1 Kasım 2013 Cuma

1 KASIM DÜNYA VEGAN GÜNÜ KUTLU OLSUN!

Adı neredeyse “kebap” ile özdeşleşmiş bir ülkede hayvan haklarını savunmak, çoğu zaman bir tür “Don Kişot’luk” olarak görülür. İdeallerinin peşinde yeldeğirmenlerine karşı mücadele eden kahramanın gerçek ile hayal, erdem ile yozlaşma temalarını birbirine geçiren maceraları, Don Kişot’un dünyayı daha iyi bir hale getirme arzusunu yansıtır. Türkiye’de veganlığı “Don Kişot’uk” diye tanımlamak, bir açıdan doğrudur; çünkü veganların da daha iyi ve barışçıl bir dünya idealleri vardır. Bu uğurda, yüzyıllardır yaşam pratiği haline gelen yerleşmiş alışkanlıkların çevrelediği sisteme karşı çıkarlar. 

Ancak Cervantes’in kahramanı Don Kişot (Alonso Quijano) ile veganlar arasında önemli bir fark var; Don Kişot, olan biteni kendi hayal dünyasında yaşarken, veganların karşı durduğu acımasız sistem gerçektir. Veganların da içinde yer aldığı bu gezegende hayvanlar her gün mezbahalarda kesilir, yavrularına vermeleri gereken süte el konur, etleri, derileri birer eşya gibi alınıp satılır, üzerlerinde deneyler yapılır, eğlence sektöründe ticaret için kullanılır; kısacası tek kelimeyle sömürülür...

Hayvan hakları mücadelesinin 21. yüzyılda hız kazanması tesadüf değildir. Nüfus artmış, teknoloji gelişmiş, sanayi tipi üretim her yere yayılmış ve bunların sonucu olarak da hayvan katliamı devasa boyutlara ulaşmıştır. Ancak aynı zamanda Bilgi ve İletişim Çağı’nda sömürünün boyutlarını ortaya koymayı sağlayacak araçlar ve iletişim yolları gelişmiştir. Toplumlarda giderek artan bilinçlenme, hayvan hakları hareketini de doğal olarak güçlendirdi. Bir zamanlar köle ticaretini normal bir durum olarak kabul eden insanların zaman içinde köleliğe karşı çıkması gibi, giderek hayvan köleliğine de isyan eden insanlar çoğaldı.

Ne yazık ki Türkiye’de bu yıla kadar hayvan hakları alanında yazılı materyallerin yaygın olmadığı bir gerçektir. Et tüketiminin son derece yaygın olduğu mutfak kültürünün değişmesi de kolay olmayacaktır. Ancak hayvan özgürlüğü savunucuları, Türkiye’de de var ve artık sesleri daha fazla çıkıyor, protesto eylemleri yaygınlaşıyor, daha çok insan konuya ilgi duyuyor.

Bütün bu gelişmelerin ışığında, bu yıl ilk Türkçe vegan kitabı da yayınlandı! Araştırmacı/yazar Can Başkent ile birlikte yazdığımız “Veganizm: Ahlakı, Siyaseti ve Mücadelesi” adlı e-kitabı, söyleşi şeklinde akıcı bir üslupla kaleme aldık. Veganlığı bir hayat tarzı olarak benimsemiş iki insan olarak, veganizmin ahlaki ve ekonomik yönü, siyasi duruşu ve mücadelesine ilişkin merak edilen soruların yanıtlarını vermeye çalıştık. Kitapta altı çizilen temel düşüncelerden birisi, veganizm’in sadece bir beslenme yöntemi olarak algılanmaması gerektiği. Çünkü hayvan özgürlüğünü savunan etik veganizm, hayatın tüm aşamalarını kapsayan bütünlüklü bir felsefi görüştür. 

Kitabı, veganların yanı sıra, vejetaryenlerin ve özellikle de etoburların okuması, konuya dair verimli tartışmaların önünü açması bakımından önemlidir. Artık “proteini nereden alıyorsun?” gibi soruların ötesine geçmelidir veganizm tartışmaları. Bilimin zaten çoktan kanıtlamış olduğu bulguların üzerine konunun felsefi boyutlarını ekleyip, şu soruyu yanıtlamalı her insan: “Hayvan sömürüsüne karşı mıyım, değil miyim?” Meselenin özü bu. Zira karşımızda hayali yeldeğirmenleri değil, acıyı insan gibi deneyimleyen hayvanlara zulmeden dev bir sistem var. 

Bu düşünceler ışığında, hayvanlara uygulanan işkence ve zulme karşı çıkıp, daha iyi ve barışçıl bir dünya kurulması hedefinde buluşan tüm veganların 1 Kasım Dünya Vegan Günü Kutlu Olsun! Veganlık, bu dünyadaki en punk tavırdır!

(Kitaba ulaşmak için link:http://propagandayayinlari.net/vegan.html )
_


30 Ekim 2013 Çarşamba

HAYVAN HAKLARI VE VEGANİZM

Bu ay Kült Neşriyat tarafından yayınlanan "Hayvan Hakları & Veganizm" adlı kitaba yazdığım sunuş yazısını aşağıda paylaşıyorum. Ponçik'e adanan bir kitaba katkıda bulunmaktan büyük mutluluk duydum. (Kitap hakkında bilgi için: http://www.kultnesriyat.com/hayvan-haklari-ve-veganizm)

Bilmem hatırlar mısınız; bu yıl haziran ayında Gezi Direnişi sırasında sosyal medyaya yasak geleceği yönünde çıkan haberlerde kullanılan bir görsel vardı. Twitter’ın simgesi olan kuş, demir parmaklıklar arkasına hapsedilmiş görünüyordu. İnsanların düşüncelerini paylaştıkları platformlara yasak gelmesi, düşünceyi ifade ve iletişim özgürlüğünü yok edeceğinden tepki büyük oldu. İçinde yaşadığımız yüzyılda bu tür sansürcü uygulamalara ancak baskıcı yönetimler başvuruyor; demokrasi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan yönetimler bunlar. 

Ancak sözünü ettiğim haberlerde benim dikkatimi çeken, bu yasak girişimini kınarken sergilenen tutarsızlıktı. Demir parmaklıklar ardındaki kuş, insanın sansürlenmek istenen düşüncesinin görsel metaforuydu, demir parmaklıklar da yasakların... Ne var ki, o kuş ve demir parmaklık bir hayal ürünü değildi; kuşların kafeslerde tutulduğu ve bunun hayvan sevgisine dayandırıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Gazetelerde, internette gördüğüm parmaklıklar ardındaki kuş görseli ve bunun ortaya koyduğu çarpıcı tutarsızlık, beni epey düşündürdü. Uçmayı özgürlükle özdeşleştiren insanoğlu, “kuşlar kadar özgür” deyiminin de yaratıcısı. Ama gelin görün ki, kendi bencilce hevesi için onları kafese koyup, ev ortamında hapseden de yine aynı insanoğlu...

Uçabilen, yürüyebilen, yüzebilen, sürünerek ilerleyebilen bir varlığın engellenmesi, kelimenin tam anlamıyla o varlığın köleleştirilmesidir. Düşüncenin hapsedilmesi nasıl kabul edilemez ise, fiziksel olarak hapsedilmek yani kölelik de kabul edilemez. Acaba kuşları kafese koyup satanlar ve onları satın alanlar, özgürlük denilince, bunun yalnızca insan türünü kapsadığını mı farz ediyor? Öyle olmasa, 21. yüzyılda hala en utanç verici haliyle sürdürülen hayvan köleliği nasıl açıklanabilir?

İşte bu nokta, insanın hayvana bakış açısındaki sorunların başladığı yer. Hayvancılık endüstrisinin bugün ulaştığı kitlesel üretim düzeyi, ancak toplu katliam ve soykırım kavramları ile açıklanabilir. Fakat bilim ve teknoloji, ironik bir şekilde, bir yandan geliştirdiği yeni makinalarla bu katliamın boyutunu artırırken, bir yandan da araştırmalar aracılığıyla hayvanlara yapılan zulmün boyutlarını da ortaya koyuyor. Belki saat başına yok edilip sucuk haline getirilen hayvan sayısı artıyor ama sığırın sucuğa dönüşürken çektiği acılar da kuşku götürmeyecek şekilde kanıtlanıyor. 

Örneğin geçen yıl Cambridge Üniversitesi’nde “İnsanda ve Hayvanda Bilinç” başlığı altında  gerçekleştirilen Francis Crick Anma Konferansı’nda, aralarında Stephen Hawking’in de olduğu 15 uzman toplandı. Konferansın sonunda imzalanan Cambridge Bilinç Deklarasyonu’nda insanın bilinç sahibi tek canlı olmadığı; hayvanların da insanlarla kıyaslanabilecek derecede bilince sahip olduğu belgelendi. O güne kadar yapılan başka çalışmalarda zaten bunun bulguları bulunmuştu. Cambridge Deklarasyonu’nun önemi, hayvanlarda bilinç olgusuna çok daha geniş bir boyut kazandırarak, bunu şu cümlelerle bilimsel olarak tartışmasız ortaya koyması: “Aynı noktada buluşan ortak kanıtlar, hayvanlarda nöroanatomik, nörokimyasal ve nörofizyolojik bilinç durumlarının alt katmanlarının var olduğunu ve hayvanların kasıtlı davranışlar gösterme kapasitesi taşıdıklarını göstermektedir. Bunun sonucu olarak, elimizdeki kanıtlara göre, insan, bilinç oluşturan nörolojik altyapıya sahip tek canlı değildir. Aralarında bütün memeliler, kuşlar ve ahtapot gibi birçok canlının da bulunduğu hayvanda bu nörolojik altyapı bulunmaktadır.

Bu deklarasyonun imzalandığı 7 Temmuz 2012, insan-hayvan ilişkisinde önemli bir tarih olarak kayda geçti. Deklarasyona imza koyanlar arasında bulunan Kanadalı bilim insanı Philip Low, bulunan veriler karşısında vegan olmayı planladığını, hayvanların acıyı deneyimlerken çektikleri zulümden etkilenmemenin olanaklı olmadığını söyledi. Bu tür haberleri kaç kişi izliyor, izleyenlerin kaçını bu konu etkiliyor bilmiyorum ama benim düşünceme göre, insanın hayvanla ilişkisinin altüst edilerek yeniden değerlendirilmesi şart. İnanın, gerçek devrim de o zaman olacak. İlk insanların vejetaryen oldukları düşünülürse, bugün çok büyük bir ağırlıkla etçil olmasının arka planında yatan nedir? Tarımın olmadığı dönemlerde avcılık başladı ama bugün binbir çeşit gıdanın üretilebildiği toplumlarda hala hayvan katliamının sürdürülmesinin gerekçesi nedir? İnsan, kendisine gereken besinleri et yemeden sebze, meyve ve tahıllardan alabiliyor. Bunu da ispatladı bilim. Ortada bir sağlık gerekçesi yoksa, “et yemenin büyüsü” nereden gelmektedir? Etçil insanlarla konu hakkında yapılan konuşmalardan çıkan sonuç, hayvanların yaşam hakkını ellerinden almanın gerekçesi olarak, büyük ölçüde, alışkanlık, yerleşik sistem, kolay erişilebilirlik ve tat duygusuna bağlanıyor. 

Philip Low’un alışkanlıklarını kırması için, hayvanların acıyı aynen insan gibi deneyimlediklerinin bilimsel olarak ortaya konması yetmişti; yani vicdanı sarsan etik bir nedeni vardı. Bunun yetmediği, “Böyle gelmiş, böyle gider,” ya da “Hayvanlardan bana ne!” diyenlerin çokluğundan anlaşılıyor. Bilimin kanıtladığı bütün verilere karşın “Hayvanlardan bana ne!” diyenlere benim diyecek fazla bir sözüm yok. Ama “Böyle gelmiş, böyle gider,” diyenlere yanıtım var: Bir zamanlar insan köleliği de yerleşik “düzende” kabul görüyordu, bundan rahatsız olanlar çıkınca da aynı tepki veriliyordu. Ama gün geldi devran döndü... Hayvan özgürlüğü de bir gün hayal olmaktan çıkacak. 

Hayvanların sadece yemek olarak değil, ayakkabı, çanta, eldiven, mont vs. haline dönüştürülerek de yok edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Oysa teknoloji aynı deri benzeri yapay malzemeler üretebiliyor. Demek ki tutkunun kaynağı, sadece tat duygusu değil. Peki, ürünlerini hayvanlar üzerinde test yaparak deneyen firmalar, bulunan sonuçların çok büyük ölçüde insanlar açısından geçerli olmadığı belirlendiği halde neden bunu sürdürüyor? Neden laboratuvarlarda her yıl binlerce hayvan boşu boşuna ölüyor? 

Bütün bu soruların ve mantıksızlık zincirinin ardında, hayvanları insandan daha değersiz gören türcü yaklaşım var. İnsanoğlunun dünyanın bütün kaynaklarını tüketen davranışlarının çıkış noktası da aynı. Üzerinde yaşadığımız gezegeni başka canlılarla paylaştığımızı bir türlü kabul etmeyip, kendini ovaların, nehirlerin, dağların, bütün canlıların sahibi sayan bir bağnazlık bu. Doğayı öldüren, kurutan, kirleten, hayvanın sütüne, yavrusuna, derisine, etine el koyan, yakıp yıkan bir vahşilik...

Bu vahşet karşısında son yıllarda doğayı koruma kampanyaları, hayvan haklarını iyileştirme çabaları başlasa da, insanlar çıplak gerçeği görmek istemiyor. Hayvancılık endüstrisi, doğaya en büyük zararı veriyor. Bir insan hibrid araç kullanırsa yılda 1 ton daha az karbon dioksit gazı salımı gerçekleşirken, vegan beslenirse azalan oran 1.5 tona çıkıyor. Eğer her Amerikalı her hafta bir porsiyon daha az tavuk yese, yoldaki 500 bin arabanın neden olduğu karbon dioksit kadar daha az gaz salımı gerçekleşiyor. Bunun gibi birçok örneği toprak ve su kullanımı açısından da sıralamak mümkün. Açık bir şekilde görülüyor ki, vegan beslenme en etkili çevrecilik hareketi aynı zamanda. 

Ancak hayvan özgürlüğünü hedef alan veganizm felsefesi, türcü anlayışı reddederek konuyu ekolojik çerçeve ile sınırlamadan hayatın tümüne uygulayan, temel olarak hayvanı metalaştırmayı ve sömürüyü reddeden, yaşam hakkına saygılı, devrimci ve etik bir bakış açısına sahip olmalıdır. Böyle bir felsefeye sahip olan hareketin hedefi, hayvanların çiftliklerdeki yaşam koşullarının iyileştirilmesi değildir; o çiftliklerde hayvanların esir edilip sonra da katledilmesinin engellenmesidir. Konunun kapsamlı hukuki, politik, toplumsal, ekonomik yönleri vardır; ama bana sorarsanız asıl mesele vicdanidir. Temel soru da şudur: Hayvan köleliğine karşı mısın, değil misin? Böyle bir sorunun yanıtı, içinde “ama”lar bulunmayan, kesin bir yanıt olmalıdır; çünkü aksi halde, bunun anlamı köleliğe bir şekilde haklılık kazandırmak olur. 

Bu kitapta, konunun bütün bu farklı yönleri ele alınıyor. Kapitalist sistemin iyice vahşileştirdiği insan-hayvan ilişkisini sorgulamak isteyen ya da bugüne kadar üzerinde düşünmediği yaklaşımları merak eden herkes, işe bu önemli klasik metinleri okuyarak başlamalı. Gerisi, okuyucunun vicdanında şekillenecektir. Bakarsınız bu kitabı okuduktan sonra, kafeslerin kapakları bir daha kapanmamak üzere açılır, kuşlar gökyüzünde süzülür...

Zülal Kalkandelen
Eylül 2013, İstanbul


27 Haziran 2013 Perşembe

Gezi Parkı Ruhu ve Yaklaşan Seçimler


Şubat ayından beri bu bloga hiç yazı eklemedim. Gazetedeki siyasi yazılarımı topladığım bir blogdu bu ama o tarihten beri herhangi bir gazetede köşem yok. Ancak Gezi Parkı olayları sonrasında bugün geldiğimiz noktada naçizane önerilerimi topluca yazmak istedim. Düşüncelerimi olabildiğince sade ve uzatmadan anlatmaya çalışacağım.

Çok yakında yerel seçimler var. Onun ardından ilk kez halk tarafından seçilecek cumhurbaşkanı için seçim süreci devreye girecek. Birçok kişi "Ne yapacağız şimdi? Oy vermek istediğim, bana hitap eden bir parti yok," diyerek içinde bulunulan belirsizliği ortaya koyuyor. Her seçim önemlidir ama bu kez gerçekten bir yol ayrımındayız. Son bir ayda Türkiye'de yaşanan olaylar, en temel insan haklarının dahi bu ülkede garanti altında olmadığını net bir şekilde gösterdi. Gezi Parkı ruhu iktidarı rahatsız etti; çünkü bağlı oldukları parti  ya da sivil toplum kuruluşu ne olursa olsun, çok farklı düşünceleri taşıyan insanlar, ortak bir zemin buldu: Özgürlük talebi milyonları bir araya getirdi. Uzun zamandır muhalefet partilerinin başaramadığı ve belki de başarmayı hedeflemediği bir gelişmeydi bu. Siyasetçilerin yapamadığını halk yaptı. Gezi Parkı ruhunu ortaya çıkaran inisiyatifin halktan gelmesi, iktidarı telaşlandıran nedenlerden birisi.

Gezi Parkı'nda hepimiz kısa bir süreliğine de olsa bir ütopya yaşadık. Kentin ortasındaki en önemli meydanda, yiyeceğin, içeceğin, her şeyin bedava olduğu, kendine ait kütüphanesi, radyo ve televizyonu bile olan, az zamanda çok işlerin başarıldığı bir komün hayatı yaşandı. 11 yıldır süren baskı rejimine gençliğin verdiği bu barışçıl tepki ve karşılığında gördüğü acımasız şiddet hiç unutulmayacak. Orada tarih yazıldı.

Ancak şimdi park halka kapanmış durumda olsa da, önümüze bakma zamanı. Birçok kişi, Gezi Parkı ruhunun partileşme sürecine girip seçimlerde alternatif yaratması gerektiğini dile getiriyor. Benim görüşüm, Gezi Parkı'ndan tek bir siyasi parti çıkmayacağı yönünde. Çünkü herkesin bildiği gibi, hareketin tabanı homojen değil; protestolara destek veren birbirine taban tabana zıt gruplar var. Belki birkaç küçük parti çıkabilir ama o da bana göre şu anda ihtiyaç duyulan şey değil. İhtiyacımız olan daha fazla ayrışmak olmamalı; aksine Gezi Parkı ruhunu sürdürebilmek için asgari müştereklerde buluşmanın gerekli olduğuna inanıyorum.

Parkta düzenlenen söyleşilerde ve parkın dağılmasından sonra mahalle forumlarında, mevcut muhalefet partilerinden duyulan memnuniyetsizlik sıklıkla dile getirildi. "Zaten onlar yıllardır etkili olamadıkları için düştük sokağa. Şimdi kime oy vereceğiz?" deniliyor. Bu doğru; var olan partiler gerek TBMM'de gerekse sokaktaki talebi siyasete taşımakta başarılı olamadı. Ancak bunu söylesek de, içinde bulunduğumuz durumda işlevsel çözümleri üretmeliyiz. Çünkü başlangıçta da belirttiğim gibi seçimlere çok az süre var. Bu kadar kısa zamanda yeni bir parti kurup, mahalle, ilçe, il örgütleri bazında teşkilatı oluşturmak; yetkili kurulları belirleyerek politikalar oluşturmak ve seçime girmek olanağı yok.

Bu durumda oyları boş atmanın ya da hiç kullanmamanın da çözüm olmayacağını bildiğimize göre ne yapacağız? Gezi Parkı ruhu partilere taşınacak. Köhnemiş parti politikalarını aşmak kolay olmayacaktır. Ama benim önerim, herkesin kendisine en yakın hissettiği partiyi Gezi'de ortaya çıkan talepler doğrultusunda etkilemek için bireysel çaba harcaması. Taleplerimizi, önerilerimizi yapıcı eleştiriler şeklinde iletebiliriz, seçim çalışmalarında onlara yardım edebiliriz. Çünkü gün artık, sürekli muhalefeti eleştirip iktidar partisinin ekmeğine yağ sürme günü değildir; gün artık kavganın değil, asgari müştereklerde birleşmenin günüdür. Ne yazık ki temel hak ve özgürlüklerin garantilendiği bir Avrupa ülkesi değil Türkiye. O nedenle sağduyulu davranmamız şart. Yakınlık duymadığımız partileri semboller üzerinden yıpratmaktan vazgeçmeliyiz. Gezi Parkı'ndaki gibi birbirimizi itmeden bir arada durmayı öğrenmemiz gerekiyor. Artık parktaki gibi fiziksel bir birliktelik yok ama ruh birliğini korumak zorundayız. Onu nasıl yapacağız? Özgürlük, adalet ve demokrasi talebi ortak zeminimiz olacak. 11 yıllık AKP deneyiminin bizi getirdiği bu noktada nereye gitmekte olduğumuz açık. Artık bunu görüp, bu analizi yaparak akılcı stratejiler belirlemeliyiz.

Halka düşen bu sorumluluğun yanında, siyasi partilerin de ego savaşlarını bir yana bırakarak aynı sağduyuyu göstermesi şart. Bunu açıklamak için bir örnek vereceğim. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, 1994 seçiminde Refah Partisi'nin adayı olarak seçime girdi ve 393.579 oy aldı. SHP adayı Korel Göymen 387.189, CHP adayı Ali Dinçer ise 30.085 oy aldı. Böylece aradan Melih Gökçek sıyrılarak belediye başkanı oldu. CHP'nin Ali Dinçer'i aday göstermesi tarihi bir hataydı, çünkü merkez sol oylar dağıldı. Ama işin bir diğer yanı da, o yıllarda Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olarak başarılı bulunan Murat Karayalçın'ın genel başkanlık hevesiyle belediye başkanlığından ayrılmasıydı. O ayrılmasa, Melih Gökçek kesinlikle kazanamazdı. Daha sonraki yıllarda Karayalçın, yeniden Gökçek'in karşısına aday olarak çıktı ama hiç kazanamadı. Çünkü arada Çiller'in Başbakan Yardımcısı olmuş ve aşırı derece yıpranıp tepki toplamıştı. Karayalçın'ın hatası, hem kendisine hem de Ankara halkına pahalıya mal oldu.

Bu örnekten çıkarılacak dersler şunlar: Partiler, seçimlerden önce her bölgede sağlam kamuoyu yoklamaları yapıp, eğilime göre toplumun kabul edeceği, iyi adaylar bulmak zorunda. İkincisi, bazı kritik bölgelerde ortak aday belirleme yöntemi de denenebilir. Bu yöntem zordur ama göz göre göre yenilmekten iyidir. Üçüncüsü, muhalafet partilerinin seçimde ittifak yapıp blok kurması olabilir. 2009'da bu yönde bazı denemeler olmuştu. Bana göre sonuç verebilecek bir yöntemdir.

Sonuç olarak, ben tüm enerjinin siyasetteki yalanların ortaya çıkarılması yönünde kullanılmasını ve AKP'den memnun olmayanların seçim sürecinde sürekli muhalefete vurmaktan vazgeçmesini öneriyorum. Hep tekrarladığım gibi, ideallerimizin peşine sonra düşeceğiz; şimdi asgari haklarımız için mücadele ediyoruz. AKP, Gezi Parkı ruhunu söndürmek için gayret içinde. Lütfen bunun ayırdına varalım.










10 Şubat 2013 Pazar

Cumhuriyet Pazar'daki "Dünyalı Yazılar" sona erdi


© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 10 Şubat 2013

Sevgili Okurlar,

"Dünyalı Yazılar" artık devam edemeyecek. Bu köşedeki yazılarım, daha iyi, daha güzel, daha adil ve eşitlikçi bir dünyaya dair kurduğum hayalin birer yansımasıydı. O hayale eşlik ettiğiniz ve yazılarıma ilgi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim.

Saygılarımı sunarım...

27 Ocak 2013 Pazar

Düşen tirajlar ve ünlüler


© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 27 Ocak 2013

Türkiye’de gazete tirajlarının düştüğü bir gerçek. Ara ara dönemsel çıkışlar olsa da, bunlar kısa süreli; genel eğilim giderek azaldığını gösteriyor. Bunun çeşitli nedenleri var. Birisi, bütün dünyada olduğu gibi internetin yaygınlaşmasıyla, çoğu kişinin haberlerini bedava olarak dijital dünyadan almayı yeğlemesi. Akıllı cep telefonlarının, tablet bilgisayarların, iPad’in hayatımıza girmesiyle artık bu kaçınılmaz bir gelişme.

Ancak bunun dışında Türkiye’ye özgü durumlar da var. Geçenlerde bir arkadaşıma söylüyordum; ben bu ülkede mesleğimin ölümünü gördüm... Benim hayalini kurduğum, bana öğretilen gazetecilik, bugün bu ülkede yapılamıyor. 

Nasıldı o gazetecilik? 

Hiçbir kurum ya da kişiyi kayırmadan ve meslek etiğinden ayrılmadan, olayları ve toplumu, sadece doğruyu bulmak, haksızlıkları ortaya çıkarmak amacıyla izleyip, dili doğru ve güzel kullanarak aktarma işiydi; yani hep söylendiği gibi, kamunun doğru bilgi alma hakkını yerine getirmek için, onun gözü, kulağı ve sesi olmaktı.

Peki, demokratik toplum için elzem olan bu iş neden yapılamıyor Türkiye’de? 

Medya  sahipleri iktidar baskısından çekiniyor; o nedenle de hemen hiçbir yolsuzluğun, haksızlığın üzerine gidilemiyor, gazeteciler kör, sağır ve dilsizi oynuyor. 

Gerçekleri yazan hiç mi yok? 

Birkaç bağımsız mecra var ama onların toplam satış/izlenme oranı, diğerlerinin yanında çok az kalıyor. 

Durum böyle olunca da medya patronları, tirajı artırmak için çareyi ünlülere köşe vermekte buluyor. Bir bakıyorsunuz yazı yazma konusunda hiçbir yeteneği olmayan bir şarkıcı birden köşe sahibi oluyor, bir manken ya da oyuncu yediğini, içtiğini, yaptığı seyahatleri ballandıra ballandıra anlatıyor. Onlar köşe sahibi olup gazetelerden hiç de azımsanmayacak ücretler alırken, edebiyatçı, yazar ve gazeteci, bir başka deyişle hayatını sadece yazı yazarak kazanmaya çalışanlar açıkta kalıyor.

Bana göre gazeteciliğin saygınlığını yitiren bir meslek olmasında en başat faktör, gazeteleri yönetenler. Bir insan kendi mesleğine ancak bu kadar ihanet eder. Sadece iktidarın önünde şekilden şekile girilmesinden söz etmiyorum; gazeteciliğin hiçbir yeteneği/deneyimi olmayan ünlüler tarafından hakkıyla yerine getirilebileceğini düşünmeleri, daha en başından mesleğe hakaret.

İletişim fakültelerinde geleceğin gazetecisi olma umuduyla okuyan çok sayıda genç var. Onlar mezun olduklarında diğer adaylar arasından tercih edilmeyecekler; bir başka fakülteyi bitiren ile aralarında işe kabul edilme açısından fark görülmeyecek. Bu ülkede hep olduğu gibi, yine nepotizm devreye girecek ve gazetecilik hayalleri belki de suya düşecek.

Üniversitelerdeki gazetecilik eğitiminin yeterli olmadığı savunulabilir ve bu doğrudur. Ama onun cezasını o bölümde okuyanlar çekmemeli; onlar, en azından gazeteciliği meslek olarak seçme heyecanı duyan gençlerdir. Bir başka alanda meşhur olup ya da başka bir sektörde çalışıp, “Hadi bir de şu gazetede yazalım da havamız olsun,” diyenlerden değildir. 

Bu görüşleri ne zaman dile getirsem, “Ne yani gazetecilik okumayan gazetecilik yapamaz mı?!” diyenler oluyor. Elbette yapabilirler ve yapıyorlar. Bir konuda uzmanlığı olan, iyi yazı yazabildiği sürece o konudaki görüşlerini paylaşabilir ya da farklı bir alanda eğitim almışsa bile gazeteciliği meslek olarak seçip yıllarını bu işe vermişse, o da gazetecidir. Benim lafım, sadece ünü için gazetelere alınan ama yazı yazmayı beceremeyenlere ve onlara köşe açanlara...

Yazı yazmak, özen ister, bilgi ister, her şeyden önce dilde ustalık ister. Hepsini bir kenara atıp tiraj için ünlülere sarılmak ise, ölen gazeteciliği/haberciliği diriltmez.

-

13 Ocak 2013 Pazar

Kerry'nin tutarsızlığı


© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 13 Ocak 2013

ABD Dışişleri Bakanlığı’na Hillary Clinton yerine Massachusetts Senatörü ve Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı John Kerry’nin atanması, Türkiye’de ana akım gazetelerde sevinçle karşılanmış görünüyor. Obama’nın Kerry’yi seçmesi, benim için sevinç nedeni olmadığı gibi sürpriz de yaratmadı. Sanırım Türkiye’de bu atama olasılığını ilk duyuran benim.

Geçen sonbaharda Demokratik Parti (DP) kurultayını Kuzey Carolina’da izlerken 7 Eylül’de Cumhuriyet’in Dış Haber sayfasına gönderdiğim haberde şöyle yazmıştım: “Senatör John Kerry’nin kurultayın son gününde Obama’nın ulusal güvenlik politikalarını savunan bir konuşma yapması, Kerry’nin ilerde Hillary Clinton’ın yerine Dışişleri Bakanı olarak atanabileceği şeklinde yorumlanıyor.

Hem Demokratik Parti’den hem de Cumhuriyetçilerden destek aldı John Kerry. Amerikan politikası açısından bakınca bu olağan bir durum ama Türkiye’de buna sevinenlerin olması pek normal değil. Milliyet’te Aslı Aydıntaşbaş’ın “Ankara Kerry’den memnun” başlıklı bir yazı yazıp, yeni bakanın Türkiye için ne kadar uygun olduğunu anlattığı bir yazıya rastlamıştım. Ona benzer başka yazılar da çıktı basında. Ana akım gerçekleri tam olarak yazmasa da, Birgün ve soL gazetesinin haber portallarında isabetli yazılar okudum. 

John Kerry’yi 2004’te Başkanlık yarışına DP adayı olarak katıldığı tarihten beri yakından izliyorum. O dönemde Amerika’da yaşıyordum; ülkede George W. Bush’un ikinci kez seçilmemesini isteyen herkes, çok beğenmese bile Kerry’yi canla başla destekliyordu. Ama fayda etmedi; Bush, Kerry’ye karşı seçimi kazandı. 

John Kerry’nin kampanya sırasında ve öncesinde çeşitli konularda yaptığı farklı açıklamalar tutarsız görünmesine neden oldu. 2002-3’te Amerikan halkını Irak’ta kitle imha silahları olduğuna inandırmak için uzun süre kanal kanal gezip medyaya konuşmuş, Irak’a karşı güç kullanılmasına kabul oyu vermişti. Sonra Bush yönetimi Irak’ı işgal edince ve kitle imha silahları bir türlü bulunamayınca, birden karşı görüşler açıklamaya başlamıştı. Bush, bu çelişkileri iyi kullandı.

2004 seçim kampanyası boyunca Kerry’nin DP’nin daha solunda yer aldığı, Senato’daki en liberal isim olduğu imajı çizildi. Sürmekte olan iki savaştan yılmış Amerikan halkının gözünde “savaş karşıtı tavır alan Vietnam gazisi” iyi bir izlenim bırakıyordu. "Vietnam’daki hizmetlerinden dolayı" madalyalar almıştı ama yaşadıkları karşısında savaşa karşı olduğunu anlatıyor, seçmenlerin yüreğini titretiyordu. Oysa daha sonra Suriye’de muhalefetin silahlandırılması, Libya’da uçuşa yasak bölge yaratılması gbi konularda da ilk harekete geçenlerden biriydi. 

Bugün eleştirse de,  2001’de Bush’un terörle mücadele kapsamında izleme ve dinleme yetkilerini genişleten “Patriot Act” adlı iç güvenlik yasasına kabul oyu verdi. Hep önce desteklediğini sonradan eleştiren tutarsız bir politikacı oldu Kerry. 

Geçen yıl DP kurultayında yaptığı konuşmada Obama’nın dış politikasının anahtarlarını da o açıkladı. “İsrail’in güvenliğini sağlama taahhüdümüz sekteye uğramamalı” dedi; ABD Başkanı’nın İran’a karşı yaptırımları genişletmek konusunda her zaman İsrail’in yanında olmaya söz verdiğini ve hiçbir seçeneği masadan kaldırmadığını vurguladı. Hatta İsrail’e öylesine koşulsuz bir destek veriyordu ki, konu o ülke olunca her zaman Mitt Romney yerine Netenyahu’ya inanacağını söyledi. 

Bunca yıldır izlediği politikalara bakarsak, John Kerry’nin bir konuda tutarlı olacağı kesin. İsrail yanlısı politikalardan şaşmayacaktır ama diğer konularda zikzaklamayacağının garantisini kimse veremez. 

-