31 Ekim 2010 Pazar

Zehirli Süt

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 31 Ekim 2010

“Kongre üyeleri Kongre salonunda partiye göre değil, ana destekçilerine göre otursaydı, nasıl bir tablo olurdu?”

Bu soruyu Mother Jones dergisinin ekim sayısında gazeteci Dave Gilson sordu; yanıtı Steve Brodner’ın çizdiği tablolarda gördük. “Who Owns Congress?” başlıklı makale, Amerika’da 2 Kasım’da yapılacak ara seçimin içyüzünü ortaya seriyor.

Tabloları bu yazıda göstermek olanaklı değil ama ben işin özünü açıklamaya çalışayım. 100 üyeli Senato’da sektörlere göre şirketlerin desteklediği adayların sayısı şöyle:

Finans, sigortacılık ve emlak : 57 / Avukatlık ve lobi firmaları: 25 / Sağlık sektörü: 5 / Tarım sektörü: 3 / Sendikalar: 2 / Enerji ve doğal kaynaklar: 2 / Birden fazla alanda çeşitli işler yürüten firmalar: 2 / İletişim ve elektronik: 1 / Şirket desteği almayan aday sayısı: 3

Demek ki Senato, finans kurumları, avukatlık firmaları ve ilaç şirketlerinden gelen büyük sermayenin güdümünde...

Gelelim iki sandalyenin boş olduğu 435 üyeli Temsilciler Meclisi’ne (TM)...

Burada durum şu: Sendikalar: 159 / Finans, sigortacılık ve emlak: 159 / Sağlık sektörü: 26 / Tarım sektörü: 23 / Avukatlık ve lobi firmaları: 20 / Birden fazla alanda çeşitli işler yürüten firmalar: 18 / Enerji ve doğal kaynaklar: 10 / Savunma sanayii: 7 / Ulaşım: 6 / İletişim ve elektronik: 4 / İnşaat: 1

Demek ki, TM’de büyük sermaye ve sendikalar karşı karşıya... Ancak bu yarışın eşit olmadığını anlamak için bir bilgiye daha gereksinimimiz var. Onu da gördükten sonra manzara daha netleşiyor.

Finans, sigortacılık ve emlak sektörlerinin 1989-2010 arasında Kongre seçimleri için adaylara yaptığı toplam bağış 2.4 milyar dolar! Sendikaların yaptığı bağışsa bunun üçte biri, 699 milyon dolar...

Bu iki grubun yarışı, TM’de eşit üyeyle sonuçlanırken, Senato’da açık farkla büyük sermayenin üstünlüğü gözüküyor.

***

Amerika’yı yakından tanıyanlar, bu manzaraya alışkındır. Çünkü bu ülkede siyaset, adayların para için rekabet ettiği bir alandır. Seçilebilme olasılığı kampanyaya yapılan bağışlarla paralel gittiğinden, adayların para toplama konusunda yetenekli olması gerekir.

2010 ara seçiminin bir önemli özelliği daha var. Bu yıl ocak ayında Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin almış olduğu karara göre, artık ticari şirketlerin ve sendikaların, siyasi görüşlerini açıklamak üzere, kampanyalara yapacağı bağışın bir sınırı yok...

Oysa o güne kadar geçerli olan yasaya göre, siyasi partiler ve adaylar, oluşturulan Siyasi Faaliyet Komiteleri (PAC) aracılığıyla yardım topluyorlardı. Birden fazla adaya destek veren bir PAC, bir bireyden yılda en fazla 5 bin dolar bağış alabiliyor; bir adayın kampanyasına en fazla 5 bin dolar, bir ulusal parti komitesine ise en çok 15 bin dolar bağışta bulunabiliyordu.

Şimdi bu kısıtlamalar kalktığına göre, ticari şirketlerin Kongre’de çıkarlarını koruyacak olan adayın kampanyasına ve partiye para akıtmaları kaçınılmazdır. Yüksek Mahkeme’nin “ifade özgürlüğü” adına verdiği karar, aslında Amerikan demokrasisini kökünden dinamitledi. Sınırsız maddi gücü olan ticari şirketler ile belli bir bütçeyi aşamayan sendikaların yarışı artık çok daha vahşi olacaktır.

2 Kasım’da sonuç ne olursa olsun; Kongre’de ister Demokratlar kazansın ister Cumhuriyetçiler, gerçek şudur ki, Amerika’yı ve dünyayı dev şirketler yani küresel sermaye yönetiyor.

2008 seçiminde Barack Obama’ya en yüksek bağışı kim sağladı biliyor musunuz? Amerikan hükümetinin batmasın diye milyarlarca dolar yardım ettiği dev yatırım bankası Goldman Sachs...

Kaliforniya Eyalet Meclisi Eski Sözcüsü Jesse Unruh’ın 1966 yılında söylediği “Para siyasetin anne sütüdür” sözü ünlüdür.

Nasıl sütse zehir saçıyor...

-

24 Ekim 2010 Pazar

Bir Toplantı Birçok Soru

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 24 Ekim 2010

Geçtiğimiz günlerde katıldığım bir toplantıdan aklımda bazı sorularla ayrıldım. Bu soruları sizlerle paylaşırken, belki tartışmaya katılıp katkıda bulunanlar olur diye ümit ediyorum.

Richard Dawkins, yeni kitabı “The Greatest Show on Earth”ün New York'taki tanıtımı için, tüm öğrencileri tamamen burslu okuyan, ünlü yüksek eğitim kurumu Cooper Union’da bir konuşma yaptı.

Dawkins’in toplantısının yapılacağı binaya vardığımda, çok uzun bir kuyrukla karşılaştım. Kuyrukta bekleyenlere bedava bir kitap dağıtıyordu birileri. Elime tutuşturulan kitabın kapağına baktım; Charles Darwin’in “The Origin of Species” adlı eserinin 150. yıl özel baskısı yazıyordu. Ama kapağını açıp okumaya başladığımda anlaşıldı ki, dağıtılan şey, Evrim Teorisi’ni yerden yere vuran bir yayınmış! Bridge Logos adlı bir Hıristiyan örgütü finanse etmiş kitabı...

***

Richard Dawkins’i tanıtmaya gerek var mı bilmiyorum ama tanımayanlar için şunu söyleyebiliriz. Kendisi, Oxford Üniversitesi’nde çalışan bir etoloji (doğal ortamdaki hayvan davranışlarını inceleyen bilim dalı) profesörü. Evrim Teorisi’nin hem de ateizmin en ateşli savunucularından birisi. Yazdığı kitaplar ve verdiği konferanslarla dünya çapında tanınan, hem övgü alan hem de tepki çeken bir bilim insanı.

Cooper Union’da konuşmasını yapmak üzere kürsüye geldiğinde aldığı alkışa tanık olsaydınız, onun adını daha önce hiç duymamış olsanız bile söyleyeceklerini merak ederdiniz.

Son derece sakin bir ses tonuyla, Evrim Teorisi’nin neden gerçekleri yansıttığını anlattı Dawkins. Bazen ayrıntılı bilimsel bilgiler içerse de, çok ilgi çekici bir konuşmaydı. Sıra soru-cevap kısmına geldiğinde, mikrofonun önünde uzayıp gitti kuyruk.

Dawkins, her soruya anlaşılabilir ve yeterli yanıtlar verdi. Ama bir soru vardı ki, eminim sosyologların bu konuda söyleyecek sözü vardır. Soru şuydu: “Neden Avrupa’da din insanların hayatında daha az yer tutarken, Amerika’da bu kadar başat bir rol oynuyor?

Dawkins’e göre, diğer bölgelere kıyasla özellikle Kuzey Avrupa’da dinin etkisi azalırken, Amerika’da iki nedenden dolayı artmış durumda. Birincisi; din, devlet çatısı altında olunca sıkıcı bir hale geliyor. Amerika’da ise, din işleri devlet yapısı içinde örgütlenmediğinden farklı kiliseler var. Bunun sonucunda her kesimden insanı çekmek isteyen kiliselerin rekabeti, konuyu daha ilginç bir hale getiriyor.

İkincisi; Amerika, bir göçmenler ülkesi. Başka bir gelecek kurmak için doğduğu topraklardan kopup gelenlerin geçmişle bağlarını sürdürme ve belli bir grubun desteğini alma ihtiyacı var. Manevi destek arayışının Amerikan toplumunda daha fazla olmasının bir nedeni de bu...

***

Dawkins’in Amerika için yaptığı bu açıklamaya karşı çıkan da olabilir katkı yapan da. Ancak merak ettiğim şu: Bu iki kriter, Türkiye gibi bir ülke için geçersiz. Diyanet İşleri Başkanlığı, Başbakanlığa bağlı bir devlet kurumu. Üstelik, bütçesi ve kadrosuyla, birçok bakanlığı geride bırakan dev bir kurum.

Ayrıca, Türkiye bir göçmen ülkesi değil; aksine vatandaşlarını dışarıya göçmen olarak gönderen bir ülke.

Bu durumda acaba neden araştırmalarda dünyanın en dindar ülkelerinden birisi Türkiye çıkıyor? Neden Eurobarometer’in 32 Avrupa ülkesi arasında yaptığı araştırmada Evrim Teorisi’nin doğruluğuna inananların oranı en az Türkiye’de çıkıyor? (% 27).

Neden Amerika’da ve Türkiye’de, ilk insanların dinozorlarla aynı dönemde yaşadığına inanan büyük bir kesim var? En önemli sorun eğitimsizlik elbette. Ama Amerika ile Türkiye gibi çok farklı iki ülkenin, böyle bir konuda aynı eğilimi göstermesi ilginç değil mi?

-

17 Ekim 2010 Pazar

Ötekileştirmeye Karşı Müzik

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 17 Ekim 2010

Son dönemde yurtiçinde ve yurtdışında gittiğim birçok konserde dikkat çekici ortak bir özellik var. Dünyada giderek artan kültürler ve dinler arası çatışma, aklı başında herkes gibi sağduyulu müzisyenleri de endişelendiriyor. Toplumu aydınlatma sorumluluğunu hisseden duyarlı müzisyenler, insanlığa yol gösterme adına konserleri çok etkili birer gösteriye dönüştürüyor.

Bu yöntem elbette yeni bir şey değil. Kitlelere hitap eden konserler, festivaller her zaman mesaj verme aracı olmuştur. Ancak son yıllarda konserlerde verilen mesajlarda hep şu öne çıkıyor: Sizden farklı olanı ötekileştirmeyin!

Geçen hafta New York Madison Square Garden’da (MSG) gittiğim iki büyük konserde de aynı tema işlendi. Bunlardan ilki, efsane progresif rock grubu Pink Floyd’un kurucularından Roger Waters’ın “The Wall Live” konseriydi. Kesinlikle söyleyebilirim ki, bugüne kadar gördüğüm en etkileyici savaş karşıtı gösteriydi bu!

Rock tarihinin en önemli albümlerinden 1979 tarihli “The Wall”un 30 yıl aradan sonra yeniden tümüyle canlı çalınışı, müthiş sahne tasarımı ve müziğin kuşaklar boyunca insanları aynı heyecanla etkileyişi eşsiz bir deneyimdi.

Konser hakkındaki izlenimlerimi Cumhuriyet’in Kültür sayfasına yazdığım yazıda aktardığım için burada ayrıntılandırmayacağım. Ancak belirtmek istediğim önemli bir nokta var.

Bugün 66 yaşında olan Waters, genç bir rock müzisyeniyken yaşadığı kişisel bunalımdan yola çıkarak oluşturduğu albüm konseptini, bu turnede tüm insanlığı ilgilendirecek evrensel bir boyuta taşımış.

30 yıl önce korkuları yüzünden kendisi ve dış dünya ile arasına kurduğu hayali duvarın benzerini, günümüzde insanların kendilerine benzemeyen herkese karşı kurduğunu söylüyor Waters. Din, etnik köken, ekonomik ve ideolojik temelli çatışmaların, her toplumda sadece ötekileştirmeyi kışkırttığını ve bu yüzden savaşların sonunun gelmediğini söylüyor.

Bu düşüncesini insanlara aktarmak için de konserde çok etkili bir yöntem kullanıyor. “Goodbye Blue Sky” çalarken, duvar şeklindeki dev ekranda bombardıman uçağı B-52’lerden bomba yerine bazı semboller atıldığını görüyorsunuz.

Bunlar arasında, haç, orak çekiç, Mercedes ve Shell logoları, dolar işareti, ay ve yıldızın yanı sıra, Museviliğin sembolü olarak bilinen “Davud’un Yıldızı” da var. Beyaz fonda birbiri ardına kentlerin üzerine atılan kırmızı renkli bu semboller, bir süre sonra her yeri kırmızıya boyuyor.

Bu görüntülerden hoşlanmayanlar oldu elbette. Örneğin ABD’nin ünlü Yahudi örgütü Anti-Defamation League (İftira Karşıtı Birlik), Roger Waters’ı anti-semitist olmakla suçladı. Waters ise, yanıt olarak, bu sembollerde gizli bir amaç olmadığını, asla belli bir grup insanı hedeflemediğini söyledi.

***

MSG’da aynı hafta gittiğim ikinci konser Gorillaz’ındı. Farklı türde müzikleri, çeşitli etnik kökenden müzisyenlerle yorumlayarak bir anlamda müzik aracılığıyla sahnede evrensel bir birlik kurdu Gorillaz. Lübnanlı müzisyenlerle İngilizleri, Amerikalıları aynı sahnede buluşturup, “White Flag” adlı şarkıda beyaz bayrak salladılar.

Aşırı sağın Müslüman nüfusa karşı ırkçı söylemlerinin arttığı bir dönemde Amerika’da müzisyenlerin barış ve hoşgörü söylemleri çok önemli. Milyonlarca genç hayranı olan bu gruplar, kanımca Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilecek önemde işler yapıyorlar.

Belki belli bir yaşın üzerindeki insanların düşüncelerini değiştirmek zor; ama dünyanın geleceğini kuracak genç beyinleri sağduyuya davet etmek mümkün. Keşke politikacılar da bu müzisyenler kadar sorumluluk sahibi olabilse...

-

10 Ekim 2010 Pazar

"Başka Bir Komünizm Mümkün!"

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 10 Ekim 2010

Başlıktaki ifade, City University of New York’tan (CUNY) Prof. David Harvey’e ait. Antropoloji ve coğrafya alanlarında uzmanlaşmış bir sosyal teorisyen Harvey. Kapitalizm, neoliberalizm, postmodernizm, kent ve sosyal adalet konularına Marksist açıdan yaklaşan saygın bir bilim insanı.

Geçen hafta yeni çıkan kitabı "The Enigma of Capital"in New York’taki tanıtım toplantısında başlıktaki sözü tekrarlarken, kitabındaki şu satırları dile getirerek katılımcılara sordu:

Eğer 1990’ların sonundaki alternatif küreselleşme hareketi ‘Başka bir dünya mümkündür’ şeklinde bir bildirimde bulunduysa, o zaman neden ‘Başka bir komünizm mümkündür’ de denilemesin?

Harvey’in bunu dayandırdığı görüşün hareket noktası şu: Günümüzde komünistlerin, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da ortaya koyduğu çerçevede partileri yok. Var olanlar, her zaman ve her yerde, kapitalizmin sınırlarının ve yıkıcı etkisinin farkında olan bir grup olarak ortaya çıkıyor ve bu sistemin önerdiğinden farklı bir gelecek yaratmak için aralıksız çalışıyor. Geleneksel komünizm unutulmuş olsa da, bugün aramızda milyonlarca gerçek komünist yaşıyor. Ve bunlar, düşünceleri doğrultusunda çalışmalar yapmaya istekli. Eğer bir değişim başarılacaksa, “Başka bir komünizm mümkündür” denilmelidir. Çünkü kapitalizmin bugünkü durumu bunu gerektiriyor.

Harvey’in 2010 yılında New York’ta bunları söylemesi, elbette tesadüf değil. Amerika’nın tüm dünyayı sürüklediği küresel krizi en iyi analiz edenlerden birisi kendisi. Bu ülkede demokrasi diye yutturulmaya çalışılan sistemin aslında nasıl büyük bir aldatmaca olduğunun da farkında...

Bu nedenle de, Amerika’da gerçekte tek partili bir düzenin olduğunu söylüyor. Harvey’in “Party of Wall Street” dediği, aslında hem Cumhuriyetçi Parti’yi hem Demokratik Parti’yi kapsayan, sermayenin çıkarını gözeten büyük güçtür.

Öyleyse neden antikapitalistler bu güce karşı bir araya gelmesin? “Komünist” sözcüğünün Avrupa’dan farklı olarak Amerika’da nasıl olumsuz bir algılamaya yol açtığının da bilincinde Harvey.

Ama bir hareket yaratılacaksa, ismin çok önemli olmadığını, haksızlıklara karşı öfke duyanların “Party of Indignation” adı altında birleşebileceğini söylüyor.

***

Tüm dünyada yaşanan son ekonomik kriz, kapitalizmin vahşetine bir kez daha tanık etti insanlığı. Prof. Harvey’in kitabında anlattıkları ise, kapitalizmin bir sistem olarak bütün hatalarını çok iyi ortaya seriyor.

Kitabın ayrıntılarına girmek bu yazıda olanaklı değil. Ancak şunu söylemek gerekir ki, çok yalın ve anlaşılır bir dille yazılmış. Hatta kendisinin söylediğine göre, “Okuduğum ilk dipnotsuz akademik kitap!” diyerek bunu sevinçle karşılayanlar çokmuş.

Harvey’in isteği, kapitalizm gibi emeği sömüren bir sistem yerine sosyalist çözümleri hayata geçirmek ve bunu yapabilmek için de bugünkü durum hakkında halkı aydınlatmak. Kitabı bu amaçla yazdığını özellikle belirtiyor. Bu noktada bütün sola, sosyalist partilere de bir önerisi var: Söyleyeceklerinizi en basit şekilde, herkesin anlayacağı biçimde söyleyin.

Harvey, bunun inançla ve sabırla yapılmasının gereğini de açıklıyor: Kapitalizm asla kendi kendine yıkılyamayacak; itelenmesi lazım. Sermaye birikimi asla bitmeyecek; engellenmesi lazım. Kapitalist sınıf, asla kendi isteğiyle gücünden feragat etmeyecek; durdurulması lazım.

En başa dönersek, başka bir düzen kurulabilir. Ama bu asla Sovyetler Birliği’nde örneği görülen türden baskıcı bir rejim değildir; hümanizm yönü öne çıkan, paylaşımcı, sömürüye karşı duran bir düzendir.

Harvey’in dediği gibi, başka bir komünizm mümkündür.

-

4 Ekim 2010 Pazartesi

Polikada aklıselimi hakim kılmak

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 3 Ekim 2010

Bir süredir New York’tayım. Amerika’da kasım ayında yapılacak ara seçimlerden önce siyasi atmosferi yakından takip ediyorum.

Doğrusu, Obama’nın Başkan seçildiği ilk dönemde ülkeye ve hatta dünyaya hakim olan umudun izleri yok olmuş. Daha da önemlisi, toplum, Bush ikinci kez seçildiğinde olduğu gibi yine çok büyük bir kutuplaşmanın içine girmiş.

Bir yanda aşırı sağcıların önderlik ettiği Çay Partisi Hareketi'nin (Tea Party Movement), diğer yanda merkezde ve daha solda yer alanların bulunduğu müthiş bir çekişme devam ediyor ülkede.

Son aylarda Dünya Ticaret Merkezi’nin yakınında yapılması düşünülen cami nedeniyle artan gerginlik, ünlü program yapımcısı Glenn Beck’in organize ettiği toplantıyla iyice tırmandı.

Ağustos ayında Washington’da ülkenin onurunu geri kazanmak adına düzenlenen “Restoring Honor” adlı bu toplantı, politik olmayacağı söylenmesine karşın, siyasi kutuplaşmayı daha da artırdı. Sarah Palin’in yaptığı konuşma ve dini söylemin politik söyleme karıştığı sloganlar, Çay Partisi Hareketi’ne destek eylemine dönüştü.

Düzenleme komitesi 100 bin kişiyi beklerken 87 bin katılımcı oldu. Ancak katılımcı sayısından çok, toplantının aşırı sağ kesime aşıladığı dinamizme dikkat etmek gerek...

***

Bugün Amerika’da olan şu: Ülkedeki göçmenlerden, özellikle Müslümanlardan nefret eden, onları ikinci sınıf insan yerine koyup bunu söylemekten çekinmeyen, Obama’nın da Müslüman olduğuna ciddi şekilde inanan, aşırı dindar ve tutucu bir sağ kesim yükselişte...

Nasıl Bush zamanında ondan nefret edip ülkeyi terk etme noktasına gelen Amerikalılar varsa, bugün de Obama’dan aynı derecede nefret edenler var. Ama onların tercihi ülkelerini terk etmek değil; bunun yerine, ilk seçimde Obama’yı Beyaz Saray’dan göndermeye ant içmişler.

Bu hedefe öyle kilitlenmişler ki, her türlü akıl almaz lafı edip, inanılmaz olaylar karşısında bile tepkisiz kalıyorlar. Örneğin, New York’ta bir taksi şoförü Müslüman olduğu için bir yolcu tarafından bıçaklanıyor ama aşırı sağcılardan kınama sözleri duyulmuyor.

Yine New York’ta birisi bir camiye giriyor, namaz kılanlara “terörist” diye bağırarak seccadelerin üzerine işiyor, yine ses yok. Amerika’nın etnik ve kültürel açıdan en karışık olduğu kent New York. Burada bunlar oluyorsa, siz Orta Amerika’yı düşünün...

Bu yaşananlar karşısında bir akıllı yok mu çıkıp, “Yahu ne yapıyorsunuz? Delirdiniz mi? Kendinize gelin, aklınızı başınıza toplayın!” diyecek diye düşünüyor insan...

İşte o akıllılar sonunda ortaya çıktı. Comedy Central kanalındaki programlarından tanıdığımız Jon Stewart ve Stephen Colbert, politikada aklıselimi öne çıkarmak için harekete geçtiler. Ünlü komedyenler, 30 Ekim’de Washington’da yapılacak olan “Rally to Restore Sanity” adlı mitinge önderlik ediyor.

Etkinliği duyurmak için Facebook’ta açılan sayfada, şimdiden 141 binden fazla insan katılacağını bildirmiş. New Yorklular arasında o gün araba kiralayıp arkadaşlarıyla Washington’a gideceğini söyleyen epey insan var.

“Neden bu kadar büyük ilgi çekti bu miting?” diye merak edip araştırınca anlaşılıyor ki, ülkedeki kutuplaşma fena halde yıldırmış toplumu. Birçok kişi, genellikle bu tür etkinliklerin aşırı uçları buluşturduğunu, ama Stewart ve Colbert’in katılacağı mitingin, komedi, mantık ve sağduyu hayranlarını bir araya getireceğini düşünüyor.

AM New York gazetesinde çıkan bir habere göre, New York Üniversitesi’nden Allen Feldman, bu tip toplantıların sorunların çözümüne katkıda bulunmadığını söylemiş.

Bakalım Stewart ve Colbert, en azından bir süre için politikada aklıselimi hakim kılabilecek mi?

-