25 Mayıs 2009 Pazartesi

İnternet Devrimi ve Medya

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 24 Mayıs 2009

Geçenlerde Times Online’da ilginç bir yazı okudum. İnternet devriminin, yazılı ve görsel medya üzerindeki etkilerini anlatan makaleyi, Stephen Armstrong yazmış.

Armstrong’un verdiği bilgiye göre, İngiltere’de geçen yıla kıyasla satışını arttıran sadece iki gazete var: Birisi fiyat düşüren The Daily Star, diğeri de The Sunday Times.

Amerika’daki durum daha da vahim... Okuyucular öyle büyük bir hızla internete geçiş yapıyor ki, kimi senatörler, devletin gazetelere yardım etmesi için yasa teklifleri veriyor...

Üstelik, zarara uğrayan yalnızca yazılı basın değil; televizyon kanalları da giderek izleyici kaybediyor. Çünkü artık internet üzerinde bedava video yayını yapan siteler var.

Bunların en ünlüsü, Fox ve NBC tarafından ortaklaşa kurulan video paylaşım sitesi Hulu.com. Siteye giriyorsunuz ve haberleri, popüler dizileri bedava izleyebiliyorsunuz. Bütün bunların ücreti ise, programların arasındaki reklamlardan sağlanıyor.

Hulu, televizyonlardan farklı olarak, istenilen saatte istenilen programı izleyebilme olanağı sunuyor. Şu anda sadece Amerika’da aktif olan site, yakında İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinde yayına başlama hazırlığı içinde.

TV yapımcısı Brian Elsley’in yeni bir teknolojik gelişme konusunda söyledikleri medya devleri için düşündürücü: “İzleyicileri televizyona çeken tek şey, çoğu kişinin internete bağlanmak için, ekranın arkasına hangi kabloyu sokacağını bilmemesi. Ama bu yıl çıkacak yeni televizyon setlerinde internet bağlantısı hazır kurulu olacak...

Bu durumda, çok sayıda insan, internetteki ücretsiz programları tercih edecek... HBO, CNN gibi kanalların sahibi olan rakip firma Time Warner ise, bunu önlemek için internet ücretini kullanım kapasitesine göre arttırmayı planlıyor. Bu girişim, Amerika’da tüketici örgütlerinin muhalefetiyle şimdilik rafa kalktı, ama tekrar gündeme geleceğine şüphe yok...

Yazılı basın için de benzer bir durum söz konusu. Dünyanın neresinde olursa olsun, haberlere, internet sayesinde anında ve ücretsiz olarak ulaşabilen bir insan, neden para ödeyerek gazete alsın?

Ben, blogların ya da haber sitelerinin gazeteler kadar doyurucu olmayacağı eleştirisine katılmıyorum. Bugün okuduğumuz gazetelerin önemli bir kısmı da, gerçekleri tarafsız ve adil bir şekilde aktarmıyor. Gerçeğe ulaşmak için nasıl yazılı basında iyi bir tarama yapmak gerekiyorsa, aynı durum internetteki kaynaklar için de geçerli. Değişen şey, haberlerin yer aldığı platformdur; kağıdın yerini siber dünya almıştır.

Artık kuşku yok ki, gazeteler, çok uzak olmayan bir gelecekte, temelde internet üzerinden yayın yapacak. Medyadaki kokuları herkesten önce alan Rupert Murdoch’un yaptığı planlar da, bunu ortaya koyuyor. Sahip olduğu gazetelerin internet sitelerinin, bir yıl içinde ücretli olacağını duyurdu Murdoch...

Ücret ödeyeceksem gazeteyi alırım,” diyenler çıkabilir. Fakat yazılı basının, internet yayıncılığının hızına erişmesini nasıl sağlayacaksınız?

Bana sorarsanız, ben de gazeteyi elime alıp okumayı seviyorum. Ama olacakları yadsımanın ve teknolojiye direnmenin de yarar getirmeyeceğini düşünüyorum.

Milyonlarca okuyucunun/izleyicinin dijital dünyada buluştuğu bir ortamda, reklam verenlerin de oraya yöneleceği açık... Öyleyse, haberlere ulaşacağımız platformun neresi olacağını tartışmanın pek anlamı yok. Bundan sonra haberleri internetten almaya herkesin alışması gerek.

Gazeteler de, artık bir gün öncesinin haberini vermek yerine, daha fazla araştırma ve yoruma yönelerek, gerçeklerin ortaya çıkmasına katkıda bulunabilir. Bu şekilde bir süre daha yaşayabilirler en azından...

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Gerçekler ve Utanç...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 17 Mayıs 2009

Mardin’deki katliam hakkında yapılan yorumlar hala havada uçuşuyor... Ama olayın üzerinden biraz zaman geçince, bu topraklarda yaşanan diğer felaketler gibi, o da gündemden düşecek...

Malum; faciaların, kavgaların hiç eksik olmadığı bir ülkede yaşıyoruz... Bir süre sonra Anayasa değişikliği nedeniyle siyasi tartışmalar yine kızışacak; Ergenekon denilen soruşturma kapsamında hukuk ihlalleri devam edecek; Mardin işsizlikte rekor kırarken, iktidar yine, “Kriz teğet geçti,” diyecek...

Bu ortamda, reyting kavgasına düşen medya, ilgisini sıcak konulara çevirecek ve Bilge köyünün halkı, yaşadığı felaketin acısını içine gömecek...

Birileri yaz geldi deyip, neşeyle Ege ve Güney’deki lüks otellere akın ederken; birileri de, Doğu’daki yokluğun kıskacında yaşayıp gidecek...

***

Bütün bu olanlar, aklıma iki sözü getiriyor... Birincisi, T.S. Eliot’a ait. “İnsanoğlu gerçekliğin yüküne pek fazla tahammül edemiyor,” diye yazmıştı ünlü şair... Dört uzun şiirden oluşan “Dört Kuartet” adlı eserinin ilki olan “Burnt Norton”da geçer bu dize...

Eliot, bu ifadesiyle, insan psikolojisinin en zayıf noktalarından birisine parmak basıyor. Gerçekten de, baş edemeyeceğini düşündüğü gerçeklerden kaçma yoluna sapar insanoğlu... Bir tür savunma mekanizmasıdır bu.

Bu mekanizmanın toplumsal boyutta uygulanışı ise, büyük faciaların ardındaki temel nedenlerdendir. Çünkü yıllarca görmezden gelinen haksızlıklardan kaçış yoktur; büyük patlama sonunda bir gün olur...

Bir yanı Avrupa, bir yanı Afrika koşullarına sahiptir Türkiye’nin... Aradaki uçurum bir gerçektir. Doğu'da okulu, üniversitesi, hastanesi olmayan, cahilliğin hüküm sürdüğü köylerde yaşar insanlar... Tarikatlar, aşiretler, cemaatler yönetir bu köyleri...

Toplumsal gelirin bu ölçüde dengesiz dağıtıldığı, ekonomik fırsat eşitliğinin olmadığı bir ülkede hakça bir düzen kurulup barış sağlanabilir mi? Hayır...

Toplum sözleşmesinin temeli olması gereken toplumsal adalet kavramının ayaklar altına alındığı bir ortamda eşitlik ve özgürlükten söz edilebilir mi? Hayır...

İşte bu yüzden, geri kalmışlığın pençesinde kıvranan bu köylerde görülen felaketler, ne yazık ki, şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan, gerçekle yüzleşmeye tahammül edemeyen toplumun öngörüsüzlüğünün, duyarsızlığının derecesidir.

***

Mardin'de meydana gelen katliamdan bu yana aklımdan çıkmayan ikinci söz ise, J.M. Coetzee’ye ait. Üç hafta önceki yazımda romanlarından söz ettiğim, Nobel ödüllü bir yazar kendisi. “İnsanların haksız yere çektikleri acılara şahitlik edenler, şahit oldukları acıların utançlarını da taşırlar,” diyor Coetzee...

İnsanlık onurunu yitirmemiş olanlar için ağır bir söz... Ve bir gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.

İnsanların haksız yere acı çektikleri bir ortamda, o acılara tanık olup susuyorsak, gerçeklere duyarsız kalıyorsak, masum kalabilir miyiz? Hayır...

İnsanlık, o tanık olunan acıları durdurmak ve bir daha olmaması için çaba göstermeyi gerektirir. Bu anlamda, bu toplum, halkıyla, devletiyle, sivil toplum örgütleriyle, bir bütün halinde, Doğu’daki acıyı sona erdirmek ve aydınlanma ışığını ülkenin tümüne taşımakla görevlidir. Atatürk Cumhuriyeti’nde vatandaş olmanın, halk olmanın, devlet olmanın gereğidir bu...

Hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam edebileceğimiz, gerçeklerle yüzleşmekten kaçabileceğimiz bir noktada değiliz. Bilge köyü katliamına tanık olduk... Bu utanç, bu ülkenin tarihine yazıldı... Sessiz ve tepkisiz kalmak, o utancı bireylerin de alnına kazır...

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Dün 9. Senfoni'yi Duydunuz mu?

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 10 Mayıs 2009

Siz belki fark etmediniz ama yine çaldı. Çünkü dün, 9 Mayıs Avrupa Günü'ydü... Ve düzenlenen kutlama etkinliklerinde, Avrupa Birliği’nin resmi marşı olarak Beethoven’ın 9. Senfonisi çalındı.

Avrupa Günü de ne?” diye soranlar için kısaca anlatmakta yarar var. Türkiye’nin yıllardır kapısında bekletildiği Avrupa Birliği’nin temeli, ilk kez 59 yıl önce Paris’te atıldı.

O dönemin Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman, 9 Mayıs 1950’de, kendi adıyla anılan bildiriyi uluslararası basın temsilcilerinin önünde okudu. Bildirinin temel fikri, İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımın etkisiyle parçalanan Avrupa’nın bütünleştirilmesiydi.

Bunu sağlamak için, o zamanlar savaş sanayisinin temeli olan kömür ve çelik üretimlerinin bir Yüksek Merci'nin çatısı altına toplanması öneriliyordu. Birleşik Avrupa fikri böylece doğdu.

Avrupa Günü’nün kutlanmaya başlaması ise, 1985 yılında Milano Zirvesi’nde gerçekleşti. Zirve için buluşan Avrupa liderleri, Schuman Deklarasyonu’nun açıklandığı 9 Mayıs’ın “Avrupa Günü” olarak kutlanmasına karar verdi.

***

İşte bu Avrupa Günü kapsamında yürütülen bir proje var ki, Türkiye ile ilgili olarak garip ve mantıksız bir durum yaratıyor. Projenin adı, “Farklılıkta Birleştik”...

Proje çerçevesinde, farklı Avrupa kültürlerinden insanları bir araya getiren etkinlikler düzenleniyor. Diğer ülkelerin yanı sıra, Türkiye’de de çeşitli paneller, sempozyumlar yapılıyor, sergiler açılıyor, konserler veriliyor. Kutlamalarda konuşanlar, Avrupa Birliği’nin getirdiği refah, barış, özgürlük ve dayanışma kazanımlarına vurgu yapıyor...

Bu özel gün için her yıl özel posterler de hazırlanıyor. Örneğin bir tanesinde mavi bir zemin üzerinde bir resim paleti görülüyor. Bir fırça ile paletin kenarlarına Avrupa Birliği’nin bayrağını simgeleyen yıldızlar çizilmiş. Aynı zamanda paletin üzerinde de farklı renklerde yıldızlar yer alıyor. Bütün bu resmin üzerinde ise, “United in diversity” yazıyor...

Gerçekten Avrupa farklılıklarda birleşenlerden mi oluşuyor?

Eğer öyleyse, neden Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, sürekli olarak Türkiye’yi Avrupalı bir ülke olarak görmediğini tekrarlayıp, üyeliğe karşı çıkıyor?

Neden The Times, Fransız-Alman yakınlaşmasının ardında, ekonomik yükle ilgili kaygıların yanısıra, "Avrupa'nın Aydınlanma Çağı'ndan beri bastırmaya çalıştığı, Hıristiyan bir homojen topluluk yaratma arzusuyla kamufle edilmiş ırkçılık yattığını" yazıyor?

Yoksa Sarkozy ve Almanya’nın Başbakanı Merkel, Türkiye’nin AB’ye tam üye olmasıyla güçlerini kaybedeceklerinden mi korkuyorlar?

Ya da sorun, bir Hollandalı parlamenterin Avrupa Parlamentosu’na sunduğu raporda mı yazılıydı? Sorun, Kemalizm ve Türk halkının orduya duyduğu güven miydi?

Veya Türkiye Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirmiş olsa da, son Rasmussen olayında olduğu gibi, sürekli masaya yeni kriterler sürmek için mi bekletiliyor?

İş karışık; ama gerçek şu: Türkiye, 1959’da Avrupa Ekonomik Topluluğu’na ilk ortaklık başvurusunda bulunduğu günden bu yana, tam 50 yıldır Avrupa’nın kapısında bekletiliyor...

AB’nin en önemli ve etkili iki üyesi, Fransa ve Almanya, her fırsatta Türkiye’ye “imtiyazlı üyelik” önerip, tam üyeliği reddediyor... Türkiye, tam üye olmadan Gümrük Birliği’ne girmiş ilk ve tek ülke olmanın bütün zararlarını çekerek bekletiliyor...

AB maceramızda durum bu... Yine de aday ülke statüsü verildiği günden beri, Türkiye de Avrupa Günü'nü kutluyor. 9. Senfoni çalarken, ucu açık müzakereler belirsiz bir sona doğru kaplumbağa hızıyla ilerliyor...

4 Mayıs 2009 Pazartesi

İşkenceci Suçsuz mu?

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 3 Mayıs 2009

“Waterboard” (su işkencesi) denilen yöntemde, tutuklu, eğimli bir zemine sıkıca bağlanır. Ayaklar genellikle yukarıya doğru durur. Gözleri ve alnı bir bezle kapatılarak, kontrollü bir şekilde beze su dökülür.

Bu sırada, bez yavaş yavaş aşağıya doğru çekilerek, burnu ve ağzı kapatacak şekle getirilir. Islak bez, kişinin nefes alışını zorlaştırır; bazen de olanaksızlaştırır.

Bez iyice ıslanıp, sadece ağzı ve burnu örter duruma gelince, su akışı 20-40 saniye ile sınırlandırılır. Bu durum, tutuklunun kanındaki karbondioksit oranını yükseltir. Yükselen karbondioksit oranı ise, nefes alma çabasını artırır.

Bununla birlikte bezin varlığı, suda boğulma hissi doğurarak panik yaratır. Tutuklu, kafasını çevirerek karşı koymaya çalışırsa, sorgulayıcı, onu durdurmak için ellerini kişinin burnunun ve ağzının üzerine kapatır.

Bu aşamadan sonra bez kaldırılır ve tutuklunun 3 ya da 4 kez nefes almasına izin verilir. Bu işlem, daha sonra tekrarlanır.”

***

Yukarıdaki ifadeler, Amerikan Adalet Bakanlığı yetkililerinin, terör şüphelilerine uygulanacak işkenceleri açıklamak için, CIA Genel Danışmanı John A. Rizzo’ya gönderdikleri resmi yazılarda yer alıyor...

Uzmanlara göre, aşırı acı ve boğulma hissi yaratan su işkencesi, ciğerlere ve beyne zarar veriyor, ayrıca psikolojik bozukluklara yol açıyor.

Yazılarda ayrıntılı olarak tarif edilen tek işkence tekniği bu değil... Tutukluyu nefes almakta güçlük çekeceği kadar dar bir kutuya kapatmak; çıplak bırakmak; içinde böcek olan bir alana koyup korkutmak; günlerce uykusuz bırakmak vb. birçok insanlık dışı yöntem anlatılıyor.

Obama, kısa bir süre önce, bu gizli belgeleri kamuoyuna açıklama kararı aldı...Ve Amerika’da kızılca kıyamet koptu. Bush yönetiminin terör şüphelilerine yıllardır uyguladığı işkenceler bir bir ortaya döküldü.

Tabii başta Dick Cheney olmak üzere, Bush'un şahinleri, derhal savunmaya geçtiler; işkence ile çok önemli bilgilere ulaşıldığını ve böylece Amerikan vatandaşlarının güvenliğinin sağlandığını iddia ettiler.

Kimileri de, Obama’yı CIA’in gücünü azaltmakla suçladı. Obama ise, çareyi, CIA'yi ziyaret edip, işkence uygulamaları nedeniyle kurum görevlilerinin yargılanmayacağını söylemekte buldu...

Gerekçesini de, “geçmişten intikam alma değil, geleceğe bakma zamanı” anlamında kullandığı “reflection, not retribution” ifadesiyle özetledi. Belli ki, bu meselenin iki partili toplumda ciddi bir ayrışmaya yol açmasından çekiniyor.

Ama kopan fırtına öyle hemen duracak gibi değil. İnsan hakları savunucuları, medyanın önemli bir kesimi ve Birleşmiş Milletler, Obama’nın bu açıklamasını sert bir şekilde eleştirdi.

Tepkiler artınca da, aradan sadece birkaç gün geçmesine karşın, Obama tavır değiştirdi. Kendi ifadesiyle, başkan olarak karar almakta en çok zorlandığı konulardan biriydi bu... Sonunda, partiler üstü ve bağımsız bir komisyonun iddiaları araştırmasını destekleyebileceğini söyledi.

Çünkü bir hukuk devletinde, yasaları çiğneyen görevlilerin cezalandırılıp cezalandırılmamasının Başkan’ın vereceği siyasi bir karar olmadığı hatırlatılmıştı kendisine...

Obama’nın yanaşmadığı Kongre soruşturması ya da özel savcı formülü için bastıranlar tatmin olmuş değil. Fakat bu meselede asıl gürültü, bir başka noktadan çıkacak...

İşkenceyi, Bush yönetiminin belirlediği çerçeveye uyarak uygulayanlar cezalandırılmamalı; soruşturma, işkenceyi öneren o çerçeveyi belirleyenleri kapsamalı,” diyor Obama...

Bir dakika... Doğru mu anladık gerçekten? İşkenceci suçsuz olabilir mi?..