29 Mayıs 2011 Pazar

Amerika'ya Öneriler

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 29 Mayıs 2011

Obama’nın Ortadoğu halklarına yönelik olarak yaptığı ikinci konuşma hâlâ yorumlanmaya devam ediyor. Konuşmanın Amerika’da ya da Batı’da alkış toplamasının bir önemi yok; önemli olan, yöneldiği hedefte nasıl algılandığı.

Bunu görmek için yapmamız gerekense, Ortadoğu liderlerinden çok, diktatörlere karşı Arap isyanını başlatan halklara kulak vermek. O nedenle günlerdir bu ülkelerde yaşayan insanların neler düşündüğünü anlamaya çalışıyor, çeşitli kaynaklara bakıyorum.

Bunu yaparken ilginç bir bilgiye rastladım. Katar’dan İngilizce yayın yapan The Peninsula gazetesi, Obama’nın konuşmasına verilen tepkileri ölçmek için bir araştırma yapmış. Katılımcıların yüzde 50’si, konuşmanın Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan sorunları ortaya koymadığını ve bölge için bir fayda sağlamayacağını düşünüyor. Buna karşılık, Obama'nın sorunları belirlemekte başarılı olduğuna inananların oranı yüzde 25. Sadece yüzde 3,6’lık bir kesim kararsız durumda.

Bu sonuçlardan ve medyada yapılan yorumlardan anladığımız, Obama’nın konuşması bölgede ağırlıklı olarak olumsuz karşılandı. Nedeni basit: Çözüme yönelik farklı bir bakış açısı getirmedi. Filistin-İsrail anlaşmazlığı için 1967 sınırlarına dönülmesinden söz etmesi önemli görülebilirse de, bu yol İsrail tarafından daha önce defalarca reddedildiği için, baştan kapalıydı.

Konuşmada bence en çok dikkat çeken nokta, Demokratlar’ın yıllarca Bush’u eleştirmesine neden olan “Özgürlük Gündemi”nin (Freedom Agenda) artık Obama tarafından da tutkuyla savunulmasıydı. Bush, Ortadoğu’da demokrasinin geliştirilmesi için Amerika’nın etkisini kullanacağını söylemiş, sonra da asıl amacı petrole el koymak olsa da, bunu bahane ederek Irak’ı işgal etmişti. O zaman Demokratlar, Bush’u emperyalist olmakla suçluyordu ve haklılardı.

Hatta Obama 2009’da Kahire’de yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Son yıllarda demokrasinin teşvik edilmesi konusunda anlaşmazlık yaşandığını ve bunun önemli bir kısmının Irak’taki savaşla bağlantılı olduğunu biliyorum. Açık olmak gerekirse, hiçbir rejim bir ulusa bir diğeri tarafından dayatılamaz veya dayatılmamalı.

Yıl 2011. Obama şimdi bunun tersini söyleyip, eleştirdiği Bush gibi konuşuyor. Çıkıp rejim değişikliği istediği Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin tek tek adlarını sayıyor. Neler yapılması gerektiğini anlatıyor; hatta Kaddafi rejimiyle savaşan muhaliflere 25 milyon dolarlık askeri olmayan acil yardım yapılacağını söylüyor.

Diyebilirsiniz ki, Amerika’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da demokrasiyi teşvik etmesi, “insani müdahale” (humanitarian intervention) yapmak için bu ülkeleri bombalaması yanlış mı? Bu sayede onlarca yıldır halklarına işkence çektiren baskıcı diktatörlerin gitmesi fena mı?

Olaya böyle bakanlara en iyi yanıtı Mısırlı yazar Ahdaf Soueif, The Guardian’da çıkan “İsyanımız Obama’ya ait değildir” başlıklı yazısında vermiş. Kısaca “İsrail ve Amerika’nın çıkarlarına hizmet etmek için her türlü yola başvurup suça ortak olan bir rejime sahiptik. Ama defetttik onu. Barışçıl bir şekilde yasalar çerçevesinde BİZ defettik” diyor.

“Peki Amerika Ortadoğu için ne yapsın?” diye soran olursa şunu söylerim:

Amerika, gerçekten demokrasiye ve halkların kendi geleceğini kendilerinin belirlemesine destek olmak istiyorsa, uzun vadeli çıkarları için bölgedeki krallıkları desteklemekten vazgeçsin. Kendi silah sanayisini büyütmek için diktatörlere silah satıp, sonra da o silahlarla halkını vuranlara karşı geliyormuş gibi yapmasın. Petrol bağımlılığını doyurmak için taşıdığı emperyal arzularından vazgeçsin.

-

22 Mayıs 2011 Pazar

Diktatörüne Göre Amerikan Stratejisi

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 22 Mayıs 2011

Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da son aylarda yaşanan ayaklanmalar, Batı’nın ikiyüzlü dış politikasını bir kez daha ortaya serdi. Kendilerine demokrasi öncüsü rolünü biçen Amerika ve işbirlikçilerinin, kendi çıkarları için yıllardır bu bölgedeki diktatörlere destek verdiğini herkes biliyor.

Şimdi ne oldu da birdenbire Ortadoğu halkının iyiliğini düşünmeye başladılar ve “humanitarian intervention” denilen “insani müdahale” işine soyundular?

Amerikalı muhalif dilbilimci Noam Chomsky, geçenlerde bu soruya çarpıcı bir yanıt verdi. Fairness and Accuracy in Reporting- FAIR (Habercilikte Doğruluk ve Adalet) adlı medya örgütünün 25. yılını kutlama töreninde yaptığı konuşmada temel olarak şunları söyledi Chomsky:

Amerika ve müttefikleri, Arap dünyasında gerçek bir demokrasinin kurulmasını engellemek için her şeyi yapacak. Nedeni basit. Bölge halkının ezici çoğunluğu, Amerika’yı kendi çıkarlarına karşı ana tehdit unsuru olarak görüyor. Gerçekte oldukça büyük bir kesim de İran’ın nükleer silahlara sahip olması durumunda bölgenin daha güvenli olacağını düşünüyor. Bu Mısır’da yüzde 80, diğer yerlerde de benzer oranlar söz konusu. Bölgede İran’ı tehdit olarak görenler yüzde 10 civarında. Açık ki, Amerika ve müttefikleri, halklarının isteklerini karşılayan hükümetleri istemeyecek. Çünkü o şekilde olursa, Amerika yalnızca bölgedeki kontrolünü kaybetmekle kalmaz, oradan çıkarılıp atılır.

***

Bu durumda bir Arap diktatör Amerika’yı desteklediği sürece halkının isteklerinin önemi yok. Emperyalizm böyle işliyor. Chomsky, diktatörleri ikiye ayırıp Amerika’nın bunlara göre tavrını da ilginç bir şekilde açıklıyor.

1-Petrol zengini sadık diktatör: Mısır ve Tunus’dakiler bu kategoriye giriyor. Bu favori diktatörler desteklenebildiği kadar destekleniyor. Ancak başları belaya girer ve destek olanaksız hale gelirse, mesela ordu ya da iş dünyası diktatöre karşı gelmeye başlarsa, derhal başka bir yere gönderiliyor ya da kurtulunuyor; hemen Amerika’nın demokrasi sevgisine dair bir açıklama yapılıyor ve ardından eski rejim yeni isimlerle yenileniyor. Nikaragua’da Somoza, İran’da Şah, Filipinler’de Marcos, Haiti’de Duvalier, Güney Kore’de Chun, Kongo’da Mobutu, Romanya’da Çavuşesku, Endonezya’da Suharto bu kategorinin en bilindik örnekleri.

2-Petrol zengini, ne yapacağı belli olmayan güvenilmez diktatör: Libya’da Kaddafi bu kategoride. Bu durumda yapılan daha güvenilir bir diktatör getirmek. Ancak yapılan iş tüm dünyaya “insani müdahale” olarak açıklanıyor. Hitler’in Çekoslovakya’ya girişi, Japon faşistlerin kuzeydoğu Çin’e saldırması, Mussolini’nin Etiyopya’daki savaşı bu kategorinin örnekleri.

Her iki durumda da gerekenin yapılması için uygun koşulların bizzat Amerika tarafından yaratılacağını söylüyor Chomsky.

Bunları yaparken en önemli noktalardan biri olarak, medyanın haberlerinde mutlaka koltuğundan edilecek diktatörün “bölgedeki istikrarı bozmaya çalıştığını” ısrarla vurgulamasını gösteriyor. “Stability” (istikrar) sözcüğünün aslında “Amerikan çıkarlarına uygunluk” anlamına geldiğini belirtiyor.

Noam Chomsky’nin basit bir mantıkla ortaya koyduğu bu durum, bana göre bugün Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki durumu çok net bir biçimde açıklıyor. Bölgedeki bütün ülkelerin bu olaylardan ders alması gerekir.

Özellikle de bariz bir şekilde diktatörleşme eğilimi gösteren politikacılar tarafından yönetilen ülkeler akıllarını başlarına toplamalı...

-

15 Mayıs 2011 Pazar

Paran Kadar Sağlık

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 15 Mayıs 2011


Başlıktaki ifade bir kitabın adı. Altbaşlık ise, “Türkiye’de Sağlığın Ticarileşmesi”. Gazetemiz yazarlarından Mustafa Sönmez’in yazdığı kitabı, İzmir Tabip Odası ile Yordam Kitap ortaklaşa yayınlamış.

1 Mayıs’ta emekçilerin sorunlarına değindiğim yazımda sağlık alanındaki olumsuz gelişmelerden de söz etmiştim. Bunun üzerine İzmir Tabip Odası Genel Sekreteri Ceyhun Balcı’dan bir e-posta aldım. Özellikle sağlık konusunda yazdıklarım dikkatini çekmiş. “Sağlıkta Dönüşüm” adı altında yaşanan hak kayıplarını ortaya koymak için hazırlanan bu kitabı ulaştırdı bana.

Henüz geçen ay raflardaki yerini alan çalışmayı büyük bir ilgiyle okudum. Elbette “sağlıkta dönüşüm” denilen bu politika, elbette sadece AKP döneminin ürünü değil; 1990 sonrasında başlayan bir süreçtir bu.

Mustafa Sönmez, son sekiz yılda olanları şöyle özetliyor: “Türkiye’de ‘Sağlıkta Dönüşüm’ adıyla icra edilmek istenen sağlık politikalarına daha çok AKP iktidarı döneminde ağırlık verildi. 2001 krizi ile birlikte, neoliberalizmin dünyadaki en üst icra kurumları olan IMF ve Dünya Bankası tarafından telkin edilen ‘Sağlıkta Dönüşüm’ politikaları, bizzat bu kurumlarla yapılan yazışmalarda, bunlarla ilgili niyet mektuplarında yer aldı.”

***

Peki sağlık harcamalarının arttığı gözlenen bu dönemdeki politikalara neden karşıyız? Mustafa Sönmez’in satırlarından yola çıkarak ana başlıklar halinde sıralayalım:

-Türkiye’de sağlık hakkı, anayasa ve yasalarda yer almakla birlikte, bu hak yurttaşlara yeterince kullandırılmamakta, artan ölçüde hak yerine “müşteri”ye hizmet satışı olarak maddi karşılığı tahsil edilmektedir.

-Bir insan hakkı olarak sağlık hakkı, sermaye birikiminin, kar sağlamanın aracı yapılmış durumdadır. Tam gün, üniversite hastaneleri üstündeki tasarruflar, aile hekimliği vb. taşeron kullanımı operasyonların hepsi, faturanın bir kısmını hastaya yıkma anlayışına dayanıyor.

-Bazı yurttaşların sağlık hakkına erişimi mümkün olmazken, yurttaş, artan biçimde cebinden harcamalarla sağlık hizmeti almaya zorlanmaktadır. Vergi ve sigorta primi ile sağlığın finansmanına zaten katkıda bulunanlar, cebinden biraz daha sağlık harcaması yapmaya mecbur bırakılıyor.

-Sayıları 2010’da 2 milyon dolayına inmiş görünse de, sosyal sigorta kapsamının tamamen dışında kalan önemli bir nüfus var.

-2010 yılında sağlık hizmetlerinin ödeneklerindeki artış % 2,5’ta kalmış ve aynı yılın % 9,5’lik genel bütçe artışlarının gerisine düşmüş, payı da % 5,5’a gerilemiştir.

-Kamu sağlık çalışanlarının ekonomik-demokratik hakları budanıyor, hastane şartları “fabrika” şartlarına dönüştürülüyor.

-Kamu sağlık kuruluşlarında gideri en aza indirme çabasının en önemli araçlarından birisi olan taşeronluk, geçici sözleşmeyle ve düşük ücretle çalışan sayısını artırıyor.

-Kişi başına düşen sağlık harcaması dolar bazında ABD’de 7205, İsveç’te 3349, Yunanistan’da 2687, İsrail’de 2152, Polonya’da 1019, Meksika’da 824 ve Türkiye’de 767 düzeyinde.

-Sağlığın alınır satılır bir “şey” haline getirilmesi, ticarileştirilmesi, piyasalaştırılması ile tesis edilen “kapitalist tıp modeli” hızla hayatımıza egemen kılınmaya çalışılıyor.

***

Kitapta bu konularda çok daha ayrıntılı bilgiler tablolar ve belgelerle desteklenerek açıkça ortaya konulmuş. AKP döneminin sağlık politikaları konusunda, medyanın da taraflı yayıncılığı sonucunda toplumda son derece yanlış bir izlenim yaratıldığı bu dönemde böyle bir çalışmanın yapılmış olması çok önemlidir.

Sağlıkta metalaşmaya karşı olan herkesin okumasını öneririm.

-

8 Mayıs 2011 Pazar

Bombalar ve Kitaplar...

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 8 Mayıs 2011

İlk kez adımımı attığım bir kentte ilk yaptığım iş, oradaki en iyi kütüphaneye gitmek oluyor. Artık bir gelenek halini alan bu tercihimden çok memnunum. Bu sayede unutulmaz binalar, kitaplar ve sergilerle karşılaşıyorum.

Geçen hafta ilk kez ziyaret ettiğim Manchester’da da böyle oldu. Daha önce bazı kitaplarda dünyanın en güzel kütüphanelerinden biri olarak gösterilen John Rylands Kütüphanesi’ne gitmek üzere yola düştüm.

1890’larda Manchester’ın en büyük pamuk fabrikasının sahibi John Rylands’ın anısına eşi Enriqueta tarafından yaptırılmış bu kütüphane. Bugün içinde çok sayıda etkinlik düzenlenen, sergiler açılan ve aktif olarak kullanılan bir bina. En güzel yeri de, Tarihi Okuma Odası denilen büyüleyici salon.

Yüzyıllık kitapların zarar görmemesi için belli bir ısı ve ışık sistemi ile korunan odaya girdiğim anda, mekanın güzelliği karşısında adeta donup kaldım. “Zaman nerede dursun?” diye sorulacak olsa, orayı söyleyebilirdim.

Bir süre öylece tavanı, duvarları, kitapları seyrettikten sonra kafamı bir de aşağıya indirdim ki ne göreyim? “Books Not Bombs” yazılı bir tipo baskı, bir camekanın içinde sergileniyor.

Yan yana duran camekanların içindeki baskıları okudum sırayla: “Kitapların yakıldığı yerde sonunda insanları da yakarlar”; “Kitap, cepte taşınan bir bahçe gibidir” (Irak atasözü); “Kitaplar Yakıldı, Sözcükler ve Hayatlar Kayboldu Ama Düşüncelerimiz Asla Yok Edilemeyecek” ve bunlar gibi daha birçok önemli mesaj veren baskılar gördüm.

Bunların hepsi, Bağdat’ın merkezindeki Al-Mutanabbi Sokağı’nda dört yıl önce yaşanan faciayı anmak amacıyla düzenlenen sergi için yapılmış. 10. yüzyılda yaşamış ünlü Arap şairi Abu’-Tayib al-Mutanabbi’nin adını taşıyan o sokak, 5 Mart 2007’de bir arabaya konan bomba ile yerle bir edildi.

İnsanların bir araya geldiği, yan yana duran kitapçılardan kitap satın aldığı ve sonrasında Al-Shahbander adlı kafede bir kahve içip fikirlerini paylaştığı Al-Mutanabbi Sokağı’nın yok edilişi, Irak’ın kültür dünyasına çok ağır bir darbe indirdi.

O gün bombalar yalnızca 38 insanı öldürüp yüzlercesini yaralamakla kalmadı; aynı zamanda o sokağın temsil ettiği “düşünce ve ifade özgürlüğü” anlayışı da yıkıldı. Bu facia, dünyanın farklı yerlerindeki insanları da derinden etkiledi. Onlardan biri de Kaliforniya’da yaşayan şair Beau Beausoleil’di.

O gün John Rylands Kütüphanesi’nde gördüğüm sergi, onun çabalarıyla gerçekleşmiş. Bu saldırıda ölenleri anmak ve düşünce üzerindeki baskılara dikkat çekmek için konuyla ilgilenebilecek şair, yazar ve yayıncılara ulaşmış.

Beausoleil’in çağrısına sanatçıların verdiği tepkiler sergideki tipo baskılarda yerini almış. Vermek istedikleri mesaj şu: “Bu defa saldırı Bağdat’ta oldu, ama herhangi bir yerde herhangi bir sokak da olabilirdi.”

Şimdi bu eserler, dünyanın çeşitli kentlerini dolaşıyor. “Books Not Bombs” yazılı baskının da bulunduğu sergi bir gün Türkiye’ye gelirse, bomba ile kitabı aynı kefeye koyan bir başbakan tarafından yönetilen bu ülkede yaratacağı ironiyi siz düşünün...

-