26 Şubat 2012 Pazar

Direniş Öyküleri

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 26 Şubat 2012

Yaşadığınız dünyayı nasıl değiştireceksiniz?

Bu soruyu size sorsam yanıtınız ne olur? “Gücüm yetmez ki buna...” ya da “Umurumda değil” mi? dersiniz, yoksa yanıtı bilmediğinizi itiraf mı edersiniz?

Dünyayı kökten değiştirmek belki bir ütopya ama insanın içinde yaşadığı toplumdaki haksızlıklar ve zulüm karşısında güdülenmeyi reddedip, yapabileceği bir şeyler olmalı. Sosyoloji Profesörü John Holloway’in dediği gibi, iktidar olmadan dünyayı değiştirmek olanaklı olmalı. Bireyin tek başına çıkardığı ses duyulmuyorsa, aynı düşünceleri paylaştığı insanlarla bir araya gelip, çıkan sesi güçlendirmeli.

Yukarıdaki satırlarımı okuyan bir kişi benimle hemfikir olabilir ama zalimlerle, düzenbazlarla mücadele için harekete geçer mi?

Ben her zaman yazıyı düşünceyi aktarmanın en etkili yolu olarak gördüm; yazının görsel imajlardan daha güçlü olduğunu savundum. Fakat bazen bu konuda kendi kendimle tartışmaya girdiğim durumlar oluyor.

Geçen hafta !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Fimler Festivali’nde izlediğim bir belgesel, yine aynı tartışmayı yaşattı bana. Danimarkalı yönetmenler Ralph Christensen ve Malene Nielsen’in “Pockets of Resistance” (Direniş Öyküleri) adlı filmi, yazının girişinde aktarmaya çalıştığım düşünceleri çok etkileyici örneklerle sinema dilinde anlatıyor.

Filmin girişinde, sivil itaatsizlik eylemleri gerçekleştiren bir grupta yer alan direnişçi, arkadaşlarına şöyle diyor: “Kuşların sürü olarak zekası, tek bir kuşun zekasından daha etkili ve sürü olarak tepki süreleri çok daha hızlı.

Ben de buna bir başka belgeselden öğrendiğim bilgiyi ekleyebilirim. Küçük balıklar büyüklere yem olmamak için, bir araya gelir ve binlercesi kocaman tek bir balık şeklini alır. Balina ile karşılaştıklarında hepsi birbiriyle uyumlu hareket ederek, adeta tek bir balık yüzüyormuş izlenimini yaratırlar ve böylece av olma riskini atlatmaya çalışırlar.

“Pockets of Resistance” da, kuşlar ve balıklar gibi, beliren tehlikeye karşı şiddet kullanmadan kukla olmayı reddedenlerin öyküsünü belgeliyor. Danimarka’da küresel ısınmaya karşı iktidardakileri uyarmak için bisikletli eylemler düzenleyen COP 15, Kahire’de baskıcı politikalara karşı sokakta şarkı söyleyerek insanları uyaran genç müzisyenler, Nepal’de zengin evlerinde köle olarak çalıştırılan kadınların dramını halka anlatan sokak tiyatrocuları, Bolivya’da kadın haklarını savunmak için sokaklarda graffiti eylemi başlatarak, çarpıcı yazılarla konuyu gündemde tutan kadınlar, bu öykülerin kahramanları...

Bu grupların uyguladıkları yöntemleri ayrıntısıyla yazmayacağım ama özellikle Nepal’deki Bhimsanti Theatre Group’un gösterilerinden etkilendiğimi söylemek isterim. Zengin evlerinde köle olarak çalıştırılan Pahari Chaudhari, filmin bir yerinde yanında annesi ve babasıyla oturmuş, köle olduğu dönemde dövüldüğünü, sürekli aşağılandığını ve hiç dinlenmeden çalıştırıldığını söylüyor. Annesinin gözlerinden yaşlar sicim gibi inerken, babası “Onu okutmak istedik ama paramız yoktu” diyor... Bir başka sahnede Pahari’nin kendi yaşadıklarını anlatan interaktif bir sokak tiyatrosunda rol alırken her şeyi yeniden yaşadığına tanık oluyoruz.

“Pockets of Resistance”, İstanbul’da bu akşam son kez gösterilecek ama gelecek ay festival Ankara ve İzmir’i ziyaret ettiğinde izleme fırsatı olabilir.

Tehlikelerden kaçınmaya devam edebileceğimiz bir durumda değiliz artık. Dünya güvenli olmaktan çıktı. Tehlikelerden kaçınmaya çalışırsak ehlileştirileceğiz” diyenler kaçırmasın bu belgeseli.

21 Şubat 2012 Salı

Sınıfsal bakışı yitir hele, gör başına neler gelir…

Sol Haber Portalı yazarlarından Ahmet Çınar'ın "İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri" adlı kitabım hakkında yazdığı makale:

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ahmet-cinar/sinifsal-bakisi-yitir-hele-gor-basina-neler-gelir-51645

Sınıfsal bakışı yitir hele, gör başına neler gelir…
Ahmet Çınar 16 Şubat 2012

KENTİN SESİ - MANİSA YAZILARI

Zülâl Kalkandelen önemli bir iş kotardı.

Yaklaşık 25 yıldır siyasal yaşamımızda sözü edilen ikinci cumhuriyet kavramını teşrih masasına yatırdı. Bu kavramın temellerine indi.

Ve siyasal literatürümüze önemli bir şerh düştü.

Cumhuriyet Kitapları’nca yayınlanan “İdris Küçükömer’in Tezleri: İkinci Cumhuriyetin Temelleri” adlı kitabında, gözlerden kaçan boyutları görünür kıldı Zülâl Kalkandelen.

Kitap, yazarın Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi Dalı’nda yaptığı yüksek lisans tezinin genişletilip güncelleştirilmiş hâli.

***

İdris Küçükömer, 1960’lı ve 70’li yıllarda İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde akademisyendir. O yıllarda Yön ve Ant dergisinde kaleme getirdiği yazılarla tanınmıştır. En bilinen, en çarpıcı tezi, “Türkiye’de sol bildiklerimiz aslında sağdır, sağ bildiklerimiz soldur” şeklinde kabaca özetlenebilecek tezdir. Şunu savunmuştur hep Küçükömer: “Batıcı-laik bürokratlar halktan kopuktur, statükonun sahibidirler. Statükoyu yıkmak isteyense aslında sağ bildiğimiz yapılardır.”

İşin en ilginç yönüyse, İdris Küçükömer bu düşünceleri TİP’in bilim kurulu üyesiyken, yani örgütlü bir sosyalist iken dile getirmiştir. Öyle ki, Küçükömer’in bu düşünceleri geliştirirken güttüğü amacın, sosyalizmin gelişmesine yönelik olduğundan kuşku duymuyorum. Küçükömer, Türkiye’de sosyalizmin nasıl kitleselleşebileceği üzerine kafa yoruyor, bunun yollarını arıyor. Ancak düşünme yöntemi ve vardığı sonuçlar bilim dışıdır. İdris Küçükömer, öznel niyetinin tam tersi sonuçlar doğuracak işlere imza atmıştır; siyasal zeminde İslâmizme meşruiyet kazandıracak teorik zemini hazırlamıştır.

Zaten yirmi yıldır da, ne kadar ikinci cumhuriyetçi, liberal, tarikatçı yazar ve politikacı varsa, Küçükömer’in bu tezlerini tepe tepe kullanmaktadırlar.

İdris Küçükömer’in savunduğu düşüncelerin özünü, Zülâl Kalkandelen’in şu belirlemesi oluşturuyor: “Burada ele alınması gereken iddia, Batıcı-laik bürokratların halktan kopuk olduğu ve mevcut düzenin temelden reddini sağlayacak oluşumların bürokratlarca engellendiğidir. Küçükömer, bu iddiasını Osmanlı’dan başlatarak, cumhuriyet Türkiye’sini de içine alacak şekilde ifade ediyor.”

***

Bir kere İdris Küçükömer’in “bürokrasi” kavrayışı, metafizik bir öze sahip. Küçükömer’e göre, “Batıcı-laik bürokrat zümre” diye nitelendirilen yapı, tarih dışı ve tarih üstü bir niteliğe sahip. Ve bu “bürokrat zümrenin” tek işlevi, Türkiye’de emekçi sınıflarca reddedilecek bir üretim biçiminin doğumunu engellemek, geciktirmek, çarpıtmak.

Tüm sakatlık işte burada ortaya çıkıyor.

Bütün suçlu, “Batıcı-laik bürokratik zümre” olunca, sermaye sınıfı ve temsilcileri tarihsel bir meşruiyet kazanıyorlar. Aklanıyorlar. Böylece sermaye sınıfının gelişimini en çok hızlandıran, hatta sermaye sınıfının siyasal örgütü haline gelen DP-AP-ANAP-DYP-AKP çizgisi, Küçükömer tarafından “solcu” ve “ilerici” ilan ediliveriyor!

Küçükömer’e göre, kapitalist ilişkiler geliştikçe emekçi sınıfların bilinçleri de gelişmekte ve bu da mevcut düzenin olumsuzlanması olanağını artırmaktadır. Bu nedenle kapitalist gelişimi halk yararına yönlendirme girişimleri ise Küçükömer tarafından “tutuculuk-gericilik” olarak damgalanıp lanetlenmektedir.

Küçükömer’e bakacak olursak, “Batıcı-laik bürokratik zümre” tarihimizdeki her türlü olumsuzluğun, kötülüğün tek sorumlusudur. Böylece Küçükömer, Türkiye gericiliğinin önemli unsurlarından olan bürokrasi düşmanlığına da, gericilik lehine “soldan”(!) büyük bir dayanak sağlamış oluyor.

Şunu savunuyor Küçükömer: Bu “Batıcı-laik bürokratik zümrenin” en büyük günahı, üretici güçlerin gelişiminin önünü sürekli tıkamasıdır. Bu misyon tarihsel bir misyondur. Osmanlı’dan beri değişmemiştir. Devirler değişmiş, içte ve dışta altüst oluşlar yaşanmış; ancak “Batıcı-laik bürokratik zümrenin” konum ve işlevi değişmemiştir.

Bu tezler, bu saptamalar, bu savlar dinseldir ve özünde gerici tezlerdir. Sınıfsal bakış açısından yoksun tezlerdir. Sömürü düzenini çatır çatır devam ettirenleri, para babalarını, patronları aklayıp paklayan tezlerdir.

Görüldüğü üzere, AKP zihniyeti, kuramsal özünü İdris Küçükömer’den almışa benziyor.

***

Doğan Avcıoğlu, bu noktada aklımızı açacaktır. Bürokrasinin öne çıkartılıp, asıl sömürgen sınıfların göz ardı edilmesiyle ilgili olarak Doğan Avcıoğlu, “Türkiye’nin Düzeni” adlı sınıfsal bakış açısına sahip kült yapıtında şunları yazar: “Teori, milliyetçi devrimcileri, ‘kırbaçlı bürokrasi’ diye damgalayarak üretim araçlarını ellerinde tutan sınıfların varlığını ve kırbacın esas itibariyle kimin çıkarına işlediğini gizleyerek, tutucular koalisyonu lehine ustaca bir tez ortaya koymaktadır. Halkı ezen bürokrasi suçlanmakta; fakat, bu ceberrutluktan hangi sınıfların faydalandığı saklanmaktadır. Devlet ve bürokrasi, egemen sınıfların dışında ve üstünde ‘başlı başına bir sınıf’ sayılmaktadır.”

Avcıoğlu şunları da ekliyor: “İşin şaşırtıcı yanı, tutucu güçler yararına işleyen ve onlar tarafından bir propaganda silahı olarak kullanılan bu teorinin, bazı sosyalist bilim insanları ve politikacılar tarafından da benimsenmesidir. Üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan sınıflar dışında ve üstünde bir devlet düşünemeyen ve toplumdaki temel çelişkiyi, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanlar ile bundan yoksun olanlar arasındaki çatışmada gören sosyalist düşüncenin, ‘ceberrut devlet-halk’ teorisiyle bağdaşmayacağı açıktır.”

Bu gerici bakışın en kristalleşmiş biçimini günümüzde “vesayet rejimi” söylemi oluşturuyor.. Adeta şöyle bir anlayış pompalanmakta: Sınıflar üstü, tarih dışı, ilahi bir güce sahip olan ve sürekli darbe yapan, darbe yapmayı düşünen, milli iradenin tecellisini engelleyen, tecelli eden iradeyi de kırmaya çalışan ve de göbeğinde ordunun bulunduğu bir “vesayet rejimi” vardır. Bu “vesayet rejimi” ile halk çelişmektedir. AKP de gelip bu “öcü” vesayet rejimini yıkarak ilerici bir özellik kazanmaktadır!

Bu sakat düşünce dizgesinde, asıl çelişki ustaca gizlenmektedir. Oysa sözü edilen o “vesayet rejimi” ile sermaye sınıfı, yıllarca el ele, diz dize, gönül gönüle ilerlemişlerdir. İşte bu gerçek gizlenmeye çabalanmaktadır. Sermaye-emek çelişkisi gözlerden kaçırılmaya çalışılmaktadır.

Bu söylem pompalanmaktadır ki, böylece son 50 yılın sınıfsal plandaki sorumluları gizlenmekte, hatta kendilerini “Batıcı-laik bürokratik zümrenin” son kalıntıları sayesinde aklamaktadırlar. Kendilerini temize çekmektedirler.

İdris Küçükömerciliğin en büyük zararı, sınıfsal bakış açısını, hem de “solculuk” adına, yok etmeye çalışmasıdır. Ve de çok haksız bir şekilde siyasal İslâmcılar ile liberal gericilere “ilerici”, “özgürlükçü” anlamlar ve misyonlar yüklemesidir.

***

İdris Küçükömer’in “ilericilik-gericilik” ve “sol-sağ” ayrımlarının geçersizleştiğine ilişkin tezleri, Türkiye’de 1980’lerin sonu ve 1990’larda yaygınlaşmaya başlamıştır. SSCB’nin dağıldığı, liberalizmin “son muzaffer” olarak selamlandığı, kapitalist sömürünün dikensiz gül bahçesine kavuştuğu bir liberal şımarıklık döneminde, İdris Küçükömer yeniden gündeme getirildi. Şimdi görüyoruz ki, Küçükömer’in 1990’larda piyasaya yeniden yaygın olarak sunulan düşünceleri, aslında siyasal İslâmcılara meşruiyet kazandırmıştır.

Gayet berrak bir şekilde görüyoruz ki, Küçükömer’in o tezlerinin hedefi, aslında mevcut düzeni temelden reddeden devrimci-öncü-jakoben sol-sosyalist harekettir. Küçükömer’in tezlerini bayraklaştıranlar, siyasal İslâmcı hareketi, “ilerici”, “solcu” ve “özgürlükçü” gelişmenin taşıyıcısı olarak görmüşlerdir. Ama son on yıllık İslâmcı-liberal-Amerikancı AKP iktidarının sonunda, bir de baktık ki baskıcı, zalim, karanlık ve acımasızlıkta sınır tanımayan bir diktatorya kurulmuş.

Ve böylece görüyoruz ki, İdris Küçükömer’in tezleri iflas etmiştir. Küçükömer’in “aslında sol” dediği sağcı-İslamcı-tarikatçı-liberal kesim, acımasız diktatörlüklerini kurmuşlardır.

Küçükömer’e itiraz edenler, ilerici ve sosyalist devrimci damardan beslenenler, jakoben tavrı asla terk etmeyenler bir kez daha haklı çıkmıştır.

Sınıfsal bakış açısını yitiren Küçükömer, hem körleşmiş hem körleştirmiştir.

***

Evet, şimdi anlaşılmıştır sanırım, Taha Akyolların, Mehmet Altanların, Ali Bulaçların, Abdurrahman Dilipakların her fırsatta niçin İdris Küçükömer’e sarıldıkları…

Bu tartışmalara önemli bir kapı araladığı için Zülâl Kalkandelen’e teşekkür borçlu olduğumuzu düşünüyorum.

ahmetcinar2000@hotmail.com

Sol Haber Portalı ile "İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri" adlı kitabım hakkında yaptığımız söyleşi

7 Şubat 2012

Gerek görsel gerekse yazılı medyada uzun yıllar çalışmış, şu anda da Cumhuriyet gazetesinde sanat ve siyaset yazılarına devam eden Zülal Kalkandelen ile son kitabı “İdris Küçükömer’in tezleri: İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri” üzerine konuştuk.

Gazeteci/Yazar Zülal Kalkandelen, uzun yıllardır gerek görsel gerekse yazılı medyada faaliyet gösteren bir isim. Bundan önce yayınlanmış 3 kitabı bulunuyor. Kalkandelen ile Cumhuriyet Kitapları'ndan çıkan 4. ve son kitabı “İdris Küçükömer’in tezleri: İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri” üzerine sohbet ettik.


soL: Uzun yıllardır medyada televizyon programı yapımcılığı, gazetecilik, köşe yazarlığı gibi çeşitli alanlarda çalışıyorsunuz. İlk olarak sizi tanımayan okuyucularımız için kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

Zülal Kalkandelen: Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümü mezunuyum. Yüksek lisansımı Mülkiye'de Siyaset Bilimi bölümünde yaptım. Cumhuriyet gazetesinde pazar günleri “Dünyalı Yazılar” başlıklı köşemde genellikle siyaset ve daha çok Amerika odaklı yazılar yazıyorum. Onun dışında müzik yazılarım da aynı gazetenin kültür sayfasında yayınlanıyor. Siyaset dışında müzik, en heyecan duyduğum alan. Uzun yıllardır müzik yazılarımı topladığım aktif bir blogum var. Yayınevlerine dışarıdan çeviriler de yaptım ama son yıllarda çeviriden çok editörlük üzerinde yoğunlaştım. Bu son çıkanla birlikte yayımlanmış 4 kitabım var.

Bunların öncesinde daha çok görsel medyada çalıştım, NTV, Kanal E, CNBC-e bünyesinde programlar yaptım. Görsel medya dönemi benim açımdan oldukça ders verici oldu. Medyada dönen ilişkilerin perde arkasını görme fırsatım oldu. Pek de bana göre değildi açıkçası; çünkü hep birilerine yaranmanız gerekiyor ve ne yaparsanız yapın birinin adamı olmadığınız sürece her zaman tehlikedesiniz. Nitekim öyle de oldu; işten çıkartıldım. O dönem çok sayıda insan işini kaybettiği için, en azından 1 yıl boyunca kimsenin medyada iş bulma şansı yoktu. Bir süre yurtdışında yaşamak hep istediğim bir şeydi. O sırada ABD’ye gittim ve uzun süre New York'ta yaşadım. O yıllar benim açımdan çok verimliydi, ilk 3 kitabımı o dönemde yazdım. 11 Eylül'den sonra Cumhuriyet’e New York yazıları yazmaya başladım. Demokratik Parti ve Cumhuriyetçi Parti kongrelerini gazete adına izledim. Aynı dönemde bazı dergilere New York'tan haber yazıyor, röportajlar yapıyordum. Giderek yurtdışında kalma sürecim uzadı ve bana iyi bir ders, önemli bir hayat deneyimi oldu. Çünkü ABD’yi yaşayarak tanımak, Türkiye’ye dışarıdan bakmak insanın ufkunu açıyor.

“İdris Küçükömer’in tezleri: İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri” isimli yeni kitabınız Cumhuriyet Kitapları’ndan çıktı, bu sizin 4. kitabınız. Yeni diyorum ama aslında yüksek lisans teziniz ve üzerinden epey zaman geçmiş bir çalışma. Buna rağmen güncelliğinden bir şey kaybetmediğini de görüyoruz. Neden bunca yıl sonra bu çalışmayı kitap haline getirmeyi düşündünüz?

Sizin de söylediğiniz gibi güncelliğinden hiçbir şey yitirmedi. İlk başta yayımlamayı düşünerek yapmamıştım bu çalışmayı, ancak yıllar içinde üzerinden geçtim, eklemeler çıkarmalar yaptım ve sonunda baktım ki aslında tartışmalar bugün de aynı eksende dönüyor. Doğrusu üç kitap yayınladıktan sonra biraz kırgınlığım da vardı yayın dünyasına ama sonunda çevremdeki insanların teşvik etmesiyle de kitap haline getirmeye karar verdim.

Kitabınız çıktıktan sonra bir sitem yazısı da yazdınız aslında...

Sitemim de var evet. Yani “yazsam ne olacak ki, zaten arada kaynayacak” gibi bir düşünceye saplandığımı belirtmem gerek. Hâlâ da o konuda aynı düşünüyorum. Ancak çevremdekilerin desteği herhalde biraz cesaret verdi.

İkinci Cumhuriyet tartışması yeni değil aslında. Ancak bugün İkinci Cumhuriyet'in tartışılmaktan ziyade uygulandığına şahit oluyoruz.

Tabii, son aşamasına geldi belki de. Ben hep söylüyorum, Türkiye'de karşı devrim 1923’te Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren başladı. Bunca yıldır çeşitli şekillerde de aralıksız devam etti. Ancak belki de ilk kez, son 10 yıldır diyelim, iktidar partisi tarafından bu yolda bu kadar radikal kararlar alındığını görüyoruz.

Kitabınızda Küçükömer’in tezlerini inceleyerek cevaplar üretiyorsunuz. Aslında birçoğu bugün sosyalist hareket tarafından ciddiye alınır olmaktan çıkmış tezlerin asıl tehlikeli yanının, bugün kendine 2. Cumhuriyetçi diyen kesimde bıraktığı etkinin, onlara verdiği ilham olduğu söylenebilir mi?

Evet, Küçükömer’i asıl 2. Cumhuriyetçiler kullanıyor. Bu tezler yıllardır onlara ilham verir duruma gelmiş. Siz sosyalist değil diyorsunuz, ama aslında 2. Cumhuriyetçiler kendilerini solda görüyor, kavramlar çok karışmış durumda. "Liberal" solcular AKP’yi destekliyor ve bunu mantıklı buluyorlar. Küçükömer onlara çanak içinde bir görüşler bütünü sunmuş, içinden seçip seçip kullanıyorlar.

Peki, Küçükömer’in tezleri ile liberal 2. Cumhuriyetçilerin söylemleri arasındaki en önemli örtüşmeler hangi başlıklarda?

Bu tezleri burada bütünüyle ayrıntılı konuşmamıza olanak yok ama şöyle söylemek lazım; Küçükömer bütün felsefesini, Osmanlı’dan beri süregeldiğini iddia ettiği, asker-sivil bürokrat kesime karşı olmak üzerine kuruyor. Buradan hareketle de Batıcı-laik kesim ile Doğucu-İslamcı ayrımına gidiyor, şablonunu da bunun üzerine yerleştirip tüm Osmanlı-Türkiye tarihini ona göre değerlendiriyor. Çözümlemelerinde Marksist bakış açısını da kullanıyor ama asıl değerlendirme kıstasları şöyle: Özetle diyor ki; bu Batıcı-laik bürokratlar halkı temsil etmediklerinden halkın sorunlarını çözemezler. "Sağ" dediği bu grup, çıkarı için iktidarı elinde tutmasa, mevcut düzenin temelden reddini sağlayacak bir oluşum olacak.

Bunların karşısına yeniçeri, esnaf, ulema birliğinden gelen Doğucu-İslamcı grubu koyuyor ve bunların halk cephesine dayandığını söylüyor, bu gruba da "sol" diyor. Bu noktada 2. Cumhuriyetçilerin asker ve sivil bürokrasiye karşı tavırları Küçükömer'in çizgisiyle örtüşüyor. 1923'te kurulan Cumhuriyet'i, üretim güçlerinde ve ilişkilerinde değişme yaratmadığını söyleyerek eleştirir Küçükömer. Cumhuriyet'in kazanımlarına karşı olmak noktasında tamamen hemfikirler. Yapılan devrimlerin tabandan gelen bir isteği yansıtmadığını, yukardan dayatıldığını söyleyerek karşı çıkarlar. Küçükömer de mesela laikliğin "kültür mirasının toptan reddi ile küçük burjuva ideolojisi aracılığıyla" yaratıldığını savunur. Ona göre Doğucu-İslamcı grup halka dayanmaktadır ve o halkın genetiğinde muhafazakarlık vardır. Hem Küçükömer'in hem de 2. Cumhuriyetçilerin göremediği en önemli şey, 1923'te ilan edilen Cumhuriyet'le bu topraklara yüzyıllarca sonra gelen Aydınlanma. Onun farkına varamayacak kadar taraflı bir yaklaşımları var. Bütün bu noktalarda önemli örtüşmeler göze çarpıyor.

Küçükömer ve 2. Cumhuriyetçilerin lafzi düzeyde oldukça benzer söylemleri olmasına rağmen, nihai bir toplum projesi açısından amaçladıklarının oldukça faklı oldukları ortada. Küçükömer’in tezleri, katılalım veya katılmayalım, sosyalist hareketin nasıl gelişebileceği kaygısıyla öne sürülmüş tezlerdi, İkinci Cumhuriyetçilerin ise böyle bir dertlerinin olmadığı açık… Siz bu aradaki farka dair ne düşünüyorsunuz, nerede ayrışıyorlar?

Küçükömer bir bilim adamı olarak yaklaşmış olaylara ve kendi görüşleri doğrultusunda bir inceleme yapmış. Bana göre yanlışları olduğu gibi doğru tespitleri de var. Ancak bazı yerlerde son derece isabetsiz çıkarsamalarda bulunduğu için yanlış sonuçlara varıyor. Örneğin Küçükömer antiemperyalist ve kapitalizme karşı. Ancak olaya şematik bakarak; “asker-sivil bürokratların yaptığı işler kapitalizmin normal gelişim sürecini, üretim güçlerinin gelişimini de engellemiştir. Kurtuluş Şavaşı emperyalist değildir. Türkiye hiçbir zaman Batılılaşamayacak" sonucuna varıyor. Ona göre bu durum “batıdaki gibi sınıfların oluşmasına da engel olmuştur."

Fakat 2. Cumhuriyetçiler daha yüzeysel ve anakronik bir bakış açısıyla yaklaşıyorlar olaylara. Ne sosyalist ne de antiemperyalist hiçbir çıkış duymuyoruz onlardan. Aksine küreselleşmeyle, kapitalizmle barışık bir söylem kullanıyorlar. En önemli ayrım burada. 2. Cumhuriyetçilik düşüncesi, küresel kapitalist hareketle uyumlu, onun uydusu olmayı içine sindirmiş.

2. Cumhuriyetçiliğin fikir babalarından sayılan Mehmet Altan, malum son günlerde pek dertli. Pazar günü de Ruşen Çakır’a röportaj vermiş. Altan röportajda “AKP’nin 2. Cumhuriyeti hayata geçirmekte olduğunu düşünüyor musunuz?” sorusuna şu yanıtı veriyor: “2. Cumhuriyet dediğimiz şey, halka ayar vermeyecek ve hukuka göre hareket eden bir devlet ile birbirine ayar vermeyecek temel hak ve özgürlüklere saygılı bireylerden oluşan bir toplumdur. Bugün yapılansa, ‘sistemi nasılsa ele geçirdik o yüzden eski sistem devam etsin’ anlayışıdır” Buradan bakınca iktidar olma sürecinde AKP’ye desteğini esirgemeyen bu isimlerin içine düştüğü bugünkü durumu ve eleştirilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mehmet Altan, bugüne kadar AKP’ye hep destek verdi, ancak işini kaybedince o da, tüm liberallerin yaptığı gibi başladı gazetelere beyanatlar vermeye... Ancak sizin de sorunuzda söylediğiniz gibi açmazları ortada tabii. Bir kere en baştaki çelişkileri, dini temel referans olarak kullanan bir partinin Türkiye’ye özgürlük getireceğine inanmaları oldu. Oysa bunun dünyada örneği bulunmuyor. Önceleri AB’ye girilmesi için gereken adımları attığı bahanesiyle desteklediler AKP’yi, sonra malum süreçler yaşandı. Mehmet Altan bu desteği yakın zamana kadar sürdüren isimlerden birisi. Ama bu zamana kadar Türkiye'de her şey yolunda mıydı ki sustu? Türkiye’de hukukun üstünlüğü mü vardı, adalet mi vardı? Neden bu zamana kadar eleştirmedi? Neden iş çığırından çıkıp, Amerika'da Avrupa'da gazeteler Türkiye'deki hukuk dışı uygulamaları yazana kadar bekledi? Burada yaşıyor, görmüyor muydu hukukun, özgürlüklerin, hakların yıllardır nasıl katledildiğini?

Bu eleştiriler sizce samimi ve kalıcı mı, yoksa AKP’nin küçük bir jest yapması ile tekrar eski iktidar aşığı rollerine döneceklerini düşünüyor musunuz?

Bence kişiye göre değişebilir bu durum. Bu saatten sonra ne yaparlar bilemiyorum. Sözleri ve hareketleri birbirini tutmadığı için öngörüde de bulunamıyorum açıkçası. Tabii onlar açısından bu noktadan sonra ciddi bir tavır değişikliği de çok kolay değil. Düşünsenize bunca zaman sonra “biz yanlış yapmışız...” demelerinin pek olanaklı olduğunu sanmıyorum. Dolayısıyla durdukları yerde durmaya devam edeceklerdir. En iyi ihtimalle susarlar. Belki Mehmet Altan gibi arada işini kaybeden olursa patlayanlar çıkabilir.

Kitaba dönersek; Cumhuriyet devrimlerinin bir ilerleme olduğu muhakkak. Ancak o zamanki Kemalist kadroların sermaye ile aralarına mesafe koymadığı oranda, sermayenin güncel olarak aldığı yönelim itibariyle, Cumhuriyet’in bugünkü gibi bir geriye dönüş hamlesiyle karşılaşma olasılığını bünyesinde barındırdığı söylenebilir. Tıpkı Cumhuriyet kadrolarının örnek aldığı Fransız Devrimi'nde olduğu gibi... Kitapta bu kısma hiç değinilmemiş. Bu konuda ne demek istersiniz?

Ben hiç yanlış yapılmamıştır noktasında değilim; elbette aksayan yönler de olmuştur ve sonuçta Kemalist devrim sosyalist bir devrim değildir. Devrimin üretim güçlerinin siyaset sahnesinde etkinleştirilmesi bakımından yetersiz kaldığı, üretim ilişkilerinin sınıflar bazında daha sağlıklı ilerlemesini sağlayamadığı doğrudur. Mesela büyümeye rağmen kişi başına düşen gelir artmış değildir ve bazen kendi içinde çelişen işler yapılmak zorunda da kalınmıştır. Ama devrim koşulları içinde, yeni bir ulus devlet yaratma sürecinde, o zamanki iç ve dış koşullar da düşünüldüğünde, yapılabilen en rasyonel iş yapılmıştır diye düşünüyorum. Aslında Atatürk’ün o zamanki kararlarına bakarsanız, son derece pragmatist bir uygulamalar bütünüdür. Sermaye ile mesafe diyorsunuz ama zaten sermaye birikimi yoktu ki o yıllarda. Devletin tam bağımsız olması için önce ekonomik bağımsızlığını sağlaması şart. Savaştan yeni çıkmış, sanayisi gelişmemiş, yoksul bir ülkede devlet eliyle özel sektör yaratılmaya çalışılmış. Kendine özgü koşulları olan, Batı'nın geçirdiği devrimleri geçirmemiş, Sanayi Devrimi'ni yaşamamış bir toplum sonuçta. Uygulamalar ve sonuçları da farklı.

Uzun yıllardır medyada çalışan biri olarak siz bile kitabınızı yeterince duyuramamaktan şikâyetçisiniz. Tepkinizi “Çünkü arkamda bir holding medyası ve cemaat yok” diyerek dile getiriyorsunuz. soL yazarı Kaan Arslanoğlu da yeni kitabı ile ilgili yazarken bu noktaya dikkat çekmiş, sizinle benzer eleştirileri dile getirmişti. Bu konuda ne söylemek istersiniz, sizce tüm güçlüklerine rağmen, bu “gizli” sansür duvarı nasıl aşılabilir?

Ben o yazımı yazdıktan sonra benim gibi düşünen, hisseden yazarlardan çok sayıda ileti aldım. Aslında o yazıyı sadece kişisel bir kaygıyla yazmadım, konuyu benim gibi olanların adına da dile getirmek istedim. Çünkü çok sayıda insan yazıyor, çiziyor fakat kitapları hiç gündeme gelmiyor. Holding medyası denen bir güç var, onlar kendi içlerinde birbirlerini destekliyorlar. Bizim gibi onun dışında kalan insanlar bir türlü göz önüne gelemiyor. Bu durumun bir isyanıydı aslında o yazım. Ne yapmak gerektiğini de çok bilmiyorum açıkçası, o yazıyı o nedenle yazdım ve içtenlikle insanlara sordum ne yapmak gerekir diye...

Çünkü görsel ve yazılı medyada bir hâkimiyet var, hep aynı isimler gündemde, onların kitapları ön planda, herkes onların kitapları hakkında yazıyor, sayfa sayfa röportajları çıkıyor. Bunun yanında cemaat denen bir gerçek var, onlara yakın bir ismin kitabı çıkıyor, herkes onu alıyor, onu okuyor. Hak etmedikleri ölçüde ilgi görüyor ve en önemlisi daha etkili oluyorlar. Tek taraflı görüşler hakim oluyor toplumda. Bu duvarın nasıl aşılabileceğini ben de bilmiyorum. Ama benim o yazımdaki sitemim, daha çok kitapta savunduğum fikirlere yakın olabileceğini düşündüklerimeydi...

Günümüzde, eskiye kıyasla hukuki olarak sansür getirme uygulaması azaldıysa da, belki daha tehlikeli olan medyanın otosansürü söz konusu. Bu durum kendini “ilgi sansürü” olarak gösteriyor. Ve demin bahsettiğiniz çemberin dışında kalan kişilerin çalışmaları görmezden gelinerek başka türlü bir sansür uygulamasına gidiliyor, ne dersiniz?


Çok gündemde olduğunu düşündüğüm konular için, verimli tartışmalara vesile olması amacıyla yazmıştım bu kitabımı. Açıkçası ülkenin siyasi tarihinde bu kadar tartışılan ve gündemdeki bir konu olduğu için, olumlu ya da olumsuz anlamda bir eleştiri olur diye beklemiştim ancak kimse bir şey demeyince ona şaşırdım. Odatv o yazımı almış kullanmış, herhalde oradan görenler çok oldu. Bir ara kitabımı kitapçılarda bulmak da zordu, büyük kitapçıların raflarına dahi giremiyor kitabınız...

Bu görmezden gelme son dönemde yeni bir yöntem olarak uygulanıyor. Eskiden olumsuz da olsa farklı düşünceler hakkında yazılabiliyordu. Artık ondan vazgeçtiler, hiçbir şey yazmıyorlar, tamamen yok sayıyorlar.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Bir noktaya değinmek istiyorum. Bir süredir 2. Cumhuriyetçiler ve "liberal" sol, kapitalizmin küreselleşmesi sürecinde “ulus devletler yok oluyor” diye bir söylemi dile getiriyor. Bu noktada, yukarıda 2. Cumhuriyetçilerin çelişkilerinden bahsettik, önemli bir ek daha yapmak istiyorum.

Küreselleşme, ABD sermayesinin önündeki tüm engeller ortadan kalksın, ekonomik, siyasi, kültürel alanlarda bu sermayeye hareket imkanı sağlasın diye ortaya atıldı. Bunun karşısında yerel çıkarı savunan herkese de “ulusalcı” damgası yapıştırılarak, hepsine birden faşizan bir anlam yüklendi. "Ulusal" olanın karşısında kalanlar da özgürlük savunucusu "liberal sol" olarak lanse edildi. Oysa ben onların tamamen uluslararası sermayenin çıkarlarını savunduklarına inanıyorum. Küresel sermaye bu propaganda eşliğinde mikro milliyetçilikleri körükleyerek olabildiğince küçük devletler yaratma gayretine girişti; çünkü devletler küçüldükçe uluslararası sermaye karşısında direnme güçleri düşecektir. İşte siz buna itiraz ettiğinizde, söylemlerinizin şovenlikle hiçbir alakası olmasa da, sosyalist de olsanız, sadece içinde yaşadığınız ülkenin çıkarlarını savunduğunuz için, ırkçı veya faşist damgası yiyebiliyorsunuz. Bu, emperyalizmin 21. yüzyıldaki yeni taktiği...

Bu noktada kilit kavram emperyalizm ve ona karşı aldığınız tavır değil mi?

Evet, emperyalizm karşıtlığını ağzına almayan solcu olamaz. Ama bugün hiçbir şekilde emperyalizme direnmeyen, aksine onunla bütünleşmeyi düstur edinmiş insanlar kendilerine solcu diyorlar. İşte Küçükömer’in sol-sağ meselesi gibi burada da kavramlar birbirine geçirilmiş durumda. Solculuk adına AKP’yi destekliyorlar, özgürlük savunuculuğu adına gericiliğe prim veriyorlar, ülkede ne varsa satılıp uluslararası sermayeye pazarlanmasını alkışlıyorlar. Bugün gelinen nokta maalesef bu. Bundan sonra nasıl gidecek hep birlikte göreceğiz...

http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/zulal-kalkandelenle-idris-kucukomerin-tezleri-ve-ikinci-cumhuriyetciligin

19 Şubat 2012 Pazar

Hayvan Hakları Yasası

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 19 Şubat 2012

CHP Milletvekilleri Melda Onur ve Umut Oran, geçtiğimiz günlerde Hayvanları Koruma Yasası’nda değişiklik öngören bir yasa teklifi hazırladı. TBMM’ye sunulan metni dikkatle inceledim.

Yeni teklif, 5199 sayılı yasanın bazı maddelerinde önemli değişiklikler öneriyor. En önemlisi, hayvanlara karşı işlenen suçların Kabahatler Kanunu’na değil, Ceza Kanunu’na göre işlem görmesi gerektiğini belirtiyor. Bu değişikliğin yapılması hayatidir. Yapılmalı ki, mesela birtakım sapıklar bir köpeğe tecavüz ettiğinde sadece para cezası değil, hapis cezası da alsın!

Diğer bir önemli değişiklik olarak, “hayvanların eşya olmadığı” şeklindeki görüşün, yasaya konulması gerektiğinin altı çizilmiş. Bu mutlaka yapılmalı ki, hayvanları malı gibi görüp, onlara her türlü işkenceyi yapma hakkını kendinde bulan zihniyet dizginlensin!

Yasa teklifinde bunun yanı sıra, hayvanların doğal yaşamlarından kaynaklanan ekolojik ve etolojik hakları güvence altına alınıyor. Bütün hayvanların işkence, kötü muamele ve eziyet görmeme hakkına sahip olduğu belirtiliyor. Kimsenin hayvan sahiplenme ve bakım eğitimi ile sertifika almadan evcil hayvan edinememesi hükmü getiriliyor.

Ayrıca sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanları öldürenlere, izinsiz hayvan ticareti yapanlara, evinde bulundurduğu hayvanın bakımını ihmal edip, onlara ağrı, acı veya zarar verdiği denetim elemanlarınca tespit edilen kişilere de hapis cezaları öngörülüyor. Bunların hepsi, olumlu değişiklik önerileri.

***

Ancak teklifte eksik ya da çelişkili gördüğüm öneriler de var. “Hayvanları kumar, eğlence, gösteri amacıyla kullanmanın yasaklanacağı” söyleniyor ama bunun ayrıntılı açıklaması yapılmadığından yasa yoruma açık kalıyor.

Örneğin bu madde, sirkleri ve yunus parklarını da kapsayacak mı? Kapsayacaksa açıkça belirtilmeli. Kapsamıyorsa, acaba yunuslar için birer işkence merkezi haline gelen yunus parklarının tedavi amaçlı kullanıldığı safsatasına mı inanılıyor? Bu yeni teklif, sirkleri yasaklıyor mu? Bunu sormak hakkımız. Yoksa o da mı ticari faaliyet diye korunuyor?

“Pet shop” diye bilinen ve hayvan ticareti yapan işletmeler, teklifte hayret verici şekilde adeta korunmuş. İki yerde pet shop adı geçiyor. Birinde, “bir ilçe sınırı içinde gereğinden fazla pet shop açılmamalı” denilmiş. Diğerinde, “pet shoplarda sergilenen hayvanlar için asgari barınma koşulları sıkı denetimlere tabi tutulmalı, ruhsatsız olarak her isteyenin, bu ticaretle uğraşması engellenmelidir” şeklinde bir ifade var.

Bu anlayış, “hayvanların eşya olmadığı” görüşüyle çelişmiyor mu? Eşya değillerse, ne satıyor bu dükkanlar? Mal mı? Türkçe sözlükte “mal” kelimesinin karşılığı, “Alınıp satılabilen her türlü ticaret eşyası” olarak geçiyor. Hayvan eşya, mal değilse nedir? Satılabildiğine göre, köle midir yoksa?

Bir diğer belirsizlik ise, hayvanlar üzerindeki deneyler konusunda. Alternatif yöntemlere öncelik verilmesi gerektiği açık bir şekilde belirtilmiş. Bu olumlu bir tavır ama madde düzenlenirken asıl endişenin deneylerin sağlıklı yapılması konusunda olduğu görülüyor.

Avcılık ise, sadece kaçak avcılıkla mücadele kapsamında ele alınmış. Yüzyıllar öncesinin bu utanç verici ilkel geleneği, birilerini memnun etmek için neden varlığını sürdürsün? “Bütün hayvanların yaşam hakkı vardır” diyorsanız, kaçak olmayan avcılığın gerekçesini açıklayabilir misiniz?

Teklifte eleştireceğim başka maddeler de var ama yerim kalmadı. En azından bu sorulara yanıt alırsam sevinirim.

-

12 Şubat 2012 Pazar

Amerika'nın Yeni Askeri Doktrini

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 12 Şubat 2012

Dış politikayla ilgilenenler duymuştur; ABD Savunma Bakanı Leon E. Panetta, geçen hafta bir açıklama yaptı ve Afganistan’daki Amerikan güçlerinin planlanandan bir yıl önce, yani 2013 yılında geri çekileceğini duyurdu.

Bu açıklamanın şimdi yapılmasının elbette bir amacı var: Bu yılın sonunda gerçekleşecek başkanlık seçimi öncesinde Barack Obama’ya artı puan kazandırmak. Afganistan’a giden askerlerin eve dönmesi yönündeki beklenti gerçekleşmeyince, Amerikan halkında giderek büyüyen bir öfke doğdu.

Geçen yıl Irak’tan çekilen Amerika, Afganistan’dan da 10 bin kadar askerini geri çekmişti. Ancak medyaya “Amerika, Afganistan’dan 2013’te çekiliyor” başlığıyla yansıyan olayın perde arkası, pek de anlaşıldığı gibi değil.

Afganistan’da şu anda yaklaşık 90 bin adet Amerikan askeri var. 22 bin kadarı sonbaharda dönecek; kalan 68 bin askerin ne zaman döneceğine ilişkin bir takvim yok. Bilinen tek şey, hepsinin 2014’te çekilmiş olacağı. Panetta’nın söylediğine göre, muharip misyonun sona ermesinin ardından, asker sayısı daraltılsa da, Afganistan’da bir miktar Amerikan askeri “destekleyici ve eğitici güç” adı altında varlık gösterecek.

Panetta’nın söylediklerini Obama’nın ocak ayında savunma stratejileri konusunda yaptığı açıklamayla birlikte değerlendirmek gerekli. Şöyle diyor Obama:

Avustralya’da açıkça belirttiğim gibi, Asya Pasifik’teki varlığımızı güçlendireceğiz, bütçe sınırlamaları bu kritik bölgeyi etkilemeyecek. NATO dahil olmak üzere, kritik ittifaklarımıza yatırım yapmaya devam edeceğiz. Özellikle Ortadoğu’da tetikte olacağız. Irak ve Afganistan’daki savaşların ve büyük askeri kuvvetlerle gerçekleşen uzun dönemli ulus inşası sürecinin ilerisine bakıyoruz. Bu dönemde güvenliğimizi daha ufak konvansiyonel kara kuvvetleri ile sağlayacağız. Soğuk Savaş’ın eski sistemlerinden kurtulacağız ve böylece gelecekte ihtiyacımız olan kabiliyetlere, istihbarat, gözetim, keşif, karşı terörizm, kitle iletişim silahlarını önleme ve düşmanlarımızın girmemizi önlemeye çalıştığı bölgelerde operasyon düzenleme gibi yeteneklere yatırım yapacağız. Evet, ordumuz biraz daha daralacak; fakat bütün dünya bilmeli ki, Amerika, çevik, esnek silahlı güçlerle askeri üstünlüğünü koruyarak, her türlü olasılığa ve tehlikeye karşı hazır olacak.”

***

Obama’nın sözleri satır aralarında çok şey anlatıyor. “Düşmanların girmelerine engel olmaya çalıştığı bölgelerde operasyon yapma yeteneği kazanmak” ifadesi dikkat çekici. “Sakın ha Amerika’ya direnmeyin, başınıza Libya’da, Mısır’da olanlar gelir” demenin diplomatik bir yolu. Obama yönetiminin açıkladığı yeni askeri doktrinin temeli bu.

Amerika, askeri bütçede kısıtlamaya giderken, aslında insansız savaş uçaklarını ve özel kuvvetlere bağlı personel sayısını artırarak etkisini sürdürecek. Askeri harcamaları, her zaman kendisini takip eden 10 ülkenin askeri bütçelerinin toplamından daha fazla olacak.

Obama, “Soğuk Savaş döneminin sistemlerinden kurtulacağız” derken, eski büyük ordu yerine, her an her yerde özel operasyonlar yapabilecek özel birliklerden, bir tür kontrgerilladan söz ediyor aslında. Kendilerine doğrudan sorsanız bunu açıklıkla kabul etmeyebilirler ama Özel Operasyonlar Komutanlığı’na bağlı asker sayısı hızla artıyor ve Amerika dünyanın bütün köşelerine sızıyor.

Bu yılki başkanlık seçimlerini izlerken başkan adaylarının savunma politikalarına ayrıca dikkat etmeli. Obama kendisininkini koydu ortaya. Bakalım diğerleri seçilmek için maddi destek aldıkları savaş sanayisini besleyip, Amerikan emperyalizmini korumak adına nasıl bir yol öngörecek?

_

5 Şubat 2012 Pazar

Ateizm 2.0

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 5 Şubat 2012

Alain de Botton, adı son yıllarda çok duyulan bir yazar ve televizyon programları yapımcısı. İsviçre doğumlu ama Londra’da yaşıyor, seküler bir ailede büyümüş, 42 yaşında tanınmış bir düşünür.

Geçen yıl sonbaharda, dünyada ilk kez ülkemizde Sel Yayıncılık’tan çıkan “Ateistler İçin Din” adlı kitabının tanıtımı için İstanbul’a gelmiş, inanmayanların dinden nasıl faydalanabileceğini anlatmıştı. Kendisini “ılımlı bir ateist” olarak tanımlayan De Botton; işin içine Tanrı ya da yaratan kavramını karıştırmadan, insanlar arasında bağ kurulması için, dini pratiklerden ve geleneklerden yararlanılması gerektiğini savunuyor...

Türkiye’ye geldiğinde bu konu medyada çok yazılıp çizildiğinden, bu yazıda kitabının ayrıntılarına girmek istemiyorum ama şunu söylemek isterim ki, “inanmayanların organize dinden faydalanması” şeklindeki anlayış, bana göre başlı başına bir ikiyüzlülük; piyasa filozofunun dine övgüsü. İnanmayan bir insan, neden varlığını tamamen inanç üzerine kuran bir sistemden feyz alıp onun yöntemlerini kullanmaya çalışır?

De Botton’un birbiriyle tamamen çelişkili görüşlerle dolu kitabının dünyada bu kadar büyük ilgi görmesi de ayrı bir inceleme konusu. Birisi çıkıp ancak saçma bir şaka olabilecek önerilerde bulunuyor ve birileri de onun peşinden gidiyor.

İnsanlarda ortak duygular yaratmak için seküler tapınaklar yapılması” fikrini ilk duyduğumda epey gülmüştüm. “Mesela görkemli tapınaklar yapalım; tek işlevleri insanlarda sevgi, dostluk ya da huzur gibi olumlu duygular yaratmak olsun. Böylece tapınakların ya da kutsal binaların mutlaka Tanrı fikriyle ilgili olması gerekmediğini gösterelim” diyor popüler düşünür.

Ben bu fikre gülüp geçtim ama geçen hafta dünya medyasına düşen bir haber, De Botton’u ciddiye alanların olduğunu bir kez daha gösterdi. “Ateist Tapınağı: İnanmayanlar İngiltere’de ‘Tapınak’ Yapıyor” başlıklı haber şöyle başlıyor: “Uzun yıllardır dindar insanları eleştiren ateistler, şimdi bu kesimin dini geleneklerini çalıp tapınak inşa ediyor.

Haberin devamını okuyunca anlaşılıyor ki, Alain de Botton kitabı yurtdışında basılınca yine medyada boy göstermeye başlamış ve Londra’da yapılacak binayla ilgili ayrıntıları anlatmış. “Neden yeryüzündeki en güzel binalar dindar insanların olsun? Ateistlerin de görkemli kilise ve katedrallerin kendilerine uygun versiyonlarını yapma zamanı geldi!” diyerek hareket işaretini vermiş yazar.

Merak edenler için belirteyim; 46 metre yüksekliğindeki siyah binayı Tom Greenall Mimarlık yapacakmış. 46 sayısı özellikle seçilmiş; 4.6 yaşındaki yeryüzünü simgeliyormuş. Mimariye çok meraklı bir insan olarak güzel binalar yapılmasından heyecan duyarım. Karşı olduğum nokta elbette bu değil. Ancak Alain de Botton’un “inanmayanlar için din” sloganıyla ortaya çıkıp, kilise benzeri binalarla inanmayanların ruhani ihtiyaçlarının sağlanacağını savunması, çok absürd bir durum.

İnanmayanların iyi insan olması için organize din benzeri bir yapıya mı ihtiyaç var? Aksi halde boşluğa düşüp kötülüğe mi bulaşırlar? Kendileri için yaptıkları ihtişamlı binalara girdiklerinde, “İşte burası benim gibi inanmamaya inanmış insanların!” diye coşup mutluluğa mı ulaşacaklar?

Bu tür bir materyalist şekilciliğe mi bağlanacak insan ruhunun huzuru? Hadi diyelim Alain de Botton saçmaladı; onun arkasından giden onca insan görmez mi gerçek huzurun şiddetsizlikten geçtiğini ve bunun organize dinle ya da binayla ilgili olmadığını?

-