30 Aralık 2012 Pazar

Direnç ve Umut


© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 30 Aralık 2012

Yarın herkes yeni bir yıla girişimizi kutlayacak. Bütün dünya insanlığın kendi kendine zamanı izleyebilmek amacıyla oluşturduğu takvimin bir yıl için yeniden başa dönmesine heyecanlanacak. Eğlenmek, gülmek herkesin hakkı. Bir şekilde buna bahane oluyor yılbaşı kutlamaları. Ancak birileri bunları yapabilirken, birileri de aynı anda bir yerlerde acı çekiyor, zulüm görüyor.

Çok yakınımızda oluyor bütün bunlar. Ne ile suçlandığını henüz bilmeyen gazeteciler, aydınlar yıllardır hapiste yatıyor. İktidarı protesto eden üniversite öğrencileri polisten dayak yiyor, muhalif herkes biber gazı yutuyor. KCK, Ergenekon ve Balyoz davalarında evrensel adil yargılama ilkelerini yerle bir eden hukuksuzluklar yaşanıyor.

Uludere’de/Roboski'de 34 kişinin öldüğü facianın sorumlusu bir türlü bulunamıyor, bulunmuyor. İktidar, emperyalizmle kol kola ilerleyerek, Türkiye’yi Suriye ile sıcak savaşın eşiğine getiriyor. 
Türkiye’yi faşizan yöntemlerle yöneten iktidar 10. yılını doldurdu; Başbakan artık kuvvetler ayrılığının kendilerini engellediğini söylüyor. Tarihi mekanlar, binalar, rant uğruna sermayeye peşkeş çekiliyor; kentsel dönüşüm adı altında kültürümüz, geçmişimiz yok ediliyor, insanlar yerlerinden yurtlarından edilirken gösterişli oteller, alışveriş merkezleri yükseliyor her yerde.

Vajina kelimesinden utanan, kadını her fırsatta aşağılayan kaba ve cahil sözlerin devlet görevlilerince fütursuzca sarfedildiği, tecavüzcülerin elini kolunu sallaya sallaya serbestçe gezdiği, Başbakan’ın “Her kürtaj bir Uludere’dir” söylemiyle kürtaja dini nedenlerle savaş açarak laikliği bir kez daha rafa kaldırdığı bir ülke Türkiye... 

Almanya’da yüzyılın dolandırıcılığı olarak adlandırılan Deniz Feneri soruşturması, bizim ülkemizde “örgüt” suçlamasına takipsizlik kararı, ardından da dosyadaki telefon kayıtlarının silinmesiyle imha ediliyor. 

İlköğretim okulları imam hatip ortaokuluna dönüştürülürken, imam hatip okulları dışındaki okullarda da Kuran derslerinde başörtüsü takılabiliyor. Eğitim sisteminde hızla geriye doğru gidiliyor, bilim ve sanattan uzak kuşaklar yetişiyor. Başbakan “ucube” dediği için İnsanlık Anıtı yıkılıyor, +24 yaş uygulamasıyla alkollü içecek firmalarının sponsor olduğu kültür, sanat etkinliklerine üniversite öğrencileri alınmıyor. 

İstanbul’un ortasında bir müzik festivali gericiler tarafından basılıyor, “bira şeytan işidir” deniyor. Başbakan, ecdadını koruma bahanesiyle televizyon dizilerinin içeriğine müdahale ediyor, Devlet Opera ve Balesi’ndeki balerinlerin etek boyu uzatılıyor...

2012 Türkiyesi, özetle hukuk, adalet, özgürlük, basın özgürlüğü, kültür, sanat, bilim, eğitim, sosyal haklar, fırsat eşitliği gibi temel konularda sürekli gerileyen bir ülkedir. Ekonomik olarak ne kadar iyi durumda olduğumuzu söyleyenlere de kanacak değiliz. Emre Kongar, İlhan Kesici’nin kendisine gönderdiği bir ileti sayesinde, yapılan dikkatli analizlerin ekonomik başarı balonunu nasıl söndürdüğünü, 18 Aralık 2012 tarihli gazetedeki köşesinde ayrıntısıyla anlatmıştı. Ekonomideki gerçek durumu görmek isteyenler, o yazıyı okusun lütfen. (http://cumhuriyet.com.tr/?hn=386294&kn=37&ka=4&kb=5&kc=37)

2013’e girerken Türkiye’de yaşayan insanların bunca haksızlık ve baskı karşısında mutlu olmaları olanaklı mıdır? Kötümser bir yazı olduğunun farkındayım ama gerçek bu. Ancak ne demişler; çıkmadık candan umut kesilmez. Daha aydınlık, daha güzel günler için yılmadan adaletin peşinden koşacak, ezilenin yanında durma direncini gösterecek insanlar da var bu ülkede. Umudu hiç kaybetmeyeceğiz. 

-

16 Aralık 2012 Pazar

Sol ve kafa karışıklığı


© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 16 Aralık 2012


Kısa bir süre önce siyaset dünyamızda bir gelişme yaşandı. Eşitlik ve Demokrasi Partisi ve Yeşiller Partisi bir kongre ile birleşerek Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi adını aldı. Bunun ardından partinin kurucuları, art arda röportajlar vererek görüşlerini açıkladı. Murat Belge, Akşam gazetesinde yayımlanan röportajında iktisat profesörü İdris Küçükömer’in “Türkiye’de sağ soldur, sol da sağdır” diye özetlenen çizgisine yakın olduğunu anlattı. 

Küçükömer, siyasi yelpazeye ilişkin tezlerini 1969’da yayımlanan “Düzenin Yabancılaşması” adlı kitabında ayrıntılı olarak anlatmıştı. Ben de geçen yılın sonunda Cumhuriyet Kitapları’ndan çıkan kitabım “İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri”nde Küçükömer’in görüşlerinin eleştirisinden hareketle günümüzdeki rejim tartışmalarına ışık tutmaya çalışmıştım. Bu nedenle konu hakkında bu köşede de yazma gereğini duydum.

Bir siyasi akımın/düşüncenin siyasi yelpazedeki yeri değerlendirilirken, temel alınan kriterler var. Toplumsal eşitlik ilkesinden hareketle sermayenin ekonomik ve siyasi tahakkümününü reddederek emekçi sınıfların yararını gözeten, ezilenin haklarını savunan, toplumu özgürleştirme ve çağdaşlaşma amacı güden, ilerici düşüncedir sol. 

Küçükömer, Osmanlı yapısından gelen merkeziyetçi-bürokratik gelenekleri solun önündeki temel engel olarak görüyor; toplumsal, ekonomik yapının yanında modern genetik ve etolojik nedenlerden de söz ederek, Türkiye’de sivil toplum kurulamayacağını iddia ediyor. Kurtuluş Savaşı’nın antikapitalist niteliği olmadığı için antiemperyalist de olamayacağını, Türkiye’nin kuruluşunda gerçekleşen devrimler “halktan uzak laik-bürokratlar tarafından yapıldığı için” ilerleme olarak görülemeyeceğini söylüyor.
B
unları söylerken sadece yüzde 11’i okuma yazma bilen, ekonomik olarak tamamen çökmüş, savaşta egemen devletlerce parçalanan bir imparatorlukta verilen bağımsızlık mücadelesini bir anda silip atmakla kalmıyor; padişahlığı, halifeliği sona erdirip cumhuriyeti ilan eden, şeri hukuk yerine medeni hukuku getiren, insanları kulluktan vatandaşlık düzeyine çıkaran, sonuçta kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan bir hareketi ilerici görmüyor...

Ama Demokrat Parti’yi (DP) daha solda görürken dikkate aldığı kriter, “üretim güçlerinin geliştirilmesi ve daha büyük kitlelere mutlak olarak bir şeyler verilmesi.” O zaman burada sormak gerekir? DP, emekçi halk kesimleri için ne yaptı? DP’nin asıl tabanı, işçiyi, emekçiyi sömüren toprak ağaları ve tüccarlar değil miydi? Enflasyonist politikalar aracılığıyla köylüye nakit verilmesi ve tarımın makineleştirmesi söz konusu olsa da, alınan dış borçlarla körüklenen o politikaların zararını sonuçta yine emekçiler çekti. 

Küçükömer, 1950’de DP’nin iktidara gelişi ile başlayan “İkinci Cumhuriyet” döneminin asıl işlevinin, 1. Cumhuriyet’in eğitim, politika, ekonomi alanlarında getirdiklerinin demokratikleştirilmesi olduğunu söylüyor. Her şeyi laik-batıcılar ile dindar-doğucular arasında geçen bir mücadele olarak algılamasının sonucudur bu değerlendirme. Öylesine gözünü karartmış ki bu, emperyalizme karşı olsa da, çok eleştirdiği NATO’ya girilmesi, Batı’ya siyasal ve askeri bağımlılığın artması, Meclis’te kurulan soruşturma komisyonları aracılığı ile basının cendereye alınması bile DP’yi sol diye nitelemesine engel olmamış...

Bu anlayışla Küçükömer’in izinden gidenler de 2002-2011 arasında piyasacı-gerici saldırılarını sürdüren AKP’yi desteklediler. Şimdi hâlâ sol sağdır, sağ da sol demelerinin nedeni o. Bu kafa karışıklığı hiç bitmedi.

-

2 Aralık 2012 Pazar

Vasatın Yükselişi, Yeteneğin Çöküşü...


© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 2 Aralık 2012

Hani bazı olaylar vardır; duyduğunuz anda sarsılırsınız, iz bırakır sizde. Belki başkaları için o kadar yıkıcı değildir söz konusu olay ama sizin içinizde bir isyan başlatır. Böyle bir haber aldım geçenlerde. 

Yeteneğine hayran olduğum ve çok saygı duyduğum bir müzisyenin hem sağlık hem de ciddi geçim sorunlarıyla mücadele ettiğini öğrendim. 1200 poundluk kirasını ödeyebilmek için Grado kulaklıklarını satıyordu. Son iki yılda üç kere kalp krizi geçirdikten sonra sol eline felç geldiğinden artık eskisi gibi gitar çalamıyor. Ancak müzik yaparak nefes alabilen bu sanatçının ismi Vini Reilly

Onun adını duymamış olanlar belki post-punk grubu The Durutti Column’ü bilirler. 6 yaşından beri çaldığı enstrümanıyla kendisinden sonra gelen birçok gitariste esin kaynağı oldu Vini. Bana göre dünyanın en iyi gitaristi o. Red Hot Chili Peppers’ın eski gitaristi John Frusciante ile bu konuda aynı fikirdeyiz. Vini Reilly’nin müziğini ilk duyduğum günden beri gitarı ondan daha yoğun bir duygusallıkla çalan birisine rastlamadım. Klasik müzik, rock ve flamenko’yu kendine özgü bir doku içinde buluşturan kusursuz tarzı, gitara dokunduğu daha ilk notalardan tanınacak kadar farklı.

Bu yazıda onun müzik tarihi açısından önemini ayrıntısıyla anlatmayacağım; sadece bugün içinde bulunduğu durumun bende uyandırdığı düşünceleri paylaşmak istiyorum. Daha önce Türkiye’de de vefasızlıktan değeri bilinmeyen, insanı kahreden bir ilgisizlik içinde bu dünyadan göçüp giden onca sanatçı gördük. Onlar o hale gelene kadar neden kimse ilgi göstermez, neden onca yeteneksiz rahat hayatlar sürerken, gerçek sanatçılar muhtaç duruma düşürülür? 

Günlerdir vasatı yücelten popüler kültürü düşünüyorum. Elbette belli bir çıtanın üzerinde işler yaparak popüler olmayı başaranlar da var. Ancak yine de bu çağda gerçek şu: Bir şekilde ana akım medyaya haber olmayı başaramıyorsanız, ne kadar iyi iş yaparsanız yapın yoksunuz. 

Bugün Türkiye’de ana akım medyaya baktığımda karşıma çıkansa, ezici oranda dizi kültürü, pop ve arabesk dayatması. Medya tarafından güdülenen toplum da ilgisini bu dayatma ile belirliyor. Daha iyiyi, daha güzeli bulmaya çalışan, kendine sunulanın dışındakileri araştırmak için zaman harcayan, hatta siz ona hazır sunsanız bile merak eden insan sayısı çok az. 

Türkiye’de durum böyle de İngiltere’de farklı mı? Vini Reilly hakkındaki haberi çevremdekilerle paylaştığımda hemen herkes, “Demek orada da oluyor böyle şeyler!” diyerek şaşkınlığını ifade etti. Batı kültüründe bilginin, yeteneğin ve uzmanlığın değeri çok daha fazla; nepotizm ve kronizm denilen akraba, eş, dost kayırma hastalığı orada da var elbette ama bizdeki kadar yaygın değil. 

Benim düşünceme göre, vasatın yükselişi, kapitalist kültürün bir sonucu. Hiçbir yeteneği olmayan insanların, birtakım skandallar veya tuhaflıklar sonucunda dikkat çekmesi, pazarlanması çok daha kolay. Enrique Iglesias gibi vasatın da altında bir ses, babasının ismiyle kariyer yapıp konser teklifleri alırken, Vini Reilly gibi olağanüstü bir müzisyen, müzik sektöründe dönen oyunun içinde yer almadığı için evsiz kalabiliyor. Çoğunluk seviyorsa Enrique Iglesias da müzik yapacak tabii ama çoğunluğun ve medyanın ilgisini çekemeyenler ne olacak? 

Nick Drake’in müziği, kendisi hayattayken ilgi görseydi, o güzelim insan depresyona girip intihara sürüklenmezdi belki de... Bu yazıyı Vini Reilly’nin öyküsü başlattı ama ben bu satırları her alanda göz ardı edilen tüm yetenekli insanlar için yazdım. 

-

18 Kasım 2012 Pazar

Obama ve Siviller

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 18 Kasım 2012

Obama’nın ikinci kez başkan seçilmesi, Amerika kadar Türkiye’de de heyecan yarattı. Tarihi Haydarpaşa Garı’nı seçim üssü haline getirecek kadar kendini kaybetti bazıları. Televizyonda, sosyal medyada coşku dolu insanlar vardı.

Mitt Romney gibi aşırı dinci bir muhafazakarın yenilgisine karşı Amerikalıların sevincini anlamak olanaklı. Kürtaja, eşcinsellere, kadın haklarına karşı söylemleriyle dikkat çeken bir partinin, halkının yarısını Demokrat Parti’ye oy verdikleri için aşağılayan, zengin ve beyaz kesime hitap eden adayıydı Mitt Romney.

Fakat politikayla sadece kendi günlük hayatını etkileyen alanlar dışında da ilgilenen bilinçli kesimlerin Obama’dan rahatsız olduğu da bir gerçek. 2008’de Amerika’nın seçilen ilk siyah Başkanı olduğunda tüm dünyada büyük umutlar yaratan Obama’dan geriye ne kaldı? Verdiği sözlerin büyük kısmını yerine getiremedi. En büyük vaadi sağlık sigortasıydı; bir düzenleme yaptı ama Kongre’de zorlanınca çok büyük ödünler verdi.

Guantanamo’yu göreve geldikten sonra bir yıl içinde kapatacağını söyledi; oysa aradan geçen dört yıla karşın, hapishaneyi kapatmayı bırakın, koşulları daha da sertleştirerek, insanları hâlâ hücrelerde neden suçlandıklarını bilmeden, süresi belli olmayan bir tutukluluğa mahkum ediyor.

Bush döneminin sonunda patlayan ekonomik kriz konusunda da büyük hayal kırıklığı yarattı Obama. Halkın ödediği vergileri bankalara aktardı. Ekonomi toparlansın diye yaptı diyenler olsa da, halk işsizlikten kırılıp her şeyini kaybederken, banka yöneticilerinin cebine prim olarak giren milyonları, dönen üçkağıtları kimse açıklayamadı.

Irak Savaşı’na karşı çıkıp Ortadoğu’ya barış getireceği mesajlarını verdi. Irak’ta istediğini alan Amerika’nın askerlerini çekti ama Afganistan’daki savaşı büyüttü.

Bütün bunların arasında yaptığı en kötü şey, Amerikan savunma sisteminde “sivil” anlayışına getirdiği bakış açısı oldu. Obama yönetimi, insansız uçaklarla yürütülen gizli savaşlarda ölen siviller konusunda kamuoyunda çıkabilecek tartışmaları en aza indirmek için, “sivil” tanımına yeni boyutlar kazandırdı. 

ABD’nin elinde terörle mücadele için oluşturdukları bir ölüm listesi (kill list) var. Bu listede olan birisi yakalandığında yanında başka siviller varsa, bombardıman kararını doğrudan Obama veriyor. 2009’da verdiği emirle yerine getirilen ilk füze saldırısında ölen 44 sivilin arasında kadın ve çocuklar da vardı. Beyaz Saray, sivil ölümleri hakkında bilgisi olmasına karşın, saldırıları Afganistan, Pakistan, Yemen gibi ülkelerde devam ettiriyor. Eski çalışma arkadaşlarının söylediğine göre, Obama’nın bu tür hedefli saldırılara tutkusu tehlikeli boyutlarda...

Ana akım medyada yakın zamana kadar göz ardı edilen bu konu, mayıs ayında The New York Times’da da haber oldu. 2010’da istifa eden Ulusal İstihbarat Direktörü Dennis Blair, Amerikan vatandaşlarının hayatına mal olmayan, düşük maliyetli bu saldırıların, sert mücadele tarzını ortaya koyduğu için, politik açıdan ülke içinde avantajlı görüldüğünü, sadece diğer ülkelerde eleştirildiğini söyledi.

Diyelim ki Blair’in dediği gibi, sivillerin öldürülmesi Amerikan halkının çoğunluğu açısından sorun yaratmıyor; ama acaba bizde Obama seçildi diye neredeyse kalkıp oynayacak olanları da mı rahatsız etmiyor? Dünyanın bir başka ülkesinde siviller bombardıman altında katledilince bu onları ilgilendirmiyor mu? Hani insan hakları evrenseldi?

Romney seçilseydi daha iyi olurdu demiyorum; ama imparator Obama yeniden seçildi diye, çokuluslu şirketlerin temsilcisi yine o oldu diye sevinecek kadar saf da değilim.

_

4 Kasım 2012 Pazar

Yaratıcılık ve Müzik

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 4 Kasım 2012

Okuyucular, bu köşede zaman zaman müzikten söz ettiğimi biliyor. Müzikle nefes alıp veren, onu hayatının odak noktası yapmış biriyim. Her ne kadar burada daha çok siyaset hakkında yazsam da, bazen herkesle paylaşmak istediğim müzikle ilgili konular da oluyor. Bunlardan birisini geçenlerde Londra’da yaşadım.

Bu yazıda Aphex Twin’in Barbican Centre’da verdiği konserden söz edeceğim. Asıl adı Richard D. James olan 41 yaşındaki bu müzisyeni tanımayanlar, Wikipedia’ya bakarlarsa, The Guardiantarafından “çağdaş elektronik müziğin en yaratıcı ve en esin verici figürü” olarak tanımlandığını görürler. Aphex Twin’in ‘Remote Orchestra’ adlı özel projesini Londra’da sadece bir kereye mahsus olmak üzere dinleyiciyle buluşturacağını duyunca, biletlerin satışa çıktığı anda internetin başında yerimi aldım ve çok kısa sürede tükenen biletlerden bir tane kapmayı başardım.

Aphex Twin’i bilen bilir; bugüne kadar DJ’lik yaptığı kulüplerde kendisine benzeyen birçok kişiyi kalabalığın içinde dolaştırmakla kalmadı, mekandan tamamen farklı bir yerden gönderdiği elektronik dalgalarla müziği kontrol etti, yüz eşleme teknolojisini kullanarak dinleyicilerin yüzüne kendi yüzünün resmini yansıttı. Kalabalık içinde görünmekten çekinen bir müzisyenin dikkati kendi üzerinden alıp kalabalığa yansıtma çabaları, ancak bu kadar akıllıca bir şekilde teknolojiyle buluşturulabilir. Bu defa ne yapacağını merak etmem boşuna değildi.


APHEX TWIN's remote orchestra (short edit) from weirdcore on Vimeo.

Sonunda performans günü geldiğinde Barbican’da ışıklar karardı ve sahneye 5 barlı bir grafikle yansıyan dev kontrol panelini gördük. 28 orkestra elemanı ve 12 kişilik koro sahnedeki yerini aldı, hepsi sırtını izleyiciye dönerek ekrana yöneldi. Her biri, performans boyunca görmediğimiz Aphex Twin’den gelen yönlendirmeleri duyabilmek için kulaklık takmıştı. Kontrol panelindeki farklı renkteki barlar yükselip alçaldıkça orkestradan çıkan neo-klasik ve dark ambient arasındaki sesleri tam olarak anlatmak olanaksız. Yalnız şunu söyleyebilirim; Aphex Twin bir MIDI kontrol paneli ile orkestrayı yönetirken, her aşamada matematik devrede ama performansı şekillendiren asıl unsur insana bağlı olarak gelişiyor.

Performansın ikinci kısmında, orkestra sahneden ayrıldı; onun yerine başrol, yerden yaklaşık yarım metre yükseltilerek tavandan asılmış bir platform üzerine kablolarla bağlanan büyük bir Yamaha piyanoya verildi. Birisi, kenarına bağlanan iplerden tutup çekince platform farklı sesler çıkararak bir sağa, bir sola sallanmaya başladı. Aynı anda tuşları uzaktan kumanda ile yöneten Aphex Twin’in çaldığı müziğin güzelliği başdöndürücüydü. Teknoloji yine devredeydi ama insanın hareketleriyle belirlenen organik bir süreçti bu.

Platformun hareketi kendiliğinden sona erene kadar süren bu bölümden sonra, sıra üçüncü kısma geldi. Minimal müziğin kurucusu Steve Reich’ın 1968’de bestelediği Pendulum Music’ten ilham alan bu son bölümde ana unsur, tavandan sarkıtılan 18 adet disko topuydu. Aphex Twin miks masasının başındayken, her bir top birer insan tarafından tutulup ileriye doğru farklı hızlarda bırakıldı. Aynı anda lazer ışıkları toplarla buluştuğunda çıkan ajite edilmiş sesler ve yansıyan ışıklar, dinleyenleri çılgın bir atmosfere sürükledi.

Bütün bunlar, müziği oluşturan elementlerin, planlanmış ya da kendiliğinden olanların farkına varmak, teknoloji ve insan ilişkisini daha net görmek açısından ufuk açıcıydı. Brian Eno görse gurur duyardı. Hissedilmesi için içinde olunması gereken bir performanstı ama en azından bu yaratıcı proje bilinsin istedim. Müzik statik bir olgu değildir; teknoloji de insan aklının eseridir, onu müzikte kullanmaya karşı çıkanlar haberdar olsun.




 -

21 Ekim 2012 Pazar

Nereye Kadar?

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 21 Ekim 2012

Geçen ay Kuzey Carolina’nın Charlotte kentinde Demokratik Parti Kurultayı’nı izlerken farklı kesimlerden Amerikalılarla konuştum. Türkiye’den geldiğimi duyunca her biri değişik tepki verdi; bazısı hep görmek istediği bir ülke olduğundan söz etti, bazısı Türkiye hakkında bir fikri olmadığı için yönelttiği sorularla tanımaya çalıştı. Ancak birisi vardı ki, bilgisi ve yorumlarıyla beni şaşırttı. 

Öğlen saatlerinde bir masada oturmuş yemek yiyordum; 60’lı yaşlarında bir kadın masayı paylaşmak için izin istedi. 40 yıl önce Amerikan vatandaşı olan Naz isminde Pakistanlı bir kadındı. Gazeteci olduğumu öğrenince kendi öyküsünü anlatmaya başladı. Gençken Amerika’ya okumaya gelmiş, iletişim alanında doktorasını yapıp üniversitede ders vermeye başlamış. Şimdi kendisine ait bir danışmanlık firması varmış.

Bir Amerikalı bana aşık oldu. ‘Gitme evlenelim’ deyince kabul ettim. Onca yıl ülkemden uzak kaldığıma üzgünüm ama ne zaman ziyaret etsem orada işlerin giderek daha kötü olduğunu gördüm. Aslında şimdi dönebilirim. Çünkü kocam öldü ve yaşlı annem orada yalnız” dedi yaşadıklarını anlatırken.

Neden dönmediğini sorunca verdiği yanıt ilginçti. “Pakistan’daki toplum beni korkutuyor. Evet, bu yaşta bile korkutuyor. Bir kadın olarak ne demek istediğimi anlarsınız; sizin de Türkiye’de başınızda aynı dertler var. Özgür müsünüz, kendinizi güvenlikte hissediyor musunuz o ülkede? Başbakanınızın ülkenizi İslam ülkesi olarak yeniden kurguladığını, din baskısının her gün arttığını okuyorum ve inanın çok üzülüyorum. Pakistan’da aynı süreçleri yaşadık. Ben Amerika’ya geldiğim zaman durum orada bugünkü kadar kötü değildi. Örtünmeyene kötü gözle bakılmıyordu. Şimdi her şey farklı.

Konuşma boyunca verdiği örneklerle Türkiye’yi yakından izlediği belli oluyordu. İlgisinin özel bir nedeni olup olmadığını sordum. “Türkiye’nin halkının çok büyük çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda uzun zaman önce laikliği ilke olarak benimsemesi, kadınların durumu açısından önemliydi. Müslüman ülkelerde kadınların ortak denilen kaderini yenmek için dev bir adımdı o. Ama yaşadığı devrimin değerini bilemedi Türkiye. Bu bana çok dramatik geldi. İşin kötüsü, erkek egemen toplumlarda kadınların da kendi aleyhlerine olan uygulamaları savunması. İnanılmaz bir şey bu” dedi.

Sonunda konu Amerika’ya geldi. ABD’nin de kendi çıkarları için diktatörlere çekinmeden destek verdiğini anlattım Naz’a. Tüm dünyanın demokrasi şampiyonluğuna soyunurken, kadını ezen, aşağılayan yönetimlerle el ele ilerleyen bir ülke Amerika. “Arap Baharı” adı verilen ama tamamen Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Amerikan çıkarlarına hizmet edecek yönetimlerin işbaşına getirilmesi için düzenlenen ayaklanmalar zinciri “demokrasi ihracı” olarak pazarlanıyor.

Amerika, eğer iddia ettiği gibi dünyanın dört bir ucuna demokrasi götürmeye niyetliyse, o zaman neden Suudi Arabistan’la sıkı dost? Kadının yanında erkek olmadan araba kullanamadığı, seyahat edemediği, okula gidemediği, şeriat yasalarına göre en zalimce cezaları aldığı, kısacası insan muamelesi görmediği ülkeyi dost olarak tanımlamak, ikiyüzlülük değil de nedir?

Naz’a bunları söylediğimde, “Haklısınız. Burada yaşayarak sadece kendimi kurtarmış oluyorum. Oysa Pakistan’da yapacak çok şey var...” dedi.

Ardından kısa bir süre sessiz kaldıktan sonra, kendi kendine konuşurcasına usulca şunları mırıldandı: “Evet, dönmeliyim. Bu yaştan sonra benim için büyük riskler yok ama mesela siz ülkeniz şeriata kaysa nereye kadar orada yaşamaya dayanabilirsiniz?

-

7 Ekim 2012 Pazar

Siz "sahip" misiniz?


© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 7 Ekim 2012

Yaşadığımız dünyanın sahibi var mı? Bir insan olarak bu gezegenin efendisinin insan türü olduğunu mu düşünüyorsunuz, yoksa insanoğlunun bu evreni diğer canlılarla paylaşan varlıklardan birisi olduğunun farkında mısınız? 

Bu soruların nedeni, AKP'nin TBMM’ye sevk ettiği yeni hayvanları koruma yasası. Toplumun işleyişini düzenleme görevini üstlenen bir grup insan, oturmuş eski yasadaki eksikleri düzeltmek adına girişimde bulunmuş. Ancak hazırlanan katliam tasarısı, geçen hafta sonu çok katılımlı bir eylemle protesto edilince, AKP, yeniden değerlendirme kararı aldı. Belki bu yazı da onlara bir fikir verir. 

Tasarıya bazı konularda, mesela hayvana işkenceye ilk kez hapis cezası öngörülmesi gibi olumlu maddeler eklenmiş. Fakat vicdan sahibi bir insanı çileden çıkarabilecek maddeler de var. İki yıla kadar olan hapis cezaları para cezasına dönüştürülmüş. Hayvanlarla cinsel ilişkiye girenlere 1 yıla kadar hapis cezası öngörüldüğüne göre, demek ki bu suçu işleyenler, yine para cezası ile kurtulabilecek! 

Büyük tepki yaratan bir diğer madde ise, tehlikeli görülen bazı köpek ırklarını ve melezlerini sahiplenmeyi suç kapsamına alıyor. Bu durumda taslakta adı sayılan türlere ait hayvanları besleyenler birden suçlu haline getiriliyor. 

Bunlarla da kalınmıyor; akıl sınırlarını zorlayan bir düzenlemeyle, sahipli ve sahipsiz hayvanları belediye sınırları içinde veya dışında başıboş bırakmak yasaktır deniyor. Ne demek bu? Yani sokaktaki kedi ve köpekler ortadan kalkacak. Ne yapacak belediyeler sokaktaki kedi ve köpekleri? Hayvan bakımevlerinde kısırlaştırıp aşıladıktan sonra kayıt altına alacaklar ve bakımevlerinde yer kalmayınca, “doğal hayat parkı” denilen bir alana götürecekler. Oysa yürürlükteki yasada, “kısırlaştırılıp aşılandıktan sonra alındıkları yere geri bırakılır” diyor. 

Bunun adı ancak “Doğal Ölüm Parkı” olabilir! Büyük kentlerde 30-40 köpeğin konduğu bakımevlerinde bile hayvanlar eziyet çekiyor, açlık ve susuzluktan can veriyorlar. Belediyelerin bakımevlerinde hizmet vermek için ne gerekli ödeneği ne de personeli var. Bu durumda sokak hayvanlarının toplama kamplarına gönderilerek katledilmesi söz konusu olacak. Binlerce canlı, tutsak edilmekle kalmayacak, açlıktan birbirlerini yiyecek! Taslak, bu haliyle çıkarsa, II. Mahmud döneminde Hayırsızada diye bilinen Sivriada’ya gönderilen köpeklerin ölüme terk edilişi, bu topraklarda yeniden ve aynen yaşanır.

Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’na bu şikayetler günlerdir iletiliyor. Kendisinin bunlara karşı söylediği, Twitter’da verdiği yanıttan gördüğüm kadarıyla şöyle: “Bir zahmet taslağı mevcut mevzuata göre bir mukayese et. Hayvanlara işkenceye ilk defa hapis cezası geliyor. Yeni yasa taslağında nihayet hayvanlara karşı işlenen suçların Kabahatler Kanunu’ndan çıkarılıp Ceza Kanunu kapsamına alınması olumlu bir adım. Ancak taslak bu haliyle yasalaşırsa, sorumlular önce kendine ceza kesmeli; çünkü bu, bir türün diğer türe karşı yaptığı soykırımdır. 

Ey milletvekilleri, kurulması düşünülen toplama kamplarına yaklaştığınızda açlık ve susuzluktan can çekişen hayvanların iniltilerini duymaya hazır mısınız, yoksa yine sağır numarası mı yapacaksınız? 

Hayvana tecavüz eden para cezası ile kurtulduğunda içiniz rahat edecek mi? Bir gün bu zulüm evde beslediğiniz köpeğin başına gelirse ne diyeceksiniz? 

Ayrıca hayvan türlerini yok etme ya da "uyutarak" öldürme hakkını size kim verdi? Kendinizi sahip, insanlarla kıyaslanabilecek bilince sahip olduğu kanıtlanan diğer canlıları köle mi sanıyorsunuz?

-

27 Eylül 2012 Perşembe

The Prime Minister of Turkey: Stop Turkey’s proposed Death Camps for stray animals!

Please sign the petition here: http://www.change.org/petitions/the-prime-minister-of-turkey-stop-turkey-s-proposed-death-camps-for-stray-animals#



Hi there, 

I just signed the following petition addressed to: The Prime Minister of Turkey Mr Recep Tayyip Erdogan.

----------------
Stop Turkey’s proposed Death Camps for stray animals!


Animal lovers and welfare organizations in Turkey have been shocked and outraged by the governments proposed changes to Turkey's very comprehensive Animal Rights law 5199.
The draft document which was prepared in secret and presented to Parliament last week, if passed, would mean a slow and lingering death for all of Turkey's stray cats and dogs! 
The Government's plan which marks a complete U turn in policy, intends to abolish the current programme of TNR - Trap, Neuter and Return* instead it proposes that municipalities round up ALL free roaming animals (dogs and perhaps even cats) and place them in what they are calling 'Dogal hayat parklari' (natural life parks) Now this may sound nice but these parks will just be fenced off areas, probably forests, far from populated areas where hundreds or even thousands of animals will have to fend for themselves. Those that don't die of starvation will probably suffer terrible injuries from fights over limited food sources and disease will spread through the population like wildfire.
At the moment many municipalities do not employ a vet to neuter or treat street animals, some cannot even support the animal shelters in their own areas properly so who is going to care for the animals in these out of the way parks? There will be no way to check on their welfare or even to find out if animals were actually taken there at all or disposed of in some other way!! These "parks" will become nothing but mass death camps!

PLEASE if you love animals and care for Turkey let the Turkish Government know what a huge mistake they are making. Let them know that this is unacceptable and will put you off Turkey as a holiday destination if allowed to happen!!

You have the power to influence this proposal. Please sign our petition and add your voice to the thousands across Turkey who have already made their protest known.
Thank you

*TNR – Trap, Neuter and Return - the only method of stray animal population control endorsed by The World Health Organisation.

----------------

Sincerely,


[Your name]

23 Eylül 2012 Pazar

Orta Sınıfın Şampiyonu Kim?

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 23 Eylül 2012

(Not: Aşağıdaki yazı, 6 Eylül'de Demokratik Parti Kurultayı'nın son gününde bir otel odasında gece saat 04.00'te yazılıp gönderilen ama gazetede ancak bugün yayımlanabilen bir yazıdır.)

Geçen hafta Kuzey Carolina’nın Charlotte kentinde Demokratik Parti Kurultayı’nı izledim. Dört gün boyunca delegelerle, parti yöneticileriyle ve Demokratik Parti ile ilgisi olmayan halktan insanlarla konuştum. Bill Clinton, Rahm Emanuel, Elizabeth Warren, Michelle Obama gibi Demokratların ileri gelenlerinin, birçok Senatör  ve Temsilciler Meclisi üyesinin yaptıkları konuşmalarda ortak bir nokta vardı. Hepsi Cumhuriyetçi Parti’nin adayı Mitt Romney ile Obama politikaları arasındaki farkları ortaya koyup, çok kesin hatlarla ayrılan iki ayrı Amerika’dan söz ediyordu.

Bunlardan birisi, “ben kendi alacağımı aldım, kazanan her şeye sahip olur, sen kendi başınasın” şeklinde özetledikleri, devletin sosyal harcamalarının ortadan kaldırılıp, zenginlere vergi indirimleri yapılan Romney Amerikası. Diğeri de, güçlü bir ekonominin orta sınıfı güçlendirmekten geçtiğine inanan, devletin sosyal harcamalarının, özellikle eğitim, sosyal güvenlik ve sağlık sigortası konularındaki desteğinin olabildiğince yüksek tutulduğu Obama Amerikası.

Konuşmasıyla kurultayda en büyük alkışı alanlardan Harvard Hukuk Profesörü Elizabeth Warren’ın Obama Amerikası’nı anlatırken verdiği örnek ilginçti: “Milyonerlerin de sekreterler gibi vergilerini tam ödeyecekleri bir ülke.

Kurultayda akademisyenlerin ve siyasetçilerin söz ettiği soyut kavramların daha net açıklanabilmesi için akıllıca bir yol seçilmişti. Halkın içinden insanlar podyuma gelip, yaşadıkları deneyimleri herkesin anlayabileceği şekilde bizzat anlattılar.

Ancak sonuçta bu bir partinin seçim öncesinde kararsızları etkilemeyi umarak düzenlediği bir toplantı. Kürsüde dile getirilen her şey, bu amaca yönelik olarak kurgulanıyor. Acaba gerçekler orada anlatılanlar gibi miydi? Obama gerçekten orta sınıfın şampiyonu muydu?

Ben, Kuzey ve Güney Carolina Eyaletleri İşçi Koalisyonu’nun söylediklerine de baktım. Altını çizdiğim ifadeleri maddeler halinde belirteceğim.

* Hem Demokratik hem de Cumhuriyetçi Parti, yoksul emekçi kesimin haklarını korumak konusunda tamamen başarısızdır. Bize göre, şirketleşen bu partiler arasında biri diğerinden daha iyi değildir. (İki parti için kullanılan ortak isim “The Rebuplicrats”.)

* Her iki parti de Wall Street’ i kurtarmak için halkın parasını kullandı. Halkın % 99’u Wall Street’in kâr hırsı ve onun neden olduğu ekonomik kriz yüzünden aşırı derecede mağdur.

* Bu partiler, büyük çaplı işten çıkarmalar yaşanmasına karşın, yıpranan yolları, okulları, hastaneleri, parkları vs. onarmayı kapsayan, ülke çapında bir kamu iş programı başlatmıyor.

* İki parti de, milyonlarca vergi mükellefinin evine yasadışı ipotek getirip el koyarak “Amerikan Rüyası”nın sona ermesine neden olan ve küçük işletmelere kredi vermeyi reddeden bankaları kurtardı.

* Hem Cumhuriyetçiler hem de Demokratlar, petrol avantajı sağlamak ve Amerikan dolarının piyasa hakimiyetini sürdürmek için Ortadoğu’da savaşları sürdürdü. Bunun için 4 trilyon dolar harcanırken Amerikan halkı giderek daha da fakirleşti.

* Bunlar ortadayken Kongre’nin çalışmalarına olan desteğin %10‘un altına inmesine şaşmamalı.

İşçi Koalisyonu haklı. Obama, Romney’nin politikalarına göre orta sınıfı biraz daha fazla önemsiyor görünebilir ya da öyle olabilir ama belli ki o sınıfın şampiyonu değil. Paranın politikayı parmağında oynattığı bir ülkede, Wall Street kodamanlarıyla dirsek temasını sürdürüp, bir yandan da yalnızca halkın çıkarlarını savunduğunu iddia etmek, tam bir oksimoron.

_

9 Eylül 2012 Pazar

7 Temmuz 2012

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 9 Eylül 2012

İnsanlar bilinç sahibi tek canlı değil; Hayvanlar da insanlarla kıyaslanabilecek derecede bilince sahip. Bu, aralarında bütün memeliler, kuşlar ve ahtapotun da olduğu birçok canlı için geçerli.

Bu açıklamayı yapanlar, 7 Temmuz’da İngiltere’nin Cambridge Üniversitesi’nde düzenlenen uluslararası bir konferansta toplanan bilim insanları. “İnsanda ve Hayvanda Bilinç” başlığı altında gerçekleştirilen Francis Crick Anma Konferansı’nda, aralarında Stephen Hawking’in de bulunduğu 15 uzman, bu sonucu kanıtlayacak bilgileri sundular.

Konferansın sonunda Cambridge Bilinç Deklarasyonu'nun (“The Cambridge Declaration of Consciousness”) imza töreni, CBS 60 Minutes programı tarafından kaydedilmiş ama bizim medya, bilim adına bir devrim niteliğinde olan böyle bir olayla ilgilenmedi tabii...

Hayvanlarda bilinç olgusu, aslında bugüne kadar yapılan araştırmaların da gösterdiği ve konuyla ilgili olanların tartıştığı bir gerçekti. Hatta evinde hayvan besleyen her insanın fark edeceği şekilde, hayvanların da acı çektikleri, sevindikleri ya da belli bir hedefe yönelik olarak karar aldıkları bilinir. Ama ne zaman bu konu açılsa, ya maymunlar ya da insanlarla daha iç içe bir hayat süren kedi ve köpek düşünülür.

Oysa gelişmiş bir bilince sahip hayvanlar onlarla sınırlı değil. Geçen günlerde televizyonda rastladığım bir belgeselde fillerin bir sorun karşısında nasıl işbirliğine gittiklerini, bir kuşun yiyeceğine göz diken rakibini atlatmak için plan yaptığını gözlerimle gördüm.

Cambridge Deklarasyonu’nun önemi, hayvanlarda bilinç olgusuna çok daha geniş bir boyut kazandırarak, şu cümlelerle bilimsel olarak ortaya koyması: “Aynı noktada buluşan ortak kanıtlar, hayvanlarda nöroanatomik, nörokimyasal ve nörofizyolojik bilinç durumlarının alt katmanlarının var olduğunu ve hayvanların kasıtlı davranışlar gösterme kapasitesi taşıdıklarını göstermektedir. Bunun sonucu olarak, elimizdeki kanıtlara göre, insan, bilinç oluşturan nörolojik altyapıya sahip tek canlı değildir. Aralarında bütün memeliler, kuşlar ve ahtapot gibi birçok canlının da bulunduğu hayvanda bu nörolojik altyapı bulunmaktadır.

***

Peki bu deklarasyonun etkileri ne olur? Bu sorunun yanıtlarına, metne imza koyanlardan, Standford ve MIT’de araştırmalar yapan Kanadalı Philip Low’un bir röportajında rastladım.

Bugüne kadar hayvanların bilince sahip olmadığını iddia etmenin insanlar için kolay yol olduğunu ama artık bundan sonra bilmiyorduk diyemeyeceğimizi söylüyor. Hayvan haklarına etkisi konusunda ise, bilimin topluma ne yapması gerektiğini dikte etmeyeceğini, görevlerinin sadece buldukları verileri sunmak olduğunun altını çiziyor.

Ancak gelecekte toplumların daha az hayvanı kendi amaçları için kullanır hale geleceğini düşünüyor Low. “Yapmamız gereken, daha az yıkıcı çözümler bulmak. İnsan hayatı üzerine araştırmalar yapmak için başka hayatları sona erdirmek zorunda değiliz. Hayvan hayatına saygı duyan daha iyi teknolojiler geliştirebiliriz” diyor.

Bulduğunuz veriler sizi kişisel olarak nasıl etkiledi?” sorusuna verdiği yanıt etkileyici: “Sanırım vegan olacağım. Hayvanlar hakkındaki bu yeni bulgulardan, özellikle onların acıyı deneyimlerken yaşadıkları zulümden etkilenmemek olanaklı değil.

7 Temmuz 2012, insan-hayvan ilişkisinde çok önemli bir tarih olarak kayda geçti. Acaba bu gelişmeler, insanoğlunu nasıl etkileyecek? Acaba Low’un sergilediği duyarlılığı kaç kişi hissedecek? Yoksa bilim görmezden gelinmeye devam mı edilecek?

-

8 Eylül 2012 Cumartesi

Obama İle "Umuda" Yolculuk

© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 8 Eylül 2012

CHARLOTTE-Barack Obama, Demokratik Parti Kurultayı’nın son gününde, kasım ayındaki ABD başkanlık seçiminde yeniden partisinin resmi adayı olarak belirlendi. ABD’nin 42. Başkanı Bill Clinton tarafından önceki akşam açıklanan adaylık önerisini kabul eden Obama, konuşmasında seçimi kazanırsa gelecek dört yılda yapacaklarını anlattı. “Herkesin hakkını alıp, hakça paylaştığı ve herkes için aynı kuralların geçerli olduğu bir ülkeye inanıyorsanız, seçimde oyunuza ihtiyacım var” diyen Obama, seçildiğinden bu yana yaptıklarını anlattı. Başlattığı işi tamamlamak için ikinci kez vize isterken, girdikleri yolun kolay olduğunu söylemediğini ama önerdiğinin daha iyi bir yol olduğunu belirtti.

İlk kez ABD Başkanı sıfatıyla katıldığı kurultayda öncekilere göre kendine daha güvenli gözüken Obama’nın, eski konuşmalarındaki heyecanı bir ölçüde kaybetmiş. 2004‘te idealleri olan genç bir senatörken, 2008 yılında değişim öneren bir lider adayıydı, bugün ise önerdiği değişimi tamamlamak için tekrar oy isteyen bir Başkan. 37.5 milyon insanın televizyondan naklen izlediği konuşma, salondaki partilileri ikna etse de, bunun herkes için geçerli olduğunu söylemek olanaklı değil. Verdiği sözlerin önemli bir kısmını gerçekleştirmedi, Irak Savaşı'na karşı çıkıyordu ama Afganistan'da savaşın boyutlarını genişletti. Wall Street'e karşı çıkıyor görünüp, kapalı kapılar ardında sermaye ile sıcak ilişkisini sürdürdü.

Obama'nın askeri harcamaları kısmaya niyetli olmadığı da konuşmasında bir kez daha ortaya çıktı. Burma’dan Libya’ya ve Güney Sudan’a kadar bütün insanların haklarını koruyup huzuru sağladıklarını iddia ederek, “Ben başkomutan olduğum sürece dünyanın gördüğü en güçlü orduya sahip olmayı sürdüreceğiz” dedi ABD Başkanı. Eğitim ve kadın haklarının geliştirilmesi, çevreyi koruma ve petrole olan bağlılığın azaltılması gibi konularda mesajlar verdikten sonra, orta sınıftan insanların yaşam mücadelesinin kendisine umut verdiğini anlattı ve herkesi o umudu paylaşmaya çağırdı.

İSRAİL VURGUSU

Obama’dan hemen önce delegelere seslenen Başkan Yardımcısı Joe Biden ise, uzun ama yer yer coşkulu bir konuşma yaptı. “4 yıl öncekinden daha iyi durumda mıyız?” sorusuna “Usama bin Ladin ölü, General Motors yaşıyor” diye yanıt vermesi alkışlarla karşılandı. Obama’nın karakterini ve liderliğini öven Biden, “Amerika, rakiplerimizin söylediği gibi çöküş içinde değildir” dedi.

Günün bir diğer önemli konuşmacısı, Senatör John Kerry idi. Obama, “İsrail’in güvenliğini sağlama taahhüdümüz sekteye uğramamalı” derken, John Kerry de İsrail ile ilişkilerin altını çizdi. ABD Başkanı’nın İran’a karşı yaptırımları genişletmek konusunda her zaman İsrail’in yanında olmaya söz verdiğini ve hiçbir seçeneği masadan kaldırmadığını vurgulayan Senatör Kerry, konu İsrail olunca her zaman Mitt Romney yerine Netenyahu’ya inanacağını söyledi. Obama’nın diplomasisiz güç kullanımı ya da güç kullanımını dışlayan diplomasi arasında seçim yapmayı reddettiğini de sözlerine ekledi.

OBAMA’YA SANATÇI DESTEĞİ

Kurultayın son gününde podyuma birçok ünlü isim çıkarak Obama’ya desteğini gösterdi. Amerikan milli marşını söyleyen Marc Anthony’den sonra sahne Grammy ödüllü şarkıcı James Taylor’ındı. Mary J. Blige ve Foo Fighters da şarkılarıyla geceye renk kattılar.

Foo Fighters grubundan Dave Grohl, "My Hero" adlı şarkının o akşam daha anlamlı olduğunu söyleyerek Obama'ya gönderme yaptı.

Sinema ve TV dünyasından kurultaya katılıp konuşma yapan oyuncular Eva Longoria ve Scarlett Johansson ise, özellikle kadınlar ve genç kesim üzerinde etkili olacak mesajlar verdiler.

Eva Longoria, "Wendy's'de çalışan Eva Longoria'nın vergi indirimine ihtiyacı vardı ama film setinde çalışan Eva Longoria'nın buna ihtiyacı yok" dedi ve Obama'nın politikalarının dar gelirlileri korumaya yönelik olduğunu savundu.

Scarlett Johansson, partiye kayıtlı bir annenin ve orta sınıftan bir ailenin çocuğu olarak Obama’nın sağlık sigortası, daha uygun üniversite primleri ve eşit işe eşit ücret politikalarının önemine değindi. “Size kime oy vereceğimi anlatmaya gelmedim. Kime oy verdiğimi biliyorsunuz. Size oy verin demek için buradayım” diyerek genç kesimi sandığa gitmeye çağırdı.

(Fotoğraflar bana aittir.)

-

7 Eylül 2012 Cuma

Clinton'dan Romney'e Okkalı Yanıt

© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 7 Eylül 2012

Demokratik Parti, ABD Başkanlık seçimi için adayını Kuzey Carolina’da devam eden kurultayın ikinci gününde resmen ilan etti. ABD’nin 42. Başkanı Bill Clinton, çarşamba akşamı etkili bir konuşma yaparak Barack Obama’yı ikinci kez Başkanlığa aday gösterdi. Clinton, Obama’nın adaylığını, “Dışardan serin kanlı görünen ama içinden Amerika için tutuşan birini aday göstermek istiyorum. Buluşlar, yaratıcılık, eğitim ve işbirliği sayesinde yeni bir Amerikan rüyası kurabileceğimize inanan bir adam. Michelle Obama ile evlenme akıllığını gösteren bir adam. Barack Obama’nın Amerika’nın gelecek başkanı olmasını istiyorum ve onu Demokratik Parti’nin bayraktarı olarak gururla aday gösteriyorum” diyerek açıkladı.

Bill Clinton, ayakta alkışlarla karşılanan bu sözlerinden sonra, konuşmasının önemli bir bölümünü Obama’nın “güçlü bir orta sınıf yaratılması ve fırsat eşitliğine dayanan bir ekonominin sağlamlaştırılması için uyguladığı politikalara” ayırdı. “Ben ve benden önceki hiçbir Başkan verilen onca zararın tümünü 4 yılda gideremezdi” diyerek Obama’nın göreve ilk geldiğinde karşılaştığı yıkık ekonomiyi hatırlattı. Eski Başkan, rakamlara ve mantığa dayandırdığı konuşmasında, zenginleri kollayan Romney ile orta sınıfa destek verdiğini söylediği Obama’nın temsil ettiği iki ayrı Amerika’nın resmini çizdi.

Clinton, Obama’nın kendisine karşı başkanlık yarışına katılan Joe Biden’ı Başkan Yardımcısı seçtiğini, eşi Hillary Clinton’ı ise kabinesine aldığını anımsatarak, ABD Başkanı’nın işbirliğini siyasi rekabetin ve partizanlığın üzerinde tuttuğunu söyledi. Cumhuriyetçi kesimin Obama’ya karşı savunduğu tüm argümanları kanıtlarıyla tek tek çürüterek, siyasi konuşma dinamikleri açısından çok iyi kurgulanmış bir metinle, Obama’ya sağlam bir destek verdi.

Clinton’ın 50 dakikalık konuşmasını tamamlamasından sonra sahneye gelen Obama ile kucaklaşması, salondaki 20 bin kişinin “4 Yıl Daha!” sloganıyla karşılandı.

Aslında Bill Clinton ile Barack Obama arasındaki ilişkinin ilk başlarda fazla sıcak olmadığı ama zaman içinde giderek iki tarafın da çıkarları doğrultusunda zorunlu olarak geliştiği biliniyor. Bill Clinton, Obama’nın kendisini Amerika’nın Haiti’ye yardım çalışmaları için görevlendirmesi ve Hillary Clinton’ın hükümetteki konumu nedeniyle ABD Başkanı ile ilişkisini daha yakın tutarken, Obama ise, kasım ayında yapılacak seçimde kararsız beyazların, özellikle beyaz yakalı işçilerin oyunu alabilmek için, halk tarafından en çok sevilen başkanlardan birisi olan Bill Clinton’ın desteğine ihtiyaç duyuyor.

Kurultayın ikinci günü genellikle ABD başkan yardımcılarına ayrılan ana konuşmanın Bill Clinton’a yaptırılması ve partinin adayını resmen onun açıklaması, Obama’nın bu desteğe verdiği önemi ortaya koyuyor. Araştırmalara göre, kararsız eyaletlerdeki seçmenlerin yüzde seksene yakını beyazlardan oluşuyor. Obama ırk konusunu vurgulamamaya özen gösterse de, Cumhuriyetçi aday Mitt Romney karşısında bu kesimde avantaj elde edebilmesi için, Clinton kartını tekrar kullanmaya gerek gördüğü anlaşılıyor.

Bill Clinton’dan hemen önce yaptığı konuşmayla Obama’yı “orta sınıfın şampiyonu” şeklinde yansıtan Elizabeth Warren da kurultayda öne çıkan isimlerdendi. Obama’nın yakın çalışma ekibi içinde yer alan Harvard Hukuk Profesörü, Massachusetts eyaletinde senatörlük için yarışıyor. Wall Street ve milyon dolarlık holdinglerin CEO’larına karşı oldukça sert çıkışları nedeniyle de bazılarınca aşırı liberal olarak değerlendiriliyor. Senato’ya giremese bile Warren’ın gelecek dönemde adının daha çok duyulacağı anlaşılıyor.

Bunun yanı sıra, Amerikan basınında çıkan bazı haberlere göre, Senatör John Kerry’nin kurultayın son gününde Obama’nın ulusal güvenlik politikalarını savunan bir konuşma yapması, Kerry’nin ilerde Hillary Clinton’ın yerine Dışişleri Bakanı olarak atanabileceği şeklinde yorumlanıyor.

KURULTAY SALONU DIŞINDA PROTESTO GÖSTERİLERİ

Charlotte’ta kapalı kapılar ardında kurultay sürerken bir yandan da sokaklarda çeşitli protesto gösterileri yapılıyor. Tea Party üyeleri kürtaj karşıtı pankartlarla Demokratların ahlaki ve aile değerlerini yıktığını savunuyor. Bu protestolar sırasında şu ana kadar önemli bir gerginlik yaşanmadı ama zaman zaman muhafazakarlarla “Beden benim! Kararı ben veririm” diyen Demokrat Partili kadınlar arasında çıkan tartışmalar, Türkiye’de olanları anımsatıyor. Bir taraftan da Wall Street”i İşgal eylemcileri “Demokratların Maskesini Düşürün”,“Demokratik Parti Kurultayı hiçbir şey ifade etmiyor” ve “Politikayı para yönetmesin” sloganlarıyla seslerini duyurmaya çalışıyor.

FIRTINA PLANLARI DEĞİŞTİRDİ

Charlotte’ta kötü hava koşulları ve beklenen fırtına yüzünden Obama’nın adaylığı kabul konuşması için düşünülen mekan değiştirildi. 74 bin kişilik Bank of America Stadyumu’nun üstü açık olduğu için, kurultayın son günü de kapalı salon Time Warner Cable Arena’ya alındı. Ancak bu mekanın 20 bin kişilik kapasiteye sahip olması, daha önce Obama’yı salonda dinlemek üzere akreditasyon kartı alan binlerce kişinin hayalini suya düşürdü.

(Fotoğraflar bana aittir.)

-

6 Eylül 2012 Perşembe

Obama'nın Michelle kozu

© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 6 Eylül 2012

CHARLOTTE - ABD’de Demokratik Parti’nin (DP) Kuzey Carolina’da devam eden kurultayı Başkan Barack Obama’nın eşi Michelle Obama’nın coşkulu ve duygusal konuşmasıyla açıldı. Time Warner Cable Arena’da yapılan kurultayın ilk gününde ana tema, eğitim, sağlık ve kadın haklarıydı. Partililerin Obama’ya övgü silsilesi şeklinde geçen açılış gününde, Michelle Obama’nın eşi için ikinci kez destek isterken yaptığı konuşma, Demokratlar tarafından büyük beğeniyle karşılandı. Esprilerle ve aile hayatından çeşitli anekdotlarla süslediği oldukça kişisel bir konuşma yaptı “First Lady”. “Barack’ı 4 yıl öncekinden, hatta 23 yıl önce ilk tanıştığımız günden daha çok seviyorum. Hayata nereden başladığını asla unutmadı” diyerek halkın sorunlarının aynılarını geçmişte eşi ve kendisinin de bizzat yaşadıklarını vurguladı.

DEĞİŞİM ZAMAN ALIYOR

Popülerliği Barack Obama’dan fazla olduğu yorumları yapılan First Lady, konuşmasında eşinin 2008 yılı kampanyasındaki sloganı ve vaadi olan “değişim” ile ilgili yaptığı değerlendirmede, değişimin zor olduğunu ve bir kerede yapılamayacağını, ama bu yönde ilerlemeleri halinde sonunda mutlaka onu gerçekleştireceklerini söyledi. Michelle Obama, en önemli görevinin annelik olduğunu ve çocuklarının hayatının merkezinde bulunduğunu da belirtti.

Michelle Obama’nın özellikle Amerikan orta sınıfı ve kadınlara yönelik olarak planlanan konuşmasında tek bir kez bile Mitt Romney’nin adını anmadan Cumhuriyetçi bakış açısını eleştirmesi dikkat çekiciydi. Sık sık alkış ve sloganlarla kesilen konuşma sonunda bütün salon ayaktaydı. Konuşmasından sonra delegeler arasında ABD’de “2016’da Michelle başkan olsun” yorumları yapılıyordu.

Kurultayın ilk gününde, Temsilciler Meclisi’ndeki kadın üyeler, Temsilciler Meclisi Azınlık Lideri Nancy Pelosi başkanlığında podyuma çıkarak tek tek neden Obama’yı desteklediklerini anlattılar. Obama’nın 2008’de başkan seçildiğinden bu yana sağlık ve iş güvenliği konularında kadınların yararına yaptığı çalışmalardan örnekler verilirken, Obama’nın imzaladığı ‘Eşit Ücret Yasası’na rağmen kadınla erkek arasında devam eden ücret dengesizliğinin giderilmesi talebi yinelendi.

Tecavüz tecavüzdür” cümlesinin sık sık duyulduğu konuşmalarda, Cumhuriyetçilerin tecavüzün tanımını bile kadın aleyhine değiştirmeye çalıştığı, hamile kalma konusunda kararı kadınların vermesi gerektiğine inanmayan Romney gibi bir politikacıya güvenilemeyeceği vurgulandı.

"YENİ BARACK OBAMA"

Newark (New Jersey) Belediye Başkanı Cory A. Baker, konuşmasında “Her Amerikalı saygın bir şekilde huzur içinde emekliliğini yaşamalı, özgürlük ve adalet herkes için olmalı, her anne baba çoçuklarının hayallerinin kendininkinden daha büyük olmasını sağlayabilmeli” deyince delegelerin “USA! USA!” sloganları arasında kayda değer bir alkış topladı.

Partili Demokratlar tarafından çok sevilen ve “Yeni Barack Obama” denilen San Antonio (Teksas) Belediye Başkanı Julian Castro, DP kurultayında ana konuşmalardan birini yapan ilk Latin Amerikalı oldu. Julian Castro ve Teksas‘tan Temsilciler Meclisi’ne aday olan ikiz kardeşi Joaquin Castro, Demokratların parlayan yeni yıldızları olarak görülüyor. Obama’nın 21. yüzyılı yeni bir Amerikan yüzyılı yapacağını savunan genç Belediye Başkanı, Michelle Obama’dan sonra en büyük alkışı alan konuşmacı oldu. Partinin Castro’yu öne çıkaran seçiminin, Obama’nın ülkedeki Latinlerin desteğini almayı ne kadar kritik önemde gördüğünü gösterdiği yorumları yapılıyor.

TURKİYE'NİN BÖLGEDE ARTAN ÖNEMİ

Salondaki konuşmalar başlamadan önce Yabancı Basın Ofisi'nde, Obama yönetiminden uzmanların katıldığı basın toplantıları düzenlendi. "Obama for America" adlı seçim kampanyasının ulusal güvenlik danışmanı Michele Flournoy, yaptığı açıklamada, Obama’nın Irak’ta savaşı sona erdirip askerleri eve geri döndürdüğünü, Kaddafi’nin artık bir tehlike olmadığını, Afganistan’daki savaşı 2014‘te sona erdirmek için NATO’ya bir plan önerdiğini ve İsrail’in güvenliği için en çok çalışan Başkan olduğunu, işkenceyi yasakladığını anlattı.

Obama’nın müttefik ülke Türkiye’nin bölgede artan önemine değer verdiğini söyleyen Flournoy, aslında bu konuda iki partinin de aynı tavrı alması gerektiğini, ama Romney’nin birçok konuda sessiz kaldığını belirtti.

Öte yandan, DP’nin programında Türkiye’nin adı, programın ABD’nin Avrupa için öngördüğü “aşamalı uyarlanabilir yaklaşım” adı verilen füze kalkanı projesinin anlatıldığı bölümde geçiyor. Obama’nın, hem Avrupa’yı hem de ABD’yi İran ve başka yerlerden kaynaklanabilecek füze tehditlerine karşı koruyacak balistik füze savunma sisteminde ilerleme kaydettiğine işaret edilen programda, “ABD ve Rusya’nın füze savunma konusunda işbirliği yapabileceğine inanıyoruz, ancak şunu da açıklıkla dile getirdik ki (füze kalkanı) sistemimizde, Polonya, Türkiye ve Romanya’da konuşlandırmak suretiyle attığımız adımlardan başlayarak, yol almaya devam edeceğiz” ifadesi kullanıldı.

Bu arada DP’nin 2008’deki programında, “Kudüs, İsrail’in başkentidir ve öyle de kalacaktır” ifadesine bu kez yer verilmezken, “ABD Başkanı Obama ve Demokrat Parti’nin İsrail’in güvenliğine sarsılmaz bağlılığı” vurgulandı ve İsrail’e yapılan güvenlik yardımlarının Obama’nın görevde olduğu süre içerisinde her yıl artırıldığına işaret edildi.

BAŞA BAŞ GİDEN SEÇİM YARIŞI

Gün içinde yapılan ilginç basın toplantılarından bir diğerine kamuoyu araştırma şirketi Zogby’nin sahibi John Zogby katıldı. Bu şirketin yaptığı son araştırmaya göre, kasım ayındaki başkanlık seçiminde oylar yüzde 44 Obama, yüzde 44 Romney şeklinde başa baş gidiyor; sonucu ise yüzde 12’lik kararsız kesim belirleyecek. “Oy oranları birbirine o kadar yakın ki, 6 Kasım’da ne olacağı hakkında şu anda bir fikrim yok” diyen Zogby’ye göre, Demokratlar, seçmenlere “Bugünkü durumunuz 4 yıl öncesine göre daha iyi değil mi?” diye sormak yerine, geleceğe dönük umutları canlandırmalı.

-

5 Eylül 2012 Çarşamba

Obama'nın İkinci Sınavı

© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 5 Eylül 2012

CHARLOTTE- Amerika’da Tampa, Florida’da yapılan Cumhuriyetçi Parti Kurultayı’ndan sonra bu hafta da Demokratik Parti Kurultayı siyasetin gündemini belirliyor. Kasım ayındaki başkanlık seçiminde Barack Obama’nın karşısına çıkacak olan Mitt Romney, geçen hafta Cumhuriyetçilerin resmi adayı olarak belirlenmişti. Obama da ABD Başkanı olarak katılacağı bu ilk kurultayda, bir kez daha Demokratların adayı ilan edilecek.

Toplantının gerçekleştirildiği Kuzey Carolina eyaletinin en büyük kenti Charlotte, 60 bin delegeyle birlikte, 35 bin konuğu ağırlarken, 160 otelde tek bir boş oda kalmadı. Amerikan medyasının yanı sıra dünya medyası da kurultaya büyük ilgi gösteriyor. Toplam 15 bin gazetecinin izlediği bu dev organizasyonda çalışan gönüllü sayısı ise 10 bin.

Kurultayın başlamasından önceki gün Amerika’da her yıl eylül ayının ilk pazartesi günü kutlanan İşçi Bayramı (Labor Day) olunca, çeşitli işçi birliklerinin ülkedeki ekonomik ve sosyal duruma yönelik mesajları Charlotte sokaklarında ağırlıklı olarak yer aldı.

Herkes için iş, ev ve sağlık sigortası talepleri dile getirilirken, “Savaş çığırtkanlarına oy yok!” yazan pankartlar dikkat çekiciydi. Charlotte’un kent merkezinde yapılan festivale katılan delegelerin ve halkın Obama’dan en büyük beklentisi de bu yöndeydi.

İşçi Günü kutlamaları çerçevesinde gün boyu yapılan etkinliklere katılanlar arasında ünlü sanatçı ve müzisyenler de vardı. The Roots, John Legend gibi özel davetlilerin olduğu toplantılarda sahneye çıkanların dışında, Janelle Monae, James Taylor ve The Abiders adlı müzik grubuyla Jeff Bridges, halka açık konserler verdiler.

"OBAMA, YİNE ESKİ UMUDA BEL BAĞLADI"

4 Eylül’de Time Warner Cable Arena’da başlayan kurultaya, çok sayıda vali, senatör ve belediye başkanı katılıyor. 5 Eylül’de de aynı salonda devam eden toplantının konuşmacıları arasında Chicago Belediye Başkanı Rahm Emmanuel, John F. Kennedy’nin kızı Caroline Kennedy, Senatör John Kerry, Temsilciler Meclisi Azınlık Lideri Nancy Pelosi ve Bill Clinton gibi önde gelen Demokrat Partili siyasetçiler bulunuyor. Clinton’ın Obama'nın adaylığını resmen açıklayacağı konuşma, Charlotte’da büyük bir heyecan yaratınca, bu durum Cumhuriyetçi Parti’ye yakın olanlar tarafından “Obama, yine eski umuda bel bağladı” şeklinde yorumlandı. Bill Clinton, genellikle ABD Başkan Yardımcılarına ayrılan bir günde ana konuşmacı olarak delegelere seslenecek.

Barack Obama’nın 6 Eylül’de adaylığı kabul edeceği Bank of America stadyumu ise, Foo Fighters, Mary J. Blige, Earth, Wind & Fire’ın vereceği konserlerle tam bir şenliğe sahne olacak. Obama’nın yapacağı konuşmada, Mitt Romney’in geçen hafta kendisine yönelttiği eleştirilere yanıt vermesi bekleniyor. Ayrıca dış politika konusundaki eleştirileriyle Cumhuriyetçi Parti Kurultayı’nın en etkili konuşmasını yapan eski ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’a karşılık olarak söyleyecekleri de merak konusu.

Obama, 2008’de ilk kez ABD başkanlığına aday olduğunda, Bush dönemi sonrasında “Evet, Yapabiliriz” (Yes, We Can) sloganıyla Amerikan halkının sarsılan özgüvenini tamir edip umut aşılamıştı. Bu kurultayda dört yıl sonra verdiği sözlerin ne kadarını tutabildiğinin hesabını verirken, halkın bir kesiminde yarattığı hayal kırıklıklarıyla da yüzleşecek.

(Perşembe günü Charlotte'ta güçlü bir fırtına beklendiğinden kurultay, Bank of America yerine kapalı olması nedeniyle Time Warner Cable Arena'da gerçekleştirilecek.)

(Fotoğraflar bana aittir.)

-

2 Eylül 2012 Pazar

Büyük Birader Vatandaşını İzliyor

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 2 Eylül 2012

Kendi ülkemizi demokrasi olarak adlandırmamız, onun hep o şekilde kalacağı anlamına gelmiyor. Gerçek tehlike bu ve insanlar bu konuda hiçbir şey söylemeyebilir. Şu ana kadar da söylemedik.”

Bu sözlerin sahibi William Binney. Amerikan Ulusal Güvenlik Teşkilatı’nın (NSA) tarihindeki en iyi matematikçilerden birisi. Kurumda 32 yıl boyunca şifre kırıcı olarak çalıştı, Sovyetler Birliği’ne karşı analizler yaptı. 2001’de 11 Eylül saldırılarının ardından, George W. Bush hükümetinin başlattığı Stellar Wind adlı gizli dinleme / izleme programından sonra Binney de NSA’den istifa etti.

Geçenlerde The New York Times’ın internet sitesinde ilginç bir video haber yayınlandı. Belgesel yapımcısı Laura Poitras, Binney’le Washington dışında, Maryland’de bir yerde buluşup konuşmuş. Binney’in anlattığına göre, kendisinin bir zamanlar dış düşmanlara yönelik olarak kurduğu sistem, 11 Eylül’den sonra doğrudan Amerikan vatandaşlarına karşı gizlice yürütülen bir programa dönüştürülmüş.

O dönemde başlatılan uygulama, geçen yıl Utah’ta temeli atılan bir merkezle son aşamasına geldi. Şu anda Bluffdale’de ülkenin en büyük veri toplama merkezi inşa ediliyor. Amerika’daki herkesin telefon konuşmalarını, bütün internet trafiğini ve özel yazışmalarını anında toplayıp depolayacak bir merkez bu. Dünyada 100 yıl boyunca gerçekleştirilen bütün elektronik iletişimi biriktirebilecek kapasiteye sahip bir sistemden söz ediliyor.

Açık ki, Amerika’da devletin “ülkeye yönelik terörist faaliyetleri önlemek” bahanesiyle giriştiği bu operasyon, anayasadaki bireyin özel yaşamının gizliliği ilkesine aykırı.

William Binney, ülkede yaşayan herkesin hayatının artık tümüyle adım adım izleneceği tehlikesini dile getirdiği için, 2007’de evi FBI tarafından basılmış. O anı, “Evime aniden dalıp kafama silah dayadıkları sırada duştan çıkıyordum. Gözümü korkutmak istediler ama başaramadılar” diye anlatıyor. FBI görevlileri suç oluşturan faaliyetleri anlatmasını istediklerinde, onlara George W. Bush, Dick Cheney, George Tenet ve Michael Hayden’ın destekledikleri soruşturma süreci ile Stellar Wind örneklerini vermiş.

Amerika’da gelecek aralık ayında NSA’in faaliyetlerini belirleyen Yabancı İstihbarat Denetimi Kanunu’nun ilgili maddelerinin yenilenmesi bekleniyor. Demokratik Partili iki senatör, özel hayatın korunması amacıyla, bu maddelerin yeniden gözden geçirilmesi için çalışıyor. Amerikan Sivil Haklar Birliği (ACLU) ve birçok sivil toplum örgütü de uygulamanın anayasaya aykırı olduğu iddiasında ısrarcı.

Konu, 29 Ekim’de Amerikan Yüksek Mahkemesi’nde görüşüldüğünde karar ne olur bilinmez ama kesin olan şu ki, Amerika, özellikle 2001’den bu yana adeta George Orwell’ın 1984 adlı romanını gerçek hayatta uygulamaya geçiriyor.

***

Olayın bir diğer ürkütücü yanı Laura Poitras ile ilgili. Irak Savaşı’nı konu alan belgesel çektiği için 2006’da şüpheliler listesine alınmış. Bugüne kadar Amerikan sınırında 40 kereden fazla didik didik aranmış. Geçen yıl New York JFK Havaalanı’nda sorgulanırken yaptığı çalışmalar sorulunca, anayasadan kaynaklanan konuşmama hakkını kullanacağını söylemiş. Görevlilerin buna yanıtı, “Sorularımızı yanıtlamazsanız, biz yanıtları elektronik cihazlarınızda buluruz" şeklinde olmuş.

Poitras’ın bu noktada şu cümlesinin altını çizmek gerek: “Çalışmalarımı güvencede tutmak için her önlemi alıyorum; ama eğer hedefseniz, NSA’in teknik olanaklarına karşı savunma yapmanın neredeyse olanaksız olduğunu da biliyorum.

Bütün bunlar çok tanıdık geliyor değil mi?

-

26 Ağustos 2012 Pazar

Kurultay Çılgınlığı

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 26 Ağustos 2012

Başkanlık seçimleri yaklaştıkça her şeyi daha büyük ve daha görkemli yapmaya alışmış Amerikalılar adeta yine çıldırdı. Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasındaki yarış, şu anda birkaç puan Obama lehine gözükse de durum her an değişebileceği için iki parti de kampanyalarına tüm güçleriyle asılıyor.

Kurultayı izleyecek akredite gazetecilerden olduğum için aldığım e-postanın haddi hesabı yok. Her gün senatörlerden ve parti yöneticilerinden gelenlerin arasına, Barack ve Michelle Obama ile Mitt Romney ve eşi Ann Romney’den gelenler de katıldı. Obama ailesi, hemen her gün gönderdikleri “Sizi kurultayda görmek istiyorum!” konulu e-postalarında şunu diyor:

Zulal, bunu tek başımıza yapamayız. Şanslıyız ki tabandan gelen desteği yeşerten sizin gibi insanlara sahibiz. Bu yıl modern tarihte ilk kez şirketler, lobiler ve siyasi eylem komiteleri tarafından finanse edilmeyen bir kurultay yapıyoruz. 5 dolar ya da şu anda ne kadar bağış yaparsanız, otomatik olarak eylül ayındaki kurultaya katılma şansınız olacak.”

Bağışta bulunanlar arasında çekiliş yapılacakmış. Kazanan bir kişinin uçak ve otel ücreti karşılanıp, kurultaya giriş bileti verilecek. İyi, güzel ama sadece Amerikan vatandaşlarına ve Amerika’da yasal oturma izni bulunanlara açık olan yarışma hakkındaki iletiler, neden bana da gönderiliyor?

Obama çiftinin yarattığı e-posta furyasından yakınan tek gazeteci ben değilim. Geçenlerde Amerikalı gazeteci Jeremy Scahill de şikayetini Twitter’da şöyle dile getiriyordu: “Üzgünüm ama Obama kampanyasının e-postaları giderek tuhaflaşıyor.” Ona da Obama ve basketbol yıldızlarıyla geçirilebilecek bir geceye katılmak için düzenlenen yarışma ile ilgili e-postalar gidiyormuş. Obama kampanyasının Ulusal Direktör Yardımcısı Marlon Marshall’ın “Sizi o kadar kıskanıyorum ki, bu e-postanın geri kalanını zorlukla yazacağım” diye başlayan aynı iletisi bana da gelmişti.

Romney kampanyasının da Obama’nınkinden aşağı kalır yanı yok. Başkan yardımcısı adayı Paul Ryan ilan edilir edilmez, Ann Romney, tampon etiketlerini satarak bağış kazanma çabasına girişti.

***

Amerika’da 2004 yılında her iki partinin kurultaylarını izlemiştim. Hatta Barack Obama’nın Demokratların Boston’daki kurultayında Illinois Eyalet Senatörü olarak yaptığı konuşmanın uyandırdığı yankıyı yazıp, geleceğin başkan adayı olarak büyük çıkış yaptığını Cumhuriyet’te yazmıştım.

Bu yılki kurultaylarda organizasyona yönelik dikkatimi çeken bir gelişme var. Güvenliğe aşırı bir titizlik gösteriliyor. George W. Bush’un ikinci kez Cumhuriyetçilerin başkan adayı olarak belirlendiği 2004 kurultayı New York’ta yapılmıştı ve o sırada Irak Savaşı da devam ettiğinden ortam oldukça gergindi. Kurultayın yapıldığı Madison Square Garden polislerce sarılmış, çevresinde kuş uçurulmuyordu. Görevli ya da akredite basın kartınız yoksa, ara sokaklara bile girişiniz olanaksızdı.

Şimdi benzer bir durumun da Başkan Obama’nın katılacağı kurultay için Charlotte’da söz konusu olmasını bekliyordum. Ama bu kez görevli basına neredeyse bir ay önceden alınan güvenlik önlemlerini bildiren çok ayrıntılı bir e-posta iletildi. Hangi saatte nereden giriş yapılabileceği, hangi sokakların kapalı olduğu bildirildi. Grafikler ve haritaların da kullanıldığı metnin ardında ABD İç Güvenlik Bakanlığı var.

New York’ta bütün önlemlere karşın kurultay sırasında Bush’u ve savaşı protesto gösterileri düzenlenmiş, polis gözümün önünde insanları yerlerde sürüklemişti. Bakalım Charlotte Obama’yı nasıl karşılayacak?

-

-

19 Ağustos 2012 Pazar

Pislik nasıl temizlenir?

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 19 Ağustos 2012

Hatırlar mısınız, Şubat ve Mart 2010’da medyada, “Pazarlama Dehası David Plouffe Turkcell Akademi’de” başlıklı haberler çıkmıştı. ABD Başkanı Obama’nın seçim kampanyasının “isimsiz kahramanı” olarak tanımladığı bu danışman, gerçekten İstanbul’a geldi. “Online Pazarlama Teknikleri ve Kazanmak İçin Cesaret” başlıklı konuşmasında “İnternet olmasaydı Barack Obama belki de başkan seçilemezdi” diyerek kampanyanın sırrını anlattı. O tarihten sonra Türkiye’de bunun üzerinde durulmadı ama bu konu son günlerde Plouffe ve Obama’nın başını ağrıtıyor.

Konunun yeniden gündeme gelişi, geçenlerde The Washington Post’ta “Obama’nın danışmanı İran’la bağlantılı iş yapan firmadan 100.000 dolar ücret aldı” başlığıyla yayınlanan haberle oldu. Afrika’da iş yapan ve Irancell ile bağlantılı olarak İran’da servis sağlayan telekomünikasyon firması MTN Group, yaptığı konuşma karşılığında Plouffe’ye yüklü bir para ödemiş.

Bu haber üzerine Beyaz Saray derhal savunmaya geçti. “Çalışanlarımızın aldığı ücretleri Mitt Romney’in aldıklarıyla kıyaslamaktan mutluluk duyarız” şeklinde bir açıklama yapıldı. Obama’nın seçim kampanyasının basın sözcülüğünü yapan Ben La Botl, Cumhuriyetçi başkan adayı Romney’in MTN’in rakibi olan ve İran’la benzer bağları bulunan Turkcell’e finansal yatırım yaptığını söyledi.

Ancak “Ben kirliysem sen de kirlisin” türünden bu savunma inandırıcı değildi. Çünkü arkasından medya, Plouffe’nin de Turkcell’den aldığı ücreti yazmaya başladı. Aslında Amerika’da görevlilerin bu tür konuşmalardan para alması yasadışı bir durum değil. Tartışmayı yaratan, İran’la bağlantısı olan firmalarla çalışmanın yarattığı etik sorun.

Anlaşılıyor ki, iki taraf da hem İran’ı ABD için baş tehdit olarak gördüklerini ilan etmeye devam etmiş, hem de o ülkeye yatırım yapanlardan aldıkları paraları cebe indirmiş. Romney, bununla da kalmayıp, yatırımlarının bir kısmını, danışmanları aracılığıyla, insan haklarına aykırı işler yapan firmalardan Çin petrol şirketlerine kadar başka tartışmalı yerlere de yönlendirmiş.

***

Açıkça ortaya çıktığı gibi, para söz konusu olduğunda insanoğlu hep daha fazlasına gözünü dikiyor. Beyaz Saray danışmanı olarak hemen Oval Ofis’in yanı başında çalışma odası olsa da, ABD Başkanlığına aday olsa da, kapitalizmin güdülediği bir toplumda kendinden bekleneni yapıyor ve gözü asla doymuyor.

Bu açgözlülüğün oranı ülkeden ülkeye değişiklik gösterse de, temelde insanın yapısıyla ilgili bir sorun mu var, yoksa gerçekten tek suçlu kapitalizm mi? Kapitalizm sistemini bulan da, kuran da, uygulayan da insan. Bazı ülkelerde yasaların, eğitimin, geleneklerin ve toplumsal kabullerin yarattığı dinamiklerle yozlaşmanın şiddeti sınırlanabiliyor. O dinamikleri yaratan da insan...

Bu durumda insanın başkalarına, yaşadığı topluma, çevresine zarar vermekten kaçınmayı ilke edinmesi, ona gerekli etik değerlerin kazandırılmasıyla yani eğitimle olanaklı olabilir. Ama eğitim yapısı tamamen bireycilik ve kişisel fayda üzerine kurulan toplumlarda, yozlaşmanın durdurulması olanaklı değil.

Sonuçta belli ki Obama ve Romney kampları karşılıklı birbirlerini daha kirli olmakla suçlamayı sürdürecek. Şimdi aslında soru şu: Bu pislik nasıl temizlenecek? Bir seçim kampanyası, ancak bu soruya etkili bir yanıt verirse anlam kazanır. Aksi halde politikacılar, Türkiye’de de hep olduğu gibi, topluca girdikleri bataklığın içinde debelenir durur, kapitalizm de sömürüye devam eder.

_

12 Ağustos 2012 Pazar

Kötünün İyisi Hangisi?

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 12 Ağustos 2012

Amerika’da başkanlık seçimi yaklaştıkça birbiri ardına kamuoyu araştırmaları yayınlanıyor. Son baktıklarımdan birisi, Rasmussen Reports tarafından bu ay başında açıklandı. Araştırmaya göre Obama’nın politikalarına onay % 44 iken, Cumhuriyetçilerin adayı Mitt Romney için bu destek % 47 civarında. Pew Research Center ise oy dağılımını % 51 Obama, % 41 Romney şeklinde açıkladı.

40 yaşın altındakiler ve kadınlar, çoğunlukla Obama’nın tarafında, 40 yaş üstü olanlar ve erkekler genellikle Romney destekçisi. Beyazlar arasında Romney % 56 ile önde; siyahlar arasında Obama, 2’ye 1 oranında Romney’e fark atıyor. Bütün bu sonuçlar, aslında 2008’dekilerle benzer düzeyde seyrediyor.

Herkesin bildiği gibi Amerika’da seçimleri en çok etkileyen unsur ekonomik durum. İşsizlik hâlâ % 8.2; bu durumdan en çok zarar gören gruplar, gençler, siyahlar ve Hispanikler. 27 haftadan daha fazla bir süredir işsiz olanların toplam işsizler arasındaki oranı % 41.9. Bu son açıklanan rakamları ve oranları özellikle yazıyorum. Çünkü Obama’nın yeniden başkanlığı kazanması için yapması gereken bu konuda halka somut projelerle umut vermek.

Rasmussen araştırmasına göre Amerika’da çocukların geleceğinin anne ve babalarının yaşadığı hayattan daha iyi olacağına inananların oranı sadece % 14; % 65 oranında bir grup tersini düşünüyor. Daha 2010’da bu oranlar % 19’a % 59’du. Kısacası iki yıl gibi çok az bir zamanda hızlı değişimler oldu. Bütün bunlar Amerika’da ekonomi açısından geleceğe dönük kötümser bir bakış açısının hakim olduğunu ortaya koyuyor.

Bir ayrıntının da altını çizmek isterim. Yukarıda açıkladığım oranlar, kamuoyu araştırmalarında “approval rating” denilen yani bir adayın politikalarını, performansını değerlendiren oranlar için geçerli. Kamuoyu araştırmalarında bir de “favorability rating” denilen ve bir adayın genel olarak kişiliğine yönelik düşünceyi yansıtan oranlar var. Bu konuda Obama’nın daha önde olduğu görülüyor. (Real Clear Politics’e göre oranlar şöyle: % 50.6 Obama - % 45.1 Romney) Sonuçta adayın aldığı net oy, bu ikisinin yansıması oluyor.

Sonuçta araştırmalar gösteriyor ki, her iki aday da öne geçmek için çıkış yaratacak politikalar üretmeli. Özellikle Romney’in halk nezdindeki genel beğenilme oranını yükseltmek için uğraşması lazım. Obama’nın eşcinsellerin evlenebilmesini desteklemesi çok ciddi bir adımdı ve bu çıkışıyla liberal kesimlerde büyük takdir kazandı. İkinci büyük çıkışını, kaçak göçmenlerin Amerika’da kalıp çalışmalarına izin vereceğini açıklayarak yaptı. Çocukken ülkeye gelip yasalara uygun yaşayarak, orada eğitim alan genç nüfusu sınır dışı etmeyeceğini açıklaması, göçmenler arasında Romney’e göre önemli üstünlük sağladı.

Suriye ile olan ilişkiler ve müdahale olasılığı ise seçimi etkileyebilecek bir diğer konu. Ancak Obama’nın seçime kadar doğrudan müdahaleyi gündeme getirmeyeceği tahmin ediliyor.

Ama şunu da belirtmeden geçmeyeceğim. Amerikan halkında ne Obama’nın ne de Mitt Romney’in sorunlara çözüm olabileceğine dair güçlü bir inanç var. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler izleyecekleri politikalarda bazı farklılıklar olsa da, aynı sistemi savunan partiler. Nitekim seçmenlerin % 46’sı seçimin iki kötü aday arasında geçtiğini düşünüyor ve daha az kötü olarak gördüklerine oy vereceklerini söylüyorlar. Amerika’daki sistemin açmazlarından birisi bu. Demokratik ve Cumhuriyetçi Parti adaylarının dışındakilerin hiçbir şansı yok.

Amerika’daki başkanlık seçimlerini Obama’nın yeniden Demokratik Parti adayı olarak seçileceği kurultayı da yerinde izleyerek aktarmaya çalışacağım.

-

5 Ağustos 2012 Pazar

Sarı Gazetecilik

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 5 Ağustos 2012

Son 10 yıldır medyanın yaşadığı çöküşü gün be gün izledik bu ülkede. Yalan yazanlar, dönekler, iftira atanlar, kavga edenler, iktidara yaranmak için takla üstüne takla atanlar köşe kapmaca oynuyor her yerde. Diğer yanda iktidara karşı duruşları nedeniyle sorgulanıp tutuklananlar var. Bir anda el konulup hükümete yakın işadamlarına satılan gazeteler, bir gecede tamamen farklı yayın yapmaya başlayan televizyon kanalları gördük.

Türkiye’de basın tarihi incelenirse, daha önceki yıllarda da buna benzer durumların yaşandığı ortada ama sanırım hemen herkes mesleğin en fazla itibar kaybettiği dönemin 2002’den bu yana geçen süre olduğu konusunda hemfikir.

Ben bu mesleğin eğitimini almış ve ona gönül vermiş bir gazeteci olarak, 2000’lerin şimdiye kadar olan kısmını hep derin bir üzüntüyle anacağım. Çünkü hem iktidar basın özgürlüğünü tamamen yok etti, hem de bizzat bu mesleği yaptığını iddia eden bazı kişiler meslek etiğini ayaklar altına alıp ezdi.

Az da olsa ana akım medyada hâlâ vicdanının sesini dinleyip onuruyla yazanlar da var. Ancak genel olarak baktığımızda durum gerçekten içler acısı. Cumhuriyet’in bu son 10 yıllık dönemde AKP’nin BOP endeksli neoliberal politikaları karşısında izlediği yayın politikası, hiç zikzaklamadı; hep emekçiden, aydınlanmadan, uygar bir yaşamdan yana olan kesimlerin sesi oldu. Dileyen arşivlere bakabilir.

Arşive girmişken diğer gazetelere de bakarlarsa, görecekleri karşısında şaşırmasınlar. Mesela ÖSYM skandalı karşısında “Şifre Palavra, ÖSYM Haklı” diye başlık atan Taraf’ı, Obama’yı “Welcome Mr. President” diye karşılayan Hürriyet’i, Başbakan’ı photoshopla sol kolunu kaldırmış Che tişörtü içinde göstererek, “Bir sosyalist parti lideri gibi konuştu” diye sürmanşet atan Radikal’i ve daha nicelerini görebilirler.

18 Aralık 2004 tarihli gazetelere bakarlarsa, 16-17 Aralık 2004’te Brüksel’de yapılan Avrupa Birliği zirve toplantısında Türkiye’ye dayatılan şartları kabul edip bunu “Hedef tam üyelikti, o da alındı!” diyerek yansıtan Başbakan’ın sözlerinin manşetlere şöyle yansıdığına tanık olabilirler: “Avrupa’nın Ay Yıldızı” (Sabah), “İşte Bu Kadar” (Takvim), “Dik Durduk Kazandık” (Akşam).

O manşetlerin atıldığı tarihten bu yana 8 yıl geçti ve hiç de “işte bu kadar” denilenecek bir durum yaşanmadığı, o dönemde dik durup kazanmadığımız, Avrupa’nın ay yıldızı olmadığımız ortaya çıktı.

İletişim fakültelerinde gazeteciliği meslek olarak seçecek gençlere öğretilen ilk kural, “Gerçeğin izinden ayrılmama” ilkesidir. Ama ben Türkiye'deki medyaya baktığımda bu ilkeyi sahiplenen, yani mesleği etik değerlerine uygun olarak yapan çok az gazeteci görüyorum. Sözünü ettiğim, farklı bakış açılarından kaynaklanan yorum farkları değil; doğrudan gerçeklerin çarpıtılması.

Gazetecilik artık herkesin her konuda, yeterli deneyime sahip olmadan atıp tuttuğu bir alan haline geldi. Birçok olayda gerçeklerin, çıkarlar, donanımsızlık ya da araştırmama yüzünden çarpıtılmasıyla bugünkü sarı gazetecilik ortaya çıkıyor.

Oysa hiçbir gazetecinin olanı farklı gösterip kamuoyunu yanıltmaya hakkı yok; gazeteciliğin özü, olanı halka olduğu gibi iletmektir. Köşe yazarları köşelerinde yorum yapabilir ama onlar da o yorumu yaparken gerçekleri değiştirme hakkına sahip değildir. Yine de yapıyorlarsa, önce kendi itibarları, sonra da çalıştıkları medya kurumunun itibarı iki paralık olur.

Bir gazetenin güvenilirliği kolay kazanılmıyor; ancak aksi görüşte okuyucuların bile “O gazete yalan yazmaz” dediği an, güvenilirlik onayı alınmış demektir.

_

31 Temmuz 2012 Salı

Şiddet, küreselleşme, grunge ve elektronika

46 dergisinin 90'lı Yıllar Özel Sayısı dünden beri raflarda yerini aldı. Bu sayı için benden de katkı istendiğinde aşağıdaki yazıyı yazdım. Dergide o dönemi anlatan birçok güzel yazı var. Şimdi bir daha bakınca fark ettim; ben her zamanki gibi politika ve müzik çevresinde yaşamışım o yılları da...

***

“1990’lı yıllar sana neyi hatırlatıyor?” diye sorulsa, yanıtım başlıktaki gibi olurdu. Soğuk Savaş’ın sona erdiği, Amerika’nın daha da güçlendiği tek kutuplu dünya, 2000’e kadar olan dönemde tarihinin en kaotik evrelerinden birini yaşadı.

Uluslararası alanda sarsıcı gelişmeler olurken, Türkiye de bundan nasibini alıyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Doğu Bloku’nun parçalandığı ve Türki Cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını ilan ettiği günlerdi. Küreselleşme adı altında Yeni Dünya Düzeni kuruluyor; kapitalist sistem, sömürüsüne engelsiz devam edebilmek için yeni pazarlar arıyordu. Amerika Birleşik Devletleri ve yandaşları, sadece ekonomik ve siyasal alanda değil, kültürel olarak da topyekün saldırıya geçtiler. Kotalar ve çeşitli baskılarla ulusal üretimler engellenip neoliberal kapitalizmi derinleştiren politikalar uygulamaya konulurken, yerel olan her şey eziliyordu.

Aynı dönemde Türkiye de bu küreselleşme dalgasından payını aldı. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olmadan imzaladığı Gümrük Birliği Anlaşması, istihdam, dış ticaret açığı ve ihracatta rekabet gücünün azalması gibi birçok olumsuz etkiye neden oldu. 1995’te % 51 oranında yaşanan devalüasyonla çok ciddi bir ekonomik krize girildi.

KÖRFEZ SAVAŞI

Amerika’nın Ortadoğu’daki uydusu konumunda olan Türkiye, Irak’ın Kuveyt’e saldırmasıyla başlayan Körfez Savaşı’nda taraf durumuna geldi. O günlerde dünya bir kentin bombalanışını ilk kez televizyondan naklen izledi. İncirlik’ten kalkan ABD uçakları, Irak’taki hedefleri vuruyor, CNN dünyaya bu kanlı şovu izletiyordu...

Hiç unutmuyorum o günleri; çok kanallı televizyon hayatının başlamasından sonra kimse ekranın başından ayrılamamıştı, herkes gelmiş geçmiş en heyecanlı macera filmini izliyor gibiydi...

Saddam’ın Irak’ta uyguladığı şiddetten kaçan yüzbinlerce peşmerge Türkiye’ye sığınmış, yaşanan trajedi uzun zaman gazetelerin birinci sayfa haberi olmuştu. Güneydoğu sınırımızdaki yığınak artırılıp, patriot füzeleri yeleştirilince, olası bir Irak saldırısından endişelenen Güneydoğu halkı batı illerine göç etmeye başlamıştı. Türkiye savaşın ortasında kalmış, huzur tamamen yok olmuştu. Olağanüstü Hal uygulaması birçok ilde devam ederken, bölgedeki esnaf da PKK baskıları sonucu kepenk açamaz hale gelmişti.

SERİ SUİKASTLER DÖNEMİ

Terörle Mücadele Yasası çıkarılmış, ifade özgürlüğü iyice sınırlanmıştı. Gazete ve dergilerin toplatıldığını, üniversitede türbanı protesto için öğretim üyelerinin eylem yaptığını hatırlıyorum. Gün geçmiyordu ki bir yerden suikast haberi gelmesin...

90’lı yıllarda kimleri kaybettiğimizi hatırlarsak, yaşadığımız şiddet ortamını o dönemi bilmeyenlere daha iyi anlatabiliriz. Türk Hukuk Kurumu Başkanı ve öğretim üyesi Prof. Dr. Muammer Aksoy, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç, öğretim üyesi, eski senatör ve milletvekili Doç. Dr. Bahriye Üçok, Cumhuriyet gazetesi köşe yazarı Uğur Mumcu, eski Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, yazar ve din bilgini Turan Dursun, Emekli MİT yöneticisi Hiram Abas, MİT Eski Başkanı Adnan Ersöz, Halkın Emek Partisi (HEP) Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın, Gazeteci Halit Güngen, HEP kurucularından şair ve yazar Musa Anter, Jandarma istihbarat subayı emekli binbaşı Cem Ersever, Gümüşhane Baro Başkanı Ali Günday, işadamı Özdemir Sabancı, İslamcı feminist yazar Konca Kuriş, Türk-İş Genel Sekreteri ve Maden İş Genel Başkanı Şemsi Denizer, Cumhuriyet gazetesi yazarı ve öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı...

Bu yürek yakan listeye gözaltındayken polislerce dövülerek öldürülen Metin Göktepe’yi ve Sivas’ta yobazlarca yakılarak katledilen aydınlarımızı da ekleyince, 1990-1999 arasında Türkiye’nin nasıl dehşet verici bir ülke olduğu görülüyor...

28 ŞUBAT'A GİDEN SÜREÇ

Bir bölümü DYP-SHP koalisyonuyla geçen bu dönemde, Yıldırım Akbulut, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, Necmettin Erbakan ve Erdal İnönü, ana aktörler olarak siyasete yön veriyordu. Özal’ın hayatını kaybetmesiyle dengeler de değişti. Erbakan’ın Çiller ile anlaşıp Refahyol hükümetini kurması, 28 Şubat’a giden süreci de başlattı.

90’lar Türkiyesi’nde yaşayan genç bir insan olarak, böylesine umutsuz bir tablonun içindeydim ben de. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yüksek lisansımı yaparken bir yandan da çalışıyordum. Bir süre önce yayınlanan “İkinci Cumhuriyetçiliğin Kökenleri” adlı kitabımla ilgili çalışmalara o sırada başladım. 1991’de kendilerine “liberal” diyen bir grup aydın tarafından ortaya atılan ve temellerini 1960’ların ünlü iktisatçılarından Prof. Dr. İdris Küçükömer’in tezlerinden alan bir ideolojiydi İkinci Cumhuriyetçilik. Bugün de hâlâ ülke siyasetinde etkin olan bu görüşler, 1990’larda da siyasetin gündemindeydi.

Aynı yıllarda kültür, sanat ve yazın dünyamızdan çok önemli isimlere veda ettik. Cemal Süreya, Aziz Nesin, Onno Tunç ve Zeki Müren öldüğünde toplumdaki derin üzüntüyü bugün gibi hatırlıyorum...

GRUNGE VE ELEKTRONİKA'NIN YÜKSELİŞİ

Bütün bu kaos içinde bana nefes alma olanağı yaratan en önemli kaynak, her zamanki gibi müzikti. Ama müzik sahnesinde de çok acı kayıplar vardı. Freddie Mercury ve Kurt Cobain gibi yeri doldurulması mümkün olmayan iki dehanın ölümü, herkes gibi beni de çok sarsmıştı.

Yine de iyi şeyler de oluyordu müzikte. Grunge akımı tüm dünyayı sarmış, Seattle’dan çıkan Pearl Jam “10” adlı albümüyle büyük heyecan yaratmıştı. Trip-hop’un efsane grubu Massive Attack, “Blue Lines”, “Protection” ve “Mezzanine” albümleriyle birçok kişinin hayatına bir daha çıkmamak üzere o dönemde girdi.

90’lar benim kişisel tarihimde post-punk sevdamın yanına Blur, Portishead, Björk gibi isimleri ekleyip, elektronik müziğe daha yoğun ilgi duyduğum yıllar oldu. Aphex Twin, Autechre, The Prodigy, The Chemical Brothers ve Moby çalıyordu her yerde. Nirvana isyanımıza sözcü olurken, kulüplerde dinlediğimiz elektronik müziğin titreşimleriyle başka bir dünyaya ışınlanmaya çalışıyorduk sanki. Her şey o kadar hızla ve şiddetle yıkılıp dönüşüyordu ki, o müzikleri yaşadığımız sarsıntıya soundtrack yapmaya çalışıyorduk belki de...

-