© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 29 Nisan 2012
Geçenlerde Amerika’da kadınların toplumsal, siyasal, ekonomik durumlarıyla ilgili araştırmalarıyla tanınan The Institute for Women’s Policy Research (IWPR) tarafından yapılan bir araştırma raporu yayımlandı. Rapor önemli; çünkü kadınlar söz konusu olduğunda, Amerika gibi dünya liderliğine soyunan bir ülkede haksızlığın ulaştığı boyutu ortaya koyuyor.
Araştırmaya göre, tam zamanlı olarak çalışan erkeklerin kazandığı her 1 dolara karşı, aynı koşullarda çalışan kadınlar 77 sent kazanıyor. Ortalama haftalık gelir erkekler için 832 dolarken, kadınlar için 684 dolar; yıllık gelirse erkeklerde 47.715 dolar, kadınlarda 36.931 dolar.
Amerika’da 15 milyon hanenin kadınlar tarafından geçiminin sağlandığı, bunların yaklaşık yüzde 30’unun yoksullluk sınırının altında kaldığı ve 8.5 milyon adedinde 18 yaşın altında çocuk bulunduğu hesaba katılırsa, kadın-erkek ücret dengesizliğinin topluma verdiği zarar da net şekilde görülüyor.
IWPR’ın araştırmasını yapan ekibin başındaki Ariane Hegewish, bu açığın nedenlerini şöyle açıklıyor: 1. Kazancı en yüksek görevler için kadınların işe alınma olasılığı az. 2. Kadınların erkeklerle aynı işte çalıştıklarında aldıkları ücret daha az olmakla kalmıyor, yıllar içinde aldıkları zamlar da erkeklere göre daha düşük.
***
Bunlar daha önceden de bildiğimiz veriler. Ancak raporda benim özellikle ilgimi çeken iki bilgi var.
Birincisi, en kazançlı görevler için işe alınmak konusunda tüm kadınlar haksızlığa uğruyor; ama en büyük ayrımcılığa, özellikle siyahi ırktan olanlar ve “Hispanic” denilen İspanyol kökenli Amerikalı kadınlar maruz kalıyor. Demek ki, kadına yönelik ayrımcılık, toplumun genelinde cinsiyet temelli olmasının yanında, bazı kesimlerde etnik köken ile birleşip ırkçı bir yaklaşım da taşıyor...
İlgimi çeken ikinci nokta ise, Amerika’da Eşit Ücret Yasası’nın 1963 yılında kabul edilişinden bu yana, kadınlarla erkekler arasındaki ücret dengesizliğinin yılda yarım sent kadar gerileme göstererek düşmesi. Böyle devam ederse, cinsiyetler arasındaki ücret dengesinin tam olarak kurulması, 40 yıldan fazla bir süre alacak.
Eğer cinsiyetler arasındaki açık yok edilseydi, bu, hukuksal eşitlik ilkesinin sağlanmasının yanında, ekonomik olarak kadınlar için ne anlama gelecekti?
National Partnership for Woman and Families adlı kuruluş, bunu net şekilde yanıtlamak için ilginç hesaplamalar yapmış. Eşit ücretin bir kadına getirisi, 92 haftalık yiyecek, 7 aylık ev kredisi ve elektrik, su vb. giderler, 13 aylık kira, 35 aylık aile sigortası ücreti, 10413 litre benzin anlamına geliyor.
***
Tüm dünyaya demokrasi dersi vermeye kalkan Amerika’da durum bu... Toplumun yarısının haklarının gasp edildiği ülkelerde demokrasiden kim söz edebilir? İstediği kadar anayasalarda cinsiyet ayrımcılığına karşı olunduğu yazılsın, uygulamalar bunun tersi...
Amerika’daki araştırmanın aynısı Türkiye’de yapılsa, acaba sonuçlar nasıl çıkar?
Kadını alınıp satılacak bir “meta” gibi gören, döven, katleden anlayışın ülkenin birçok bölgesinde hâlâ geçerli olduğunu düşünürsek, sonuçların vahim çıkacağını tahmin edebiliriz. Yine de adından “kadın” ifadesi çıkarılmış olsa da, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile Çalışma Bakanlığı’nın bu konuda ayrıntılı araştırma yapıp kamuoyuna açıklamasını dilerim.
Bu yazıdan çıkarılacak sonuç şudur: 21. yüzyılda bir tarafta laboratuvarlarda DNA alternatiflerinin yaratıldığı dünyanın, aynı anda insanların doğuştan gelen özellikleri nedeniyle üstün tutulduğu ya da aşağılandığı bir gezegen olması, yeterince tuhaf ve utanç verici.
-
29 Nisan 2012 Pazar
22 Nisan 2012 Pazar
Walmart'a Umut Bağlamak...
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 22 Nisan 2012
Aşağıdaki karşılaştırmalı rakamlar, özel sektörde dünyanın en büyük işvereni Walmart’ın portresini çok açık bir şekilde orraya seriyor.
* Mağaza sayısı: 1962’de 1, 1976’da 276, 1987’de 1198, 1996’da 2943, 2005’te 5289, 2011’de 8970.
* Walmart’ın net satışı 419 milyar dolar; Norveç’in gayri safi milli hasıla miktarı 414 milyar dolar (Norveç, bu oranla dünyada 23.)
* Walmart’ın Amerikan eğlence sektörü ile ilgili toplam satışı 31 milyar dolar, Amerika’daki toplam gişe hasılatı 10 milyar dolar.
* Walmart’ın gıda ürünleri (sebze, meyve, hazır gıda vs.) satışı 141 milyar dolar, Whole Foods'un satışı 9 milyar dolar.
* Walmart’ın Amerika’daki toplam çalışan sayısı 1.4 milyon, Amerika’daki itfaiyeci sayısı 305.500, South Dakota eyaletinin nüfusu 814 bin.
* Dünyadaki toplam Walmart çalışanı 2.1 milyon, dünyadaki en ufak 50 ülkenin toplam nüfusu 2.1 milyon.
* Walmart mağazalarının toplam alanı 91.42 kilometrekare, Manhattan’ın yüzölçümü 61 kilometrekare.
* Her saniyede bir kişi Walmart’ın dünya çapındaki 8970 mağazasından bir ürün satın alıyor.
1962’de Samuel Moore Walton, Arkansas’ta ilk Walmart’ı açtığında hiç kimse işin bu kadar büyüyeceğini hayal etmemişti. Forbes dergisi, Walton’ın 2.8 milyar dolarlık servetiyle Amerika’nın en zengini olduğunu ilan etti. 1991’de Mexico City’de ilk Walmart açıldığında, sadece Amerika’nın değil, dünyanın da kaderini etkiler hale geldi.
Bu kadar büyümenin ortaya çıkardığı rakamlar, elbette sadece işgücü ya da yaratılan değerle sınırlı kalmadı. Bunun bir bedeli vardı; kısa süre sonra o bedelin ne olduğu ortaya çıktı. 1992’de ABD Başkanı George H. W. Bush, Walton’ı Özgürlük Madalyası ile ödüllendirse de, aynı yıl Bangladeş’te Walmart’a ürün tedarik eden bir fabrikanın çocuk işçi çalıştırdığı manşetlere yansıdı.
Şirketin 1996’da Çin’de ilk mağazasını açmasıyla neden olduğu sömürü ve çevreye verdiği zarar konusunda endişeler arttı. Walmart’ın elektrik tüketimi bugün 27 milyar kilowatt-saat. Bütün dünyada neden olduğu karbondioksit miktarı, 2010’da 21.4 milyon ton. 2008’de en az karbondioksit salımına neden olan 50 ülkenin yarattığı toplam miktarın, 15 milyon ton olduğu düşünülürse, karşımızdaki devin boyutu daha iyi anlaşılıyor.
Mother Jones dergisinin bu ayki sayısında Andy Kroll’un Walmart’la ilgili ilginç bir haberi yer alıyor. Hatırlanacağı üzere şirket, 2005’te sürdürülebilirlik programı başlatarak enerji harcamasını azaltacağını, sadece yenilenebilir enerji kullanarak daha fazla organik ürün satacağını ve yerel üreticiyi destekleyeceğini açıklamıştı.
Ancak beklenen hedeflere ulaşılamadı. Kroll, Walmart’ın çevreyi ve çalışanların haklarını korumak için fabrikalarını denetim altında tuttuğu iddiası üzerine Çin’e gitmiş. Bulduğu sonuç çarpıcı. Walmart’ın tedarik zincirinde yer alan çoğu fabrika, işlerinin yarısından fazlasını denetim altında tutulmayan “gölge” fabrikalara aktarıyor...
Walmart, bugüne kadar karbondioksit salımı yüzünden çevrecilerin doğal bir hedefi haline gelmişti. Ancak Kroll’un haberinde belirttiği gibi, 2009’da Kopenhag Dünya İklim Değişikliği Zirvesi’nin fiyaskoyla sonuçlanmasından sonra, çevrecilerin bir kısmı, “Bu firma sığınacak son liman olsa da, dünyayı değiştirme potansiyeli var. Eğer Walmart, enerji tüketimini ve karbondioksit salımını azaltıp, çevreci uygulamaları benimserse, bir umut olabilir” diyor.
Bu, ilk anda mantıklı bir düşünce gibi algılanabilir ama bence kapitalist sistem için fazla iyimser bir beklenti. Gerçek umut, varlığını sömürüye borçlu olan kapitalizmin kendini denetleyerek dizginlenmesinden mi doğar yoksa yerine insancıl başka bir düzen kurulmasından mı?
_
Cumhuriyet Pazar Dergi / 22 Nisan 2012
Aşağıdaki karşılaştırmalı rakamlar, özel sektörde dünyanın en büyük işvereni Walmart’ın portresini çok açık bir şekilde orraya seriyor.
* Mağaza sayısı: 1962’de 1, 1976’da 276, 1987’de 1198, 1996’da 2943, 2005’te 5289, 2011’de 8970.
* Walmart’ın net satışı 419 milyar dolar; Norveç’in gayri safi milli hasıla miktarı 414 milyar dolar (Norveç, bu oranla dünyada 23.)
* Walmart’ın Amerikan eğlence sektörü ile ilgili toplam satışı 31 milyar dolar, Amerika’daki toplam gişe hasılatı 10 milyar dolar.
* Walmart’ın gıda ürünleri (sebze, meyve, hazır gıda vs.) satışı 141 milyar dolar, Whole Foods'un satışı 9 milyar dolar.
* Walmart’ın Amerika’daki toplam çalışan sayısı 1.4 milyon, Amerika’daki itfaiyeci sayısı 305.500, South Dakota eyaletinin nüfusu 814 bin.
* Dünyadaki toplam Walmart çalışanı 2.1 milyon, dünyadaki en ufak 50 ülkenin toplam nüfusu 2.1 milyon.
* Walmart mağazalarının toplam alanı 91.42 kilometrekare, Manhattan’ın yüzölçümü 61 kilometrekare.
* Her saniyede bir kişi Walmart’ın dünya çapındaki 8970 mağazasından bir ürün satın alıyor.
***
1962’de Samuel Moore Walton, Arkansas’ta ilk Walmart’ı açtığında hiç kimse işin bu kadar büyüyeceğini hayal etmemişti. Forbes dergisi, Walton’ın 2.8 milyar dolarlık servetiyle Amerika’nın en zengini olduğunu ilan etti. 1991’de Mexico City’de ilk Walmart açıldığında, sadece Amerika’nın değil, dünyanın da kaderini etkiler hale geldi.
Bu kadar büyümenin ortaya çıkardığı rakamlar, elbette sadece işgücü ya da yaratılan değerle sınırlı kalmadı. Bunun bir bedeli vardı; kısa süre sonra o bedelin ne olduğu ortaya çıktı. 1992’de ABD Başkanı George H. W. Bush, Walton’ı Özgürlük Madalyası ile ödüllendirse de, aynı yıl Bangladeş’te Walmart’a ürün tedarik eden bir fabrikanın çocuk işçi çalıştırdığı manşetlere yansıdı.
Şirketin 1996’da Çin’de ilk mağazasını açmasıyla neden olduğu sömürü ve çevreye verdiği zarar konusunda endişeler arttı. Walmart’ın elektrik tüketimi bugün 27 milyar kilowatt-saat. Bütün dünyada neden olduğu karbondioksit miktarı, 2010’da 21.4 milyon ton. 2008’de en az karbondioksit salımına neden olan 50 ülkenin yarattığı toplam miktarın, 15 milyon ton olduğu düşünülürse, karşımızdaki devin boyutu daha iyi anlaşılıyor.
Mother Jones dergisinin bu ayki sayısında Andy Kroll’un Walmart’la ilgili ilginç bir haberi yer alıyor. Hatırlanacağı üzere şirket, 2005’te sürdürülebilirlik programı başlatarak enerji harcamasını azaltacağını, sadece yenilenebilir enerji kullanarak daha fazla organik ürün satacağını ve yerel üreticiyi destekleyeceğini açıklamıştı.
Ancak beklenen hedeflere ulaşılamadı. Kroll, Walmart’ın çevreyi ve çalışanların haklarını korumak için fabrikalarını denetim altında tuttuğu iddiası üzerine Çin’e gitmiş. Bulduğu sonuç çarpıcı. Walmart’ın tedarik zincirinde yer alan çoğu fabrika, işlerinin yarısından fazlasını denetim altında tutulmayan “gölge” fabrikalara aktarıyor...
Walmart, bugüne kadar karbondioksit salımı yüzünden çevrecilerin doğal bir hedefi haline gelmişti. Ancak Kroll’un haberinde belirttiği gibi, 2009’da Kopenhag Dünya İklim Değişikliği Zirvesi’nin fiyaskoyla sonuçlanmasından sonra, çevrecilerin bir kısmı, “Bu firma sığınacak son liman olsa da, dünyayı değiştirme potansiyeli var. Eğer Walmart, enerji tüketimini ve karbondioksit salımını azaltıp, çevreci uygulamaları benimserse, bir umut olabilir” diyor.
Bu, ilk anda mantıklı bir düşünce gibi algılanabilir ama bence kapitalist sistem için fazla iyimser bir beklenti. Gerçek umut, varlığını sömürüye borçlu olan kapitalizmin kendini denetleyerek dizginlenmesinden mi doğar yoksa yerine insancıl başka bir düzen kurulmasından mı?
_
15 Nisan 2012 Pazar
Eleştirel Düşünce ve Eğitim
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 15 Nisan 2012
Geçen hafta New York’un Brooklyn bölgesinde yürürken birden dikkatimi bir duvar yazısı çekti. Siyahı bir erkek ve kız çocuğu güneşli bir günde oynarken gösteren resmin altına “Respect Critical Thinking” (Eleştirel Düşünceye Saygı Göster) yazılmıştı. Amerikalılar, yazıyı çeşitli plaformlarda kullanarak mesaj verme işini çok iyi beceriyor. O nedenle bu alışılagelmiş bir durumdu. Ancak önemli olan, özellikle o ifadenin tercih edilmiş olmasıydı. Çünkü duvar, bir orta öğretim kurumunun binasına aitti.
Bir hafta öncesinde ise, Türkiye’de 4 + 4 + 4 ismiyle bilinen yasa Meclis’ten geçmişti. 8 yıllık kesintisiz ilköğretim ibaresini “ilköğretim” ve “ortaöğretim” şeklinde değiştirip, “8 yıllık kesintisiz” ibaresini de metinden çıkaran yeni kanun, çok açık ki imam hatip okullarının orta kısmını açmak için yapılan bir girişim.
Ortaokul ve liselerde isteğe bağlı olarak Kuran derslerinin okutulması gibi diğer inançlara mensup vatandaşlar aleyhine ayrımcılık yaratan bir uygulamayı başlatan yasa, zaten birçok açıdan aksayan eğitim sistemini tamamen baltalıyor. Okula başlama ve sınava hazırlanma yaşının düşmesi, dershane sektörünün büyümesi, çocuk işçilerin ve gelinlerin çoğalması gibi sorunları artırmanın yanı sıra, dinsel, muhafazakar, piyasacı içeriğe sahip bir eğitim sistemini kuruyor.
Bu tür bir eğitim sisteminde eleştirel düşünceye saygı duyulabilir mi?
Brooklyn’de ortaokulun duvarına yazılan yazı, belki bir Avrupalı için çok dikkat çekici olmayabilirdi. Ama Türkiye’de yaşayan bir insan için son derece çarpıcı ve üzücü. Üzücü; çünkü bırakın değer vermeyi, eleştirel düşüncenin hapsedildiği bir ülke Türkiye. Belirli bir ideolojinin, bakış açısının toplumun her kesimine dayatıldığı bu ülkede, eğitim sisteminin de ona uygun olarak baskı altına alınması, sömürünün çocuklara kadar inmesi sonucunu doğurdu.
Farklı düşünen, farklı inançları olan, farklı toplum kesimlerinden gelen herkesin dışlandığı toplumda, eğitim kurumları da, adeta birer fabrika gibi aynı dünya görüşüne sahip bireyler yetiştirme işlevi doğrultusunda kurgulanıyor.
Diyelim ki Anadolu’nun bir kentinde yaşayan bir aile, çocuğunun Kuran derslerine girmesini istemedi. Bu durumda o ailenin öğretmenler ve diğer öğrencilerin aileleri tarafından uygulanacak mahalle baskısına maruz kalmayacağının, dinsizlikle suçlanmayacağının garantisi var mı? O aile ateist olamaz mı?
Bunları sorunca, “Sorun yok” yanıtını alabiliriz ama uygulamada yaşanacak sorunları görmek için Türkiye’yi biraz tanımak yeter. Sonuçta, Başbakan’ın mitinginde Alevi olduğu için ana muhalafet liderinin bile yuhalandığı bir ülke burası.
Kuran’ın seçmeli ders olması sonrasında başlayan tartışmalarda, Başbakan, Kemal Kılıçdaroğlu’nu kastederek, “Kuran seçmeli ders oluyorsa, Alevilik de seçmeli ders olsun diyor. Ya Kuran Alevi kardeşlerimin kitabı değil mi?” diye sormuştu.
Bunun üzerine Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği Başkanı Ali Kenanoğlu, “Alevilerin Kuran anlayışı, algılayışı, yorumu ve uygulaması, ne Sünni ne de Şii İslam anlayışına benzer. Aleviliğin İslami mezhep-tarikat ve yorumlardan çok farklı olmasının nedeni de budur. Bu yüzden Başbakan'ın 'Kuran sizin de kitabınız değil mi?' sorusunun bir cevaba ihtiyacı var: Okullarda okutulacak olan Kuran bizim kitabımız değil” diyerek yanıtlamıştı.
Bu durumda ne olacak? Eleştirel düşünce geçerliyse, böyle düşünenlerin inançlarına yanıt veren dersin müfredata konması gerekir. “Hayır, sen o şekilde düşünemezsin. İnanman gereken bu!” mu denilecek?
Bana göre doğrusu, dinin bütünüyle sivil hayat alanında bırakılması ve devlet okullarının müfredat programında ders olarak yer almamasıdır.
_
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 15 Nisan 2012
Geçen hafta New York’un Brooklyn bölgesinde yürürken birden dikkatimi bir duvar yazısı çekti. Siyahı bir erkek ve kız çocuğu güneşli bir günde oynarken gösteren resmin altına “Respect Critical Thinking” (Eleştirel Düşünceye Saygı Göster) yazılmıştı. Amerikalılar, yazıyı çeşitli plaformlarda kullanarak mesaj verme işini çok iyi beceriyor. O nedenle bu alışılagelmiş bir durumdu. Ancak önemli olan, özellikle o ifadenin tercih edilmiş olmasıydı. Çünkü duvar, bir orta öğretim kurumunun binasına aitti.
Bir hafta öncesinde ise, Türkiye’de 4 + 4 + 4 ismiyle bilinen yasa Meclis’ten geçmişti. 8 yıllık kesintisiz ilköğretim ibaresini “ilköğretim” ve “ortaöğretim” şeklinde değiştirip, “8 yıllık kesintisiz” ibaresini de metinden çıkaran yeni kanun, çok açık ki imam hatip okullarının orta kısmını açmak için yapılan bir girişim.
Ortaokul ve liselerde isteğe bağlı olarak Kuran derslerinin okutulması gibi diğer inançlara mensup vatandaşlar aleyhine ayrımcılık yaratan bir uygulamayı başlatan yasa, zaten birçok açıdan aksayan eğitim sistemini tamamen baltalıyor. Okula başlama ve sınava hazırlanma yaşının düşmesi, dershane sektörünün büyümesi, çocuk işçilerin ve gelinlerin çoğalması gibi sorunları artırmanın yanı sıra, dinsel, muhafazakar, piyasacı içeriğe sahip bir eğitim sistemini kuruyor.
Bu tür bir eğitim sisteminde eleştirel düşünceye saygı duyulabilir mi?
Brooklyn’de ortaokulun duvarına yazılan yazı, belki bir Avrupalı için çok dikkat çekici olmayabilirdi. Ama Türkiye’de yaşayan bir insan için son derece çarpıcı ve üzücü. Üzücü; çünkü bırakın değer vermeyi, eleştirel düşüncenin hapsedildiği bir ülke Türkiye. Belirli bir ideolojinin, bakış açısının toplumun her kesimine dayatıldığı bu ülkede, eğitim sisteminin de ona uygun olarak baskı altına alınması, sömürünün çocuklara kadar inmesi sonucunu doğurdu.
Farklı düşünen, farklı inançları olan, farklı toplum kesimlerinden gelen herkesin dışlandığı toplumda, eğitim kurumları da, adeta birer fabrika gibi aynı dünya görüşüne sahip bireyler yetiştirme işlevi doğrultusunda kurgulanıyor.
Diyelim ki Anadolu’nun bir kentinde yaşayan bir aile, çocuğunun Kuran derslerine girmesini istemedi. Bu durumda o ailenin öğretmenler ve diğer öğrencilerin aileleri tarafından uygulanacak mahalle baskısına maruz kalmayacağının, dinsizlikle suçlanmayacağının garantisi var mı? O aile ateist olamaz mı?
Bunları sorunca, “Sorun yok” yanıtını alabiliriz ama uygulamada yaşanacak sorunları görmek için Türkiye’yi biraz tanımak yeter. Sonuçta, Başbakan’ın mitinginde Alevi olduğu için ana muhalafet liderinin bile yuhalandığı bir ülke burası.
Kuran’ın seçmeli ders olması sonrasında başlayan tartışmalarda, Başbakan, Kemal Kılıçdaroğlu’nu kastederek, “Kuran seçmeli ders oluyorsa, Alevilik de seçmeli ders olsun diyor. Ya Kuran Alevi kardeşlerimin kitabı değil mi?” diye sormuştu.
Bunun üzerine Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği Başkanı Ali Kenanoğlu, “Alevilerin Kuran anlayışı, algılayışı, yorumu ve uygulaması, ne Sünni ne de Şii İslam anlayışına benzer. Aleviliğin İslami mezhep-tarikat ve yorumlardan çok farklı olmasının nedeni de budur. Bu yüzden Başbakan'ın 'Kuran sizin de kitabınız değil mi?' sorusunun bir cevaba ihtiyacı var: Okullarda okutulacak olan Kuran bizim kitabımız değil” diyerek yanıtlamıştı.
Bu durumda ne olacak? Eleştirel düşünce geçerliyse, böyle düşünenlerin inançlarına yanıt veren dersin müfredata konması gerekir. “Hayır, sen o şekilde düşünemezsin. İnanman gereken bu!” mu denilecek?
Bana göre doğrusu, dinin bütünüyle sivil hayat alanında bırakılması ve devlet okullarının müfredat programında ders olarak yer almamasıdır.
_
Etiketler:
alevilik,
ateizm,
din,
eğitim,
eleştirel düşünce,
inanç,
Kemal Kılıçdaroğlu,
Recep Tayyip Erdoğan
8 Nisan 2012 Pazar
İşgal Ruhu Ölmedi!
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 8 Nisan 2012
Bir süredir New York’tayım ve sonbahardaki başkanlık seçimine doğru Amerika’daki siyasi ortama ilişkin gözlemlerde bulunmaya çalışıyorum. Politikacıların ya da lobicilerin manipülasyon yaratmak amacıyla medyaya yönelik yorumlarından ziyade sokaktaki insanın ne düşündüğünü anlamak istiyorum.
Dikkatimi çeken en önemli şey, geçen yıl 17 Eylül’de “Occupy Wall Street” (OWS - Wall Street’i İşgal Et) sloganıyla başlayıp tüm Amerika’ya yayılan eylemlerin baharla birlikte yeniden canlanmaya başlaması oldu. Zuccotti Park’ta yapılan protesto, aralık ayında polisin bir gece yarısı sert bir müdahaleyle parkı boşaltmasıyla sonuçlanmıştı. Araya kış da girince Amerikan politikasını yönlendirebilecek bu işgalin ne olacağı sorusu tartışılmaya başlanmıştı.
Çok kısa sürede etkisi Amerika sınırlarını aşıp 82 ülkede 95 kente yayılan eylemlerin bütün sorunlar aynen ortadayken birden durması mantığa aykırıydı. Polis belki OWS protestosunu Zuccotti Park’tan kovdu ama görünen o ki, ona hayat veren ruhu yok edemedi; o ruh bu defa başka bir yerde ortaya çıktı. New York’un en büyük meydanlarından biri olan Union Square, haftalardır işgalin merkezi durumunda.
Her yer polis kaynasa da protestocular kararlı. Konuştuğum eylemciler, talepleri karşılanmadığı sürece, yılmayacaklarını yineledi. Toplumun % 1’ini oluşturan aşırı zenginlerin lehine oluşan ekonomik eşitsizliğe, şirketlerin ticari hırsla kitleleri sömürmesine karşı “Biz % 99’uzuz” diye bağırıyorlar.
“Belli başlı isteklerinizi sıralarsanız, sizin için vazgeçilmeyecek olanlar hangileri?” diye sorduğumda hep şu yanıtı aldım: 1- Konut kredilerinin neden olduğu icra ve iflaslar son bulsun. 2- Öğrenci borçları affedilsin 3- İşsizlik azalsın.
Bu taleplerin, Obama’yı desteklesin ya da desteklemesin, halkın genelinin, % 99’unun talepleri olduğu kesin. Bunların yanı sıra zenginler lehine yapılan vergi indirimlerinden vazgeçilmesi, sosyal güvenlik şartlarının dar gelirliler ve orta sınıf yararına düzenlenmesi, sağlık sigortasının yaygınlaştırılması, emekli maaşlarının artırılması, çalışanlar lehine yapılacak iyileştirmeler, eğitim masraflarının azaltılması gibi istekleri de var.
Kısacası halkın Amerika’da giderek azıp çığırından çıkan kapitalizm ile sorunları var. Çalışanı sömüren bu sistemin artık dizginlenmesini talep ediyorlar.
Union Square’de eylem alanında dolaşırken gözüme şu pankartlar çarptı:
“Polisin 16 yaşında bir kızı protesto eylemine katıldığı için tişörtünden çekip, sokaklarda sürükleyerek tutuklamasını kınıyoruz”
“Daha iyi bir dünya mümkündür”
“Lobicilere gücüm yetmiyor, o nedenle örgütleniyorum”
“Eğitim, ekonomik adalet ve farklı bir toplum için yürüyün!”
“Savaşlarla savaşın, insanları değil gücü yok edin”
“Afganistan’daki gece yarısı polis baskınlarına hayır, OWS’e karşı gece yarısı polis baskınına hayır!”
“Bizim sahibimiz değilsiniz”
Dikkat çeken bir nokta da, Amerikan polisinin tamamen barışçıl bir şekilde yapılan bu eylemlere karşı tavrının giderek sertleşmesi. Tutuklamalar, parkı çevirip giriş çıkışı yasaklamalar söz konusu.
Öte yandan, Cumhuriyetçi kanatta başkan adaylığı için adları öne çıkan Mitt Romney ve Rick Santorum’un düşünce çizgileri, OWS hareketi ile tamamen ters yönde seyrediyor. Hatta Romney, “Onları koruyan kurumlar var zaten” diyerek yoksul kesim için endişelenmediğini söylemekten bile çekinmedi.
Ama bence şu veriyi hiçbir Amerikalı politikacı göz ardı etmemeli: Yapılan son araştırmalara göre, Amerikan halkının % 30’unun kapitalizm dışındaki seçeneklere açık olduğu ortaya çıktı. Bu 90 milyon dolayında insan demek!
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 8 Nisan 2012
Bir süredir New York’tayım ve sonbahardaki başkanlık seçimine doğru Amerika’daki siyasi ortama ilişkin gözlemlerde bulunmaya çalışıyorum. Politikacıların ya da lobicilerin manipülasyon yaratmak amacıyla medyaya yönelik yorumlarından ziyade sokaktaki insanın ne düşündüğünü anlamak istiyorum.
Dikkatimi çeken en önemli şey, geçen yıl 17 Eylül’de “Occupy Wall Street” (OWS - Wall Street’i İşgal Et) sloganıyla başlayıp tüm Amerika’ya yayılan eylemlerin baharla birlikte yeniden canlanmaya başlaması oldu. Zuccotti Park’ta yapılan protesto, aralık ayında polisin bir gece yarısı sert bir müdahaleyle parkı boşaltmasıyla sonuçlanmıştı. Araya kış da girince Amerikan politikasını yönlendirebilecek bu işgalin ne olacağı sorusu tartışılmaya başlanmıştı.
Çok kısa sürede etkisi Amerika sınırlarını aşıp 82 ülkede 95 kente yayılan eylemlerin bütün sorunlar aynen ortadayken birden durması mantığa aykırıydı. Polis belki OWS protestosunu Zuccotti Park’tan kovdu ama görünen o ki, ona hayat veren ruhu yok edemedi; o ruh bu defa başka bir yerde ortaya çıktı. New York’un en büyük meydanlarından biri olan Union Square, haftalardır işgalin merkezi durumunda.
Her yer polis kaynasa da protestocular kararlı. Konuştuğum eylemciler, talepleri karşılanmadığı sürece, yılmayacaklarını yineledi. Toplumun % 1’ini oluşturan aşırı zenginlerin lehine oluşan ekonomik eşitsizliğe, şirketlerin ticari hırsla kitleleri sömürmesine karşı “Biz % 99’uzuz” diye bağırıyorlar.
“Belli başlı isteklerinizi sıralarsanız, sizin için vazgeçilmeyecek olanlar hangileri?” diye sorduğumda hep şu yanıtı aldım: 1- Konut kredilerinin neden olduğu icra ve iflaslar son bulsun. 2- Öğrenci borçları affedilsin 3- İşsizlik azalsın.
Bu taleplerin, Obama’yı desteklesin ya da desteklemesin, halkın genelinin, % 99’unun talepleri olduğu kesin. Bunların yanı sıra zenginler lehine yapılan vergi indirimlerinden vazgeçilmesi, sosyal güvenlik şartlarının dar gelirliler ve orta sınıf yararına düzenlenmesi, sağlık sigortasının yaygınlaştırılması, emekli maaşlarının artırılması, çalışanlar lehine yapılacak iyileştirmeler, eğitim masraflarının azaltılması gibi istekleri de var.
Kısacası halkın Amerika’da giderek azıp çığırından çıkan kapitalizm ile sorunları var. Çalışanı sömüren bu sistemin artık dizginlenmesini talep ediyorlar.
Union Square’de eylem alanında dolaşırken gözüme şu pankartlar çarptı:
“Polisin 16 yaşında bir kızı protesto eylemine katıldığı için tişörtünden çekip, sokaklarda sürükleyerek tutuklamasını kınıyoruz”
“Daha iyi bir dünya mümkündür”
“Lobicilere gücüm yetmiyor, o nedenle örgütleniyorum”
“Eğitim, ekonomik adalet ve farklı bir toplum için yürüyün!”
“Savaşlarla savaşın, insanları değil gücü yok edin”
“Afganistan’daki gece yarısı polis baskınlarına hayır, OWS’e karşı gece yarısı polis baskınına hayır!”
“Bizim sahibimiz değilsiniz”
Dikkat çeken bir nokta da, Amerikan polisinin tamamen barışçıl bir şekilde yapılan bu eylemlere karşı tavrının giderek sertleşmesi. Tutuklamalar, parkı çevirip giriş çıkışı yasaklamalar söz konusu.
Öte yandan, Cumhuriyetçi kanatta başkan adaylığı için adları öne çıkan Mitt Romney ve Rick Santorum’un düşünce çizgileri, OWS hareketi ile tamamen ters yönde seyrediyor. Hatta Romney, “Onları koruyan kurumlar var zaten” diyerek yoksul kesim için endişelenmediğini söylemekten bile çekinmedi.
Ama bence şu veriyi hiçbir Amerikalı politikacı göz ardı etmemeli: Yapılan son araştırmalara göre, Amerikan halkının % 30’unun kapitalizm dışındaki seçeneklere açık olduğu ortaya çıktı. Bu 90 milyon dolayında insan demek!
-
Etiketler:
ABD Başkanlık Seçimleri,
Amerika,
kapitalizm,
Mitt Romney,
Occupy Wall Street,
Rick Santorum
1 Nisan 2012 Pazar
Müziğin Gücü
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 1 Nisan 2012
Geçen haftayı Teksas’ın başkenti Austin’deki bir müzik festivalinde geçiren ve o sürede adeta dünyanın geri kalanıyla bağlarını koparan bir yazar ne yazar? Bence insanoğlunun en büyüleyici keşiflerinden birisi olan müzik hakkında yazar.
Bugün bu yazıyı okuduğunuz dakikalar boyunca sizleri farklı bir dünyaya götürmek istiyorum. Savaşın, katliamın olmadığı, insanların canlı müzik dinleyip yeni grupları keşfetmek için yüzlerce mekan arasında günlerce mekik dokuduğu bir atmosfer düşünün.
Austin'deki South by Southwest (SXSW) adlı festivalde böyle bir ortam vardı. Yorgunluktan bayılacak kadar koşuşsanız da, ayaklarınız su toplasa da, uykusuz kalsanız da yüzünüzün güldüğü bir ortam. Müziğin gücünü ve saflığını iliklerinize kadar hissettiğiniz bir ortam...
Irk, din, dil, yaş, cinsiyet, etnik köken farklarını ortadan kaldıran büyük bir güç müzik. Festivalin açış konuşmasını yapan rock müziğin ‘Patron’u Bruce Springsteen de müziğin anlamı üzerine görüşlerini anlatırken bu konuya değindi. Müzik türleri arasındaki farklılaşmanın ayrışmaya neden olmayacağını şu sözleriyle anlattı:
“İnsani ifade ve deneyimlerin saflığı gitar, tüp, pikap ya da mikroçiplerle sınırlı değildir. Bunu yapmanın doğru ya da katıksız, düz bir yolu yok. Söz konusu olan sadece yapılmış olmasıdır.”
Bir müzisyenin insan olmaktan kaynaklanan duygularını ve deneyimlerini ne şekilde olursa olsun; gitarla, elektronik aletlerle, vokalle ya da bilinmeyen ama kendi yaptığı bir aletle dışavurumundan doğuyor müzik. Onu ne şekilde anlattığı değil, anlatması önemli olan. Gerçek anlamda müziğe punk bakış açısını yansıtıyor Springsteen’in görüşü.
***
Buradan sözü SXSW kapsamında izlediğim bir filme bağlayacağım. Emmett Malloy’un yönettiği “Big Easy Express”in dünyadaki ilk gösterimi yapıldı Austin’de. Bir müzik belgeseli niteliğindeki film, Mumford & Sons, Edward Sharpe & The Magnetic Zeros ve Old Crow Medicine Show adlı üç ayrı grubun geçen yıl Amerika’da eski bir trenle çıktığı turneyi anlatıyor.
Müzisyenler Kaliforniya’dan Teksas’a, Oakland’dan New Orleans’a kadar farklı yerlere uğrayıp konser vermek için kilometrelerce yol kat etmiş; Malloy da onlarla birlikte düşmüş yola.
Filmde beni en çok etkileyen nokta, müzisyenlerin nasıl gelişeceğini bilmedikleri bir maceraya atılırken duydukları heyecan oldu. Filmin gösterimi sonrasında izleyicilerin sorularını yanıtlarken, bunun kendileri için tinsel bir deneyim olduğunu anlattılar.
Yolculuk sırasında verdikleri molalarda bozkırda kendi kendilerine çalıp söyleyişleri, tren hızla giderken kendilerini eğlendirmek için yaptıkları müzik, insan olmayla ilgili en güzel deneyimleri yansıtıyordu. Springsteen’in dediği gibi, önemli olan söyleyeceklerini ne aracılığıyla söyledikleri değil, sadece söylemeleriydi...
Müziğin saflığı tam da bu noktada. İnanmadığınız bir şeyi tüm dünyaya karşı haykıramaz, onu milyonlarca insanla paylaşmak istemezsiniz. Üstelik bir kere söyleseniz bile dünya döndüğü sürece o şarkı çalınır, duyulur, sizin kimliğiniz olur.
James Brown, yıllar önce bir konserinde Bruce Springsteen’in adını anımsayamadığı için “Mr. Born in the USA de aramızda" demiş. Springsteen, bu anısını gülerek anlatıyor; hiç üzülmemiş bu duruma, aksine James Brown’un kendisinin şarkısını bilmesinden gurur duymuş.
Müzik, etkisini yıllar geçse de saflığını yitirmeyecek şarkılardan, duygulardan alıyor ve bana içinde yaşadığımız ülkedeki sıkıntılara dayanma gücü veriyor. Sizin de günleriniz müzikle dolsun!
(Not: Bu yazıyı geçen haftaki sayı için yazmıştım ama yayınlanamadı. Yazı, 13-19 Mart'ta Austin'de geçindiğim haftayı anlatıyor.)
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 1 Nisan 2012
Geçen haftayı Teksas’ın başkenti Austin’deki bir müzik festivalinde geçiren ve o sürede adeta dünyanın geri kalanıyla bağlarını koparan bir yazar ne yazar? Bence insanoğlunun en büyüleyici keşiflerinden birisi olan müzik hakkında yazar.
Bugün bu yazıyı okuduğunuz dakikalar boyunca sizleri farklı bir dünyaya götürmek istiyorum. Savaşın, katliamın olmadığı, insanların canlı müzik dinleyip yeni grupları keşfetmek için yüzlerce mekan arasında günlerce mekik dokuduğu bir atmosfer düşünün.
Austin'deki South by Southwest (SXSW) adlı festivalde böyle bir ortam vardı. Yorgunluktan bayılacak kadar koşuşsanız da, ayaklarınız su toplasa da, uykusuz kalsanız da yüzünüzün güldüğü bir ortam. Müziğin gücünü ve saflığını iliklerinize kadar hissettiğiniz bir ortam...
Irk, din, dil, yaş, cinsiyet, etnik köken farklarını ortadan kaldıran büyük bir güç müzik. Festivalin açış konuşmasını yapan rock müziğin ‘Patron’u Bruce Springsteen de müziğin anlamı üzerine görüşlerini anlatırken bu konuya değindi. Müzik türleri arasındaki farklılaşmanın ayrışmaya neden olmayacağını şu sözleriyle anlattı:
“İnsani ifade ve deneyimlerin saflığı gitar, tüp, pikap ya da mikroçiplerle sınırlı değildir. Bunu yapmanın doğru ya da katıksız, düz bir yolu yok. Söz konusu olan sadece yapılmış olmasıdır.”
Bir müzisyenin insan olmaktan kaynaklanan duygularını ve deneyimlerini ne şekilde olursa olsun; gitarla, elektronik aletlerle, vokalle ya da bilinmeyen ama kendi yaptığı bir aletle dışavurumundan doğuyor müzik. Onu ne şekilde anlattığı değil, anlatması önemli olan. Gerçek anlamda müziğe punk bakış açısını yansıtıyor Springsteen’in görüşü.
***
Buradan sözü SXSW kapsamında izlediğim bir filme bağlayacağım. Emmett Malloy’un yönettiği “Big Easy Express”in dünyadaki ilk gösterimi yapıldı Austin’de. Bir müzik belgeseli niteliğindeki film, Mumford & Sons, Edward Sharpe & The Magnetic Zeros ve Old Crow Medicine Show adlı üç ayrı grubun geçen yıl Amerika’da eski bir trenle çıktığı turneyi anlatıyor.
Müzisyenler Kaliforniya’dan Teksas’a, Oakland’dan New Orleans’a kadar farklı yerlere uğrayıp konser vermek için kilometrelerce yol kat etmiş; Malloy da onlarla birlikte düşmüş yola.
Filmde beni en çok etkileyen nokta, müzisyenlerin nasıl gelişeceğini bilmedikleri bir maceraya atılırken duydukları heyecan oldu. Filmin gösterimi sonrasında izleyicilerin sorularını yanıtlarken, bunun kendileri için tinsel bir deneyim olduğunu anlattılar.
Yolculuk sırasında verdikleri molalarda bozkırda kendi kendilerine çalıp söyleyişleri, tren hızla giderken kendilerini eğlendirmek için yaptıkları müzik, insan olmayla ilgili en güzel deneyimleri yansıtıyordu. Springsteen’in dediği gibi, önemli olan söyleyeceklerini ne aracılığıyla söyledikleri değil, sadece söylemeleriydi...
Müziğin saflığı tam da bu noktada. İnanmadığınız bir şeyi tüm dünyaya karşı haykıramaz, onu milyonlarca insanla paylaşmak istemezsiniz. Üstelik bir kere söyleseniz bile dünya döndüğü sürece o şarkı çalınır, duyulur, sizin kimliğiniz olur.
James Brown, yıllar önce bir konserinde Bruce Springsteen’in adını anımsayamadığı için “Mr. Born in the USA de aramızda" demiş. Springsteen, bu anısını gülerek anlatıyor; hiç üzülmemiş bu duruma, aksine James Brown’un kendisinin şarkısını bilmesinden gurur duymuş.
Müzik, etkisini yıllar geçse de saflığını yitirmeyecek şarkılardan, duygulardan alıyor ve bana içinde yaşadığımız ülkedeki sıkıntılara dayanma gücü veriyor. Sizin de günleriniz müzikle dolsun!
(Not: Bu yazıyı geçen haftaki sayı için yazmıştım ama yayınlanamadı. Yazı, 13-19 Mart'ta Austin'de geçindiğim haftayı anlatıyor.)