalaşmalı...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 26 Temmuz 2009
Fransa, bir süredir ülkede “yürüyen cezaevi” olarak adlandırılan çarşaf ve burkayı tartışıyor. Bir grup milletvekili, burka ve çarşaf giyenlerin sayısında artış olduğu gerekçesiyle meclis soruşturma komisyonu kurulmasını isteyince ortalık karıştı.
Bir yandan da burkanın yasaklanmasını antidemokratik bulan sesler de duyulunca Sarkozy konuştu: “Burka giymenin dinle ilgisi yoktur. Bu, özgürlüğe ve kadın haysiyetine aykırı bir aşağılama işaretidir. Burka, Fransa topraklarında hoş karşılanmaz.”
Avrupa’da en fazla Müslüman nüfus barındıran ülke olan Fransa’da, okullarda türban takmak da yasak. Batı basınında, Sarkozy’nin son burka çıkışı hakkında yapılan yorumlara bakınca, iki ayrı görüş ortaya çıkıyor.
Birinci görüşe göre, Sarkozy haklıdır; çarşaf/ burka, kadını boyun eğmeye zorlayan, küçültücü bir uygulamadır. İkinci görüşe göreyse, çarşaf/burka giymek, “kişisel özgürlük” meselesidir ve yasaklanması bunun ihlali anlamına gelir.
İşin ilginci, ikinci görüş feminist bloglarda bazı kadınlar tarafından da savunuluyor. Erkeklerin kadınlar üzerinden yürüttükleri tartışmalardan çok, onların konuya bakışı daha anlaşılmaz geliyor bana...
Bir kadın nasıl olur da kendisini adeta cendereye koyup hiçleştiren bir baskı aracını “özgürlük” olarak savunur? Ve sonra da kendisini feminist olarak adlandırır?
Denilebilir ki; dini inancı nedeniyle örtünen kadınlar da var. İyi ama İslamiyet’in kutsal kitabı Kuran değil mi? Kuran’ın neresinde yazıyor bu çarşaf, burka, türban?
Son dönemde bu tartışma Batı’da iki lider tarafından yürütülüyor. Obama, Sarkozy’nin tersine ikinci görüşü benimseyerek, kadınların örtünmesinin kişisel tercih olduğunu söylüyor.
O, belki Müslümanlara şirin görünme çabası nedeniyle böyle konuşuyor olabilir; ama bu konuda haklı olan Sarkozy’dir. Çünkü türban, çarşaf, burka, erkeğin kadın üzerinde kurmak istediği baskının aracıdır.
***
Bununla birlikte, kadına karşı yapılan ayrımcılığın bir diğer yönüne de burada değinmek gerekir. Bu, seksist yaklaşımlar içeren cinsel ayrımcılıktır. Çarşaf ve burkaya karşı çıkıldığı gibi, elbette kadının metalaştırılması da reddedilmelidir.
Özellikle medyada kadının cinsel bir obje olarak görüldüğü bir gerçek. Bunun nedeni de, yine medyadaki erkek egemenliği. Gün geçmiyor ki, çok satışlı gazetelerde, internet sitelerinde rating için kadın bedeni kullanılmasın...
Bana göre bu konuda hatalı olan yalnızca erkekler değil. Çoğu kadın da onların zaafından faydalanıyor ve merdivenleri koşarak tırmanabilmek için nesneleştirilmeye razı oluyor...
Tiraj için çıplak fotoğraf çektiren gazeteci de var; dikkat çekmek için bedenini sergileyen müzisyen de...
Ama artık kadınlar bütün bunlara bir son vermeli! Yüzyıllardır ezilen, sömürülen kadınlar, sistemin dayatmalarına, erkek hegemonyasına, cinsel ayrımcılığa direnmeyi öğrenmeli.
Erkek egemen feodal dinci kültürün simgelerini kadına giydirip onun üzerinden siyaset yapanların maskesini düşürmeli...
21. yüzyılın kadını, artık haklarına sahip çıkıp, toplumun eşit ve saygın bir bireyi olmalı. Bedeni üzerindeki tüm tahakkümlere karşı gelip, kişiliğiyle ortaya çıkmalı.
Bunları yaparken de, ne bedenini sergilemeye zorlanmalı, ne de türban takmaya...
Ne çarşaf giymek zorunda olmalı, ne de anatomiye aykırı “limuzin ayakkabıları”...
Ne bağnazlığın kölesi olmalı, ne de metalaşmalı...
Etiketler:
Amerika,
Barack Obama,
burka,
cinsel ayrımcılık,
çarşaf,
din,
dincilik,
feminizm,
Fransa,
kadın hakları,
Kuran,
Müslümanlık,
Sarkozy,
türban,
Türkiye
20 Temmuz 2009 Pazartesi
Savaş Mimarının Ölümü
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 19 Temmuz 2009
2004 yılında New York’ta sinemada gördüğüm bir belgesel, beni adeta koltuğa çivilemişti. Errol Morris’in Oscar ödüllü “The Fog of War” (Savaşın Sisi) adlı belgeseliydi izlediğim...
Robert Strange McNamara’nın 2. Dünya Savaşı’nda Tokyo’yu bombalayıp, erkek, kadın, çocuk, toplam 900 bin sivili öldürdüklerini söylerken perdeye yansıyan yüzünü hâlâ unutamıyorum.
Bir insanın düşebileceği en korkunç duruma düşmüş, dudakları titreyerek savaşta işlediği suçları anlatıyordu. Ama röportaj yöntemiyle çekilen belgeselde ağladığında bile acıma hissi uyandırmadı....
McNamara, Vietnam Savaşı’nın mimarı olarak tanınan Amerikan Savunma Bakanı’ydı. 6 Haziran’da, 93 yaşında hayatını kaybetti. Ardında ondan nefret eden çok sayıda insan bıraktı. Milyonlarca kişinin ölümünden sorumlu tutuluyordu.
Bir dönemin en güçlü teknokratı, 20. yüzyılın kaderini değiştiren olaylarda büyük rol üstlenmişti.
Kurnaz ve kararlıydı; rasyonel kararlar alarak hiç yanlış yapmayacağını düşünüyordu. Ama korkunç hatalar yaptı. 1964’te Vietnam Savaşı “McNamara’nın Savaşı” olarak adlandırıldığında, “Bundan memnunluk duyarım,” dedi.
1995’te yayımladığı anılarında, Amerika’nın Vietnam Savaşı’nı kaybedeceğini 1965 yılında anladığını itiraf etti. Ama kendi ifadesine göre, bunu başkana bile söyleyememişti; çünkü Amerikan halkının moralini zayıflatmak istemiyordu...
***
Bugün Amerika’da McNamara’ya öfke duyanların yanında, onu saygıyla ananlar da var. Bu kişiler, sürekli McNamara’nın 1961’de göreve geldiğinde, Pentagon’un Sovyetler Birliği’ne nükleer saldırıda bulunacağını öğrendiğini ve bunu önlediğini anlatırlar...
Vietnam Savaşı’ndaki saldırıların şiddetini artırma fikrinin ondan değil, Başkan Lyndon Johnson’dan geldiğini söylerler. Yoksul ülkelere yardım amacıyla Dünya Bankası’nda yaptığı çalışmalardan söz ederler...
Ama yaptığı hataların, ta anılarını yazdığı 1995’e kadar koruduğu sessizliğinin nelere mal olduğunu es geçerler...
McNamara, Morris’in belgeselinde şu sorunun yanıtını hiç bulamadığını söylüyordu: “Kaybettiğinizde savaşı etik dışı yapan ve kazandığınızda onu ahlâki yapan şey nedir?”
Bunu duyduğumda hayrete düşmüştüm... Bir devlet adamı, kazanma, kaybetme ve ahlâk arasındaki bağı kuramıyordu. “Vietnam Savaşı’nı kazansaydık, yaptıklarımız suç sayılmayacaktı,” demeye getiriyordu.
Oysa savaşı kazansanız da, sivil insanların üzerine bomba atmışsanız savaş suçu işlemiş olursunuz... McNamara, işte bu basit gerçeği göremediği için onca insanın ölümüne neden oldu.
Onun düşüncesinde, istatistiki analizdeki sayılar, fırlatılan füzeler ve atılan bombalar demekti; beyni, ölen sivillerin sayısını görmezden geldi...
***
Amerika’dan bir şahin göçüp gitti... Fakat içinde yaşadığımız dönemde etrafımızda yeni McNamara’lar eksik değil. Hiç kuşkunuz olmasın; onlardan ikisi, Donald Rumsfeld ve Dick Cheney...
Irak savaşı da, kâr-zarar hesabı içinde insan yaşamını hiçe sayan bir anlayıştan güç aldı.
McNamara, geçmişteki sorumlulukları için hiçbir zaman özür dilemedi; sadece “Hatalıydık,” dedi. Birinci tekil şahıs kipini bile kullanmaya cesareti yoktu.
Irak’ta yaşananlar için Bush, Cheney ve Rumsfeld de özür dilemedi. Bush, bu sıralarda anılarını yazıyor. Bakalım kendisini haklı çıkarmak için o neye sığınacak?
Daha önceki gibi, “her şeyi Tanrı emriyle yaptığını” yinelerse şaşırmayın...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 19 Temmuz 2009
2004 yılında New York’ta sinemada gördüğüm bir belgesel, beni adeta koltuğa çivilemişti. Errol Morris’in Oscar ödüllü “The Fog of War” (Savaşın Sisi) adlı belgeseliydi izlediğim...
Robert Strange McNamara’nın 2. Dünya Savaşı’nda Tokyo’yu bombalayıp, erkek, kadın, çocuk, toplam 900 bin sivili öldürdüklerini söylerken perdeye yansıyan yüzünü hâlâ unutamıyorum.
Bir insanın düşebileceği en korkunç duruma düşmüş, dudakları titreyerek savaşta işlediği suçları anlatıyordu. Ama röportaj yöntemiyle çekilen belgeselde ağladığında bile acıma hissi uyandırmadı....
McNamara, Vietnam Savaşı’nın mimarı olarak tanınan Amerikan Savunma Bakanı’ydı. 6 Haziran’da, 93 yaşında hayatını kaybetti. Ardında ondan nefret eden çok sayıda insan bıraktı. Milyonlarca kişinin ölümünden sorumlu tutuluyordu.
Bir dönemin en güçlü teknokratı, 20. yüzyılın kaderini değiştiren olaylarda büyük rol üstlenmişti.
Kurnaz ve kararlıydı; rasyonel kararlar alarak hiç yanlış yapmayacağını düşünüyordu. Ama korkunç hatalar yaptı. 1964’te Vietnam Savaşı “McNamara’nın Savaşı” olarak adlandırıldığında, “Bundan memnunluk duyarım,” dedi.
1995’te yayımladığı anılarında, Amerika’nın Vietnam Savaşı’nı kaybedeceğini 1965 yılında anladığını itiraf etti. Ama kendi ifadesine göre, bunu başkana bile söyleyememişti; çünkü Amerikan halkının moralini zayıflatmak istemiyordu...
***
Bugün Amerika’da McNamara’ya öfke duyanların yanında, onu saygıyla ananlar da var. Bu kişiler, sürekli McNamara’nın 1961’de göreve geldiğinde, Pentagon’un Sovyetler Birliği’ne nükleer saldırıda bulunacağını öğrendiğini ve bunu önlediğini anlatırlar...
Vietnam Savaşı’ndaki saldırıların şiddetini artırma fikrinin ondan değil, Başkan Lyndon Johnson’dan geldiğini söylerler. Yoksul ülkelere yardım amacıyla Dünya Bankası’nda yaptığı çalışmalardan söz ederler...
Ama yaptığı hataların, ta anılarını yazdığı 1995’e kadar koruduğu sessizliğinin nelere mal olduğunu es geçerler...
McNamara, Morris’in belgeselinde şu sorunun yanıtını hiç bulamadığını söylüyordu: “Kaybettiğinizde savaşı etik dışı yapan ve kazandığınızda onu ahlâki yapan şey nedir?”
Bunu duyduğumda hayrete düşmüştüm... Bir devlet adamı, kazanma, kaybetme ve ahlâk arasındaki bağı kuramıyordu. “Vietnam Savaşı’nı kazansaydık, yaptıklarımız suç sayılmayacaktı,” demeye getiriyordu.
Oysa savaşı kazansanız da, sivil insanların üzerine bomba atmışsanız savaş suçu işlemiş olursunuz... McNamara, işte bu basit gerçeği göremediği için onca insanın ölümüne neden oldu.
Onun düşüncesinde, istatistiki analizdeki sayılar, fırlatılan füzeler ve atılan bombalar demekti; beyni, ölen sivillerin sayısını görmezden geldi...
***
Amerika’dan bir şahin göçüp gitti... Fakat içinde yaşadığımız dönemde etrafımızda yeni McNamara’lar eksik değil. Hiç kuşkunuz olmasın; onlardan ikisi, Donald Rumsfeld ve Dick Cheney...
Irak savaşı da, kâr-zarar hesabı içinde insan yaşamını hiçe sayan bir anlayıştan güç aldı.
McNamara, geçmişteki sorumlulukları için hiçbir zaman özür dilemedi; sadece “Hatalıydık,” dedi. Birinci tekil şahıs kipini bile kullanmaya cesareti yoktu.
Irak’ta yaşananlar için Bush, Cheney ve Rumsfeld de özür dilemedi. Bush, bu sıralarda anılarını yazıyor. Bakalım kendisini haklı çıkarmak için o neye sığınacak?
Daha önceki gibi, “her şeyi Tanrı emriyle yaptığını” yinelerse şaşırmayın...