31 Ocak 2010 Pazar

Emperyalizmin Haiti felaketi

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 31 Ocak 2010

2010, insan doğasına olan inancımı sarsan olaylarla devam ediyor. Haiti’deki depremden sonra yaşananlar ise, bu sarsıntıyı doruk noktasına çıkardı. Ölü sayısının yüz bini bulduğu söylenen bir yerde, toplu mezarlığın ortasında, aç, susuz günlerdir sokakta yatıyor Haiti halkı...

Zaten borç batağı içinde kıvranan yoksul bir ülkeyi silindir gibi ezip geçen deprem, sonuçta doğal bir felaket. Ancak Haiti’nin koşullarını yakından incelerseniz, bir bakıma da hiç doğal değil...

Depremin yarattığı yıkım, ülkedeki aşırı yoksulluğun etkisiyle çok daha büyük boyutlara ulaştı. Şimdi Batı medyasındaki yorumcular, Haiti’deki evlerin yüzde 60’ının uygun olmayan zeminler üzerine inşa edildiğini, bu nedenle zararın çok olduğunu tekrarlayıp duruyor.

Bu doğru; ama evlerin o zeminlere yapılmasını kim sağladı?

***

Emperyalist ülkeler, neoliberal politikaları dayatıp, ormanlık alanları yok etmeseydi, zarar bu kadar olur muydu? Sömürgeci devletler, rant için ülkedeki zenginleri kışkırtan politikalar izlemeseydi Haiti bu kadar geri kalır mıydı?

Amerika, Castro’ya karşı antikomünist güç dengesini gözetip, Haiti’de diktatör Duvalier ailesine destek vermeseydi, ülke bugün bu durumda mı olurdu?

Bebe Doc Duvalier, 1970 ve 80’lerde Haiti’yi Amerikan sermayesinin sömürüsüne açmasaydı, toprakları yağmalanan çiftçiler iş bulmak umuduyla başkent Port-au-Prince’e akın eder miydi? Nüfusu 1950’lerde 50 bin olan bir kent, bugün 2 milyon insanın yaşadığı bir kent olur muydu?

1980’lerde halk tarafından toprak reformu yapması umuduyla Cumhurbaşkanı seçilen Jean-Bertrand Aristide, 1991’de Amerikan destekli bir darbe ile görevden alınmasaydı, Haiti toprakları rahatça yabancı sermayeye peşkeş çekilir miydi?

Amerika, Aristide hükümetini dize getirmek için ambargo başlatmasaydı, Haiti halkı bu kadar yoksul olur muydu?

1994’te Bill Clinton adaya asker gönderdiğinde, göreve iade edilen Aristide, neoliberal planları uygulamaya razı olmasaydı, Haiti bugünkü kadar geri kalır mıydı?

Amerikan hükümeti, 2004’te Haiti’nin yönetici seçkinleriyle işbirliği yapıp, Aristide hükümetini deviren ölüm timlerine arka çıkmasa, Birleşmiş Milletler ülkeye asker yığabilir miydi?

Yığılan o güçler, yoksulluğu ve yolsuzluğu gidermeye çalışacak yerde, orman yağmasının, yolsuzluğun önünü daha da açmasaydı, ülkenin altını üstüne getiren doğal felaketlerin etkisi bu kadar aşırı olabilir miydi?

Neoliberal politikaları uygulamak üzere başa getirilen Gerard Latortue hükümeti, ambargo sonrasında ülkeye giren milyarlarca doları şahsi hesaplara aktarabilir miydi?

***

2006’da Cumhurbaşkanı seçilen ve Amerikan planlarını uygulamaya devam eden Rene Preval, görünürde iktidarını sürdürürken, emperyalizm Haiti’yi sömürmeye devam ediyor.

Şimdi de Obama hükümeti, deprem bahanesiyle adaya asker yığıyor. Haiti’ye deprem nedeniyle 100 milyon dolar yardım yapılacağı sözünü vermiş Obama...

Eğer gerçekten yardım etmek istese, ülkeye verdikleri bunca zararı da düşünerek, tüm borçlarını silmesi gerekir. Ama silmez... Çünkü Haiti, hâlâ Inter-American bankasına yüklü miktarlarda borç ödüyor.

Amerika, bildiğiniz gibi, bankaları kurtarmak için insanların harcanmasıyla ünlü. Kapitalizmin altın kurallarının başkandan başkana değişmediği bir ülke, kendi halkı için yapmadığını Haiti halkı için yapar mı?

Bakın Amerika'da aşırı sağın önde gelen figürlerinden Pat Robertson ne diyor? Haiti halkı, 200 yıl önce Fransız sömürgecilere isyan edip özgürlüğünü kazandığı için cezalandırılmış....

Sözün bittiği noktadır bu...

24 Ocak 2010 Pazar

Kitap insandır

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 24 Ocak 2010

Geçen hafta birkaç günü kar fırtınası altındaki Berlin’de geçirdim. Kenti esir alan soğuk hava dalgası, öylesine güçlüydü ki, bende istem dışı titremeye yol açtı. Bir yerde okumuştum; insan, bir kenti sağanak yağmur altında görürse, orayı daha zor unuturmuş. Yaşanan güç koşulların etkisinden olsa gerek.

Bilim açısından ne derece geçerli bir bilgi tam emin değilim; ama bu doğruysa, aynı mantığı yürüterek, benim Berlin’i unutmamın hiç mümkün olmadığını söyleyebilirim. Gerçekten de, kar fırtınası ve dondurucu soğuk, orada geçirdiğim günleri hafızama kazıdı.

Ama Berlin’i daima hatırlamamı sağlayacak asıl faktör başkaydı. Öyle etkileyici bir anıt gördüm ki, tam anlamıyla sarsıldım. Herkesin kendini eve kapadığı bir gün, ben kendimi sokağa atıp Bebelplatz’a gittim.

Humboldt Üniversitesi, “Alte Bibliothek” adlı eski kütüphane, tarihi opera binası ve St. Hedwig Katedrali’nin yer aldığı geniş bir meydan Bebelplatz. Bugünkü ismi, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) kurucularından August Bebel’in soyadından geliyor.

Ancak 1911 ile 1947 tarihleri arasında Avusturya İmparatoru’nun adı verilerek “Kaiser-Franz-Josef-Platz” denmiş buraya. 1741-1743 yılları arasında inşa edilen meydan, kim bilir neler gördü, neler geçirdi yüzyıllar boyunca?..

Onca olay arasında en unutulmazı 20. yüzyılda yaşanmış olmalı ki, çok sade ama müthiş çarpıcı bir anıtla simgeleştirilmiş o an. Anıtlar, her zaman iyi ya da güzel olanı hatırlatmıyor ne yazık ki...



Bebelplatz’daki anıt da, tarihin en büyük utançlarından birisini ölümsüzleştirmiş. Micha Ullman adlı sanatçı, 10 Mayıs 1933’te Nazi gençlik örgütünden öğrencilerin gerçekleştirdiği kitap yakma olayını, herkese ders olması için, bu anıtla gelecek kuşaklara aktarmış.

Meydanın ortasındaki taş zeminde, kenarları çerçevelenmiş, kare şeklinde transparan bir panel görüyorsunuz. Merak edip yaklaşınca, yerin altında bir kütüphaneyle karşılaşıyorsunuz. Fakat beyaz bir ışıkla aydınlatılan beyaz renkli kitap rafları bomboş...

1933’te, gençlerin, Nazilerin yasakladığı ve kütüphanelerden toplanan kitapları yakışını simgeliyor bu raflar. Aslında yakılan 20 bin kitabın sığacağı kadar geniş bir kütüphane var yerin altında...

77 yıl önce ateşe verilen o kitaplar arasında August Bebel, Bertolt Brecht, Karl Marx, Heinrich Heine, Sigmund Freud ve Albert Einstein’ın da kitapları vardı. Sözcükler kül olup giderken, büyük bir kalabalık da olan biteni izlemişti.

Anıt çevresinde şair Heinrich Heine’ın çerçeve içine alınan şu sözü dikkat çekici: “Sonunda, insanlığı da kitapları yaktıkları yerde yakacaklar.” Heine, bu sözü 1820’de söylemiş. Onun 19. yüzyılda öngördüğü felaket, 20. yüzyılda gerçekleşti. Naziler, kitaplar gibi insanları da yaktı...

Ama düşünceler ölmedi! Humboldt Üniversitesi’nin öğrencileri her yıl 10 Mayıs’ta bu utancı hatırlatmak için aynı meydanda kitap satışı düzenliyor. Herkes istediği kitabı alıp okuyor!

Bugün 21. yüzyılda hâlâ kitap yasaklayanların, gidip o anıtın çevresinde biraz zaman geçirmesini dilerim.

18 Ocak 2010 Pazartesi

İslam paranoyası yine depreşti

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 17 Ocak 2010

Yeni bir yıla girdiğimiz bugünlerde, Amerika’da Müslüman paranoyası yeniden depreşti. Aslında bu, 11 Eylül’den beri ülkedeki aşırı sağ kesimin aklından ve ruhundan çıkmış değildi. Ama toplumda yeniden başat rol oynaması için bir kıvılcım gerekiyordu. O da bulundu...

Noel günü Amsterdam’dan kalkıp Detroit’e gitmek üzere havalanan bir Amerikan uçağında terörist eylem girişimi meydana geldi. 23 yaşındaki bir Nijeryalı, uçağı havaya uçurmaya kalkınca ülke alarma geçti. Aşırı sağ, bu olayı kullanıp içinde biriken öfkeyi kusmakta gecikmedi.

Son haftalarda Amerikan medyasını izlediğinizde şu tür cümleler duyuyorsunuz:

18-28 yaşları arasındaki Müslüman erkeklerin, strip search (yolcunun kıyafetlerini tamamen çıkararakya da X-ray makinelerinden geçirilerek yapılan tüm vücut taraması) yöntemiyle aranması gerekir.” (Emekli General Thomas McInerney)

İslam bir din değil, ideolojidir.” (Emekli General Thomas McInerney)

Adı Abdullah, Ahmet ya da Muhammet olanların ayrılıp incelenmesi için ayrı bir sıra olmalı.” (Radyo programcısı Mike Gallagher)

“Bu teröristlerin hepsi Müslüman. Bizim bugünkü ana düşmanımız da bu. O zaman neden insanları dinlerine göre ayrıştırıp izlemeyelim?” (Cumhuriyetçi Temsilciler Meclisi Üyesi Peter King)

Bütün bu garip düşünceleri savunanlara sormak lazım: Peki, o zaman havalanında insanlara hangi dinden olduklarını mı soracaksınız?

Ya İslam dinine mensup yüzbinlerce Amerikan vatandaşını ne yapacaksınız?

Müslümanlar doğrudan terörist muamelesi mi görecek?

Bu durum, Nazilerin Yahudilere karşı uyguladığı muameleyi hatırlatmıyor mu?

***

Ben bunları soruyorum ama sanırım Obama yönetiminde bu basit mantığı yürütecek kimse yok... Çünkü Detroit uçağındaki olaydan sonra, Amerika, 14 ülkelik bir liste yayımlayarak, bu ülkelerden gelen yolculara “potansiyel terörist muamelesi” yapan bir güvenlik uygulaması başlattı.

Listede yer alan ülkeler, Küba, İran, Sudan, Suriye, Afganistan, Cezayir, Irak, Lübnan, Libya, Suudi Arabistan ve Somali. Bu ülkelerden ABD’ye gidecek olanlar, bundan sonra, tüm vücut taraması dahil çeşitli aramalardan geçirilecek.

Kimileri, Amerika’nın terör saldırılarını önlemek için bu yöntemleri uygulamak zorunda olduğunu söylüyor. Onlara şunları soruyorum:

-Nijeryalı terörist, üzerindeki bomba düzeneğiyle nasıl bir dizi güvenlik kontrolünden geçip Detroit uçağına binebildi?

-Babasının haftalar önce Amerikalı yetkilileri uyarmasına karşın, bu kişi neden uçuş yasaklılar listesine konmadı?

-Vizesi neden iptal edilmedi?

Obama bile bu işte güvenlik açığı olduğunu itiraf etmek durumunda kaldı. 11 Eylül olayında da, inanılmaz güvenlik açıkları ortaya çıkmamış mıydı?

Görünen o ki, Obama yönetimi, bu duruma çare arayacağına, ayrımcılığı körükleyen uygulamalarla Bush’un izinden gidiyor.

***

Bütün bunların Obama’nın Batılı dostlarıyla İran’a karşı yeni yaptırımları konuştuğu, Hillary Clinton’ın Yemen’deki durumun küresel bir tehdit oluşturduğunu söylediği, Amerika’nın Afganistan’daki savaşı hızlandırdığı günlere denk gelmesi de oldukça ilginç...

Söyler misiniz bana, yaşlı, çocuk, bakkal, manav, öğretmen demeden bütün bir ulusu teröristlerle aynı kaba koymanın mantığı nedir? Ne gibi bir ortak noktaları olabilir bu insanların? Müslüman olmak mı?..

Terörle mücadelenin yolu, başka dinden olanlara peşinen terörist muamelesi yapmaktan mı geçiyor?

Elbette geçmiyor ve emperyalist devletler de bunu çok iyi biliyor. Ama onların bildiği bir şey daha var: Din ve ırk temelinde ayrışma, lanet olası savaşları sürdürmeye yarıyor...

11 Ocak 2010 Pazartesi

Türkiye de TSSB’ye mi tutuldu?

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 10 Ocak 2010

AlterNet’in Washington Büro Şefi Adele M. Stan, Amerikan halkının PTSD (Post-traumatic stress disorder) hastalığına tutulduğunu söylüyor. Türkçe’de Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) olarak tanımlanan bu psikolojik rahatsızlık, Stan’a göre son 10 yılda Amerika’da yaşanan 13 olayın sonucu...

Bunların başlıcalarını şöyle sıralamak olanaklı:
-2000’deki Başkanlık seçiminde Amerikan demokrasisinin aldığı zarar
-11 Eylül olayı -Enron ve WorldCom skandalları
-Irak ve Afganistan’da yürütülen savaşlar
-Korku politikası kartını oynayan Bush’un ikinci kez başkan seçilmesi
-Ebu Garib ve Guantanamo’daki işkenceler
-Terörle mücadele kapsamında izleme ve dinleme yetkilerini genişleten “Patriot Act” adlı iç güvenlik yasası
-Katrina fırtınası ve sonrasındaki dram
-Ekonomik yıkım
-İlk siyahi Başkan’ın seçilmesiyle aşırı sağın yaşadığı travma ve bunun tetiklediği ırkçı kampanya
-Obama’nın sağlık reformu yasasını engelleme girişimleri, sosyalistlik iddiası ve “Tea Party” hareketiyle karşı travmaya sürüklenen Amerikan solu...

Bütün bunların, Amerikan toplumunda yerleşik bir inancı, “Amerikan Ayrıcalığı” (American exceptionalism) fikrinin yıkımına neden olduğunu belirtiyor Stan.

"Yaratıcılık ve çok çalışma gibi Tanrı vergisi faziletlere sahip her Amerikalının, gelişmiş demokrasiyle bezenmiş ülkesinde, diğer insanlardan daha üstün bir durumda olduğu fikrinin” sarsıntıya uğradığını söylüyor.

Bu gelişmelerin sonucunda, toplum, ulusal kimlik bunalımına giriyor ve yaşanan travmaya doğal tepki olarak öfke krizleri gündeme geliyor.

***

Amerika’nın bu sarsıcı 10 yıllık sürecinin yarısını New York’ta bizzat yaşadım. “Amerikan Ayrıcalığı” düşüncesinin nasıl çöktüğüne ve toplumsal kesimler arasındaki kavganın nasıl şiddetlendiğine tanık oldum.

2000’li yıllarda Türkiye’de olanlara bakınca, bugün Türk halkının da Amerika gibi TSSB hastalığına yakalanmış olduğunu söylemek olanaklı...

Gerçi Türkiye’de hiçbir zaman Amerika’daki gibi bir “ayrıcalık” düşüncesi var olmadı. Türkiye'de halk, hiçbir zaman ülkesinin diğer ülkelere göre her açıdan üstün olduğuna inanmış değildi.

Ama burada başka bir büyük yıkım vardı: Türkiye’de birlik, beraberlik düşüncesi, bir arada yaşama kültürü sarsıldı; etnik kimliğe göre ayrışma görülmedik şekilde ortaya çıktı. Bir ülkeyi ulus yapan değerlerin çevresinde oluşan bütünlük zarar gördü.

İçi boş çıkan açılımlar, toplumda derin bir hayal kırıklığı yaratırken, artan terörist saldırılar güvenlik duygusunu yerle bir etti.

Laikliğe karşı odak olduğu Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla saptanan bir iktidarın yönetiminde endişeler arttı.

Ardı ardına gelen şoklar bunlarla da sınırlı kalmadı. Hakkını aradığı için sokaklarda polislerce dövülüp, üzerlerine gaz bombaları atılan işçiler, aldığı aylık 31 lira zamla yaşamaya çalışan asgari ücretli ve umudunu yitiren işsiz milyonlar, son 8 yılın unutulmaz dramlarını yaşattı Türk halkına.

***

Bugünlerde kiminle konuşsanız, ülkede huzur ve barış içinde yaşama umudunun yok olduğunu söylüyor. Türkiye, bu büyük toplumsal travmaların etkisiyle ciddi bir stres bozukluğu yaşıyor.

Yeni yıla umutla başlamak isterdim ama uzmanların söylediğine göre, psikolojide bu hastalığın tedavisinde ilk aşama, sorunun varlığını kabul edip, ona neden olan düşünceleri belirlemek. Önerilen terapide, yeniden dengeyi sağlayacak normal bir düşünce sistemi hayata geçirilmeye çalışılıyor.

Türkiye’nin yapması gereken de bu. Normalleşmenin sağlanması için, travmayı yaratan sorunları açıkça ve sakin bir şekilde konuşmak gerekiyor. Terapistlik görevi de herhalde deneyimli akil adamlara düşecek...

3 Ocak 2010 Pazar

Çin zenginleşirken...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 3 Ocak 2010

2009’da dünyada birçok önemli gelişme yaşandı. Siyasal, ekonomik ve toplumsal açıdan devrim niteliğinde olaylar oldu. Bunların etkileri, hiç kuşkusuz yeni yılda da devam edecek.

Geçen yılki en çarpıcı gelişmelerden birisi, dünya ekonomisinin yükselen yıldızı Çin’indeki hızlı zenginleşmeydi. Yabancı medyanın yanı sıra, Çin’de yayımlanan İngilizce kaynakları izlediğinizde, ülkedeki bu baş döndürücü gelişmeye tanık oluyorsunuz.

Bugün artık Amerika'yla birlikte küresel ekonomiyi yönlendiren iki başat aktörden birisi Çin. Son açıklanan rakamlar, ülkede zenginlerin toplam servetinin 571 milyar doların üzerine çıktığını gösteriyor...

Çin kaynakları, çok sayıda gizli zenginin emlak ve yatırım sektöründe faaliyet gösterdiğini yazıyor. Şanghay merkezli araştırma kuruluşu Hurun’un kurucusu Rupert Hoogewerf’in açıkladığına göre, ülkede 2004 yılından bu yana zengin sayısı 10’a katlanmış...

***

Peki komünist bir ekonomide bu nasıl oluyor? “Çin, kapitalist mi komünist mi?” tartışmasına burada ayrıntısıyla girmeyeceğim. Ancak bir noktayı belirtmek gerekir.

Kimisi Çin’in kapitalizme geçiş sürecinde olduğunu söylüyor; kimisi de ülkenin, çıkışı, sosyalist pazar ekonomisi adı verilen kendine özgü bir sistemde bulduğunu savunuyor...

Bana sorarsanız, emeğe saygı ilkesini, yani sosyalizmin en temel dayanağını ayaklar altına alan bir sistemi, sosyalizm olarak nitelemek aymazlıktır. Çin, bugün dünyada emek sömürüsünün kapitalist sistemlerden bile daha fazla yaşandığı bir ülke haline geldi. “Pazar ekonomisi” ifadesinin önüne “sosyal” sözcüğünü getirmekle sosyalizm olmaz...

Konunun beni en çok düşündüren bir diğer yanıysa, Çin’de zenginle fakir arasında giderek açılan uçurum... Geçtiğimiz günlerde China Daily gazetesinde bu konuda bir haber yayımlandı.

Zhejiang Sosyal Bilimler Akademisi, aralarında kamu görevlileri, işadamları ve çiftçilerin de olduğu 10 ayrı grup üzerinde bir araştırma yapmış. Çıkan sonuca göre, katılımcıların yüzde 57’si bu uçurumun giderek daha da artacağını düşünüyor...

Çin toplumu için gerçekten ciddi bir sorun bu. Çünkü “Zenginlere karşı kızgınlık duyuyor musunuz?” sorusuna “Hayır” yanıtı verenlerin oranı sadece yüzde 4... ("Evet" yanıtı veren % 96'lık kesimin % 23’ü, şiddetli öfke duyduğunu belirtmiş.) Bir yandan da, sokaklarda lüks arabalara yapılan saldırıların arttığı haberleri geliyor...

Şanghay Üniversitesi’nde görev yapan Prof. Qui Liping, öfkenin bütün zenginlere değil, etik dışı yöntemlerle zenginleşenlere karşı olduğu düşüncesinde. Asıl sorun da bu zaten. Açıktır ki, burada etik dışı olarak tanımlanan yöntem, fakirin, işçinin emeğini sömürmeye dayanıyor...

Çin’de yükselen emlak fiyatlarının arkasında da piyasada faaliyet gösteren zengin spekülatörler var. Bunlar engellenmediği sürece, gelir dağılımındaki uçurum derinleştikçe, zengine duyulan öfkenin önüne nasıl geçilecek?

***

Bu sorunun yanıtını almak için, Çin’i yakından izlemek gerek. Dünyanın rotasını 2010’da da önemli ölçüde Amerikan kapitalizmi ile Çin “komünizminin” gidişatı belirleyecek.

Durum gerçekten ilginç: Birisi, “özgürlük” ve “demokrasi” sloganları atarken, tamamen şirketlerin diktasına mahkum olmuş durumda; diğeri de, “eşitlik” hayaliyle girdiği yolda, emek sömüren gizli zenginler sınıfına teslim olmak üzere...

Belki bir kez daha hatırlatmakta fayda var: İnsanlığın ilerlemesinin yolu, insanın kendi türü, doğa ve toplum karşısında bilinçlenmesinden geçiyor. O bilinçlenmenin sonu, emek sömürüsünü ortadan kaldıran özgürlükçü gerçek sosyalizme çıkar.

Bakalım insanoğlunun bu yoldaki macerası nasıl sürecek?