© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/27 Temmuz 2008
Yazıya başlıktaki konuyla ilgili olarak dünya medyasından örnekler vererek başlıyorum.
Birinci örnek Romanya’dan. İktidarda bulunan Ulusal Liberal Parti’den ve aşırı sağcı Büyük Romanya Partisi’nden birer senatör, bir süre önce medya ile ilgili bir kanun önerisi verdi. Yasalaşan öneriye göre, ülkedeki bütün radyo ve televizyon yayınlarında iyi ve kötü haberlerin eşit oranda olması zorunlu hale getirildi. Amaç da, halkın ruh sağlığını korumak! Hangi haberlerin olumlu hangilerinin olumsuz olduğuna karar verme yetkisi ise, Ulusal Audiovisuel Kurulu'na bırakıldı.
Tabii muhalefetteki liberal demokratlar, bu safsatayı yemedi ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasanın iptali için anayasa mahkemesine başvurdu. Hatta yetkilendirilmek istenen kurulun başkanı bile, “Haber haberdir. Olumlu ya da olumsuz gerçeği yansıtır. Olaylar ve insan aklı programlanamaz” diyerek yasaya karşı çıktı.... Sonunda da Romanya Anayasa Mahkemesi yasayı iptal etti.
***
İkinci örnek Uganda’dan. Hükümet, basın yasalarını gözden geçirmek üzere bir komite oluşturdu. Bu komite, medyanın daha sıkı bir şekilde kontrol edilmesini önerince de, hükümet aleyhindeki yayınlara bir dizi yeni yasak geldi. Ülkede zaten var olan uygulamaya göre, özellikle din, etnik kimlik ve ulusal güvenlik gibi hassas konularda medyanın yayınları sınırlanmış durumda.
Üçüncü örnek de Afrika kıtasından. Bostvana'nın yasalarına göre, bu ülkede devlet ya da hükümet başkanına muhalefet eden herhangi bir yayın yapmak yasak.
***
“Şimdi ne diye bu örnekleri veriyorsun?” diye sorabilirsiniz. Yapmak istediğim, içinde bulunduğumuz dönemde Türk medyasının yönlendirildiği tehlikeli rotaya dikkat çekmek.
Avrupa’dan ya da Amerika’dan örnekler verirsem, ancak giderek uzaklaştığımız noktayı görebiliriz.
Neresidir orası?
İktidarın kıyasıya eleştirilebildiği, basın özgürlüğünün demokrasinin vazgeçilmez bir unsuru olarak algılandığı, gazetecilerin halka doğruyu aktarmak için gerçek habercilik yaptığı nokta...
Ama verdiğim örnekler, medyanın hızla sürüklenmek istendiği yeri gösteriyor.
Neresidir orası?
Gazetecilerin susturulmaya çalışıldığı, köşe yazarlarının iktidarın maşası haline geldiği, kirli hesaplarla düzmece haberlerin yapıldığı, gerçeklerin saptırıldığı ters istikamet. O istikamette baş aktörler de belli: Eleştiriye dayanamayan baskıcı iktidar ve onun kontrolu altında kuklalaşan gazeteciler...
Bunları yazarken üzülüyorum. Çünkü bugün Türk medyasında gördüğümüz örnekler vahimdir. İktidar yanlısı medyanın yayınları, gazetecilik okullarında "mesleki yozlaşma" başlığı altında okutulacak türdendir. İnanılmaz bir bilgi kirliliği yaratılmakta, aynı zamanda malum cemaatin kontrolüne giren iletişim organlarının bütün medya içindeki oranı da giderek artmaktadır.
Oysa gazetecilik bu değildir... Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde gazeteciliği bize böyle anlatmadılar. Mesleğin tüm dünyada ortak kabul gören ilk kuralının “doğru haber verme” olduğu öğretildi bize. İftiradan, hakaretten kaçınarak, basın ahlak anlayışı içinde haber yapılmasının şart olduğunu anlatırdı hocalarımız. Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, çoğulculuğun, kamuoyunu oluşturacak kitle iletişim araçlarının da çoğulcu olmasını gerektirdiğini tekrarlardı hep...
Umarım medyadaki bu utanç verici karalama kampanyaları ve köşe savaşları çok sürmez... Ve sonunda Türk medyası, olayların ve insan aklının programlanmaya çalışıldığı bu trajediden çıkarak, Uganda ya da Bostvana medyasına benzemekten kurtulur...
28 Temmuz 2008 Pazartesi
21 Temmuz 2008 Pazartesi
Temiz Hava İnsanlık Hakkıdır
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/20 Temmuz 2008
Sigara yasakları başladığından beri bir tartışmadır gidiyor. Yasa çıktı çıkmasına, ama hala uygulamaya aykırı davranışlara ve buna göz yumanlara rastlamak mümkün. İlginç olansa, sürekli olarak “Türk insanı bu yasaya zor uyar,” türünden görüşlerin dile getirilmesi.
Neden acaba?
Türkiye’nin giderek yasalara uymamanın normal karşılandığı bir ülkeye dönüşmesinden mi?
Birkaç gün önce, bunu düşündürtecek bir olayın içinde buldum kendimi.
Yasaya rağmen, Üsküdar-Beşiktaş deniz motorunda sigara yaktı birisi.
Birkaç kişi tarafından uyarılınca da verdiği yanıt aynen şöyle oldu: “Ne yapalım yasa varsa? Devletin en yetkili makamlarında oturanlar anayasa, hak, hukuk tanımıyorsa, ben ne diye uyacağım?”
Tabii bu tavırdan sonra tartışma iyice alevlendi.
“Dağ başı mı burası?” dedi birisi.
Diğeri, “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz diyenlerin ülkeyi getirdikleri nokta işte bu...” diyerek Özal’ı andı.
“Özal’a kadar gitme, sen şimdikine bak!” dedi bir başkası.
Herkesin aynı anda konuşup kimsenin birbirini dinlemediği tartışma beş dakika kadar sürdü. Sigarasını söndüren vatandaş, Beşiktaş’a vardığımızda söyledi son sözünü: “Tamam kardeşim, geldik zaten. Susun artık!”
Ve sigarasını içmiş olmanın rahatlığıyla indi motordan...
***
Bu olay hakkında aklıma takılan asıl mesele, neden Türkiye’de insanların yasalara uymamakta direndiği...
Uygar ve demokratik bir toplumda birlikte yaşayabilmek için herkesin uyması gereken kurallar bütünüdür hukuk. Nasıl hükümet, Anayasa’nın değiştirilemez nitelikteki 2. maddesi uyarınca laikliğe uygun bir yönetim sergilemek durumundaysa, vatandaşlar da yasalara uymak zorundadır. Yasalar beğenilmeyebilir, eleştirilebilir, ama yürürlükte olduğu sürece herkesi bağlar.
İşin aslı bu kadar basit aslında. Fakat yasaları uygulamakla görevli yargıçların uyarılarını “Y-Muhtıra” olarak niteleyen bir medya olduğu sürece ne bekliyoruz ki?
Yasaları daha demokratik ve daha uygar hale getirmeyi tartışacağımıza, onlara uyup uymamayı konuşuyoruz... Tehlikeli olan ve ilerlemeyi engelleyen de bu zaten.
***
Oysa sigara yasağına uymamak yerine, onu düzenleyen yasadaki eksikliklerin nasıl giderilebileceğine odaklansak daha doğru olmaz mı?
Neden yasağın lokanta ve barlarda bir yıl sonra uygulanmaya başlayacağını sormuyoruz da, taksilerde içilememesine takılıyoruz? Taksinin içinde ortalama 15-20 dakika kalıyorsak, restoranda daha fazla zaman geçiriyoruz. Üstelik orada bir değil, çok sayıda kişi aynı anda içince, mekan tam bir gaz odasına dönüşüyor.
Bir yandan da, yasak kapsamına giren alışveriş merkezlerindeki lokantaların sahipleri, yasanın müstakil lokantalarda gelecek yıl uygulamaya girmesinin haksız rekabet yaratmasından şikayetçi. Meclis Sağlık Komisyonu Başkanı, bu durumda müstakil lokantalar için de yasağın öne alınabileceğini söylemiş.
Haksız ticaret varsa elbette önlenmesi gerekir; buna bir itiraz yok. Ama merak ettiğim şu: Sigaranın hem içenin hem de çevresindekilerin sağlığına zararlı olduğu, bütün dünyada bilim insanlarınca kanıtlanmış bir gerçektir. Öyleyse, neden lokanta ve barların bir yıl daha insanları zehirlemeye devam etmesi uygun bulunmuştur?
Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi Başkanı Prof. Dr. Elif Dağlı, “Temiz hava da temiz su gibi insanlık hakkıdır. Kimsenin başkasının havasını kirletmeye hakkı yoktur. Başkasını kanser yapmak insan hakkı değildir," diyor.
Kimileri de hala kamuya açık mekanlarda sigara içmeyi savunuyor!
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/20 Temmuz 2008
Sigara yasakları başladığından beri bir tartışmadır gidiyor. Yasa çıktı çıkmasına, ama hala uygulamaya aykırı davranışlara ve buna göz yumanlara rastlamak mümkün. İlginç olansa, sürekli olarak “Türk insanı bu yasaya zor uyar,” türünden görüşlerin dile getirilmesi.
Neden acaba?
Türkiye’nin giderek yasalara uymamanın normal karşılandığı bir ülkeye dönüşmesinden mi?
Birkaç gün önce, bunu düşündürtecek bir olayın içinde buldum kendimi.
Yasaya rağmen, Üsküdar-Beşiktaş deniz motorunda sigara yaktı birisi.
Birkaç kişi tarafından uyarılınca da verdiği yanıt aynen şöyle oldu: “Ne yapalım yasa varsa? Devletin en yetkili makamlarında oturanlar anayasa, hak, hukuk tanımıyorsa, ben ne diye uyacağım?”
Tabii bu tavırdan sonra tartışma iyice alevlendi.
“Dağ başı mı burası?” dedi birisi.
Diğeri, “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz diyenlerin ülkeyi getirdikleri nokta işte bu...” diyerek Özal’ı andı.
“Özal’a kadar gitme, sen şimdikine bak!” dedi bir başkası.
Herkesin aynı anda konuşup kimsenin birbirini dinlemediği tartışma beş dakika kadar sürdü. Sigarasını söndüren vatandaş, Beşiktaş’a vardığımızda söyledi son sözünü: “Tamam kardeşim, geldik zaten. Susun artık!”
Ve sigarasını içmiş olmanın rahatlığıyla indi motordan...
***
Bu olay hakkında aklıma takılan asıl mesele, neden Türkiye’de insanların yasalara uymamakta direndiği...
Uygar ve demokratik bir toplumda birlikte yaşayabilmek için herkesin uyması gereken kurallar bütünüdür hukuk. Nasıl hükümet, Anayasa’nın değiştirilemez nitelikteki 2. maddesi uyarınca laikliğe uygun bir yönetim sergilemek durumundaysa, vatandaşlar da yasalara uymak zorundadır. Yasalar beğenilmeyebilir, eleştirilebilir, ama yürürlükte olduğu sürece herkesi bağlar.
İşin aslı bu kadar basit aslında. Fakat yasaları uygulamakla görevli yargıçların uyarılarını “Y-Muhtıra” olarak niteleyen bir medya olduğu sürece ne bekliyoruz ki?
Yasaları daha demokratik ve daha uygar hale getirmeyi tartışacağımıza, onlara uyup uymamayı konuşuyoruz... Tehlikeli olan ve ilerlemeyi engelleyen de bu zaten.
***
Oysa sigara yasağına uymamak yerine, onu düzenleyen yasadaki eksikliklerin nasıl giderilebileceğine odaklansak daha doğru olmaz mı?
Neden yasağın lokanta ve barlarda bir yıl sonra uygulanmaya başlayacağını sormuyoruz da, taksilerde içilememesine takılıyoruz? Taksinin içinde ortalama 15-20 dakika kalıyorsak, restoranda daha fazla zaman geçiriyoruz. Üstelik orada bir değil, çok sayıda kişi aynı anda içince, mekan tam bir gaz odasına dönüşüyor.
Bir yandan da, yasak kapsamına giren alışveriş merkezlerindeki lokantaların sahipleri, yasanın müstakil lokantalarda gelecek yıl uygulamaya girmesinin haksız rekabet yaratmasından şikayetçi. Meclis Sağlık Komisyonu Başkanı, bu durumda müstakil lokantalar için de yasağın öne alınabileceğini söylemiş.
Haksız ticaret varsa elbette önlenmesi gerekir; buna bir itiraz yok. Ama merak ettiğim şu: Sigaranın hem içenin hem de çevresindekilerin sağlığına zararlı olduğu, bütün dünyada bilim insanlarınca kanıtlanmış bir gerçektir. Öyleyse, neden lokanta ve barların bir yıl daha insanları zehirlemeye devam etmesi uygun bulunmuştur?
Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi Başkanı Prof. Dr. Elif Dağlı, “Temiz hava da temiz su gibi insanlık hakkıdır. Kimsenin başkasının havasını kirletmeye hakkı yoktur. Başkasını kanser yapmak insan hakkı değildir," diyor.
Kimileri de hala kamuya açık mekanlarda sigara içmeyi savunuyor!
Etiketler:
Anayasa,
hukuk,
sigara yasağı,
Turgut Özal
14 Temmuz 2008 Pazartesi
Mutsuzluk...
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/13 Temmuz 2008
Amerika’daki Michigan Üniversitesi ülkelerin mutluluk düzeyleri üzerine araştırma yapmış. Haber gazetelere de yansıdı. 97 ülkede yapılan araştırmaya göre, en mutlu ülke Danimarka iken, Türkiye ancak 60. sıraya yerleşmiş...
Aynı haberi okuyan bir Japon arkadaşım e-posta gönderdi: “Öylesine güzel bir ülkede yaşayanların mutsuz olması üzücü...” Kısa bir turistik ziyaret için ülkemize gelen bir yabancının gözüyle bakınca Türkiye adeta cennet gibi. Korumak için ne kadar özen gösterilmese de, doğal güzelliği hala büyüleyici. Tarih ve kültür iç içe. İnsanları sıcak kanlı. Ama gel gör ki, ülkemizin siyasetinde huzur ve barış ortamı yok...
Araştırmayı yürüten ekibin başındaki Prof. Ron Inglehart, mutluluk üzerindeki en önemli etkenleri, “insanların hayatlarını istedikleri gibi yaşama özgürlüğüne sahip olmaları, sosyal eşitlik, zenginlik, barış ve huzur” olarak sıralamış.
Ülkemizin doğal güzelliklerine bakıp halkın mutsuzluğuna şaşıran arkadaşım bilmiyor ki, özellikle AKP iktidara geldiğinden bu yana bunların hiçbirisi ülkemizde yok... İnsanlar, Cumhuriyet rejimiyle elde ettikleri çağdaş ve laik yaşamı artık sürdüremeyecekleri endişesi içinde! Sosyal eşitlik çoktandır sizlere ömür! İşsizlikten kırılan yoksul halk kesimleri, karnını nasıl doyuracağını düşünmekten uyku uyuyamıyor! 18 YTL eğitim yardımı için insanlar Şanlıurfa’da birbirini eziyor...
Ama hükümetin hiç böyle dertleri yok... Hükümet, bu sorunlarla mücadele edeceği yerde, kendi özel gündemiyle meşgul... Aylardır türban için üniversite rektörleriyle, yargıyla kavga edip laikliği zayıflatmaya çalışırken, şimdi de darbe tartışmalarını alevlendirip korku imparatorluğunu kuruyor...
Kimi gazeteciler, son dönemde yaşananların bir ilk olmadığını yazıp, nededeyse olanları sıradanmış gibi göstermeye çalışıyor. Türkiye’de siyasal çekişmenin hep şiddetli olduğu doğrudur; ne yazık ki, demokrasi zaman zaman kesintiye de uğramıştır.
Fakat neredeyse Cumhuriyet’le yaşıt olanlar bile, kutuplaşmanın hiç bu kadar keskinleşmediğini, devletin saygın kurumlarının hiç böyle bir saldırıya uğramadığını söylüyor.
***
İnternette dolaşan bir mesaj var. AKP’nin açılımını “Atatürk’ten Kurtulma Partisi” diye yapmışlar... Şakası bile utanç verici... Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu değil mi Mustafa Kemal? Osmanlı’nın kullardan oluşan ümmet toplumunu ulus olma bilincine taşıyan, onun önderi olduğu devrim değil mi? Koskoca Müslüman coğrafyasında çağdaşlık seviyesine ulaşma hedefini koyan tek lider Atatürk değil mi? Emperyalizme karşı ulus iradesini egemen kılan o değil mi? Eğer bağımsız, demokratik, laik, uygar bir ülke olmaya itirazları yoksa, bu eşsiz lidere bunca nefret neden?
Bir türbanlı çıkıyor ekrana, Atatürk’ü değil Humeyni’yi sevdiğini söylüyor! Kul olmak için mi? İkinci sınıf vatandaş olmak için mi? Bir adamın dört karısından biri olmak için mi? Nedir bu din devletine duyulan özlem?
***
Türkiye, laik rejimine yönelik saldırıların yoğunlaştığı karanlık bir dönemden geçiyor.
Amerika'nın tasarladığı yeni dünya düzenine uymayan ama Türk halkının en güvendiği kurum olan Türk Silahlı Kuvvetleri, işbirlikçilerin desteğiyle yıpratılmaya çalışılıyor. Amaç, Ankara'yı emperyalizmin amaçlarına hizmet eder hale getirmek... Ortalık toz duman...
Yargı siyasallaştırılıyor. Herkes tedirgin...
Kararsızlar en büyük ikinci seçmen grubu olmuş. Umut verici alternatif bir muhalefet partisi yok...
Kimse bu çılgın gidişin nereye varacağını bilmiyor.
Böyle bir belirsizliğin içinde yaşayanlar nasıl mutlu olur ki?
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/13 Temmuz 2008
Amerika’daki Michigan Üniversitesi ülkelerin mutluluk düzeyleri üzerine araştırma yapmış. Haber gazetelere de yansıdı. 97 ülkede yapılan araştırmaya göre, en mutlu ülke Danimarka iken, Türkiye ancak 60. sıraya yerleşmiş...
Aynı haberi okuyan bir Japon arkadaşım e-posta gönderdi: “Öylesine güzel bir ülkede yaşayanların mutsuz olması üzücü...” Kısa bir turistik ziyaret için ülkemize gelen bir yabancının gözüyle bakınca Türkiye adeta cennet gibi. Korumak için ne kadar özen gösterilmese de, doğal güzelliği hala büyüleyici. Tarih ve kültür iç içe. İnsanları sıcak kanlı. Ama gel gör ki, ülkemizin siyasetinde huzur ve barış ortamı yok...
Araştırmayı yürüten ekibin başındaki Prof. Ron Inglehart, mutluluk üzerindeki en önemli etkenleri, “insanların hayatlarını istedikleri gibi yaşama özgürlüğüne sahip olmaları, sosyal eşitlik, zenginlik, barış ve huzur” olarak sıralamış.
Ülkemizin doğal güzelliklerine bakıp halkın mutsuzluğuna şaşıran arkadaşım bilmiyor ki, özellikle AKP iktidara geldiğinden bu yana bunların hiçbirisi ülkemizde yok... İnsanlar, Cumhuriyet rejimiyle elde ettikleri çağdaş ve laik yaşamı artık sürdüremeyecekleri endişesi içinde! Sosyal eşitlik çoktandır sizlere ömür! İşsizlikten kırılan yoksul halk kesimleri, karnını nasıl doyuracağını düşünmekten uyku uyuyamıyor! 18 YTL eğitim yardımı için insanlar Şanlıurfa’da birbirini eziyor...
Ama hükümetin hiç böyle dertleri yok... Hükümet, bu sorunlarla mücadele edeceği yerde, kendi özel gündemiyle meşgul... Aylardır türban için üniversite rektörleriyle, yargıyla kavga edip laikliği zayıflatmaya çalışırken, şimdi de darbe tartışmalarını alevlendirip korku imparatorluğunu kuruyor...
Kimi gazeteciler, son dönemde yaşananların bir ilk olmadığını yazıp, nededeyse olanları sıradanmış gibi göstermeye çalışıyor. Türkiye’de siyasal çekişmenin hep şiddetli olduğu doğrudur; ne yazık ki, demokrasi zaman zaman kesintiye de uğramıştır.
Fakat neredeyse Cumhuriyet’le yaşıt olanlar bile, kutuplaşmanın hiç bu kadar keskinleşmediğini, devletin saygın kurumlarının hiç böyle bir saldırıya uğramadığını söylüyor.
***
İnternette dolaşan bir mesaj var. AKP’nin açılımını “Atatürk’ten Kurtulma Partisi” diye yapmışlar... Şakası bile utanç verici... Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu değil mi Mustafa Kemal? Osmanlı’nın kullardan oluşan ümmet toplumunu ulus olma bilincine taşıyan, onun önderi olduğu devrim değil mi? Koskoca Müslüman coğrafyasında çağdaşlık seviyesine ulaşma hedefini koyan tek lider Atatürk değil mi? Emperyalizme karşı ulus iradesini egemen kılan o değil mi? Eğer bağımsız, demokratik, laik, uygar bir ülke olmaya itirazları yoksa, bu eşsiz lidere bunca nefret neden?
Bir türbanlı çıkıyor ekrana, Atatürk’ü değil Humeyni’yi sevdiğini söylüyor! Kul olmak için mi? İkinci sınıf vatandaş olmak için mi? Bir adamın dört karısından biri olmak için mi? Nedir bu din devletine duyulan özlem?
***
Türkiye, laik rejimine yönelik saldırıların yoğunlaştığı karanlık bir dönemden geçiyor.
Amerika'nın tasarladığı yeni dünya düzenine uymayan ama Türk halkının en güvendiği kurum olan Türk Silahlı Kuvvetleri, işbirlikçilerin desteğiyle yıpratılmaya çalışılıyor. Amaç, Ankara'yı emperyalizmin amaçlarına hizmet eder hale getirmek... Ortalık toz duman...
Yargı siyasallaştırılıyor. Herkes tedirgin...
Kararsızlar en büyük ikinci seçmen grubu olmuş. Umut verici alternatif bir muhalefet partisi yok...
Kimse bu çılgın gidişin nereye varacağını bilmiyor.
Böyle bir belirsizliğin içinde yaşayanlar nasıl mutlu olur ki?
Etiketler:
AKP,
Cumhuriyet,
laiklik
7 Temmuz 2008 Pazartesi
Din ve İnanç
© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/6 Temmuz 2008
"Do You Believe?"
Bu kitap başlığı, New York’ta bir kitapçıda yeni satışa çıkan yayınlara bakarken dikkatimi çekmişti. İlginç olan, yalnızca okuyucuyu bir anda yakalayan "İnanıyor musunuz?" sorusu değil, aynı zamanda kitabın çarpıcı bir sadeliği yansıtan kapak tasarımıydı. Alt başlık ise, merakı iyice kamçılayacak cinsten: “Tanrı ve Din Üzerine Konuşmalar”.
Antonio Monda'nın yeni kitabından söz ediyorum. Monda, New York Üniversitesi’nin Tisch Güzel Sanatlar Okulu’na bağlı Kanbar Film ve Televizyon Enstitüsü’nde öğretim üyesi. Aynı zamanda ödüllü bir film yönetmeni. Aklına iyi bir fikir gelmiş, sanat ve edebiyat dünyasının tanınmış isimleriyle Tanrı ve din hakkında röportajlar yapıp kitaplaştırmış.
Bu isimler arasında, Paul Auster, Toni Morrison, Salman Rüşdi, Arthur Schlesinger Jr., Michael Cunningham gibi dünyaca ünlü yazarlar ve tarihçiler ile Martin Scorsese, Jane Fonda, Spike Lee, David Lynch gibi sinemacılar var.
Kitabı okurken, Monda’nın Katolik olduğunu anlıyoruz. Ama röportajları, herhangi bir görüşü dayatmadan, bu hassas konularda ufuk açıcı tartışmaların ortaya çıkmasını hedefleyerek yapmış. Konuştuğu kişilerin kimisi ateist, kimisi agnostik (bilinmezci), kimisi de inançlı ama organize dinlerle sorunu var.
Herkese genel olarak aynı soruları yöneltip, onların düşüncelerinin dayanaklarını bulmaya çalışmış Monda. Sorulardan birisi, Dostoyevski'nin Karamazof Kardeşler romanından alıntılanan "Tanrı yoksa herşey mübahtır" görüşüne katılıp katılmadıkları. Yanıtı aranan esas konu ise, insanın içsel ahlak duygusunun Tanrı'ya olan inancına bağlı olup olmadığı...
Agnostik olduğunu açıklayan tarihçi Arthur Schlesinger Jr., bu yöndeki soruyu yanıtlarken, "İnsanoğlu medeni bir toplum yaratmak için yasalar ve kurallar koyabilmiştir. Tolerans göstermeye ve sevmeye muktedirdir," görüşünü dile getiriyor.
Kutsal bir güç olduğuna inanan ama hiçbir organize dine mensup olmayan David Lynch ise, iyiliğin ve kötülüğün kendi içimizde olduğunu düşünüyor.
Yönetmen Spike Lee, bir yanda elimizde öğretiler ve emirler varken, diğer yanda organize din ve onu temsil edenlerin olduğunu belirtiyor. Örnek olarak da, dini çatışmalar sırasında Tanrı adının suistimal edilişini, Pat Robertson adlı Protestan rahibin, Venezüella Devlet Başkanı Chavez’in katli yönünde çağrı yapışını hatırlatıyor.
Röportajlarda savunulan görüşler bazı noktalarda birbirinden o kadar farklı ki, inancın neden tamamen Tanrı ile birey arasında bir mesele olduğu çok açık bir şekilde ortaya çıkıyor.
Örneğin Michael Cunningham, Tanrı'yı siyah bir kadın olarak hayal ederken; oyun yazarı/şair Derek Walcott, ak sakallı yaşlı bir beyaz adam olarak düşünüyor. İnsanların hayaline müdahale edemeyeceğinize göre, onları kendi inançlarıyla baş başa bırakmak en doğrusu.
Din konusunda günümüzde yaşanan en önemli iki tehlikeyi, bana göre, Paul Auster ve Michael Cunningham ortaya koyuyor. Dinin köktendinci eğiliminden neden dehşete kapıldığını anlatırken şöyle diyor Auster: “Kesinlikçilik (absolutism) ile ilgili sorun, insanı gerçeği bulduğuna inanmaya yöneltmesidir. İşe bu varsayımdan başlarsanız, her türlü çarpıtmaya açık hale gelirsiniz ve görüşlerinizi paylaşmayanları insanlıktan çıkarırsınız.”
Dinin siyasette kullanımı ile ilgili olarak Michael Cunningham’ın üzerine parmak bastığı sorun ise, Türkiye'yi de yakından ilgilendiriyor: "Ülkeleri din yönetmemeli. Dinlerde tek bir insan tipi, toplumlarda ise çeşitlilik vardır."
İşte tam da bu nedenle lailkliğe dört elle sarılmamız gerek...
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/6 Temmuz 2008
"Do You Believe?"
Bu kitap başlığı, New York’ta bir kitapçıda yeni satışa çıkan yayınlara bakarken dikkatimi çekmişti. İlginç olan, yalnızca okuyucuyu bir anda yakalayan "İnanıyor musunuz?" sorusu değil, aynı zamanda kitabın çarpıcı bir sadeliği yansıtan kapak tasarımıydı. Alt başlık ise, merakı iyice kamçılayacak cinsten: “Tanrı ve Din Üzerine Konuşmalar”.
Antonio Monda'nın yeni kitabından söz ediyorum. Monda, New York Üniversitesi’nin Tisch Güzel Sanatlar Okulu’na bağlı Kanbar Film ve Televizyon Enstitüsü’nde öğretim üyesi. Aynı zamanda ödüllü bir film yönetmeni. Aklına iyi bir fikir gelmiş, sanat ve edebiyat dünyasının tanınmış isimleriyle Tanrı ve din hakkında röportajlar yapıp kitaplaştırmış.
Bu isimler arasında, Paul Auster, Toni Morrison, Salman Rüşdi, Arthur Schlesinger Jr., Michael Cunningham gibi dünyaca ünlü yazarlar ve tarihçiler ile Martin Scorsese, Jane Fonda, Spike Lee, David Lynch gibi sinemacılar var.
Kitabı okurken, Monda’nın Katolik olduğunu anlıyoruz. Ama röportajları, herhangi bir görüşü dayatmadan, bu hassas konularda ufuk açıcı tartışmaların ortaya çıkmasını hedefleyerek yapmış. Konuştuğu kişilerin kimisi ateist, kimisi agnostik (bilinmezci), kimisi de inançlı ama organize dinlerle sorunu var.
Herkese genel olarak aynı soruları yöneltip, onların düşüncelerinin dayanaklarını bulmaya çalışmış Monda. Sorulardan birisi, Dostoyevski'nin Karamazof Kardeşler romanından alıntılanan "Tanrı yoksa herşey mübahtır" görüşüne katılıp katılmadıkları. Yanıtı aranan esas konu ise, insanın içsel ahlak duygusunun Tanrı'ya olan inancına bağlı olup olmadığı...
Agnostik olduğunu açıklayan tarihçi Arthur Schlesinger Jr., bu yöndeki soruyu yanıtlarken, "İnsanoğlu medeni bir toplum yaratmak için yasalar ve kurallar koyabilmiştir. Tolerans göstermeye ve sevmeye muktedirdir," görüşünü dile getiriyor.
Kutsal bir güç olduğuna inanan ama hiçbir organize dine mensup olmayan David Lynch ise, iyiliğin ve kötülüğün kendi içimizde olduğunu düşünüyor.
Yönetmen Spike Lee, bir yanda elimizde öğretiler ve emirler varken, diğer yanda organize din ve onu temsil edenlerin olduğunu belirtiyor. Örnek olarak da, dini çatışmalar sırasında Tanrı adının suistimal edilişini, Pat Robertson adlı Protestan rahibin, Venezüella Devlet Başkanı Chavez’in katli yönünde çağrı yapışını hatırlatıyor.
Röportajlarda savunulan görüşler bazı noktalarda birbirinden o kadar farklı ki, inancın neden tamamen Tanrı ile birey arasında bir mesele olduğu çok açık bir şekilde ortaya çıkıyor.
Örneğin Michael Cunningham, Tanrı'yı siyah bir kadın olarak hayal ederken; oyun yazarı/şair Derek Walcott, ak sakallı yaşlı bir beyaz adam olarak düşünüyor. İnsanların hayaline müdahale edemeyeceğinize göre, onları kendi inançlarıyla baş başa bırakmak en doğrusu.
Din konusunda günümüzde yaşanan en önemli iki tehlikeyi, bana göre, Paul Auster ve Michael Cunningham ortaya koyuyor. Dinin köktendinci eğiliminden neden dehşete kapıldığını anlatırken şöyle diyor Auster: “Kesinlikçilik (absolutism) ile ilgili sorun, insanı gerçeği bulduğuna inanmaya yöneltmesidir. İşe bu varsayımdan başlarsanız, her türlü çarpıtmaya açık hale gelirsiniz ve görüşlerinizi paylaşmayanları insanlıktan çıkarırsınız.”
Dinin siyasette kullanımı ile ilgili olarak Michael Cunningham’ın üzerine parmak bastığı sorun ise, Türkiye'yi de yakından ilgilendiriyor: "Ülkeleri din yönetmemeli. Dinlerde tek bir insan tipi, toplumlarda ise çeşitlilik vardır."
İşte tam da bu nedenle lailkliğe dört elle sarılmamız gerek...