© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 30 Ağustos 2009
Bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı...
Günün anlamı üzerinde her zamankinden daha fazla durup düşünmemiz gereken bir dönemden geçiyoruz.
Nedir 30 Ağustos? 26 Ağustos’ta Mustafa Kemal'in başkomutanlığında başlayan meydan savaşının, 30 Ağustos’ta Dumlupınar’da zaferle sonuçlandığı gündür...
87 yıl önce emperyalist güçlere karşı verilen savaşın kazanılıp, ulusal bağımsızlığın kurtarıldığı gündür...
Atatürk’ün Nutuk’ta yer alan ifadesiyle, “Türk ulusunun özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin ölümsüz bir abidesi” olarak tarihe geçen gündür...
2009 Türkiyesi’nde “Türk” kavramına farklı ve ayrıştırıcı anlamlar yüklendiği bir sırada, 30 Ağustos’un önemini konuşmak fayda sağlar mı?
Aklımız başımızdaysa sağlamalı...
***
Irk, etnik köken, dil, din, farkı gözetmeden, bu topraklarda yaşayan herkesin, bir ulusa ait olma bilincini hissetmesi gereken bir gündür 30 Ağustos.
Kutlanmalı, anlamı vurgulanmalı ve tarihi önemi gelecek kuşaklara anlatılmalıdır.
Oysa bunun tam tersi gelişmelere sahne oluyor Türkiye... Ders kitaplarından Atatürk ve ulusal değerlerin silinmeye çalışıldığı günleri yaşıyoruz.
“Nutuk”un suç unsuru sayıldığı, Atatürkçü görüşleri savunan laik insanların hapse atıldığı bir korku imparatorluğuna dönüştü ülke... İş öyle boyutlara vardı ki, kimileri Atatürk’ü hatırlatacak her şeyden uzak durur oldu...
Örneğin, medyaya yansıyan haberlere göre, Tarsus’un Çamlıyayla beldesinde 12 yıldır düzenlenen 30 Ağustos Zafer Bayramı Şöleni, bu yıl ve gelecek yıl yapılmayacakmış...
Çünkü Tarsus, Çamlıyayla, Sebil belediye başkanları, MHP Çamlıyayla İlçe Başkanı ile bir toplantı yapmış ve şölenin 2011’e kadar yapılmamasına karar verilmiş...
Nedeni ise oldukça ilginç: 30 Ağustos, iki yıl boyunca Ramazan’a denk geliyormuş. Tarsus Belediye Başkanı, bunun doğuracağı sıkıntıyı düşünerek erteleme kararı aldıklarını açıklamış...
***
Ramazan, ne zamandan beri Zafer Bayramı’nın kutlanmasına engel oluyor? Laik bir devletin temsilcileri ne zamandan beri böyle açıklamalar yapabiliyor?
Ne zamandan beri bu hale geldiğimiz açık...
Nereye doğru gittiğimiz de belli...
Bu durumda, 30 Ağustos’un ne demek olduğunu unutanlara, Mustafa Kemal’in TBMM Başkanı ve Başkomutan sıfatıyla 5 Eylül 1922 ‘de Bakanlar Kurulu Başkanlığı’na yazdığı şu telgrafı hatırlatmakta yarar var:
“Anadolu’daki Yunan ordusu kesin olarak yenilgiye uğratılmıştır. Yunan ordusunun artık yeniden ciddi bir direnişte bulunmasına ihtimal yoktur. Anadolu için herhangi bir görüşmeye gerek kalmamıştır. Ateşkes ancak Trakya için söz konusu olabilir. Bu bakımdan Eylülün 10’una kadar doğrudan doğruya Yunan Hükümeti veyahut İngiltere aracılığıyla, hükümetimize resmen başvurduğu taktirde, aşağıdaki şartlar ileri sürülerek cevap verilmelidir. Bu tarihten, yani Eylülün 10’undan sonra yapılacak başvurmaya verilecek cevap başka türlü olabilir. Bu takdirde durum bana ayrıca bildirilmelidir.
1-Ateşkes Anlaşması tarihinden başlayarak on beş gün içinde Trakya, 1914 sınırlarına kadar kayıtsız şartsız TBMM Hükümeti’nin sivil memurlarına ve askeri kuvvetlerine teslim edilmiş bulunacaktır.
2-Yunanistan’daki esirlerimiz on beş gün içinde İzmir, Bandırma ve İzmit limanlarında bize teslim edilecektir.
3-Yunan Hükümeti, Yunan ordusunun üç buçuk yıldan beri Anadolu’da yaptığı ve yapmakta olduğu tahribatı tamir etmeyi şimdiden taahhüt edecektir.”
***
30 Ağustos, Sevr’i dayatan emperyalizme karşı Anadolu isyanının doruk noktasıdır! Bugünü kutlamaya ne Ramazan engeldir ne de başka bir şey...
Zafer Bayramı kutlu olsun!
31 Ağustos 2009 Pazartesi
24 Ağustos 2009 Pazartesi
Satılık Topraklar...
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 23 Ağustos 2009
Uluslararası Gıda Politikası Araştırma Enstitüsü’nün (IFPRI) yayımladığı bir haritaya uzun uzun baktım geçen gün...
“Yabancı yatırımcıların gelişmekte olan ülkelerdeki toprak kapma yarışını” gösteren haritada, ülkelerin üzerine üç ayrı renkte işaret konulmuş.
Kırmızı, toprak alanları; mavi, toprak satanları; yeşil de diğer yatırımları belirtiyor.
Kırmızılar arasında dikkati çekenler, İsveç, Almanya, İngiltere, Çin, Hindistan, Suudi Arabistan, Libya, Körfez ülkeleri... Maviler arasında ise, Ukrayna, Brezilya, neredeyse Afrika kıtasının tümü, Pakistan, Tayland, Kamboçya ve Türkiye gibi ülkeler var...
Peki, neden bazı hükümetler ve yabancı yatırımcılar, gelişmekte olan ya da geri kalmış ülkelerden toprak kapma yarışına girdiler?
Yeterli toprak ve suya sahip olmayan ama kapitali bol ülkeler, bu yarışta başa güreşiyor. Amaçları, toprak ve suyun daha bol olduğu topraklarda tarımsal üretimi ucuza getirebilmek. O nedenle de, bu ülkelerdeki arazilere gözlerini dikmiş haldeler...
Durum öyle ciddi boyutlarda ki, The Guardian’da yer alan bir habere göre, son altı ayda, Afrika ve Güneydoğu Asya’da 20 milyon hektarlık ekilebilir arazi, satıldı ya da kiralandı. Bu, Avrupa’daki bütün ekilebilir arazinin tam yarısına denk geliyor...
Böyle bir gidişata kayıtsız kalmadan neler olduğuna bakmak gerekir...
***
IFPRI, geçtiğimiz aylarda bu konuda “Risk ve Fırsatlar” adlı bir rapor yayımladı.
Rapora göre, küresel ısınma sonucunda doğal kaynakların azalması, su kıtlığı ve büyük üreticiler tarafından getirilen ihraç kısıtlamaları sonucunda gıda fiyatları aşırı yükseldi.
Bu yüzden de, toprak ve su kıtlığı çeken ülkeler, alternatif yollar bulmaya yöneldi. Başka bir ülkedeki ekilebilir toprağın kullanım hakkının satın alınması da, bu arayışın bir sonucu...
Kimileri, bu yöntemle, yoksul ülkelerin tarım alanında ve kırsal bölgelerde yeni yatırımlara kavuşabileceği inancında... Fakat olan biteni araştırınca, pek de böyle masum açıklamalar yapmak olanaklı değil...
Çünkü;
1-Bu şekilde yerel halk, kendisinin ihtiyaç duyduğu toprak üzerindeki haklarını kaybetmiş oluyor...
IFPRI’nın raporunda bunun önlenmesi için şu noktanın altı çiziliyor: Bu tür toprak anlaşmalarının, her iki taraf için de endişeleri en aza indirecek ve olanaklar yaratacak şekilde düzenlenmesi son derecede önemlidir. Anlaşmaların içeriği, geçerlilik süresi ve hangi koşullarda gerçekleşeceği, çok açık bir şekilde belirlenmeli.
Oysa uygulamada, yerel halkın neler olup bittiğinden, kendi toprağının yabancı yatırımcılara devredildiğinden haberi bile olmuyor...
2-Bu anlaşmalarda üzerinde durulması gereken ama göz ardı edilmeye çalışılan önemli bir etik mesele var...
Başta Çin, Güney Kore, İngiltere ve Körfez ülkeleri olmak üzere, kapitali bol ülkelerin kendi sınırları dışında tarımsal üretime ağırlık vermelerinin amacı, biyoyakıt elde etmek... Kiraladıkları ya da satın aldıkları arazilerde, pirinç, mısır, tahıl vs. üretmelerinin başlıca nedeni bu.
Dünyada her gün 25 bin insan açlıktan ölüyor. Ama o paralı yatırımcıların ürettiği milyonlarca ton mısır, onlar için değil... Çünkü zenginlerin yoksul hakların toprağında yetiştirdiği mısır, diğer zenginlerin arabasını çalıştıran biyoyakıta dönüşecek...
Sonuç şu ki, toprak kapma yarışı, bugünkü uygulama şekliyle, yerel halka hiçbir katkı yapmadan onun sahip olduğu kaynakların üzerine oturmaktır.
Öyle görünüyor ki, bu da, Naomi Klein’ın adını koyduğu “Şok Doktrin”in yıkıcı aşamalarından biridir...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 23 Ağustos 2009
Uluslararası Gıda Politikası Araştırma Enstitüsü’nün (IFPRI) yayımladığı bir haritaya uzun uzun baktım geçen gün...
“Yabancı yatırımcıların gelişmekte olan ülkelerdeki toprak kapma yarışını” gösteren haritada, ülkelerin üzerine üç ayrı renkte işaret konulmuş.
Kırmızı, toprak alanları; mavi, toprak satanları; yeşil de diğer yatırımları belirtiyor.
Kırmızılar arasında dikkati çekenler, İsveç, Almanya, İngiltere, Çin, Hindistan, Suudi Arabistan, Libya, Körfez ülkeleri... Maviler arasında ise, Ukrayna, Brezilya, neredeyse Afrika kıtasının tümü, Pakistan, Tayland, Kamboçya ve Türkiye gibi ülkeler var...
Peki, neden bazı hükümetler ve yabancı yatırımcılar, gelişmekte olan ya da geri kalmış ülkelerden toprak kapma yarışına girdiler?
Yeterli toprak ve suya sahip olmayan ama kapitali bol ülkeler, bu yarışta başa güreşiyor. Amaçları, toprak ve suyun daha bol olduğu topraklarda tarımsal üretimi ucuza getirebilmek. O nedenle de, bu ülkelerdeki arazilere gözlerini dikmiş haldeler...
Durum öyle ciddi boyutlarda ki, The Guardian’da yer alan bir habere göre, son altı ayda, Afrika ve Güneydoğu Asya’da 20 milyon hektarlık ekilebilir arazi, satıldı ya da kiralandı. Bu, Avrupa’daki bütün ekilebilir arazinin tam yarısına denk geliyor...
Böyle bir gidişata kayıtsız kalmadan neler olduğuna bakmak gerekir...
***
IFPRI, geçtiğimiz aylarda bu konuda “Risk ve Fırsatlar” adlı bir rapor yayımladı.
Rapora göre, küresel ısınma sonucunda doğal kaynakların azalması, su kıtlığı ve büyük üreticiler tarafından getirilen ihraç kısıtlamaları sonucunda gıda fiyatları aşırı yükseldi.
Bu yüzden de, toprak ve su kıtlığı çeken ülkeler, alternatif yollar bulmaya yöneldi. Başka bir ülkedeki ekilebilir toprağın kullanım hakkının satın alınması da, bu arayışın bir sonucu...
Kimileri, bu yöntemle, yoksul ülkelerin tarım alanında ve kırsal bölgelerde yeni yatırımlara kavuşabileceği inancında... Fakat olan biteni araştırınca, pek de böyle masum açıklamalar yapmak olanaklı değil...
Çünkü;
1-Bu şekilde yerel halk, kendisinin ihtiyaç duyduğu toprak üzerindeki haklarını kaybetmiş oluyor...
IFPRI’nın raporunda bunun önlenmesi için şu noktanın altı çiziliyor: Bu tür toprak anlaşmalarının, her iki taraf için de endişeleri en aza indirecek ve olanaklar yaratacak şekilde düzenlenmesi son derecede önemlidir. Anlaşmaların içeriği, geçerlilik süresi ve hangi koşullarda gerçekleşeceği, çok açık bir şekilde belirlenmeli.
Oysa uygulamada, yerel halkın neler olup bittiğinden, kendi toprağının yabancı yatırımcılara devredildiğinden haberi bile olmuyor...
2-Bu anlaşmalarda üzerinde durulması gereken ama göz ardı edilmeye çalışılan önemli bir etik mesele var...
Başta Çin, Güney Kore, İngiltere ve Körfez ülkeleri olmak üzere, kapitali bol ülkelerin kendi sınırları dışında tarımsal üretime ağırlık vermelerinin amacı, biyoyakıt elde etmek... Kiraladıkları ya da satın aldıkları arazilerde, pirinç, mısır, tahıl vs. üretmelerinin başlıca nedeni bu.
Dünyada her gün 25 bin insan açlıktan ölüyor. Ama o paralı yatırımcıların ürettiği milyonlarca ton mısır, onlar için değil... Çünkü zenginlerin yoksul hakların toprağında yetiştirdiği mısır, diğer zenginlerin arabasını çalıştıran biyoyakıta dönüşecek...
Sonuç şu ki, toprak kapma yarışı, bugünkü uygulama şekliyle, yerel halka hiçbir katkı yapmadan onun sahip olduğu kaynakların üzerine oturmaktır.
Öyle görünüyor ki, bu da, Naomi Klein’ın adını koyduğu “Şok Doktrin”in yıkıcı aşamalarından biridir...
Etiketler:
açlık,
biyoyakıt,
emperyalizm,
gıda krizi,
küresel ısınma,
Naomi Klein,
şok terapi,
toprak satışı,
Türkiye
17 Ağustos 2009 Pazartesi
Geçmişle Yüzleşme Sırası Amerika'da...
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 16 Ağustos 2009
Kimi okurlar soruyor; “Neden pazar günleri siyaset dışında yazmıyorsun?” diyorlar...
Doğrudur; pazar günleri yazarlar, genellikle daha renkli konularda yazmayı tercih eder. Fakat haftada bir kere yazınca, böyle bir tercih yapma olanağınız pek olmuyor.
O nedenle, bu hafta da yine ciddi bir konuya değineceğim.
***
6 Ağustos, ilk atom bombasının atılışının 64. yıldönümüydü. Amerika’nın 2. Dünya Savaşı sırasında, 1945 yılında, Japonya’nın Hiroşima kentine attığı bomba, 140 bin kişinin ölümüne neden oldu.
Ama bu yetmedi...
Üç gün sonra Nagazaki’ye atılan atom bombasıyla da yaklaşık 80 bin kişi öldü...
Ve sonunda Japonya teslim olunca savaş sona erdi...
O bombaların ardından çevreye yayılan radyasyon yüzünden, yıllar içinde on binlerce insan hayatını kaybetti, sakat kaldı...
Bu korkunç olaylar, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarına dev puntolarla yazıldı.
Geçenlerde belki bunun kadar korkunç olabilecek bir haber okudum internette. Quinnipac Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırma, Amerikan halkının çoğunluğunun, ABD’nin atom bombası atmasını doğru bulduğunu ortaya koymuş...
Katılımcıların yüzde 61’i bunu “doğru bir iş” olarak görürken, yüzde 22’si yanlış buluyor, yüzde 16’sı da kararsız...
İnsanın kanını donduran bir katliamı “doğru” olarak tanımlamanın ardındaki neden nedir?
Bu sorunun yanıtı önemlidir. Çünkü o nedeni bulup yok etmedikçe, emperyal güçler, her türlü savaş için halk desteğini bulmakta bugün de zorlanmayacaktır...
Irak savaşı da bunun son kanıtı olmuştur...
***
Bugün Beyaz Saray’da başka ülkelere “geçmişinizle yüzleşin” şeklinde tavsiyede bulunan bir Başkan oturuyor. Ankara’yı ziyaretinde de, Meclis’te milletvekillerine hitaben yaptığı konuşmada bu sözleri yinelemişti.
Ama şimdi geçmişle yüzleşme sırası Amerika’da...
Çünkü Obama, kasım ayında Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü zirve toplantısı için Singapur’a gidiyor. Programına göre, bu sırada Japonya’yı da ziyaret edecek.
Obama, oralara kadar gitmişken daha önce yapılmayanı yapmalı ve Hiroşima Barış Anıt Parkı’nı ziyaret etmeli. Çünkü nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya, sadece lafla olmaz; tarihin en dehşet verici nükleer saldırısına uğrayan kentlere gidip, kurbanların anısına çelenk koyması gerekir.
Atom bombasının atıldığı tarihten bu yana, hiçbir ABD başkanı ya da başkan yardımcısı, görevde olduğu süre içinde Hiroşima’yı ziyaret edip kurbanların anısı önünde saygı duruşunda bulunmadı...
Jimmy Carter ve Richard Nixon, Hiroşima’ya gittiklerinde başkan değillerdi. Bu nedenle yaptıkları ziyaret, kişisel bir anlam ifade etmenin ötesine geçmedi.
Bugüne kadar bu anıta çelenk koyan en üst düzey Amerikalı yetkili, Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi oldu.
Bakalım Obama, kendi tavsiyesine uyup geçmişle yüzleşecek mi?
Yoksa, “ziyaret kısaydı, vakit olmadı” türünden bahanelere mi sığınacak?
Bu noktada Obama’ya kendisinin söylediği bir sözü hatırlatmakta yarar var:
“Bir yandan dost ülkelerle birlikte nükleer silahlarımızı artırdığımız ve Rusların nükleer silahlarını geliştirdiği bir ortamda, İran ve Kuzey Kore gibi ülkelere nükleer silah edinmemeleri konusunda baskı yapabileceğimizi düşünmek saflık olur.”
Tek kutuplu dünyanın emperyal gücü Amerika’nın kendi geçmişiyle barışmadığı bir ortamda, dönüp diğer ülkelere bunu tavsiye etmesi de saflık olur...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 16 Ağustos 2009
Kimi okurlar soruyor; “Neden pazar günleri siyaset dışında yazmıyorsun?” diyorlar...
Doğrudur; pazar günleri yazarlar, genellikle daha renkli konularda yazmayı tercih eder. Fakat haftada bir kere yazınca, böyle bir tercih yapma olanağınız pek olmuyor.
O nedenle, bu hafta da yine ciddi bir konuya değineceğim.
***
6 Ağustos, ilk atom bombasının atılışının 64. yıldönümüydü. Amerika’nın 2. Dünya Savaşı sırasında, 1945 yılında, Japonya’nın Hiroşima kentine attığı bomba, 140 bin kişinin ölümüne neden oldu.
Ama bu yetmedi...
Üç gün sonra Nagazaki’ye atılan atom bombasıyla da yaklaşık 80 bin kişi öldü...
Ve sonunda Japonya teslim olunca savaş sona erdi...
O bombaların ardından çevreye yayılan radyasyon yüzünden, yıllar içinde on binlerce insan hayatını kaybetti, sakat kaldı...
Bu korkunç olaylar, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarına dev puntolarla yazıldı.
Geçenlerde belki bunun kadar korkunç olabilecek bir haber okudum internette. Quinnipac Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırma, Amerikan halkının çoğunluğunun, ABD’nin atom bombası atmasını doğru bulduğunu ortaya koymuş...
Katılımcıların yüzde 61’i bunu “doğru bir iş” olarak görürken, yüzde 22’si yanlış buluyor, yüzde 16’sı da kararsız...
İnsanın kanını donduran bir katliamı “doğru” olarak tanımlamanın ardındaki neden nedir?
Bu sorunun yanıtı önemlidir. Çünkü o nedeni bulup yok etmedikçe, emperyal güçler, her türlü savaş için halk desteğini bulmakta bugün de zorlanmayacaktır...
Irak savaşı da bunun son kanıtı olmuştur...
***
Bugün Beyaz Saray’da başka ülkelere “geçmişinizle yüzleşin” şeklinde tavsiyede bulunan bir Başkan oturuyor. Ankara’yı ziyaretinde de, Meclis’te milletvekillerine hitaben yaptığı konuşmada bu sözleri yinelemişti.
Ama şimdi geçmişle yüzleşme sırası Amerika’da...
Çünkü Obama, kasım ayında Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü zirve toplantısı için Singapur’a gidiyor. Programına göre, bu sırada Japonya’yı da ziyaret edecek.
Obama, oralara kadar gitmişken daha önce yapılmayanı yapmalı ve Hiroşima Barış Anıt Parkı’nı ziyaret etmeli. Çünkü nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya, sadece lafla olmaz; tarihin en dehşet verici nükleer saldırısına uğrayan kentlere gidip, kurbanların anısına çelenk koyması gerekir.
Atom bombasının atıldığı tarihten bu yana, hiçbir ABD başkanı ya da başkan yardımcısı, görevde olduğu süre içinde Hiroşima’yı ziyaret edip kurbanların anısı önünde saygı duruşunda bulunmadı...
Jimmy Carter ve Richard Nixon, Hiroşima’ya gittiklerinde başkan değillerdi. Bu nedenle yaptıkları ziyaret, kişisel bir anlam ifade etmenin ötesine geçmedi.
Bugüne kadar bu anıta çelenk koyan en üst düzey Amerikalı yetkili, Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi oldu.
Bakalım Obama, kendi tavsiyesine uyup geçmişle yüzleşecek mi?
Yoksa, “ziyaret kısaydı, vakit olmadı” türünden bahanelere mi sığınacak?
Bu noktada Obama’ya kendisinin söylediği bir sözü hatırlatmakta yarar var:
“Bir yandan dost ülkelerle birlikte nükleer silahlarımızı artırdığımız ve Rusların nükleer silahlarını geliştirdiği bir ortamda, İran ve Kuzey Kore gibi ülkelere nükleer silah edinmemeleri konusunda baskı yapabileceğimizi düşünmek saflık olur.”
Tek kutuplu dünyanın emperyal gücü Amerika’nın kendi geçmişiyle barışmadığı bir ortamda, dönüp diğer ülkelere bunu tavsiye etmesi de saflık olur...
Etiketler:
2. Dünya Savaşı,
Amerika,
atom bombası,
Barack Obama,
emperyalizm,
Japonya,
Jimmy Carter,
nükleer savaş,
Richard Nixon
10 Ağustos 2009 Pazartesi
Gafletin Böylesi...
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 9 Ağustos 2009
Bir süredir okuduğum “Muslim Women Reformers- Inspiring Voices Against Oppression” (Müslüman Kadın Reformcular- Zulme Karşı İlham Verici Sesler) adlı kitabı henüz bitirdim. Geçen ay Prometheus Books tarafından yayımlanan kitabın yazarı, Avustralyalı kadın psikiyatrist Ida Lichter.
Lichter, 513 sayfalık eserini, “Reform için savaşıp, Cihad’ın hedefi olarak yaşamını kaybeden Müslüman kadın kahramanlara” adamış. Çoğunluğu Müslüman coğrafyasında yaşayan bu kahramanların hikayelerini ülkelerine göre ele almış.
Bazı eksikleri olmakla birlikte, bana göre, okumaya değer bir çalışma yapmış Lichter...
Kitabı elime alır almaz, Türkiye ile ilgili yazılanlara baktım. Bu başlıkta sadece iki sivil toplum örgütünden söz ediliyor. Birisi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde kurulan ilk kadın merkezi KA-MER; diğeri de, Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği KA-DER.
Türkiye’ye ayrılan sekiz sayfalık bölüm, Atatürk devrimleriyle Türk kadınına verilen haklarla başlıyor. Neler anlatılıyor?
1926’da Medeni Kanun’un kabulüyle çok eşlilik yasaklandı....
Eğitim, boşanma, miras gibi konularda kadınlara eşit haklar sağlandı...
Türk kadını, 1930’ların ortalarına kadar seçme ve seçilme hakkını kazandı...
17 Türk kadını ilk kez Meclis’e girdi...
Türkiye, 1934 yılında, dünyada bir kadının yüksek mahkemede göreve seçildiği ilk ülke oldu. (Kitapta adı verilmemiş ama biz burada analım; dünyada “ilk kadın Danıştay daire başkanı” olarak adını tarihe yazdıran kişi Firdevs Menteşe’ydi.)
Bütün bunlardan sonra Atatürk’ün şu sözüne yer verilmiş; “Siyasi ve sosyal hakların kadın tarafından kullanılmasının, insanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli olduğuna inanıyorum.”
***
Fakat Türkiye ile ilgili sorun şu ki; yeni kurulan Cumhuriyet’te kadın hakları konusunda atılan o büyük adımlara karşın, bugün Türk kadını, sosyal ve siyasal alanda olması gereken yerin çok gerisindedir...
Ida Lichter, kitabında “1990’lardan bu yana Türkiye’nin İslami köktendinciliğin dirilişine tanık olduğunu; kadın hayatının (ve bedeninin), İslam’ı modernleştirme çabaları için bir sahne haline geldiğini,” yazmış.
Peki, ne oldu da “insanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli olan haklardan” vazgeçme gafletine düşüldü?
Nasıl oldu da Türkiye, 83 yıl önce Ortadoğu’da ve hatta dünyada kadın hakları konusunda önder bir ülkeyken, bugün döneminin çok gerisine düştü?
Geçmişte kadınların birçok alanda öncü olabildiği bir ülke, neden 2000’lerde kadın-erkek eşitliğinde Avrupa standartlarını yakalayamadı?
Zaman ilerledikçe gündeme gelen bu geriye gidişin sorumluları olmalıdır...
Kimlerdir onlar?
Kadının hayatını ve bedenini tahakküm altına alma gayretine düşenlerdir elbette...
2007’de hazırladıkları anayasa taslağında, kadınları “çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korumayı gerektiren kesimler” arasında sayanlardır...
“Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir” şeklindeki maddeyi kaşla göz arasında değiştirme hevesine kapılanlardır...
Kadına, “Meslek sahibi ol, ekonomik özgürlüğünü kazan,” demek yerine, durmadan en az üç çocuk doğurmasını öğütleyen siyasetçilerdir...
Kadın üzerinde egemenlik kurmak için dini siyasete alet edenlerdir...
Açıkça bir baskı aracı olan türbanı, çarşafı, “özgürlük” adına savunanlardır...
Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı uygarlık yolunu, laiklik ilkesinden verdikleri ödünlerle tıkayanlardır...
İnsanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli haklardan vazgeçenlerdir...
Bu, gafletin ta kendisidir...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 9 Ağustos 2009
Bir süredir okuduğum “Muslim Women Reformers- Inspiring Voices Against Oppression” (Müslüman Kadın Reformcular- Zulme Karşı İlham Verici Sesler) adlı kitabı henüz bitirdim. Geçen ay Prometheus Books tarafından yayımlanan kitabın yazarı, Avustralyalı kadın psikiyatrist Ida Lichter.
Lichter, 513 sayfalık eserini, “Reform için savaşıp, Cihad’ın hedefi olarak yaşamını kaybeden Müslüman kadın kahramanlara” adamış. Çoğunluğu Müslüman coğrafyasında yaşayan bu kahramanların hikayelerini ülkelerine göre ele almış.
Bazı eksikleri olmakla birlikte, bana göre, okumaya değer bir çalışma yapmış Lichter...
Kitabı elime alır almaz, Türkiye ile ilgili yazılanlara baktım. Bu başlıkta sadece iki sivil toplum örgütünden söz ediliyor. Birisi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde kurulan ilk kadın merkezi KA-MER; diğeri de, Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği KA-DER.
Türkiye’ye ayrılan sekiz sayfalık bölüm, Atatürk devrimleriyle Türk kadınına verilen haklarla başlıyor. Neler anlatılıyor?
1926’da Medeni Kanun’un kabulüyle çok eşlilik yasaklandı....
Eğitim, boşanma, miras gibi konularda kadınlara eşit haklar sağlandı...
Türk kadını, 1930’ların ortalarına kadar seçme ve seçilme hakkını kazandı...
17 Türk kadını ilk kez Meclis’e girdi...
Türkiye, 1934 yılında, dünyada bir kadının yüksek mahkemede göreve seçildiği ilk ülke oldu. (Kitapta adı verilmemiş ama biz burada analım; dünyada “ilk kadın Danıştay daire başkanı” olarak adını tarihe yazdıran kişi Firdevs Menteşe’ydi.)
Bütün bunlardan sonra Atatürk’ün şu sözüne yer verilmiş; “Siyasi ve sosyal hakların kadın tarafından kullanılmasının, insanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli olduğuna inanıyorum.”
***
Fakat Türkiye ile ilgili sorun şu ki; yeni kurulan Cumhuriyet’te kadın hakları konusunda atılan o büyük adımlara karşın, bugün Türk kadını, sosyal ve siyasal alanda olması gereken yerin çok gerisindedir...
Ida Lichter, kitabında “1990’lardan bu yana Türkiye’nin İslami köktendinciliğin dirilişine tanık olduğunu; kadın hayatının (ve bedeninin), İslam’ı modernleştirme çabaları için bir sahne haline geldiğini,” yazmış.
Peki, ne oldu da “insanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli olan haklardan” vazgeçme gafletine düşüldü?
Nasıl oldu da Türkiye, 83 yıl önce Ortadoğu’da ve hatta dünyada kadın hakları konusunda önder bir ülkeyken, bugün döneminin çok gerisine düştü?
Geçmişte kadınların birçok alanda öncü olabildiği bir ülke, neden 2000’lerde kadın-erkek eşitliğinde Avrupa standartlarını yakalayamadı?
Zaman ilerledikçe gündeme gelen bu geriye gidişin sorumluları olmalıdır...
Kimlerdir onlar?
Kadının hayatını ve bedenini tahakküm altına alma gayretine düşenlerdir elbette...
2007’de hazırladıkları anayasa taslağında, kadınları “çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korumayı gerektiren kesimler” arasında sayanlardır...
“Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir” şeklindeki maddeyi kaşla göz arasında değiştirme hevesine kapılanlardır...
Kadına, “Meslek sahibi ol, ekonomik özgürlüğünü kazan,” demek yerine, durmadan en az üç çocuk doğurmasını öğütleyen siyasetçilerdir...
Kadın üzerinde egemenlik kurmak için dini siyasete alet edenlerdir...
Açıkça bir baskı aracı olan türbanı, çarşafı, “özgürlük” adına savunanlardır...
Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı uygarlık yolunu, laiklik ilkesinden verdikleri ödünlerle tıkayanlardır...
İnsanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli haklardan vazgeçenlerdir...
Bu, gafletin ta kendisidir...
Etiketler:
cinsel ayrımcılık,
Ida Lichter,
İslam,
kadın hakları,
laiklik,
Medeni Kanun,
Mustafa Kemal Atatürk,
Müslümanlık,
türban,
Türkiye
3 Ağustos 2009 Pazartesi
Yeni Elif’ler Yetiştirmek...
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 2 Ağustos 2009
Aşağıdaki satırlar, elektronik postayla ulaşan bir okur mektubundan. Yer darlığı nedeniyle, özünü bozmadan bir miktar kısaltarak yayınlıyorum.
***
“Evimin önünde terasta masam, üzerinde zaman öldürmek için bulmacalar... Ama var olanların dışında bir gazete parçası takılıyor gözüme, ne ola ki?
Boş veriyorum bir süre, sonra dayanamayıp bakıyorum. Evet, bir gazeteden yırtılarak alınmış bir kupür bu, sizin 'Kentler ve Kütüphaneler' başlıklı yazınız.
Kim bırakmış olabilir acaba? Tamer Öğretmenimdir mutlaka. O da benim gibi emekli. Bir kitap dostu. Ve benim kitaplığımı da destekleyenlerden.
Tüm bunları niye yazdım ki? Kısacık anlatayım Zülal Hanım; dört yıl önce sağlık sorunlarım, güneşe olan gereksinim yüzünden İstanbul'u terk ediyorum ve Antalya'nın şirin bir sahil beldesine yerleşiyorum.
Yıllardır dişimden tırnağımdan arttırarak edindiğim kitaplarım da burada tabii. Ne yapsam? Evimin oturma odasını, Halka Açık Ücretsiz Kitaplık olarak açıyorum.
250 kadarı Almanca (1972-84 arası Almanya'da gurbetçiydim) kalanı Türkçe olmak üzere 1800 kadar kitabım var. Kendim 64 yaşım içinde bir SSK işçi emeklisiyim. İki yıldır açık olan kitaplığıma % 1 başvuru olmadı bugüne dek.
Ben, hastane, sağlık ocağı, bakkal-kasap-manav-pazar yerinde esnaf, belediye- dolmuş sürücüleri, vs. kiminle kısa sohbetim olsa 'Kitap Okur musunuz, eğer okursanız ben getireyim, bitince gelir alır yenisini getiririm' diyorum.
Ama yok, başaramadım. Evet, severek okurum diyene henüz rastlamadım...(!) Okumuyoruz, okumayı merak bile etmiyoruz.
Sadece minik bir meleğim var, yazın gelen Sevgili Küçük Elif, 12 mi 13 yaşında mı bilmiyorum. Ama her geldiğinde kucak dolusu kitap alıyor. O kadar mutlu oluyorum ki anlatamam.
Ne yapmalı ki insanlarımız kitap okusunlar?
Celil Yamak”
***
Mektupta sözü edilen yazım, iki yıl önce Cumhuriyet Hafta Sonu’nda yayımlanmıştı. New York’ta 42. Cadde’deki halk kütüphanesinde geçirdiğim huzur dolu günlerin etkisiyle yazmıştım o yazıyı...
Celil Yamak’ın mektubu, beni derinden üzen bir konuyu yeniden gündeme getirdi. Ama iyi de etti... Bunca itiş kakışın yaşandığı bir ülkede, birilerinin de kütüphane sorununu konuşması gerek.
Bugün Türkiye’de bırakın kasaba ve köyleri, büyük kentler bile ihtiyaca yanıt verecek kütüphanelerden yoksun. 2010’da Avrupa’nın kültür başkenti olmaya hazırlanan İstanbul'da da, kentin büyüklüğüne yakışır modern bir kütüphane yok...
Ama Celil Bey’in yazdıkları, sorunun başka bir yönüne işaret ediyor: Kütüphane olsa bile okuyucu var mı?
Çok satan ender kitapların önemli bir bölümünün de, bu başarıyı büyük reklam ve cemaat desteği ile yakaladığını biliyoruz. Kendimizi kandırmayalım; okuma oranının çok düşük olduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Düşünsenize; bir işçi emeklisi yıllarca emek ve para harcayarak oluşturduğu kütüphanesini topluma ücretsiz olarak açıyor ama ilgilenen yok!
Kimse gelir düzeyinin düşüklüğüne sığınmasın; biraz sokaklarda gezince gerçeği görüyorsunuz. Fakirinden zenginine gençler Amerikan sigarası içiyor; çoğunun elinde son model cep telefonu var.
Çünkü öncelikleri farklı; toplumda saygınlığın ölçüsü, insanların üzerinde taşıdığı markalar olmuş...
Türkiye’de yeni Elif’ler nasıl yetiştirilir? Bu ancak devlet, aile ve okul işbirliğiyle yapılacak büyük kampanyalarla sağlanabilir. Batı ülkelerinde olduğu gibi, çocuklara kütüphaneye gitme alışkanlığını erken yaşlarda kazandırmak gerekir.
Aksi halde, okumayan cahil bir toplum, ülke sivil faşizme doğru ilerlerken, şimdi olduğu gibi her zaman tepkisiz kalır...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 2 Ağustos 2009
Aşağıdaki satırlar, elektronik postayla ulaşan bir okur mektubundan. Yer darlığı nedeniyle, özünü bozmadan bir miktar kısaltarak yayınlıyorum.
***
“Evimin önünde terasta masam, üzerinde zaman öldürmek için bulmacalar... Ama var olanların dışında bir gazete parçası takılıyor gözüme, ne ola ki?
Boş veriyorum bir süre, sonra dayanamayıp bakıyorum. Evet, bir gazeteden yırtılarak alınmış bir kupür bu, sizin 'Kentler ve Kütüphaneler' başlıklı yazınız.
Kim bırakmış olabilir acaba? Tamer Öğretmenimdir mutlaka. O da benim gibi emekli. Bir kitap dostu. Ve benim kitaplığımı da destekleyenlerden.
Tüm bunları niye yazdım ki? Kısacık anlatayım Zülal Hanım; dört yıl önce sağlık sorunlarım, güneşe olan gereksinim yüzünden İstanbul'u terk ediyorum ve Antalya'nın şirin bir sahil beldesine yerleşiyorum.
Yıllardır dişimden tırnağımdan arttırarak edindiğim kitaplarım da burada tabii. Ne yapsam? Evimin oturma odasını, Halka Açık Ücretsiz Kitaplık olarak açıyorum.
250 kadarı Almanca (1972-84 arası Almanya'da gurbetçiydim) kalanı Türkçe olmak üzere 1800 kadar kitabım var. Kendim 64 yaşım içinde bir SSK işçi emeklisiyim. İki yıldır açık olan kitaplığıma % 1 başvuru olmadı bugüne dek.
Ben, hastane, sağlık ocağı, bakkal-kasap-manav-pazar yerinde esnaf, belediye- dolmuş sürücüleri, vs. kiminle kısa sohbetim olsa 'Kitap Okur musunuz, eğer okursanız ben getireyim, bitince gelir alır yenisini getiririm' diyorum.
Ama yok, başaramadım. Evet, severek okurum diyene henüz rastlamadım...(!) Okumuyoruz, okumayı merak bile etmiyoruz.
Sadece minik bir meleğim var, yazın gelen Sevgili Küçük Elif, 12 mi 13 yaşında mı bilmiyorum. Ama her geldiğinde kucak dolusu kitap alıyor. O kadar mutlu oluyorum ki anlatamam.
Ne yapmalı ki insanlarımız kitap okusunlar?
Celil Yamak”
***
Mektupta sözü edilen yazım, iki yıl önce Cumhuriyet Hafta Sonu’nda yayımlanmıştı. New York’ta 42. Cadde’deki halk kütüphanesinde geçirdiğim huzur dolu günlerin etkisiyle yazmıştım o yazıyı...
Celil Yamak’ın mektubu, beni derinden üzen bir konuyu yeniden gündeme getirdi. Ama iyi de etti... Bunca itiş kakışın yaşandığı bir ülkede, birilerinin de kütüphane sorununu konuşması gerek.
Bugün Türkiye’de bırakın kasaba ve köyleri, büyük kentler bile ihtiyaca yanıt verecek kütüphanelerden yoksun. 2010’da Avrupa’nın kültür başkenti olmaya hazırlanan İstanbul'da da, kentin büyüklüğüne yakışır modern bir kütüphane yok...
Ama Celil Bey’in yazdıkları, sorunun başka bir yönüne işaret ediyor: Kütüphane olsa bile okuyucu var mı?
Çok satan ender kitapların önemli bir bölümünün de, bu başarıyı büyük reklam ve cemaat desteği ile yakaladığını biliyoruz. Kendimizi kandırmayalım; okuma oranının çok düşük olduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Düşünsenize; bir işçi emeklisi yıllarca emek ve para harcayarak oluşturduğu kütüphanesini topluma ücretsiz olarak açıyor ama ilgilenen yok!
Kimse gelir düzeyinin düşüklüğüne sığınmasın; biraz sokaklarda gezince gerçeği görüyorsunuz. Fakirinden zenginine gençler Amerikan sigarası içiyor; çoğunun elinde son model cep telefonu var.
Çünkü öncelikleri farklı; toplumda saygınlığın ölçüsü, insanların üzerinde taşıdığı markalar olmuş...
Türkiye’de yeni Elif’ler nasıl yetiştirilir? Bu ancak devlet, aile ve okul işbirliğiyle yapılacak büyük kampanyalarla sağlanabilir. Batı ülkelerinde olduğu gibi, çocuklara kütüphaneye gitme alışkanlığını erken yaşlarda kazandırmak gerekir.
Aksi halde, okumayan cahil bir toplum, ülke sivil faşizme doğru ilerlerken, şimdi olduğu gibi her zaman tepkisiz kalır...