müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mayıs 2017 Pazar

IRKÇI DUVARLARI SANATLA AŞMALI

14.5.2017

(Bu yazı ilk olarak Kültür Servisi'nde yayınlandı. http://kulturservisi.com/p/irkci-duvarlari-sanatla-asmali)

Kültür ve sanat dünyamız, uzun zamandır Türkiye’deki siyasi iktidarın politikaları neticesinde büyük sarsıntı içinde. Kabuk değiştirip iyice kuraklaşan Beyoğlu, betona boğulmuş görüntüsüne ek olarak yamalı sokakları ve AVM’leriyle artık utanç verici bir çirkinlik içinde... Canlı performans mekanları birbiri ardına kapanırken, buna terör saldırıları da eklenince yabancı sanatçılar Türkiye’ye gelmekten çekiniyor. Bu durum, geçen yıl 68 kuşağının sembol  müzisyenlerinden Joan Baez’in “Onca savaş bölgesine, diktatörlükler altında yönetilen ülkeye, iç kargaşaların olduğu ülkeye gittim ancak Türkiye'de bugün gördüğüm kadar büyük ve öngörülemez tehlikeyi başka bir yerde gördüğümden emin değilim,” diyerek İzmir konserini iptal ettiği günden beri değişmedi.

Gerçi o tarihten sonra ülkemize gelen yabancı sanatçılar oldu ama bir hesap yapılsa etkinlik iptalleri daha çoktur sanırım. En son geçen hafta Apocalyptica, terör nedeniyle ekipten bazı kişilerin Türkiye’ye seyahat konusunda endişeleri olduğunu belirterek İstanbul’a gelmekten vazgeçti.

Terör korkusu yüzünden ülkemizdeki etkinliklerini iptal eden sanatçıların yerine kendimizi koyarak düşünürsek, söyleyecek fazla bir şey yok. Sonuçta can tehlikesi varsa gelmiyor diye öfkelenmek ne derece haklı? Joan Baez’in açıklaması, zaten çok zor günler yaşayan bir toplumun moralini dibe vurdurduğu için eleştirilebilir. Onun konumundaki bir sanatçı, gelmiyorsa bile bunu daha dengeli bir dille açıklamalı; moral verici, cesaretlendirici olmalıydı. 

Dikkat çeken bir husus da, terör gerekçesiyle Türkiye’ye gelmeyen sanatçıların terör saldırılarının yaşandığı diğer Avrupa ülkelerine gitmeyi sürdürmesi... Buradaki ortamı daha tehlikeli bulmaları, kendilerini daha güvensiz hissetmeleriyle açıklanabilir belki ve doğrusu onu da anlamak çok zor değil. 

Politikacılar yüzünden sanatseverleri mahrum etmek?

Bu yazının konusu, aslında terör yüzünden meydana gelen iptaller değil. Buraya kadar söz ettiklerim, uzun bir giriş oldu sadece. Yazı fikrini veren asıl olay, dün medyaya yansıdı. Kültür Servisi’nde okuduğum bir haber, Pera Müzesi’ndeki “Balkanlardan Gelen Soğuk Hava” sergisinde eseri yer alan Ulay’ın İstanbul’a gelmeyeceğini bildiriyordu. Pera Müzesi’nin resmi hesaplarından yapılan açıklamaya göre Alman sanatçı, “son dönemde Türkiye ile Avrupa arasında diplomatik açıdan yaşanan sıkıntılı atmosferden duyduğu kişisel endişe” sebebiyle konuşmasını iptal etmiş.

Yazının girişinde anlattığım gibi, terör nedeniyle gelmeyenleri anlayabiliyorum ama Ulay’ın gerekçesini irdelemek isterim. Çünkü bana göre, sanatçı, devletlerin her yaptığından halkların sorumlu olmadığını bilip halkların yanında yer almalı. Amaç tepki göstermekse -ki herkes istediği konuda tepki göstermekte özgürdür; o zaman buraya gelip konuşmasında bu konuya da değinse daha anlamlı bir tavır olmaz mıydı? 

Ulay, büyük ihtimalle Avrupa ile yaşanan kriz nedeniyle burada kendisine yönelebilecek olumsuz bir tepkiden kaygılanarak Türkiye seyahatini iptal etti. Fakat yeri gelmişken ondan bağımsız olarak bu yazıda günümüzde savunulan bir anlayışa da değinmek isterim. Devletlerin geçmişte yaptıklarından ya da günümüzdeki politikalarından dolayı halklar adeta tek bir varlık gibi sorumlu tutuluyor. Bu bakış açısının doğru olduğunu düşünmüyorum. Ancak vatandaşların istisnasız iktidarın politikasını onaylaması durumunda savunulabilir bir argüman bu. Aksi halde bir insan, kendi tercihi dışında içine doğduğu ülkede devletin yaptıklarını onaylamıyorsa, onu o devletle özdeşleştirmek hiç mantıklı değil. Ben bu özdeşleştirmeyi reddediyorum. 

Ulay, Türkiye’ye gelmeyerek sonuçta sanatseverleri konuşmasından mahrum etmiş oldu. Bu kararı, sanatı önemsemeyen bir iktidarın hiç umurunda olmazken; muhtemelen kendisiyle aynı sanat dilini konuşan insanları üzdü. Yaşanan diplomatik skandal, ne Ulay’ın ne de sanatseverlerin suçu. Devletleri yöneten siyasetçilerin iç politikadaki kimi hesaplar için tırmandırdığı kriz nedeniyle halklar arasına set çekilmesi, hatalı bir davranış. Aksine Ulay’ın devletlerin dikmeye çalıştığı ırkçı duvarları aşıp İstanbul’a gelmesi ve kültürler arası uzlaşmayı konuşmasıyla da desteklemesi daha yapıcı olurdu. 


Çünkü barışı kuracak en etkili ortak dil sanat!

2 Aralık 2012 Pazar

Vasatın Yükselişi, Yeteneğin Çöküşü...


© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 2 Aralık 2012

Hani bazı olaylar vardır; duyduğunuz anda sarsılırsınız, iz bırakır sizde. Belki başkaları için o kadar yıkıcı değildir söz konusu olay ama sizin içinizde bir isyan başlatır. Böyle bir haber aldım geçenlerde. 

Yeteneğine hayran olduğum ve çok saygı duyduğum bir müzisyenin hem sağlık hem de ciddi geçim sorunlarıyla mücadele ettiğini öğrendim. 1200 poundluk kirasını ödeyebilmek için Grado kulaklıklarını satıyordu. Son iki yılda üç kere kalp krizi geçirdikten sonra sol eline felç geldiğinden artık eskisi gibi gitar çalamıyor. Ancak müzik yaparak nefes alabilen bu sanatçının ismi Vini Reilly

Onun adını duymamış olanlar belki post-punk grubu The Durutti Column’ü bilirler. 6 yaşından beri çaldığı enstrümanıyla kendisinden sonra gelen birçok gitariste esin kaynağı oldu Vini. Bana göre dünyanın en iyi gitaristi o. Red Hot Chili Peppers’ın eski gitaristi John Frusciante ile bu konuda aynı fikirdeyiz. Vini Reilly’nin müziğini ilk duyduğum günden beri gitarı ondan daha yoğun bir duygusallıkla çalan birisine rastlamadım. Klasik müzik, rock ve flamenko’yu kendine özgü bir doku içinde buluşturan kusursuz tarzı, gitara dokunduğu daha ilk notalardan tanınacak kadar farklı.

Bu yazıda onun müzik tarihi açısından önemini ayrıntısıyla anlatmayacağım; sadece bugün içinde bulunduğu durumun bende uyandırdığı düşünceleri paylaşmak istiyorum. Daha önce Türkiye’de de vefasızlıktan değeri bilinmeyen, insanı kahreden bir ilgisizlik içinde bu dünyadan göçüp giden onca sanatçı gördük. Onlar o hale gelene kadar neden kimse ilgi göstermez, neden onca yeteneksiz rahat hayatlar sürerken, gerçek sanatçılar muhtaç duruma düşürülür? 

Günlerdir vasatı yücelten popüler kültürü düşünüyorum. Elbette belli bir çıtanın üzerinde işler yaparak popüler olmayı başaranlar da var. Ancak yine de bu çağda gerçek şu: Bir şekilde ana akım medyaya haber olmayı başaramıyorsanız, ne kadar iyi iş yaparsanız yapın yoksunuz. 

Bugün Türkiye’de ana akım medyaya baktığımda karşıma çıkansa, ezici oranda dizi kültürü, pop ve arabesk dayatması. Medya tarafından güdülenen toplum da ilgisini bu dayatma ile belirliyor. Daha iyiyi, daha güzeli bulmaya çalışan, kendine sunulanın dışındakileri araştırmak için zaman harcayan, hatta siz ona hazır sunsanız bile merak eden insan sayısı çok az. 

Türkiye’de durum böyle de İngiltere’de farklı mı? Vini Reilly hakkındaki haberi çevremdekilerle paylaştığımda hemen herkes, “Demek orada da oluyor böyle şeyler!” diyerek şaşkınlığını ifade etti. Batı kültüründe bilginin, yeteneğin ve uzmanlığın değeri çok daha fazla; nepotizm ve kronizm denilen akraba, eş, dost kayırma hastalığı orada da var elbette ama bizdeki kadar yaygın değil. 

Benim düşünceme göre, vasatın yükselişi, kapitalist kültürün bir sonucu. Hiçbir yeteneği olmayan insanların, birtakım skandallar veya tuhaflıklar sonucunda dikkat çekmesi, pazarlanması çok daha kolay. Enrique Iglesias gibi vasatın da altında bir ses, babasının ismiyle kariyer yapıp konser teklifleri alırken, Vini Reilly gibi olağanüstü bir müzisyen, müzik sektöründe dönen oyunun içinde yer almadığı için evsiz kalabiliyor. Çoğunluk seviyorsa Enrique Iglesias da müzik yapacak tabii ama çoğunluğun ve medyanın ilgisini çekemeyenler ne olacak? 

Nick Drake’in müziği, kendisi hayattayken ilgi görseydi, o güzelim insan depresyona girip intihara sürüklenmezdi belki de... Bu yazıyı Vini Reilly’nin öyküsü başlattı ama ben bu satırları her alanda göz ardı edilen tüm yetenekli insanlar için yazdım. 

-

4 Kasım 2012 Pazar

Yaratıcılık ve Müzik

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 4 Kasım 2012

Okuyucular, bu köşede zaman zaman müzikten söz ettiğimi biliyor. Müzikle nefes alıp veren, onu hayatının odak noktası yapmış biriyim. Her ne kadar burada daha çok siyaset hakkında yazsam da, bazen herkesle paylaşmak istediğim müzikle ilgili konular da oluyor. Bunlardan birisini geçenlerde Londra’da yaşadım.

Bu yazıda Aphex Twin’in Barbican Centre’da verdiği konserden söz edeceğim. Asıl adı Richard D. James olan 41 yaşındaki bu müzisyeni tanımayanlar, Wikipedia’ya bakarlarsa, The Guardiantarafından “çağdaş elektronik müziğin en yaratıcı ve en esin verici figürü” olarak tanımlandığını görürler. Aphex Twin’in ‘Remote Orchestra’ adlı özel projesini Londra’da sadece bir kereye mahsus olmak üzere dinleyiciyle buluşturacağını duyunca, biletlerin satışa çıktığı anda internetin başında yerimi aldım ve çok kısa sürede tükenen biletlerden bir tane kapmayı başardım.

Aphex Twin’i bilen bilir; bugüne kadar DJ’lik yaptığı kulüplerde kendisine benzeyen birçok kişiyi kalabalığın içinde dolaştırmakla kalmadı, mekandan tamamen farklı bir yerden gönderdiği elektronik dalgalarla müziği kontrol etti, yüz eşleme teknolojisini kullanarak dinleyicilerin yüzüne kendi yüzünün resmini yansıttı. Kalabalık içinde görünmekten çekinen bir müzisyenin dikkati kendi üzerinden alıp kalabalığa yansıtma çabaları, ancak bu kadar akıllıca bir şekilde teknolojiyle buluşturulabilir. Bu defa ne yapacağını merak etmem boşuna değildi.


APHEX TWIN's remote orchestra (short edit) from weirdcore on Vimeo.

Sonunda performans günü geldiğinde Barbican’da ışıklar karardı ve sahneye 5 barlı bir grafikle yansıyan dev kontrol panelini gördük. 28 orkestra elemanı ve 12 kişilik koro sahnedeki yerini aldı, hepsi sırtını izleyiciye dönerek ekrana yöneldi. Her biri, performans boyunca görmediğimiz Aphex Twin’den gelen yönlendirmeleri duyabilmek için kulaklık takmıştı. Kontrol panelindeki farklı renkteki barlar yükselip alçaldıkça orkestradan çıkan neo-klasik ve dark ambient arasındaki sesleri tam olarak anlatmak olanaksız. Yalnız şunu söyleyebilirim; Aphex Twin bir MIDI kontrol paneli ile orkestrayı yönetirken, her aşamada matematik devrede ama performansı şekillendiren asıl unsur insana bağlı olarak gelişiyor.

Performansın ikinci kısmında, orkestra sahneden ayrıldı; onun yerine başrol, yerden yaklaşık yarım metre yükseltilerek tavandan asılmış bir platform üzerine kablolarla bağlanan büyük bir Yamaha piyanoya verildi. Birisi, kenarına bağlanan iplerden tutup çekince platform farklı sesler çıkararak bir sağa, bir sola sallanmaya başladı. Aynı anda tuşları uzaktan kumanda ile yöneten Aphex Twin’in çaldığı müziğin güzelliği başdöndürücüydü. Teknoloji yine devredeydi ama insanın hareketleriyle belirlenen organik bir süreçti bu.

Platformun hareketi kendiliğinden sona erene kadar süren bu bölümden sonra, sıra üçüncü kısma geldi. Minimal müziğin kurucusu Steve Reich’ın 1968’de bestelediği Pendulum Music’ten ilham alan bu son bölümde ana unsur, tavandan sarkıtılan 18 adet disko topuydu. Aphex Twin miks masasının başındayken, her bir top birer insan tarafından tutulup ileriye doğru farklı hızlarda bırakıldı. Aynı anda lazer ışıkları toplarla buluştuğunda çıkan ajite edilmiş sesler ve yansıyan ışıklar, dinleyenleri çılgın bir atmosfere sürükledi.

Bütün bunlar, müziği oluşturan elementlerin, planlanmış ya da kendiliğinden olanların farkına varmak, teknoloji ve insan ilişkisini daha net görmek açısından ufuk açıcıydı. Brian Eno görse gurur duyardı. Hissedilmesi için içinde olunması gereken bir performanstı ama en azından bu yaratıcı proje bilinsin istedim. Müzik statik bir olgu değildir; teknoloji de insan aklının eseridir, onu müzikte kullanmaya karşı çıkanlar haberdar olsun.




 -

1 Nisan 2012 Pazar

Müziğin Gücü

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 1 Nisan 2012

Geçen haftayı Teksas’ın başkenti Austin’deki bir müzik festivalinde geçiren ve o sürede adeta dünyanın geri kalanıyla bağlarını koparan bir yazar ne yazar? Bence insanoğlunun en büyüleyici keşiflerinden birisi olan müzik hakkında yazar.

Bugün bu yazıyı okuduğunuz dakikalar boyunca sizleri farklı bir dünyaya götürmek istiyorum. Savaşın, katliamın olmadığı, insanların canlı müzik dinleyip yeni grupları keşfetmek için yüzlerce mekan arasında günlerce mekik dokuduğu bir atmosfer düşünün.

Austin'deki South by Southwest (SXSW) adlı festivalde böyle bir ortam vardı. Yorgunluktan bayılacak kadar koşuşsanız da, ayaklarınız su toplasa da, uykusuz kalsanız da yüzünüzün güldüğü bir ortam. Müziğin gücünü ve saflığını iliklerinize kadar hissettiğiniz bir ortam...

Irk, din, dil, yaş, cinsiyet, etnik köken farklarını ortadan kaldıran büyük bir güç müzik. Festivalin açış konuşmasını yapan rock müziğin ‘Patron’u Bruce Springsteen de müziğin anlamı üzerine görüşlerini anlatırken bu konuya değindi. Müzik türleri arasındaki farklılaşmanın ayrışmaya neden olmayacağını şu sözleriyle anlattı:

İnsani ifade ve deneyimlerin saflığı gitar, tüp, pikap ya da mikroçiplerle sınırlı değildir. Bunu yapmanın doğru ya da katıksız, düz bir yolu yok. Söz konusu olan sadece yapılmış olmasıdır.

Bir müzisyenin insan olmaktan kaynaklanan duygularını ve deneyimlerini ne şekilde olursa olsun; gitarla, elektronik aletlerle, vokalle ya da bilinmeyen ama kendi yaptığı bir aletle dışavurumundan doğuyor müzik. Onu ne şekilde anlattığı değil, anlatması önemli olan. Gerçek anlamda müziğe punk bakış açısını yansıtıyor Springsteen’in görüşü.

***



Buradan sözü SXSW kapsamında izlediğim bir filme bağlayacağım. Emmett Malloy’un yönettiği “Big Easy Express”in dünyadaki ilk gösterimi yapıldı Austin’de. Bir müzik belgeseli niteliğindeki film, Mumford & Sons, Edward Sharpe & The Magnetic Zeros ve Old Crow Medicine Show adlı üç ayrı grubun geçen yıl Amerika’da eski bir trenle çıktığı turneyi anlatıyor.

Müzisyenler Kaliforniya’dan Teksas’a, Oakland’dan New Orleans’a kadar farklı yerlere uğrayıp konser vermek için kilometrelerce yol kat etmiş; Malloy da onlarla birlikte düşmüş yola.

Filmde beni en çok etkileyen nokta, müzisyenlerin nasıl gelişeceğini bilmedikleri bir maceraya atılırken duydukları heyecan oldu. Filmin gösterimi sonrasında izleyicilerin sorularını yanıtlarken, bunun kendileri için tinsel bir deneyim olduğunu anlattılar.

Yolculuk sırasında verdikleri molalarda bozkırda kendi kendilerine çalıp söyleyişleri, tren hızla giderken kendilerini eğlendirmek için yaptıkları müzik, insan olmayla ilgili en güzel deneyimleri yansıtıyordu. Springsteen’in dediği gibi, önemli olan söyleyeceklerini ne aracılığıyla söyledikleri değil, sadece söylemeleriydi...

Müziğin saflığı tam da bu noktada. İnanmadığınız bir şeyi tüm dünyaya karşı haykıramaz, onu milyonlarca insanla paylaşmak istemezsiniz. Üstelik bir kere söyleseniz bile dünya döndüğü sürece o şarkı çalınır, duyulur, sizin kimliğiniz olur.

James Brown, yıllar önce bir konserinde Bruce Springsteen’in adını anımsayamadığı için “Mr. Born in the USA de aramızda" demiş. Springsteen, bu anısını gülerek anlatıyor; hiç üzülmemiş bu duruma, aksine James Brown’un kendisinin şarkısını bilmesinden gurur duymuş.

Müzik, etkisini yıllar geçse de saflığını yitirmeyecek şarkılardan, duygulardan alıyor ve bana içinde yaşadığımız ülkedeki sıkıntılara dayanma gücü veriyor. Sizin de günleriniz müzikle dolsun!

(Not: Bu yazıyı geçen haftaki sayı için yazmıştım ama yayınlanamadı. Yazı, 13-19 Mart'ta Austin'de geçindiğim haftayı anlatıyor.)

2 Ekim 2011 Pazar

Müzik, Yazı ve İnternet

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 2 Ekim 2011

Müzikle siyasetin iç içe geçtiği yazıları çok seviyorum. Bugün bunlardan birisini yazma olanağını Babylon’daki “Midnight Express” konserler serisi sayesinde buldum.

İstanbul’un gözde canlı müzik mekanlarından Babylon’da bu sezon başlatılan bu kavram, Batı müziğinin aksine, ana akım medyada ve radyolarda pek de fazla yer bulamayan grupları, Batı’da çoğunlukla “dünyanın geri kalanı” diye adlandırılan bölgelerden müzisyenleri canlı dinleme olanağı verdi bize.

Bu çerçevede geçen hafta sonu Kuzey Afrika Sahra Çölü’nden gelen isyankar ruhlu Tuareg göçmenlerinden oluşan Tinariwen uğradı İstanbul’a. Babylon’un sahibi Pozitif şirketindeki arkadaşların önerisi üzerine, konser öncesinde kısa bir sunuş yaptım. Bu tür bir uygulamaya alışık olmayan konser dinleyicisi söylediklerime tam olarak kulak verdi mi emin değilim ama mesajımın özü şuydu:

Tinariwen, bir tür çöl blues’u yapıyor. Kullandıkları kimi aletler ve yerel kıyafetleri çok farklı bir kültürün yansıması ama söyledikleri insanlığın ortak meselesi. Tamaşek yerel dilindeki (Tuareglere özgü bir Berberi dili) şarkıları, çölde sürgün hayatı yaşayan Tuareg insanları hakkında ama aslında bağımsızlık için, ayakta kalmak için, kendi kültürlerini korumak için mücadele eden insanların derdini anlatıyorlar. Sahra Çölü’ndeki fakirliğin, işsizliğin ve toplumsal dışlanmanın müziği bu.

Tinariwen grubunun üyeleri, 1990’lı yıllarda Mali hükümetine karşı başlayan çok çetin bir isyana katıldılar. Ama artık sivil halka büyük kayıplar verdiren bu tür acımasız bir savaşın içinde yer almayacaklarını söylüyorlar; hoşgörünün geliştirilmesinden yanalar. Eminim buradaki herkes, dünyanın bugün en çok ihtiyaç duyduğu şeyin yani barışın sağlanmasından yana. Öyleyse toplumdan kimseyi dışlamayalım; ortak dilimiz barış ve müzik olsun!

***

Anonsumla birlikte sahneye çıkan Tinariwen grubu, ritmik ve hipnotize edici müziğiyle o akşam bize muhteşem saatler yaşattı. Konserin sonuna doğru Pozitif'ten Mekan Sorumlusu Gül Güngör’ün telefonuma gönderdiği mesaj ise, gerçek bir sürpriz oldu. “Grubun Türkçe bilen bir üyesi yazılarını okuyormuş. Seninle tanışmak istiyor” diyordu Gül ve şaka yapmıyordu. Sahra Çölü’nden gelen bir Tuareg benim yazılarımı okuyormuş!

Sahne arkasına geçip yerel kıyafetler içindeki Anwar’la tanıştığımda kendisinin grubun basın ve tercüme işlerinden sorumlu olduğunu öğrendim. Araya İngilizce sözcükler de karıştırdığı ve biraz zorlanarak konuştuğu Türkçesiyle, diplomasi ile ilgili bir kurumdaki görev nedeniyle, 1998’de Türkiye’ye gelip beş yıl kaldığını anlattı.

“Halkın konuştuğu dili öğrenmek istedim. Çünkü dillerini bilmediğinizde onları tam olarak tanıyamıyorsunuz” dedi. Türkiye’yi çok sevdiğini, buradaki dinleyicinin dünyanın başka yerlerindeki dinleyicilerden farklı olduğunu, insanların müziği yüreklerinde hissettiğini söyledi.

***

Uzun süredir beni hem bu kadar şaşırtıp hem de çok sevindiren bir olay olmamıştı. Yazılarımın Sahra Çölü’nden gelen bir insana ulaşmasının verdiği şaşkınlığı bir süre atamadım üzerimden. Benim açımdan mucizevi diye nitelendirilebilecek bu olay, aslında üç büyük insanlık buluşunun bir araya gelmesiyle ortaya çıktı: Müzik, yazı ve internet!

Müzik olmasa ben müzik yazıları yazmazdım; yazı olmasa müzik hakkındaki duygularımı sadece sözle ifade ediyor olurdum; internet olmasa yazılarım bu kadar geniş ölçekte aktarılıyor olamazdı.

Tinariwen konseri, benim için bambaşka bir anlam kazandı: Barış mesajı verdim, çok uzaklardan gelen bir eli sıktım. Müziğin gücü bu!

(Fotoğraflar bana aittir.)

_

10 Temmuz 2011 Pazar

4 Günlüğüne Hippi

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 10 Temmuz 2011

Neden herkes inekler gelene kadar burada kalmak istiyor?”

The Observer’ın Glastonbury Festivali için yayınladığı özel ekte bu başlık kullanılmıştı. 1970’ten bu yana düzenlenen ünlü festivalin bu yılki 177 bin konuğundan birisi de bendim ve şimdi bu soruyu yanıtlamaya çalışacağım.

İngiltere’nin Somerset bölgesindeki Glastonbury kasabasında, aslında üzerinde ineklerin otladığı, Worthy Farm adlı bir süt ürünleri çiftliğinde dört gün yaşadım.

Yağmurun toprağı balçığa çevirdiği bir zeminde çadırda kalmak hiç de kolay değilmiş. Gece başlayan rüzgarın da etkisiyle şiddetle titreyen çadırla birlikte uçacağımı düşünmedim değil. Havalandırma penceresinden içeri giren sular da cabası...

İki gün sonra güneş açtığında balçıktan biraz olsun kurtulacağımızı düşünerek sevindik. Çünkü ayağımızdaki plastik çizmelerin her biri, çamura bata çıka yürürken herhalde 5 kilo ağırlığa ulaşıyordu.

Bu arada yapışkan balçığın içine saplanıp yerinden oynatılmaz hale gelen çizmeler konusunda taktikler geliştirdim. Öyle bir durumda kalmamak için kesinlikle adımlarınızı hızlı atmalısınız; bir an durursanız tamamen yapışıyor. Ayrıca ağırlığınızı tabana değil, mümkün olduğunca parmaklarınıza doğru vermelisiniz. Bunları yapmayanların çizmelerini balçığın içine terk etmekten başka çaresinin olmadığına tanık olduk.

Worthy Farm’daki bir başka sorun, insanı bir anda hayattan bezdirebilecek nitelikteki portatif tuvaletlerdi. Öncelikle içine girebilmek için, burnunuzdan değil ağzınızdan nefes almalısınız. İçerde ağzınız açık bir haldeyken olabildiğince etrafa dokunmadan çabucak işinizi bitirmelisiniz.

Dışarı çıktığınızda elinizi yıkamayı mı düşünüyorsunuz? Ne yazık ki her tuvalette akan su yok. Şanslıysanız mikrop öldürücü jellerden bulursunuz, ama onlar da kısa sürede tükendiğinden en iyisi yanınızda taşımanız.

Bütün gün bir sahneden diğerine koşturup yoruldunuz değil mi? Çadıra gidip uyuma hayaliniz, yandaki çadırda büyük bir gürültüyle horlayan adam yüzünden yıkılır. Ayrıca dans sahnelerine yakın bir yerde kalıyorsanız, zaten uyuyamayacağınız için sessizliği rüyanızda bile bulamazsınız.

O pisliğin içinde dört gün yaşayıp duş almamak olur mu? Olmaz! Ancak duş olanağı sınırlı. Greenpeace sağ olsun; kendisine ait bölgeye sıcak sulu duşlar koymuş. Yanınıza bir tek havlunuzu alıp gidiyorsunuz.

Kenarları çevrili, üstü açık bir alanda herkes aynı yerde duşunu alıyor. Bir tür hamam gibi. Kadınlar kısmına girdiğinizde emziren kadın da görüyorsunuz, sanki saunadaymış gibi yayılıp işin keyfini çıkarmaya çalışan da.

Temizlendiğiniz için rahatlayarak dışarı çıkıyorsunuz. Fakat bu üzün sürmüyor; çünkü gününüze yine balçığın içinde devam ediyorsunuz.

Bütün bunları anlatmamın nedeni, The Observer’ın sorusuna yanıt bulmak. Festivalde tanıştığım bazı kişilerin eski festivallere de katıldıklarını gösteren güvenlik bilekliklerini hâlâ taktıklarını gördüm.

Tam on tane bileklik taşıyan bir Hollandalı’ya nedenini sordum: “Canım sıkılınca onlara bakıp mutlu oluyorum” dedi. Bir başkası, “Gurur duyuyorum da ondan” dedi. Bir tanesi, bilekliklerin “kendisi gibi olanların onu tanıması için bir işaret” olduğunu söyledi.

Gördüm ki, Glastonbury’de bunca zorluğa karşın, benim gibi titiz ve düzen hastası bir insanı bile çeken bir şey var. 50’den fazla sahnede 2000’i aşkın performansı izlemek olağanüstü bir duygu. Yaşanan zorluklarsa bunun karşılığında ödediğiniz bedel gibi. Bir şeyi elde etmek için zorlandığınızda o daha değerli olur ya, öyle bir durum var.

İnsanlar herkesin müzik ve sanat konuşup eğlendiği bu fantastik dünya deneyimini yaşamak için 4 günlüğüne hippi oluyor Glastonbury’de.

(Glastonbury hakkındaki diğer yazımı okumak, fotoğraf ve videoları görmek için: http://zulalmuzik.blogspot.com/2011/07/glastonbury-butun-festivallerin-anas.html )

-

17 Ekim 2010 Pazar

Ötekileştirmeye Karşı Müzik

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 17 Ekim 2010

Son dönemde yurtiçinde ve yurtdışında gittiğim birçok konserde dikkat çekici ortak bir özellik var. Dünyada giderek artan kültürler ve dinler arası çatışma, aklı başında herkes gibi sağduyulu müzisyenleri de endişelendiriyor. Toplumu aydınlatma sorumluluğunu hisseden duyarlı müzisyenler, insanlığa yol gösterme adına konserleri çok etkili birer gösteriye dönüştürüyor.

Bu yöntem elbette yeni bir şey değil. Kitlelere hitap eden konserler, festivaller her zaman mesaj verme aracı olmuştur. Ancak son yıllarda konserlerde verilen mesajlarda hep şu öne çıkıyor: Sizden farklı olanı ötekileştirmeyin!

Geçen hafta New York Madison Square Garden’da (MSG) gittiğim iki büyük konserde de aynı tema işlendi. Bunlardan ilki, efsane progresif rock grubu Pink Floyd’un kurucularından Roger Waters’ın “The Wall Live” konseriydi. Kesinlikle söyleyebilirim ki, bugüne kadar gördüğüm en etkileyici savaş karşıtı gösteriydi bu!

Rock tarihinin en önemli albümlerinden 1979 tarihli “The Wall”un 30 yıl aradan sonra yeniden tümüyle canlı çalınışı, müthiş sahne tasarımı ve müziğin kuşaklar boyunca insanları aynı heyecanla etkileyişi eşsiz bir deneyimdi.

Konser hakkındaki izlenimlerimi Cumhuriyet’in Kültür sayfasına yazdığım yazıda aktardığım için burada ayrıntılandırmayacağım. Ancak belirtmek istediğim önemli bir nokta var.

Bugün 66 yaşında olan Waters, genç bir rock müzisyeniyken yaşadığı kişisel bunalımdan yola çıkarak oluşturduğu albüm konseptini, bu turnede tüm insanlığı ilgilendirecek evrensel bir boyuta taşımış.

30 yıl önce korkuları yüzünden kendisi ve dış dünya ile arasına kurduğu hayali duvarın benzerini, günümüzde insanların kendilerine benzemeyen herkese karşı kurduğunu söylüyor Waters. Din, etnik köken, ekonomik ve ideolojik temelli çatışmaların, her toplumda sadece ötekileştirmeyi kışkırttığını ve bu yüzden savaşların sonunun gelmediğini söylüyor.

Bu düşüncesini insanlara aktarmak için de konserde çok etkili bir yöntem kullanıyor. “Goodbye Blue Sky” çalarken, duvar şeklindeki dev ekranda bombardıman uçağı B-52’lerden bomba yerine bazı semboller atıldığını görüyorsunuz.

Bunlar arasında, haç, orak çekiç, Mercedes ve Shell logoları, dolar işareti, ay ve yıldızın yanı sıra, Museviliğin sembolü olarak bilinen “Davud’un Yıldızı” da var. Beyaz fonda birbiri ardına kentlerin üzerine atılan kırmızı renkli bu semboller, bir süre sonra her yeri kırmızıya boyuyor.

Bu görüntülerden hoşlanmayanlar oldu elbette. Örneğin ABD’nin ünlü Yahudi örgütü Anti-Defamation League (İftira Karşıtı Birlik), Roger Waters’ı anti-semitist olmakla suçladı. Waters ise, yanıt olarak, bu sembollerde gizli bir amaç olmadığını, asla belli bir grup insanı hedeflemediğini söyledi.

***

MSG’da aynı hafta gittiğim ikinci konser Gorillaz’ındı. Farklı türde müzikleri, çeşitli etnik kökenden müzisyenlerle yorumlayarak bir anlamda müzik aracılığıyla sahnede evrensel bir birlik kurdu Gorillaz. Lübnanlı müzisyenlerle İngilizleri, Amerikalıları aynı sahnede buluşturup, “White Flag” adlı şarkıda beyaz bayrak salladılar.

Aşırı sağın Müslüman nüfusa karşı ırkçı söylemlerinin arttığı bir dönemde Amerika’da müzisyenlerin barış ve hoşgörü söylemleri çok önemli. Milyonlarca genç hayranı olan bu gruplar, kanımca Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilecek önemde işler yapıyorlar.

Belki belli bir yaşın üzerindeki insanların düşüncelerini değiştirmek zor; ama dünyanın geleceğini kuracak genç beyinleri sağduyuya davet etmek mümkün. Keşke politikacılar da bu müzisyenler kadar sorumluluk sahibi olabilse...

-