27 Aralık 2009 Pazar

Kopenhag katliamı...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 27 Aralık 2009

Danimarka’nın başkenti Kopenhag, geçen hafta tüyler ürperten bir katliama sahne oldu. Kim, ne kadar farkında bilmiyorum; ama katledilen şey, şu an üzerinde yaşadığımız gezegendi.

12 gün süren İklim Konferansı’nda 193 devletin temcilcisi, dünyanın geleceğini kurtarmak için sera gazı salımını azatmayı taahhüt altına alan bağlayıcı bir anlaşma imzalayamadı.

Bu utanca neden olanlarsa, Amerika, Çin ve Batı’nın sanayileşmiş ülkeleriydi. Kuzey’in Güney’le, zenginin fakirle mücadelesiydi iklim konferansı... Zafer ilan eden, Kuzey’in zenginleri oldu ama aslında kaybeden tüm insanlıktı.

İnsanoğlu, bir kez daha hırsına yenildi ve bilime karşı yine politika kazandı. Politikacılar, Kopenhag’da gerçekleri görmemek için bir grup insanı dinlemedi. O grup arasında yıllardır uyarılarını sürdüren bilim insanları da vardı.

Bilim diyor ki; dünyadaki sera gazı salımı, bugünkü hızıyla devam ederse, buz kütleleri hızla eriyecek, 1.5-2 derecelik bir ısı artışı deniz seviyesini 7-9 metre arasında yükseltecek, Pasifik’te ve Afrika’da birçok ülke sular altında kalacak, milyarlarca insan kuraklık tehlikesiyle karşılaşırken milyonlarca insan ölecek!

***

Sular altında yok olacak ülkelerden birisi de Tuvalu. Pasifik’te 26 km2’lik ufak bir ada. Halkı yaklaşık 3000 yıl önce yerleşmiş o toprağa. Toplam 12.373 kişilik bir nüfus yaşıyor adada.

Ana akım medya, İklim Konferansı’yla ilgili haberler arasında Tuvalu temsilcisi Ian Fry’ın şu sözlerini görmedi:

Ben yaptığım bu konuşmaya ağlayarak hazırlandım. Yetişkin bir erkek için itiraf etmesi kolay bir şey değil bu... Ama benim ülkemin kaderi sizin elinizde. Dünyanın geleceğini Amerikalı senatörler belirliyor. Modern dünyanın çelişkisi bu... Obama’dan talebimiz, dünyanın karşı karşıya kaldığı bu en büyük tehlikeye karşı gereğini yapıp aldığı Nobel’i hak etmesidir.

Ian Fry’ın bu sarsıcı sözlerini de dinlemedi dünya liderleri. Oysa IPCC’nin (Hükümetlerarası İklim Degişikliği Paneli) son raporlarına göre, küresel sıcaklıkta 1.5- 2 derecelik bir artış olduğunda, Tuvalu tarihe karışacak. Çünkü ülkede en yüksek yer, deniz seviyesinin sadece 4 metre üstünde.

130 ülke temsilcisinin, sıcaklık artışını 1.5 derecenin altına çeken bağlayıcı bir anlaşmayı talep etmesinin nedeni de aynı hayati tehlike. Yaşama haklarını savunuyor o insanlar.

***

Kuzey’in gözü dönmüş liderlerinin dinlemediği insanlar arasında Güney’den iki lider de vardı: Bolivya Cumhurbaşkanı Evo Morales ile Venezüella Cumhurbaşkanı Hugo Chavez.

Morales, “Amerika’nın savunma bütçesi, 687 milyar dolar. İnsanlığı kurtarmak için verecekleri sadece 10 milyar dolar mı? Bu utanç verici!” derken haksız mıydı?

İklim değişikliğine çok büyük ölçüde gelişmiş ülkelerin sanayileşme süreci neden olmadı mı? Şimdi o zengin ülkelerin, bu sorun yüzünden yok olma tehlikesiye karşılaşan fakir ülkelere yardım etme zamanı değil mi?

İklim yerine büyük bir kapitalist banka olsaydı, şimdiye kurtarılmıştı,” dedi Chavez. Ama zenginlerin kulakları ona da tıkalıydı.

Radiohead grubunun solisti Thom Yorke, basın kartı alıp girdiği konferansta yaptığı açıklamalarla Kuzeylileri rahatsız etti. Yorke’un “Bu toplantı G8 zirvelerine benziyor; bir sürü hırslı adam kendi çıkarı için pazarlık yürütüyor,” sözleri, dönen çirkin dolapları vurguluyordu.

İklim Konferansı’nda küresel sıcaklığın 1.5 derece ile mi yoksa 2 derece ile mi sınırlandırılacağı tartışmasının ardındaki gerçek buydu: Kuzey Güney’i, zengin fakiri ölüme terk etti.

Katlettikleri dünyanın bir gün kendilerini de yok edeceğini unutanlar, Kopenhag’ı kana buladı...

22 Aralık 2009 Salı

% Yüz Dumansız Hava Sahasını Destekleme Kampanyası

Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi'nin (SSUK) başlattığı bu kampanya çok önemli.
O nedenle blog üzerinden duyurmayı istedim. Aşağıdaki not, Komite Sekreteri Mustafa Seydioğulları'ndan geldi:

Bugün başlattığımız "% Yüz Dumansız Hava Sahasını Ben de Destekliyorum" kampanyasına katılımınızı bekliyoruz.
Mesajlar doğrudan Başbakanlık'a ulaşıyor.
Lütfen, tanıdığınız herkese kampanyayı tanıtın ve katılımlarını sağlayınız.
Öncelikle, http://www.ssuk.org.tr/ web sitemize giriniz.
"% Yüz Dumansız Hava Sahasını Ben de Destekliyorum" sayfasında ilgili yerleri doldurup tıklayınız, daha sonra gelen mesajı onaylayınız.
Teşekkürler.
Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi (SSUK)

20 Aralık 2009 Pazar

Gazetecilik

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 20 Aralık 2009

İnternet medyasının giderek geleneksel medyanın önüne geçtiği günler yaşıyoruz. Dünyanın bir ucundaki bilgisayardan ya da telefondan çıkan bilgi, anında dünyanın öbür ucuna ulaşıyor. Oturduğunuz yerden haberin hızına yetişmek bile baş döndürüyor...

Son dönemde bütün dünyada önem kazanan bir gazetecilik türü gelişti: “Vatandaş gazeteciliği” (citizen journalism) deniyor buna. Kısaca şöyle anlatabiliriz bunu: Kurumsal bir yapı içerisinde gazetecilik yapmayanların, çevredeki olaylara ilişkin yazdığı haberlerin, çektiği fotoğrafların ya da videoların bloglarda yayınlanması...

Doğal olarak böyle bir ortamda, hıza yetişemeyen geleneksel medyanın ve eski usul gazeteciliğin geleceği tartışılmaya başlandı. Ben klasik gazeteciliğin bir süre daha varlığını koruyacağını, ama zamanla bugünkü önemini yitireceğini düşünüyorum.

Çünkü artık okuyucu, haber alma ihtiyacını çok sayıda kaynaktan ve çok daha hızlı giderebiliyor. Bu bir gerçek. Bunun karşısında gazetelerin sahip olduğu avantaj ise, marka ya da kurum kimliğinin güvenilirliği...

Nitekim, internet medyasına destek vermeyenler, “Sayısız blog ve sitenin güvenilirliğinden nasıl emin olacaksınız?” diye soruyor. Vatandaş gazeteciliğinin ya da internet medyasının güvenilirliğini sağlayan en önemli unsur içerik...

Bir sitede yazılanların güvenilir olup olmadığını, doğrudan içerik belirliyor. Okuyucu, kendisine sunulanları faydalı ya da gerçeğe uygun bulmazsa, bir daha o siteyi ziyaret etmiyor. Böyle bir durumda yapacağı tek şey, bir tıkla başka bir siteye geçmek...

Ama adını ne koyarsanız koyun; ister klasik gazetecilik olsun, ister internet ya da vatandaş gazeteciliği, sonuçta güvenilirliği sağlamak için bağlı kalınacak ilkeler aynıdır. Çünkü bence asıl mesele, haberin yer aldığı ortam değil, haber yaparken uygulanan ilkelerdir...

***

Bu ilkeleri en iyi şekilde maddeleyen bir listeye rastladım geçenlerde. 11 maddelik bu liste, New York Üniversitesi’nde gazetecilik dersleri veren Prof. Jay Rosen'ın blogunda yayımlandı.

Rosen’a göre, etik davranıp davranmadığını kontrol etmek isteyen bir gazeteci, yaptığı işlerde aşağıdaki ilkelere uygunluğunu sorgulamalı:

1-Temel amacınız, doğruyu söylemek ve gerçeği ortaya koymak mı?

2-Gerçeği söylemekle ortaya çıkabilecek ve temel amaçla bağdaşmayacak her türlü menfaati ortadan kaldırdınız ya da açığa vurdunuz mu?

3-Nerede durduğunuzun anlaşılması ve size güven duyulabilmesi için, bilinmesi gereken her şeyi söylediniz mi?

4-Bilgiyi, aldatma, yalan ya da hile yöntemlerine başvurmadan mı topladınız?

5-Kaynak olarak kullandığınız herkese, kamu yararına çalışan bir gazeteci olduğunuzu açıkça söylediniz mi?

6-Kaynak olarak kullandığınız kişilerin güvenilir olduğundan emin misiniz?

7-Haberin öncesinde, haberi oluştururken ve sonrasında, haberinizde geçen her bilginin doğruyu yansıttığından emin olmak için, elinizden gelen her şeyi (gazetecilik ilkelerinin sınırları içinde kalarak) yaptınız mı?

8-Gerçekliği kanıtlanabilir bilgileri kullandınız mı? Yazdıklarınız, teorik olarak bir başkası tarafından da doğrulanabilir mi?

9-Özel kişilere zararı dokunabilecek bir haberi yapmadan önce, o konuda önemli bir kamu yararı olup olmadığını sorguladınız mı?

10-Kamunun haber alma hakkından başka bir amaca hizmet etmediğiniz doğru mu?

11-Kullandığınız materyallerin orijinalini kimden aldığınızı açıkça belirttiniz mi?

***

Bir kuruma bağlı olarak ya da serbest çalışan bir gazeteciyseniz veya vatandaş gazeteciliği yapıyorsanız, bu listeyi hep yanınızda bulundurun. Her yazıdan sonra 11 soruya da "evet" yanıtı verin ki, gazetecilik adı altında iftira, yalan, hakaret yazmayın...

13 Aralık 2009 Pazar

Kral çıplak da kim söyleyecek?

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 13 Aralık 2009

Ben bu yazıyı yazarken Başbakan Erdoğan ile Obama’nın buluşması henüz gerçekleşmemişti; yazı yayınlandığında ise görüşmüş olacaklar.

Bir süredir medyada Amerika’nın Türkiye’den Afganistan'a ek asker istediği konuşuluyor. Sanki hiç beklenmeyen bir olaymış gibi yansıtılıyor bu haber. Oysa Obama göreve başladığından beri bu yönde bir gelişme olacağını tahmin etmek zor değildi.

Çünkü Irak’tan bir süre sonra çekilmeyi vaat eden Obama, Afganistan’daki savaşı hızlandıracağını söylüyordu. Nitekim 8-9 ay önce yazdığım yazılarda, ben de bu gelişmenin yaşanacağını belirtmiştim.

Her ne kadar Obama, Bush retoriğini sürdürüp, “Ülkenin güvenliği tehlikede. O yüzden savaşmalıyız,” dese de, Amerikan halkı artık savaş istemiyor. Bu durumda, ek asker için, Obama’nın NATO’nun kapısını zorlaması hiç de sürpriz değil...

Türk hükümeti, Afganistan’a muharip güç göndermeye istekli değil. Erdoğan'ın görüşmede bunu yinelediği söyleniyor.

Ama diplomasinin karşılıklı çıkar ilişkileri içinde Obama’nın da kozları var. Ankara, Kürt açılımı konusunda Amerika’nın Irak’ta sağlayacağı desteğe ihtiyaç duyuyor...

***

Aslında, bu durumda en cesaret isteyen tavır, ABD Başkanı’na Afganistan’da hata yaptığını anlatmak. Nasıl? Şunlar söylenebilir Obama’ya:

1-Amerika, 8 yıldır Afganistan’da ve bu savaş artık 2. Vietnam olarak değerlendiriyor. Daha bir yıl önce arabalarının arkasına Obama sticker’ları yapıştıranlar, şimdi onları söküyor. İşgal başladığından bu yana binlerce sivil öldürüldü. Bu durum daha ne kadar sürecek?

2-Halkınız da, şehit sayısındaki artış ve ödenen vergiler nedeniyle savaşa büyük tepki duyuyor. Afganistan savaşı, şu ana kadar Amerika’ya 228 milyar dolara mal oldu.

3-Amerika’nın Afganistan’ı işgal amacı, El Kaide’yi bitirmek ve Osama bin Ladin’i ele geçirmekti. Oysa ulusal güvenlik danışmanınız General James Jones’a göre, Afganistan’daki El Kaide militanlarının sayısı 100.

Eğer General Stanley McChrystal’ın isteği yerine getirilirse, Afganistan’daki asker sayısı 120 bine çıkacak. 100 El Kaide üyesini ele geçirmek için, 120 bin askeri Afganistan'a yığmanın gerekçesi nedir?

4-Bütün bu mantıksızlığın arkasındaki neden, savaş sanayisinin önde gelenleri ve şahinler grubuna mensup danışmanlarla çevrili olmanız. Başkalarının hayatı ve parası üzerine oyunlarını sürdüren bu grup, savaş sürdükçe para kazanmaya devam ediyor.

İlk göreve geldiğinizde, herkesin umudu bu tür şahinlere direnme iradesini gösterebilmenizdi. Fakat Afganistan stratejisini açıkladığınız konuşma, bu umutları tamamen bitirdi.

O konuşma, Amerika’nın Afganistan ve Pakistan’daki emperyal hedeflerinin açık ilanıdır. Çünkü “bir ülkenin işgalini daha çabuk sona erdirmek için daha çok işgal etmek” gibi bir mantıksızlıktan söz ediyorsunuz...

5-Afganistan stratejinizin hedefi, gerçekte Pakistan’ı kontrol altında tutmak. İran’la yaşanan gerginliğin, Irak’taki savaşın ve Ortadoğu’daki tüm emperyal amaçlarınızın altında yatan gerçek neden petrol kavgası...

Amerika’nın küresel egemenliğini sürdürmek için dünyanın her yerine askeri üsler kuruyorsunuz. Böl-yönet politikasına daha ne kadar devam edeceksiniz? Bütün Ortadoğu’yu Irak’a mı benzeteceksiniz?

6-Eğer öyleyse, Nobel Barış Ödüllü ilk “Savaş Başkanı” siz olacaksınız...

***

Kral çıplak ama kim "van minüts" diyecek ona? Tabii bunu, ancak varlığını Amerika’ya bağlamayan, tam bağımsız liderler yapabilir... Onların arasında kimlerin olmadığı çok açık...

7 Aralık 2009 Pazartesi

İtalya'daki alternatif dünya

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 6 Aralık 2009

Bayram haftasını İtalya’da geçirdim. Bu yazıyı da Milano ile Venedik arasındaki gidiş-dönüş tren yolculuğumda yazıyorum. Etraftaki İtalyanlar ve turistler, yüksek sesle ve sürekli konuşuyor; ama kulaklığı takınca ortamdan soyutlanmak olanaklı...

Popüler kültürde İtalya deyince akla ne gelir? Pizza, makarna, opera, futbol, moda, son yıllarda da Berlusconi ve skandalları... Benim İtalya gezim, bu çerçevenin tamamen dışına çıktı; sanki gerçek dünyanın dışında alternatif bir dünyada geçti tüm zaman...

Bu müthiş deneyimi, dört kişiye borçluyum: Edward Hopper, Frank Gehry, Yayoi Kusama ve Leonardo da Vinci...

Bakın bu dört sanatçı, dünyamı nasıl değiştirdi?

***

Milano’ya gitmeden önce kentte büyük bir Edward Hopper sergisi olduğunu öğrenmiştim. Daha önce bazı müzelerde eserlerini görmüş olmama karşın, bütünüyle Hopper’a ayrılan bir sergi gezmemiştim.

Palazzo Reale’deki sergi, Hopper’ı hiç tanımayan bir insanı bile neredeyse bu konuda uzman yapacak kadar ayrıntılıydı. Aklımı en çok meşgul eden bilgi, Hopper’ın bir duvara yazılan şu sözü oldu:

Tek isteğim, bir evin duvarına düşen ışığı resmetmekti.” Hiç kuşkusuz, istediğini başardı Hopper; duvara düşen ışığın en güzel resimlerini yaptı... Tablolarındaki imajlarla sessizliği konuşturdu...

Kentteki izole yaşamı aktaran resimleriyle Amerikan gerçekçiliğinin sembollerindendi. Fakat ilginç bir şekilde, bir süreliğine de olsa, sanatıyla izleyeni başka bir dünyaya götüren de oydu...

***

Milano’daki ikinci durağım, Frank Gehry sergisiydi. Triennale Tasarım Müzesi’ndeki sergide, ünlü mimarın dünyanın çeşitli yerlerinde yaptığı binaların ilginç öyküsü, orijinal çizimler ve maketlerle anlatılmış.

Muhteşem binalarıyla herkesin hayranlığını kazanmış bir mimar Gehry. Gerçekle hayali birbirine geçiren görkemli tasarımları insan aklını zorluyor. Ama sergide öğrendiğime göre, kendisi hep ressamlara özenirmiş...

Önünüzde boş bir kağıt ve renklerle dolu bir paletiniz var. İlk fırça darbesi nasıl olacak? Bu müthiş bir his!” diyor Gehry. Doğrusu, onun eserlerine baktıkça da bende aynı duygu uyanıyor...

Gehry’nin dehası ile çarpılmışken hiç ara vermeden Leonardo da Vinci’nin “The Last Supper” (Son Yemek) isimli tablosunu görmeye gittim.

UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ndeki Santa Maria delle Grazie adlı eski bir kilisede yer alıyor ünlü tablo. 15. yüzyıldan kalma bir duvar resmi... Tozdan ve ışıktan özel yöntemlerle korunan eserin güzelliği, insanın nefesini kesiyor...

Benim “Son Yemek”ten etkilenmemin, Dan Brown’un “Da Vinci Şifresi” adlı kitabıyla hiçbir ilgisi yok. Ama söylenene göre, resme olan ilgi, o kitaptan sonra epeyce artmış. O kadar ki, resmi görmek için, en az bir hafta önceden rezervasyon yaptırmanız gerekiyor.

Bunların üzerine son olarak da, PAC Milan'daki Yayoi Kusama sergisini görünce, tam bir görsel sanatlar ziyafeti çıktı ortaya. Japon sanatçının benekler, ağlar ve aynalara olan saplantılı tutkusuyla yarattığı eserler, gerçekten çok çarpıcı. Bize yanılsama gibi gözüken her şey, onun dünyasında bir gerçek...

***

Bu gördüklerimden sonra, İtalya denince benim aklıma kesinlikle pizza, futbol ya da Berlusconi gelemez. Sanatla dolu alternatif bir dünya var bu ülkede... İtalya, bunu iliklerine kadar hissettiriyor insana...

2010’da Avrupa’nın kültür başkenti olmaya hazırlanan İstanbul yaşatabilecek mi aynı duyguyu? 2010’a bir aydan az bir zaman kaldı ve U2 konserinden başka ses getirecek bir proje duymadık henüz...

İstanbul, şanına yakışır bir kültür başkenti olabilecek mi? Alternatif dünyalar sunabilecek mi?

1 Aralık 2009 Salı

İnsanı ve sokağı tanımak

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 29 Kasım 2009

Kendisini dünyanın merkezi sanan, devamlı kendine odaklanan insanlardan sıkılırım ben... Benmerkezciliğin giderek daha çok yayıldığı bir dünyaya tepkidir belki de...

Bir de neden ünlü olduklarını bilmediğimiz ama televizyon ve gazetelerde hep gördüğümüz insanlardan sıkılırım. Nedense medyanın olmazsa olmazı haline gelmiştir onlar da...

Oysa sokaklar birbirinden ilginç öykülerle dolu... Sıradan bulunarak kenara itilenler, aslında hayatlarını çeşitli mucizelerle sürdüren, inanılmaz öykülerin kahramanları...

Bugün o insanlara ve sokaklara bakan iki çalışmadan söz edeceğim. İkisi de o kadar ilginç ki, neden bizde bu tür çalışmalar yapılmıyor diye düşünüyor insan...

***

Bir süre önce internette bir kitap adına rastladım: Bicycle Diaries... Sadece kitabın adını görmek bile içimin cız etmesine neden oldu. Hep hayalini kurduğum bir proje olduğunu hemen anladım...

Birisi, bisiklete atlayıp tanımadığı yerlere gitmiş ve kendisinden uzaklaşıp çevresinde gördüklerini yazmış olmalıydı... Evet, birisi aynen bunu yapmıştı... Ama yazarın ismini görünce, ilk anda hissettiğim o hafif üzüntü yerini sevince bıraktı. Çünkü yazan David Byrne’dü!

Müzik ve sanatla ilgilenenlerin iyi bildiği bir isim Byrne. İskoç kökenli 57 yaşında bir Amerikalı... Herkes, onu daha çok 70 ve 80’lerin ünlü rock grubu Talking Heads’in vokalisti/ gitaristi olarak tanıyor.

Ama aynı zamanda film, fotoğraf, opera ve multimedia alanında çalışmalar yapan, Grammy, Oscar ve Altın Küre ödüllü çok yönlü bir sanatçı David Byrne. Ayrıca daha önce yazdığı beş kitabı var.

Byrne, 1980’li yılların sonunda katlanabilir bisikletlerin varlığını keşfedince, seyahat ettiği her yere bisikletini de yanında götürmüş ve tuttuğu notları kitaplaştırmış.

Kitaptaki gözlemler, Berlin, İstanbul, Manila, Buenos Aires, Sidney, Londra, San Francisco, New York, New Orleans, Detroit, Pittsburgh, Teksas ve Ohio günlüklerinden oluşuyor. Farklı kentlerdeki mimari, kültür, toplumsal yaşam, küreselleşme ve politika gibi konularda yapılan gözlemler, derin bir bilgi birikiminin süzgecinden geçirilerek aktarılıyor.

İstanbul’da daha çok müzisyenler ve sanat yaşamı konu edilmiş. Türkiye'ye birkaç kez gelmiş David Byrne. Kaotik trafikten söz ederek, İstanbul’da bisikletle gezmenin deli işi olduğunu söylüyor. “Ama son yıllarda yollar kalabalıktan öyle tıkandı ki, ben bisiklet üzerinde ilerleyebiliyorum,” diyor...

Çok sevdiği İstanbul’da giderek yayılan çirkin binaları, Batılılaşma ile geleneksel dini yaşam tarzı arasındaki karşıtlığı, fakirle zengin arasındaki uçurumu anlatıyor...

Kimi zaman da komik benzetmeler yapıyor. Örneğin, bir ziyaretinde tanıştığı İngilizce konuşmayan kültür bakanını İngiliz komedi grubu Monty Python karakterlerinden Mr. Creosote’ye benzetiyor. Patlayana kadar yiyen koca cüsseli, küçük gözlü bir tip...

***

İkinci proje ise, film yönetmeni David Lynch’in “Interview Project” adlı çalışması. Amerika’nın batısından doğusuna uzanan 40.000 km’lik bir yolda rastgele bulunan insanlarla röportajlar yapılmış...

70 gün süren bu yolculuğun amacı, insanları tanımak; çocukluk rüyalarını, umutlarını, pişmanlıklarını öğrenmek, yaşadıkları yerleri görmek... Lynch ve ekibi, röportajların videolarını www.interviewproject.davidlynch.com adresindeki sitede yayınlıyor.

Farklı öyküler duymak isterseniz, bu iki çalışmaya bir göz atın derim.