27 Eylül 2010 Pazartesi

Demokratlar zorda

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 26 Eylül 2010

Amerika’da kasım ayında yapılacak ara seçimlere beş hafta kala siyaset sahnesi iyice kızıştı. Ara seçimler, bu ülkede dört yıl için seçilen başkanın göreve başlamasından iki yıl sonra yapılıyor. Böylece, 435 sandalyeli Temsilciler Meclisi'nin (TM) bütün üyeleri, 100 sandalyeli Senato’nun üçte biri ve bazı valiler yenileniyor.

Bu yıl, 2 Kasım’da gerçekleşecek ara seçim, Başkan Obama ve Demokratlar için bir tür güven oylaması anlamını taşırken, Cumhuriyetçiler için de 2012 başkanlık seçimi için bir işaret olarak yorumlanıyor.

Ülkede yaşanan ağır ekonomik krizin etkilerinin hâlâ sürmesi, işsizlik, küçük ve orta ölçekli işletmelerin yaşadığı sıkıntıların aşılamaması ve bunu izleyen iflaslar, Obama’ya yöneltilen eleştirinin dozunu artırmış durumda...

Bununla birlikte Afganistan’da süren savaş, Obama’nın bu konuda Bush dönemi politikalarını izleyen tutumu, Amerikan halkında, özellikle Demokrat seçmende yılgınlık yaratıyor.

Öyle görünüyor ki, büyük umutlarla iş başına gelen, kurtarıcı gözüyle bakılan Obama, aradan geçen iki yılda beklentileri büyük ölçüde karşılayamadı. Bunu, her seçim öncesinde olduğu gibi, ardı ardına açıklanan kamuoyu araştırmalarından da anlamak mümkün.

***

Son olarak açıklanan araştırmalardan birisi, George Washington Üniversitesi’nin Politico gazetesi için yaptığı çalışmaydı.

Buna göre halkın çoğunluğu, gelecek seçimde Cumhuriyetçilerin hem Senato’da hem de TM'de çoğunluğu ele geçireceğine inanıyor. Bu düşüncede olanların oranı, diğerlerine göre yüzde 9 oranında fazla. Kararsızların oranı ise, yüzde 17-19 arasında...

Associated Press-GfK araştırması ise, ülkenin gidişatı ve Obama’nın başkan olarak gösterdiği performansa odaklanmış. Bulunan sonuçlara göre, seçmenlerin yüzde 57’si ülkenin gidişatından memnun değil. (Bu oran, ocak ayında yüzde 50’ydi.) Obama’nın performansından memnun olmayanların oranı yüzde 50. (Bu oran, ocak ayında yüzde 42’ydi.)

Seçmenlerin yüzde 40’ının kendisini “Tea Party Movement” (aşırı sağcı kanadın başlattığı Çay Partisi Hareketi) destekçisi olarak tanımlaması da ilginç bir bulgu. Bu hareketin destekçilerinin çok büyük oranda Cumhuriyetçi Parti adaylarına oy vereceğini de göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Ancak Amerika’da tabandan gelişen statüko karşıtı bir hareket gibi gösterilen Çay Partisi Hareketi’nin şu ana kadar ön seçimlerde kazandığı başarılara da temkinli yaklaşmak lazım. CBS News/ New York Times için 10-14 Eylül tarihleri arasında yapılan bir araştırmaya göre, bu hareketi onaylamadığını söyleyenlerin oranı yüzde 63...

Bir diğer ilginç sonuç da, Amerikan halkının Kongre üyelerinden memnun olmaması... Demokrat üyelerden memnun olmadığını söyleyenler yüzde 58’ken, Cumhuriyetçilerden memnun olmayanlar yüzde 68... Anlaşılan Amerikan Kongresi’ne yönelik çok büyük bir memnuniyetsizlik söz konusu.

***

Cumhuriyetçilerin bu seçimlerde TM'de üstünlüğü sağlaması için 39, Senato’da öne geçmek içinse 10 koltuğu daha kazanmaları gerekiyor. Ülkedeki siyasi atmosfere ve kamuoyu araştırmalarına bakılırsa, Cumhuriyetçiler şu anda bu hedefi gerçekleştirmeye yakın gözüküyor.

Beş hafta siyasette az zaman değil... Bakalım Obama ve Demokratlar bu durumu değiştirebilecek mi?

Aksi halde Başkan’ı zor günler bekliyor; kalan iki yılını Cumhuriyetçilerin egemenliğindeki Kongre ile mücadele etmekle geçirecek demektir...

Belki de Amerikan halkı bu olasılık yüzünden 2 Kasım’da sandığa gitme konusunda çok kararlı gözüküyor. (Bu oran, Cumhuriyetçilerde yüzde 95, Demokratlarda yüzde 85.)

Belli ki, Amerika’da kasım seçimleri oldukça çekişmeli geçecek.

-

19 Eylül 2010 Pazar

Sol değil, onlar döndü!

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 19 Eylül 2010

Referandum öncesinde Habertürk TV’de Başbakan’la yapılan söyleşiler, Türk medya tarihine geçti. Ama olumlu bir örnek olarak değil; bir gazetecinin iktidar karşısında nasıl diz çöktüğünü göstermesi bakımından olumsuz bir örnek olarak geçti. Üzerinde de çok yazılıp çizildi. Ben sadece söyleşinin bir yönüne dikkat çekeceğim...

Şöyle bir diyalog geçiyor Yiğit Bulut ile Başbakan arasında...

Y.B.: "Ben dışardan gelsem sizi sol politikacı sanırım. Çünkü anlattığınız bütün politikalar aşağıdaki sınıfların yukarıya doğru evrimleşmesine katkıda bulunacak politikalar."

RTE: "Bunu sol olarak değerlendirmeyin de, biz biliyorsunuz Türkiye'de siyasetin merkezine geldik. Geldik yerleştik. Biz aslında sosyal adaletli bir politikayı istiyoruz."

İktidar yandaşlığında çığır açılan bir andı bu... Düşünün; haklarını arayan işçileri terörist diye damgalayan, üzerlerine kış günü tazyikli su ve gaz bombası atan bir iktidarın lideri “sol politikacıya” benzetiliyor...

Uluslararası sermayenin desteğiyle işbaşına gelen, işçilerin haklarını vermek şöyle dursun gasp eden, kamu emekçisine grevsiz toplusözleşme öneren, sendika seçimlerine müdahale edip iktidar yanlısı işbirlikçileri göreve getiren, en büyük kamusal değerleri özelleştirme adı altında uluslararası sermayeye peşkeş çeken bir iktidar “sol” gösterilme aymazlığına düşülüyor...

***

AKP iktidarı ve sosyal adalet arasındaki ilişkiyi -daha doğrusu ilişkisizliği- tek bir örnekle açıklayabilirim.

Son aylarda devlet hastanelerinde epeyce zaman geçirdim. Ne oluyor biliyor musunuz?

Paranız varsa kıdemli doktorlara ulaşabiliyor, yoksa poliklinikte saatlerce bekleyip uzman doktorları görüyorsunuz. Sonra doktorun istediği testleri yaptırabilmek için yine vezneye gidiyorsunuz. Bir dar gelirlinin ödemesinin mümkün olmadığı kadar yüksek meblağlar tutuyor bunlar.

Testleriniz daha önce çıksın istiyorsanız, ek ücret yatırıyorsunuz. Sırada önünüzde duran sigortalı emekçinin parası olmadığı için boynunu büküp testleri iptal ettirişini izliyorsunuz...

Sonra yazılan ilaçları almak için eczaneye gidiyorsunuz; sigortanız da olsa “katkı payı” adı altında yüklü miktarda para veriyorsunuz.

Kısacası, paranız yeterse tedavi oluyorsunuz; daha çok varsa daha iyi ve hızlı oluyorsunuz. Bunların yaşandığı bir ülkede iktidardaki parti, sosyal adaletli bir politika izlediğini iddia edemez!

Sosyal adaletin ilk ve en temel şartı, sağlıkta eşitlik ilkesidir. Sağlık hizmetlerinin eşit, nitelikli ve herkesin ulaşabileceği bir şekilde sunumudur bu. Bunun sağlanması, insan haklarına saygılı, demokratik ülkelerde devletin sorumluluğundadır.

Hadi diyelim politikacılar gerçekleri çarpıtmaya alışkın... Ya sağlıkta eşitlik ilkesini sermayenin çıkarı için ortadan kaldıran bir iktidarı “sol” diye niteleyen “gazeteciye” ne demeli? O noktada artık onun “gazeteciliği” tartışılmaz mı?

***

Bir de yeri gelmişken, neden sağ politikacıları sürekli sol gösterme gayreti var merak ediyorum...

Sol onlara göre bu kadar iyiyse, neden sağdalar? Neden liboşlaşan eski solcular, kendilerini “liberal sol” diye tanımlayarak sol yelpazenin içinde görünmeye çalışıyor? “Artık sağdayım” demek ağırlarına mı gidiyor, yoksa onlara göre de sağ iyi değil mi?

Sağ politikaları savunuyorsanız, durduğunuz yeri kabul etmek daha dürüst bir tavır olmaz mı? Siz döndünüz diye sol politikalar da mı dönmeli? Sömürüyü, kapitalizmi kucaklamak için “yeni sol”, “liberal sol” gibi isimler uydurmak zorunda mısınız?

Sosyal adalet sorununu iktidar açıklasın; bu sorular, kendisi bile cesaret etmezken Başbakan’ı “sol” diye niteleme aymazlığına düşenlere...
_

13 Eylül 2010 Pazartesi

“Mission Accomplished”

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 12 Eylül 2010

Obama, eylül başında yaptığı bir konuşmayla, Irak’taki Amerikan askerlerinin savaş operasyonlarının sona erdiğini açıkladı. İnandınız mı?

7 Mart seçimlerinden bu yana yeni hükümet kurulamadığı için hâlâ Irak’ta başbakanlık koltuğunda oturan Nuri el Maliki, “Bugün Irak egemen ve bağımsızdır” dedi. İnandınız mı?

Bağdat’a giden ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, “Basının artan şiddetten söz etmesine rağmen gerçek şu ki, her şey çok daha farklı, daha güvenli” dedi. İnandınız mı?

Bu soruları soruyorum. Çünkü ben hiçbirine inanmadım...

Nasıl 7 yıl önce Irak’ta kitle imha silahları olduğunu iddia eden Amerikalı politikacılara inanmadıysam; nasıl Irak işgalinin 40. gününde bir savaş gemisinin üzerine çıkıp, “Mission Accomplished” (Görev yerine getirildi) yazılı pankartın önünde “savaşın bittiğini” ilan eden Bush’a inanmadıysam, onlara da öyle inanmıyorum...

Çünkü bu üçü de, bugün Irak’ta oynanan oyunu sürdüren aktörler arasında...

Öyle olmasa Obama, Irak’taki asker sayısı 50 bine indi diye savaş operasyonları bitti diyebilir miydi? Her gün yüzlerce kişinin öldüğü bir ülkede işgalci devletin askerlerinin çatışmalara dahil olmayacağına kim inanır?

Herkes bu aldatmacaya kansa bile, kendilerini sürekli kanlı çatışmaların içinde bulan o 50 bin asker buna inanır mı? Hele kendi komutanları, Irak'taki terör olaylarını gerekçe gösterip oradaki varlıklarının uzayabileceğini söylerken...

***

İşgalci asker sayısının azalmasını “Irak’ın egemen bir devlet olduğu” şeklinde yorumlayan Maliki ise, kendi sözlerine kendisi de inanmıyordur herhalde... Belki de bu açıklamasıyla ABD’yi memnun edip kukla bir başbakan olmanın gereğini yerine getiriyordur...

Ya da rakibi İyad Allavi, son seçimde meclise iki milletvekili daha fazla sokmuş olsa da, Amerika’nın kendisinin başbakan kalması için gösterdiği büyük çabaya karşı minnetini göstermeye çalışıyordur...

Maliki’nin sözleri gerçekten trajikomik... Evet, Irak ile Amerika arasında imzalanan güvenlik anlaşmasına göre, askerlerin Irak’ı terk etmesinden sonra ABD’nin operasyon izni yok.

Ancak Beyaz Saray, bunu aşmanın yolunu buldu...

Amerikan askerleri 2011 yılı sonunda Irak’tan tamamen çekilse bile, onların yerini şu anda sayıları 7 bin olan özel güvenlikçiler alacak ve zaman içinde bu sayı daha da artacak. ABD, bölgedeki amaçlarını gerçekleştirmek için paralı asker sayısını artırıyor, savaşı özelleştiriyor....

***

Gelelim Biden’a... Irak’la ilgili sözleri söylerken geniş güvenlik çemberi altındaki resmi bir binadaydı herhalde... Oralardan durum sakin görünüyor olmalı...

Yoksa son bir ayda 100'den fazla asker ve polis, 400 civarında Iraklının saldırılarda öldüğü yalan mıydı? Bağdat morgunda kimlikleri tespit edilmemiş 20 bin civarında cesedin bulunduğunu yazan The New York Times uydurma haber mi yapmıştı?

Olan şu ki; Obama, Maliki ve Biden, tüm dünyaya Irak’ta işler yolunda mesajı veriyor. Çünkü kasım ayındaki ara seçimden önce Obama’nın buna ihtiyacı var. Savaştan bunalmış, ekonomik açıdan toparlanamamış bir topluma bu mesajı vermek zorunda...

Ancak gerçek şudur: Irak’ta paylaşım gerçekleşmiş, dünyanın ikinci büyük petrol rezervini elinde tutan bu ülke artık Amerika’nın kontrolüne girmiştir. Gelirinin yüzde 95’inden fazlasını petrol ihracından elde eden Irak, global petrol şirketleriyle anlaşmalar imzalamak durumunda kalmıştır.

Artık Obama ve Biden, gönül rahatlığıyla “Mission Accomplished” diyebilir. Global kapitalizm, 21. yüzyılın emperyal güçleriyle el ele görevi yerine getirmiştir...

-

5 Eylül 2010 Pazar

Wyclef Jean ve Haiti

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 5 Eylül 2010

Wyclef Jean’ı tanır mısınız?

Dünyanın en yoksul ülkelerinden Haiti’de doğmuş, küçük yaşlardan itibaren Amerika’da yetişmiş, 38 yaşında bir şarkıcı...

90’larda başarı kazanan The Fugees adlı hip-hop grubunun üyesi...

Bu ünlü müzisyen, bir süre önce, Haiti’de 28 Kasım’da yapılacak seçimlerde devlet başkanlığına adaylığını koydu. Ancak seçim komisyonu adaylık için gerekli şartları tam olarak taşımadığı gerekçesiyle adaylığı onaylamadı.

Ben, hep sanatçıların politikayla ilgilenmelerinden yana oldum. Çünkü ben de, Charles de Gaulle gibi politikanın politikacılara bırakılamayacak kadar ciddi bir iş olduğuna inanıyorum.

Ama Wyclef Jean, adaylık niyetini ilk açıkladığı günden bu yana bunun Haiti için çok kötü bir fikir olduğunu düşündüm. “Neden? O da sanatçı değil mi?” diye sorabilirsiniz. Öyle... Fakat Wyclef Jean’ı değersizleştiren nedenler var.

Kendisi, Haiti’nin seçimle gelen ilk devlet başkanı Jean-Bertrand Aristide’ye karşı 1991 ve 2004’te Amerika öncülüğünde yapılan darbeleri desteklemiş bir sanatçı...

Görevde olduğu süre içinde asgari ücreti yükselten ve halk arasında çok sevilen Aristide, kamu arazilerini yabancılara peşkeş çekmek isteyen güçlere savaş açmıştı.

Tabii bu durum, varlıklı elit kesimin ve başta Amerika olmak üzere ülkede çıkarları bulunan uluslararası güçlerin hiç hoşuna gitmedi. Sonuçta Aristide direnince, darbelerle görevden alınıp Güney Afrika’da yaşamak zorunda bırakıldı.

Bunlar olurken Wycelf Jean sustu. Susmakla da kalmadı; Aristide ve onun öncülüğünde kurulan Haiti’nin en büyük sol partisi Fanmi Lavalas’ın karşısında yer aldı.

Şimdi ise, ocak ayındaki depremde 300 bin kişinin hayatını kaybettiği, sokaklarında milyonlarca evsiz insanın yaşadığı, işsizlikten kırılan bir ülkede çıkmış halka “Korkmayın, ben popülist değilim kapitalistim” diyor...

Sanki halk, 200 yıldır yabancı devletler eliyle kendisini sömüren özel sektörün palazlanmasına ihtiyaç duyuyormuş gibi,,, Sanki halkın yiyecek, temiz su, ilaç, barınak gibi acil gereksinimlerini karşılayacak olan kapitalist sermayeymiş gibi...

Bush döneminde Wyclef’in amcası Haiti’nin Washington Büyükelçiliği’ne atanırken, kendisi de üst düzey Amerikalılarla dostluğu iyice geliştirdi.

Ama sadece Colin Powell, Bill Clinton gibi isimlerle yakınlaşmadı, Amerika’nın Aristide yerine getirdiği şimdiki Devlet Başkanı Rene Preval ile de çok samimi oldu. O kadar ki, Preval tarafından Haiti’nin İyi Niyet Elçisi olarak atandı.

Ne var ki Preval, yasal olarak iki dönemden fazla görev yapamıyor. Bu durumda Haiti üzerinde çeşitli hesapları olan yabancı devletlerin aklına devlet başkanlığı için Wyclef Jean geldi...

Büyük bir umutla devlet başkanlığına adaylığı açıklandı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı ve adaylığı kabul edilmedi... Bakalım bu işin içinden nasıl çıkacak Amerika?

***

Wyclef Jean olayı bana bir kez daha şunu düşündürdü: Sanatçıdan sanatçıya fark var. Kimisi canı pahasına baskıya direnip halkının, ülkesinin çıkarlarını savunur; daima bilimin, sanatın aydınlatıcı ışığını yansıtır topluma.... Kimisi de kendi çıkarları için ya da korkusundan sırnaşır iktidara....

Diyeceğim o ki; her sanatçı aydın değildir. Çünkü gerçek bir aydın, çıkarı için kalemini, sanatını, kişiliğini asla satmaz, avanta için iktidara dalkavukluk yapmaz, ülkesinin değerleri yabancılara peşkeş çekilirken susmaz!

-