© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 30 Ocak 2011
Geçenlerde Amerika’da yaşanan silahlı saldırıyı duymayan kalmamıştır herhalde. Temsilciler Meclisi Üyesi Gabrielle Giffords, Arizona eyaletinde seçmenleriyle görüştüğü sırada başından vurularak yaralandı. Olayda, aralarında Federal Yargıç John Roll ve 9 yaşındaki bir çocuğun da olduğu altı kişi yaşamını kaybetti.
Amerika’da Obama’nın ilk siyahi başkan olarak göreve başlamasından bu yana, giderek güçlenen Çay Partisi hareketi, halkı karakterleri çok belirgin iki gruba ayırdı. Sarah Palin gibi aşırı sağcı politikacıların da bu durumu oy için sömürmesi, bu ülkede siyasetin tadını iyice kaçırdı.
Arizona’daki saldırının ilk şoku atlatıldıktan sonra, çarpıcı yorumlar gelmeye devam ediyor. Örneğin, olayın gerçekleştiği Pima İdari Bölge Şerifi Clarence Dupnik, Arizona’yı “önyargı ve bağnazlığın Mekke’si” diye nitelemiş; “Burası, silah lobisinin kurbanı aşırı sağcı ve aşırı muhafazakar bir eyalettir” demiş.
The Daily Beast’in yaptığı bir listede, Arizona, silah taşıma konusunda bireylere en geniş serbestiler getiren yasaları ve kişi başına düşen ölüm oranıyla, Amerika’da insanlar için en tehlikeli ikinci eyalet. Arizona’da yaşayan bir insanın Hawaii’de yaşayan bir başkasına göre silahla öldürülme riski 5 kat daha fazla....
Neden?
Çünkü bu eyaletin yasalarına göre, bireylere silah satışında kişinin akıl sağlığı ile ilgili geçmişi soruşturulmuyor; saldırı silahları yasak değil; tek bir seferde yapılan alımlarda sınırlama yok. Üstelik geçen yıl çıkarılan bir yasayla, bireylerin, lisansları olmasa da kamuya açık yerlerde görünmeyecek şekilde silah taşımalarına izin verildi.
***
Amerika'da yıllar içinde bireysel silahlanmaya olan desteğin artmasının temel nedeni, Kongre’de son derece güçlü bağlantıları olan silah lobisi. Bu lobi öylesine güçlü ki, geçen yılın ilk dokuz ayında Kongre’de etkili olabilmek için tam 4 milyon dolar harcadı. Silahlanmanın kontrol altına alınmasını isteyenlerin aynı dönemde Kongre’deki lobi çalışmaları için harcadıkları para ise, ancak 200 bin dolar...
Eh, onca para harcanıp Kongre üyeleri istenilen pozisyona sokulunca, onların seçmenleri de önemli oranda etkileniyor. 2000’de Amerika’da silahlanma konusunda daha sıkı yasal düzenlemelere taraftar olanların oranı yüzde 62 iken, bu oran Ekim 2010'da yüzde 44’e düşmüş. 2000’de halkın yüzde 31’i "mevcut durum korunsun" derken, bu oran Ekim 2010'da yüzde 42’ye çıkmış...
Görüldüğü gibi, George W. Bush’un iktidarda olduğu 2001-2009 döneminde Amerikan toplumu bireysel silahlanmaya daha olumlu bakar hale gelmiş.
Son iki yıldır Başkan olan Obama döneminde ise, başta sözünü ettiğim etkenlerin yüzünden, Amerikan halkının aşırı sağın nefret söyleminin etkisi altında kaldığı söylenebilir.
***
Peki siz Gabrielle Giffords’a düzenlenen saldırının meydana geldiği yerde yaşıyor olsaydınız ne yapardınız?
Bir daha böyle olayların olmaması için, Kongre üyelerine baskı yapıp, bireysel silahlanmayı kolaylaştıran yasaların tekrar gözden geçirilmesini mi isterdiniz?
Yoksa milyon dolarlık silah lobisi karşısında bu çabanızın sonuç vermeyeceğini düşünüp Arizona’yı terk mi ederdiniz?
Arizona’da bunlar olmadı; aksine bu olaydan sonra silah satışları iyice hızlandı. En çok satılan silah da, 8 Ocak günü Kongre üyesi Giffords’u vuran saldırganın kullandığı Glock marka silah...
FBI’ın verdiği bilgiye göre, 10 Ocak 2011’de Arizona’daki silah satışları, bir önceki yılın aynı gününe oranla yüzde 60 daha fazla...
Herkesin silahlandığı bir toplumda şiddet son bulur mu?
Ülkemizde de silah tüccarlarının ekmeğine yağ sürülmeye çalışıldığı bir sırada bu olaydan ders almak gerek!
-
30 Ocak 2011 Pazar
23 Ocak 2011 Pazar
Dünya tükenirken...
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 23 Ocak 2011
“Piyasa ekonomisi, çevre krizine bir çözüm getirmeyecek. Bu kez Nuh’un Gemisi olmayacak. Eğer var olan durumu değiştirmezsek, en kötüsüyle karşı karşıya kalacağız. Gelecek beş ya da yedi yıl içinde küresel iklim değişikliği nedeniyle 100 milyon insan mülteci durumuna düşecek ve bu da siyasi sorunlar yaratacak. Ya kendimizi koruyacağız ya da hep birlikte yok olacağız.”
Bu uyarıyı yapan, Brezilya’daki Rio de Janeiro Devlet Üniversitesi’nde etik, çevrebilim ve din felsefesi dersleri veren, 60’tan fazla kitabın yazarı Profesör Leonardo Boff.
Dünyanın acil sorunlarına karşı pratik çözümler üzerinde çalışanlara verilen ve alternatif Nobel olarak da bilinen The Right Livelihood Award’u (Doğru Yaşam Ödülü) 2001’de kazanan isimlerden birisi. 20 yıldır çevre hareketine çok önemli desteklerde bulunan bir bilim insanı.
Prof. Boff, Tierramerica internet portalına verdiği röportajda, dünyanın gidişatına yön veren ülkelerin, yeryüzü kaynaklarını süresiz olarak kullanabilecekleri bir kasa gibi gördüğünü söylüyor. Bu yüzden, doğadaki varlıkların haklarını tanımıyor ve onları sadece birer üretim malzemesi olarak değerlendiriyorlar.
Bu sorunu yaratan, sistemin kendisi olduğundan, her ülke aynı sistem içinde büyümek amacıyla doğayı katletmeyi sürdürürse, çözüm bulunamayacak. Çünkü zaten doğanın yenileyebileceği kaynağın % 30 fazlası tüketiliyor.
***
Peki bu durumda, Boff’un önerdiği çözüm nedir?
İnsanoğlu, doğayla olan vahşi ilişkisini değiştirecek. Gerekli fonlara ve teknolojiye sahip olan dünyada bunu yapmak için siyasi istek ve duyarlılık eksik. Bunun değişmesi için herkes işbirliğine gidecek ve doğa için el ele verecek.
Nasıl olacak bu?
Bu konuda öne çıkan bazı örnek hareketler var. Örneğin uluslararası köylü hareketi Via Campesina.
1993’te ilk kongresi düzenlenen Via Campesina, dünyada çevre bilincinin gelişmesi ve doğa katliamlarını sona erdirmek için ortak eylemler düzenliyor. Şu anda 69 ülkeden 148 örgüt bu harekete üye. Türkiye’den tek üyeleri Çiftçi-Sen; ama Asya, Avrupa, Afrika ve Amerika’da yaygın bir dayanışma sağlamış durumdalar.
Bir diğer örnek de, Brezilya’daki Topraksız İşçiler hareketi (MST). Latin Amerika’nın en büyük sosyal hareketi MST’nin 23 ülkeden toplam 1.5 milyon topraksız üyesi var. Brezilya, dünyada toprakların en eşitsiz dağıtıldığı ülke; toprak sahiplerinin yüzde 1.6’sı, tarıma elverişli toprakların yüzde 46.8’ini kontrol ediyor.
MST, toplumun dikkatini toprak sorununa çekmek için yoksulları örgütlüyor. Bugüne kadar toprak işgalleriyle milyonlarca insan için toprak elde ettiler. Bu topraklarda kooperatifler, okullar ve klinikler yaptılar.
***
Bütün bu örgütlenmelerin amacı, sosyalizme doğru hareket etmek için yapısal değişiklikler yapmak. Via Campesina, MST gibi hareketler, yoksul toplum kesimleri arasında dayanışmayı güçlendirip bu yapısal değişiklikler için zemin oluşturuyor.
Prof. Boff, yaşanmakta olan sorunu bir para sorunu olarak görmüyor. Doğada denge sağlanması, ona göre insanlığın ortak görevi. Ancak bu dengenin, sorunların asıl yaratıcısı kapitalizm ile kurulmayacağı açık...
Yaşadığımız ülkede de, 6094 Sayılı Yenilenebilir Enerji Kaynakları Kanunu’nda yaptığı bir değişiklikle, bugüne kadar korunmuş tüm alanları hidroelektrik santrali inşaatlarına açan bir iktidar iş başında. Kültürel varlıkları, tarihi dokuları, SİT alanlarını talan eden anlayış egemen...
Ama yılmak yok. Bu aşamada herkes kendi üzerine düşeni yapıp doğa katliamına karşı çıkarsa, hepimiz için umut doğabilir.
Unutmayalım; Prof. Boff’un dediği gibi bizim için Nuh’un Gemisi yok; ya önlem alırız ya da hep birlikte yok oluruz...
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 23 Ocak 2011
“Piyasa ekonomisi, çevre krizine bir çözüm getirmeyecek. Bu kez Nuh’un Gemisi olmayacak. Eğer var olan durumu değiştirmezsek, en kötüsüyle karşı karşıya kalacağız. Gelecek beş ya da yedi yıl içinde küresel iklim değişikliği nedeniyle 100 milyon insan mülteci durumuna düşecek ve bu da siyasi sorunlar yaratacak. Ya kendimizi koruyacağız ya da hep birlikte yok olacağız.”
Bu uyarıyı yapan, Brezilya’daki Rio de Janeiro Devlet Üniversitesi’nde etik, çevrebilim ve din felsefesi dersleri veren, 60’tan fazla kitabın yazarı Profesör Leonardo Boff.
Dünyanın acil sorunlarına karşı pratik çözümler üzerinde çalışanlara verilen ve alternatif Nobel olarak da bilinen The Right Livelihood Award’u (Doğru Yaşam Ödülü) 2001’de kazanan isimlerden birisi. 20 yıldır çevre hareketine çok önemli desteklerde bulunan bir bilim insanı.
Prof. Boff, Tierramerica internet portalına verdiği röportajda, dünyanın gidişatına yön veren ülkelerin, yeryüzü kaynaklarını süresiz olarak kullanabilecekleri bir kasa gibi gördüğünü söylüyor. Bu yüzden, doğadaki varlıkların haklarını tanımıyor ve onları sadece birer üretim malzemesi olarak değerlendiriyorlar.
Bu sorunu yaratan, sistemin kendisi olduğundan, her ülke aynı sistem içinde büyümek amacıyla doğayı katletmeyi sürdürürse, çözüm bulunamayacak. Çünkü zaten doğanın yenileyebileceği kaynağın % 30 fazlası tüketiliyor.
***
Peki bu durumda, Boff’un önerdiği çözüm nedir?
İnsanoğlu, doğayla olan vahşi ilişkisini değiştirecek. Gerekli fonlara ve teknolojiye sahip olan dünyada bunu yapmak için siyasi istek ve duyarlılık eksik. Bunun değişmesi için herkes işbirliğine gidecek ve doğa için el ele verecek.
Nasıl olacak bu?
Bu konuda öne çıkan bazı örnek hareketler var. Örneğin uluslararası köylü hareketi Via Campesina.
1993’te ilk kongresi düzenlenen Via Campesina, dünyada çevre bilincinin gelişmesi ve doğa katliamlarını sona erdirmek için ortak eylemler düzenliyor. Şu anda 69 ülkeden 148 örgüt bu harekete üye. Türkiye’den tek üyeleri Çiftçi-Sen; ama Asya, Avrupa, Afrika ve Amerika’da yaygın bir dayanışma sağlamış durumdalar.
Bir diğer örnek de, Brezilya’daki Topraksız İşçiler hareketi (MST). Latin Amerika’nın en büyük sosyal hareketi MST’nin 23 ülkeden toplam 1.5 milyon topraksız üyesi var. Brezilya, dünyada toprakların en eşitsiz dağıtıldığı ülke; toprak sahiplerinin yüzde 1.6’sı, tarıma elverişli toprakların yüzde 46.8’ini kontrol ediyor.
MST, toplumun dikkatini toprak sorununa çekmek için yoksulları örgütlüyor. Bugüne kadar toprak işgalleriyle milyonlarca insan için toprak elde ettiler. Bu topraklarda kooperatifler, okullar ve klinikler yaptılar.
***
Bütün bu örgütlenmelerin amacı, sosyalizme doğru hareket etmek için yapısal değişiklikler yapmak. Via Campesina, MST gibi hareketler, yoksul toplum kesimleri arasında dayanışmayı güçlendirip bu yapısal değişiklikler için zemin oluşturuyor.
Prof. Boff, yaşanmakta olan sorunu bir para sorunu olarak görmüyor. Doğada denge sağlanması, ona göre insanlığın ortak görevi. Ancak bu dengenin, sorunların asıl yaratıcısı kapitalizm ile kurulmayacağı açık...
Yaşadığımız ülkede de, 6094 Sayılı Yenilenebilir Enerji Kaynakları Kanunu’nda yaptığı bir değişiklikle, bugüne kadar korunmuş tüm alanları hidroelektrik santrali inşaatlarına açan bir iktidar iş başında. Kültürel varlıkları, tarihi dokuları, SİT alanlarını talan eden anlayış egemen...
Ama yılmak yok. Bu aşamada herkes kendi üzerine düşeni yapıp doğa katliamına karşı çıkarsa, hepimiz için umut doğabilir.
Unutmayalım; Prof. Boff’un dediği gibi bizim için Nuh’un Gemisi yok; ya önlem alırız ya da hep birlikte yok oluruz...
-
Etiketler:
çevre,
Dünya,
iklim değişikliği,
kapitalizm,
Leonardo Boff,
sosyalizm,
teknoloji
16 Ocak 2011 Pazar
Bulunmaz Hint kumaşı gibi politikacı
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 16 Ocak 2011
Barack Obama’nın yakın ekibi, Beyaz Saray’daki iki yılın sonunda birer birer dağılıyor. Obama’nın Başdanışmanı David Axelrod, baharda 2012’deki seçim kampanyasına odaklanmak üzere Washington’dan ayrılıp Chicago’ya gidiyor. Onun yerine seçim kampanyasının direktörü David Plouffe’nin geleceği söyleniyor.
Beyaz Saray Sözcüsü Robert Gibbs, şubat ayı başında görevini bırakacağını ve dışardan siyasi danışmanlığı sürdüreceğini açıkladı. Onun yerine de yardımcılarından Bill Burton veya Josh Earnest’ın ya da Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın Sözcüsü Jay Carney’in getirileceği şeklinde söylentiler dolaşıyor.
Obama’nın en yakın çalışma grubundaki en büyük değişiklik ise, Beyaz Saray Genel Sekreterliği’ne yapılacak yeni atamayla yaşandı. Rahm Emanuel’in Chicago Belediye Başkanlığı’na aday olma kararı alıp ayrılmasından sonra, bu görevi geçici olarak Pete Rouse yürütüyordu.
Geçen perşembe günü, ABD Başkanı'nın Rouse’un yerine William Daley’i atadığı haberi geldi. Anlaşılıyor ki, Obama, kasım ayındaki Kongre seçimlerinde Cumhuriyetçiler lehine değişen hava ve yaklaşan başkanlık seçimi nedeniyle ekibinde önemli değişiklikler yapma gereği duyuyor.
***
Bütün bu yeni isimler arasında en çok dikkati çeken elbette William Daley. Amerikan politikasını yakından izleyenler, Beyaz Saray’daki en etkili makamlardan birisine getirilen bu isme yabancı değil.
Bill Clinton döneminde Ekonomi Bakanı’ydı kendisi. Ayrıca küresel finans hizmetleri sunan JP Morgan Chase’in Orta Batı Amerika'dan Sorumlu Yöneticisi, Boeing Co., Abbott Laboratuvarı, Boston Properties gibi dev şirketlerin yönetim kurulu üyesi...
Obama’nın Daley’i bu göreve getirmesi, iş dünyası ve Cumhuriyetçi Parti ile ilişkileri göz önünde bulundurduğu şeklinde yorumlanabilir. Daley’in geçenlerde Obama’nın onayladığı vergi paketi için Cumhuriyetçi Parti’yle uzlaşma sağlanmasında rolü olduğu da biliniyor.
William Daley’in, önceki Genel Sekreter Rahm Emanuel’le en büyük ortak yanı, Demokrat Parti’nin merkezci hareketinde yer alması. The Nation’da çıkan bir habere göre, yeni genel sekreterin geçmişi bir Demokrat için pek parlak değil...
Neden? Çünkü iletişim devi SBC için lobi faaliyetlerinde bulundu; ilaç firması Merck’in yönetim kurulunda görev yaparken sağlık reformu paketi nedeniyle Obama yönetimini sola kaymakla eleştirdi. Amerikan Sendikal Hareketi AFL-CIO’nun Başkanı John Sweeney’e göre Daley, “çalışan kesimin tam karşı tarafında yer alıyor.”
***
Başından beri bütün politikasını iki parti arasında denge kurma yönünde geliştiren pragmatist bir başkan Obama. Bu şekilde Kongre’ye işlerlik kazandırabileceğini umuyor. Belki ilk başta, son yıllarda iki farklı kampa ayrılan bir ülkede böyle bir politika izlemek, en doğru yol gibi görünebilir.
Ancak Obama’nın başkanlıktaki iki yıllık performansına bakılırsa, bu yöntemle pek de kimseyi hoşnut edemediği ortada. Kongre seçimlerinin de ortaya çıkardığı gibi, Demokrat Partililer, Obama’yı karşı tarafa fazla ödün veren politikaları nedeniyle eleştiriyor; kendilerine önce “değişim” önerip, sonra hayal kırıklığı yaşattığını söylüyor. Cumhuriyetçiler ise, zaten ne yaparsa yapsın, ilk siyahi başkan Obama’yı yerden yere vurmakla meşgul...
Bu durumda bir politikacının vaat ettiği ideallere uygun politikalar üretmesi mi, yoksa karşıtlarını etkilemek için sürekli ödünler vermesi mi daha akıllıcadır?
Ben her zaman ilkinden yana oldum. Biliyorum bulunmaz Hint kumaşı gibi ama ben politikacının da olduğu gibi görünen ya da göründüğü gibi olanını seviyorum.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 16 Ocak 2011
Barack Obama’nın yakın ekibi, Beyaz Saray’daki iki yılın sonunda birer birer dağılıyor. Obama’nın Başdanışmanı David Axelrod, baharda 2012’deki seçim kampanyasına odaklanmak üzere Washington’dan ayrılıp Chicago’ya gidiyor. Onun yerine seçim kampanyasının direktörü David Plouffe’nin geleceği söyleniyor.
Beyaz Saray Sözcüsü Robert Gibbs, şubat ayı başında görevini bırakacağını ve dışardan siyasi danışmanlığı sürdüreceğini açıkladı. Onun yerine de yardımcılarından Bill Burton veya Josh Earnest’ın ya da Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın Sözcüsü Jay Carney’in getirileceği şeklinde söylentiler dolaşıyor.
Obama’nın en yakın çalışma grubundaki en büyük değişiklik ise, Beyaz Saray Genel Sekreterliği’ne yapılacak yeni atamayla yaşandı. Rahm Emanuel’in Chicago Belediye Başkanlığı’na aday olma kararı alıp ayrılmasından sonra, bu görevi geçici olarak Pete Rouse yürütüyordu.
Geçen perşembe günü, ABD Başkanı'nın Rouse’un yerine William Daley’i atadığı haberi geldi. Anlaşılıyor ki, Obama, kasım ayındaki Kongre seçimlerinde Cumhuriyetçiler lehine değişen hava ve yaklaşan başkanlık seçimi nedeniyle ekibinde önemli değişiklikler yapma gereği duyuyor.
***
Bütün bu yeni isimler arasında en çok dikkati çeken elbette William Daley. Amerikan politikasını yakından izleyenler, Beyaz Saray’daki en etkili makamlardan birisine getirilen bu isme yabancı değil.
Bill Clinton döneminde Ekonomi Bakanı’ydı kendisi. Ayrıca küresel finans hizmetleri sunan JP Morgan Chase’in Orta Batı Amerika'dan Sorumlu Yöneticisi, Boeing Co., Abbott Laboratuvarı, Boston Properties gibi dev şirketlerin yönetim kurulu üyesi...
Obama’nın Daley’i bu göreve getirmesi, iş dünyası ve Cumhuriyetçi Parti ile ilişkileri göz önünde bulundurduğu şeklinde yorumlanabilir. Daley’in geçenlerde Obama’nın onayladığı vergi paketi için Cumhuriyetçi Parti’yle uzlaşma sağlanmasında rolü olduğu da biliniyor.
William Daley’in, önceki Genel Sekreter Rahm Emanuel’le en büyük ortak yanı, Demokrat Parti’nin merkezci hareketinde yer alması. The Nation’da çıkan bir habere göre, yeni genel sekreterin geçmişi bir Demokrat için pek parlak değil...
Neden? Çünkü iletişim devi SBC için lobi faaliyetlerinde bulundu; ilaç firması Merck’in yönetim kurulunda görev yaparken sağlık reformu paketi nedeniyle Obama yönetimini sola kaymakla eleştirdi. Amerikan Sendikal Hareketi AFL-CIO’nun Başkanı John Sweeney’e göre Daley, “çalışan kesimin tam karşı tarafında yer alıyor.”
***
Başından beri bütün politikasını iki parti arasında denge kurma yönünde geliştiren pragmatist bir başkan Obama. Bu şekilde Kongre’ye işlerlik kazandırabileceğini umuyor. Belki ilk başta, son yıllarda iki farklı kampa ayrılan bir ülkede böyle bir politika izlemek, en doğru yol gibi görünebilir.
Ancak Obama’nın başkanlıktaki iki yıllık performansına bakılırsa, bu yöntemle pek de kimseyi hoşnut edemediği ortada. Kongre seçimlerinin de ortaya çıkardığı gibi, Demokrat Partililer, Obama’yı karşı tarafa fazla ödün veren politikaları nedeniyle eleştiriyor; kendilerine önce “değişim” önerip, sonra hayal kırıklığı yaşattığını söylüyor. Cumhuriyetçiler ise, zaten ne yaparsa yapsın, ilk siyahi başkan Obama’yı yerden yere vurmakla meşgul...
Bu durumda bir politikacının vaat ettiği ideallere uygun politikalar üretmesi mi, yoksa karşıtlarını etkilemek için sürekli ödünler vermesi mi daha akıllıcadır?
Ben her zaman ilkinden yana oldum. Biliyorum bulunmaz Hint kumaşı gibi ama ben politikacının da olduğu gibi görünen ya da göründüğü gibi olanını seviyorum.
-
Etiketler:
Amerika,
Barack Obama,
Bill Clinton,
David Axelrod,
David Plouffe,
Jay Carney,
Joe Biden,
Pete Rouse,
politika,
Rahm Emanuel,
Robert Gibbs,
William Daley
9 Ocak 2011 Pazar
Sahte Solcu
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 9 Ocak 2011
2011, Türkiye’de genel seçim yılı. Herkesin aklında aynı sorular dolaşıyor.
İktidar değişecek mi?
AKP’nin oyları düşecek mi?
Kılıçdaroğlu’nun başkanlığında ilk kez genel seçime girecek olan CHP’nin oy grafiği nasıl değişecek?
“Demokratik özerklik projesi” BDP’nin oylarına nasıl yansıyacak?
Gelecek dört yıl boyunca görev yapacak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin partilere göre dağılımı nasıl olacak?
Türkiye’nin siyaset sahnesini izleyip bütün bu soruların yanıtlarına dair işaretler arıyorum. Aynı zamanda son sekiz yıldır iktidarda olan AKP’nin hukuku hiçe sayarak gerçekleştirdiği onca adaletsizliğe karşın neden hâlâ destek bulduğunu anlamaya çalışıyorum.
“İleri demokrasi” getireceğini iddia ederek ülkeyi The Economist’in “melez rejimler” diye nitelediği üçüncü sınıf demokrasiler arasına yerleştiren bir partinin neden Avrupa Birliği ve Amerika tarafından onaylandığını sorguluyorum...
AB ve Amerika’nın AKP’ye verdiği desteğin nedenini anlamak zor değil. Emperyalizm, her zaman çıkarlarıyla çatışmayacak iktidarları gözetir...
***
Benim için asıl ilginç olan, AKP yıpransa da halk desteğinin bir şekilde sürmesi... Onca skandal, onca yolsuzluk ve işsizlik ortadayken bu nasıl oluyor?
Sakın Amerikalılar gibi, “It’s the economy, stupid!” (Önce ekonomi, aptal!) demeyin. Çünkü krizin yükünü emekçilere yıkmaya çalışan iktidar, günlük bir simit parası kadar zam yaptığı ücretliyi perişan etmiş, hakkını arayan işçileri biber gazıyla susturmuş, insanca yaşam isteyen emekçiyi küresel kapitalizmin çarkında ezmiştir.
Öyleyse neden ekonomi değilse nedir? Sadece sandıklarda yapılan usulsüzlükler, seçim öncesi dağıtılan kömür, erzak vs. ve para ile satın alınan oylar mı AKP’yi iktidarda tutuyor?
Dini siyasette kullandığı için dindar kesimlerin ve cemaatin doğal desteğini aldığını kabul edelim. Peki yazarıyla, gazetecisiyle, sanatçısıyla, kendini solda gören “liberal solcular” neden AKP’ye taraftar?
***
Bu konu üzerinde düşünürken Amerika’da gerçekleştirilen bilişsel bir çalışmaya rastladım. Michigan Üniversitesi’nde yapılan araştırmada, gerçeklerin mutlaka insanların önceden sahip oldukları fikirlerin değiştirmesine yol açmadığı; üstelik ters yönde bir etki yarattığı ortaya çıkmış.
Özellikle siyasi partilerin yandaşları söz konusu olduğunda, yanlış bilgiye sahip kişiler, doğruları ortaya koyan haberlerle karşılaştıklarında görüşlerini çok ender olarak değiştiriyor; ayrıca o zamana kadar inandıkları düşünceler de daha çok bileniyor.
Araştırma ekibinin başındaki siyaset bilimci Brendan Nyhan, “yanıldığını itiraf etme düşüncesinin insanlar için ürkütücü olduğunu” söylüyor. Bu durumda da, “bilişsel uyumsuzluktan kaçınmak için ‘geri tepme’ denilen savunma mekanizmasının devreye girdiğini” belirtiyor.
Nyhan’ın bilimsel ifadelerle anlattığı bu durum şudur basitçe: Yanıldığını kabul etmemek için kendi kendini kandırma! Düşünceleri gerçekler doğrultusunda değil, inançlar doğrultusunda oluşturmanın sonucudur bu.
Bu bilgiler özellikle “liberal sol” denilen kesimin davranışını açıklamaya yarayabilir. Sonuçta, bir zamanlar ülkeye demokrasi getireceğine inandıkları iktidar giderek ceberrut bir hal aldı. “İleri demokrasi” vaat ederken muhalif olan herkesi tehdit eden bu iktidarı destekleyerek yanlış yaptıklarını itiraf etmemek için bir tür savunma mekanizması geliştirmiş olmalılar...
Ancak bilişsel uyumsuzluktan kaçalım derken ideolojik uyumsuzlukla karşı karşıyalar...
Çünkü hiçbir gerçek solcu bu iktidara destek vermez! Verdiğini söylüyorsa, sahte solcudur o...
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 9 Ocak 2011
2011, Türkiye’de genel seçim yılı. Herkesin aklında aynı sorular dolaşıyor.
İktidar değişecek mi?
AKP’nin oyları düşecek mi?
Kılıçdaroğlu’nun başkanlığında ilk kez genel seçime girecek olan CHP’nin oy grafiği nasıl değişecek?
“Demokratik özerklik projesi” BDP’nin oylarına nasıl yansıyacak?
Gelecek dört yıl boyunca görev yapacak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin partilere göre dağılımı nasıl olacak?
Türkiye’nin siyaset sahnesini izleyip bütün bu soruların yanıtlarına dair işaretler arıyorum. Aynı zamanda son sekiz yıldır iktidarda olan AKP’nin hukuku hiçe sayarak gerçekleştirdiği onca adaletsizliğe karşın neden hâlâ destek bulduğunu anlamaya çalışıyorum.
“İleri demokrasi” getireceğini iddia ederek ülkeyi The Economist’in “melez rejimler” diye nitelediği üçüncü sınıf demokrasiler arasına yerleştiren bir partinin neden Avrupa Birliği ve Amerika tarafından onaylandığını sorguluyorum...
AB ve Amerika’nın AKP’ye verdiği desteğin nedenini anlamak zor değil. Emperyalizm, her zaman çıkarlarıyla çatışmayacak iktidarları gözetir...
***
Benim için asıl ilginç olan, AKP yıpransa da halk desteğinin bir şekilde sürmesi... Onca skandal, onca yolsuzluk ve işsizlik ortadayken bu nasıl oluyor?
Sakın Amerikalılar gibi, “It’s the economy, stupid!” (Önce ekonomi, aptal!) demeyin. Çünkü krizin yükünü emekçilere yıkmaya çalışan iktidar, günlük bir simit parası kadar zam yaptığı ücretliyi perişan etmiş, hakkını arayan işçileri biber gazıyla susturmuş, insanca yaşam isteyen emekçiyi küresel kapitalizmin çarkında ezmiştir.
Öyleyse neden ekonomi değilse nedir? Sadece sandıklarda yapılan usulsüzlükler, seçim öncesi dağıtılan kömür, erzak vs. ve para ile satın alınan oylar mı AKP’yi iktidarda tutuyor?
Dini siyasette kullandığı için dindar kesimlerin ve cemaatin doğal desteğini aldığını kabul edelim. Peki yazarıyla, gazetecisiyle, sanatçısıyla, kendini solda gören “liberal solcular” neden AKP’ye taraftar?
***
Bu konu üzerinde düşünürken Amerika’da gerçekleştirilen bilişsel bir çalışmaya rastladım. Michigan Üniversitesi’nde yapılan araştırmada, gerçeklerin mutlaka insanların önceden sahip oldukları fikirlerin değiştirmesine yol açmadığı; üstelik ters yönde bir etki yarattığı ortaya çıkmış.
Özellikle siyasi partilerin yandaşları söz konusu olduğunda, yanlış bilgiye sahip kişiler, doğruları ortaya koyan haberlerle karşılaştıklarında görüşlerini çok ender olarak değiştiriyor; ayrıca o zamana kadar inandıkları düşünceler de daha çok bileniyor.
Araştırma ekibinin başındaki siyaset bilimci Brendan Nyhan, “yanıldığını itiraf etme düşüncesinin insanlar için ürkütücü olduğunu” söylüyor. Bu durumda da, “bilişsel uyumsuzluktan kaçınmak için ‘geri tepme’ denilen savunma mekanizmasının devreye girdiğini” belirtiyor.
Nyhan’ın bilimsel ifadelerle anlattığı bu durum şudur basitçe: Yanıldığını kabul etmemek için kendi kendini kandırma! Düşünceleri gerçekler doğrultusunda değil, inançlar doğrultusunda oluşturmanın sonucudur bu.
Bu bilgiler özellikle “liberal sol” denilen kesimin davranışını açıklamaya yarayabilir. Sonuçta, bir zamanlar ülkeye demokrasi getireceğine inandıkları iktidar giderek ceberrut bir hal aldı. “İleri demokrasi” vaat ederken muhalif olan herkesi tehdit eden bu iktidarı destekleyerek yanlış yaptıklarını itiraf etmemek için bir tür savunma mekanizması geliştirmiş olmalılar...
Ancak bilişsel uyumsuzluktan kaçalım derken ideolojik uyumsuzlukla karşı karşıyalar...
Çünkü hiçbir gerçek solcu bu iktidara destek vermez! Verdiğini söylüyorsa, sahte solcudur o...
-
Etiketler:
AKP,
Amerika,
Avrupa Birliği,
BDP,
Brendan Nyhan,
CHP,
emperyalizm,
işsizlik,
Kemal Kılıçdaroğlu,
liberal sol,
sol
2 Ocak 2011 Pazar
Dünyanın Bütün Emekçileri Birleşin!
© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 2 Ocak 2011
Kimileri sanal dünyaya burun kıvırsa da ya da Diyanet İşleri Başkanı gibi sosyal medyayı "zehirli araçlar" olarak görse de, şu bir gerçek ki internet bütün yaşantımızı yeniden şekillendiriyor.
Ben, “Hayat sosyal medyada dönüyor” diyecek kadar ileri gitmesem de, akıllıca kullanıldığı takdirde, bu araçların çok yararlı olduğuna inananıyorum.
Kısa bir süre önce sinemalarda gösterilen Facebook filmini duymuşsunuzdur; üzerinde çok konuşuldu, çok yazıldı. Ben, bu popüler sosyal ağa üye değilim; ancak dünyanın her yerinden 500 milyondan fazla üyesi olduğunu biliyorum.
İnternet üzerinde arkadaşlıklar kurmak, çeşitli ilgi alanlarında bilgi ve görüş paylaşmak, çağımızın bir gerçeği. Bana göre, bu yeni sanal dünyayı küçümsemek yerine, insanlar arasında zaman ve mekan farklarını ortadan kaldıracak şekilde ortak bir amaç için kullanmak çok daha akıllıca...
***
Bunun en güzel örneğini anlatan bir habere geçenlerde yine sosyal medyada rastladım. Twitter’da takip ettiğim bir arkadaşım, Unionbook ile ilgili bir yazıya ait linki paylaşmış. Örsan Şenalp’in emekdunyasi.net’te çıkan “Bir sosyal ağ dünyanın bütün işçilerini birleştirebilir mi?” başlıklı yazısını ilgiyle okudum.
"Unionbook, Facebook’un sendikal versiyonu” diyor yazıda. Gerçekten de tamamen Facebook örnek alınarak başlatılmış bir proje bu. Farklı iş kollarından sendikalarla ilgili uzman, yönetici, akademisyen ve çalışanları buluşturan bir sosyal ağ olarak kurulmuş. Üye sayısı Facebook’a göre henüz çok az; şu anda 2700 civarında ama örgütlenme için şimdiden önemli bir umut vaat ediyor.
Kanada merkezli LabourStart ekibinin başlattığı bu projenin fikir babası, işçi hareketi ve internet kullanımı üzerine çeşitli kitapları da yayınlanan, sosyal demokrat görüşlü Eric Lee. Daha birkaç aylık bir geçmişi olmasına karşın Unionbook’un ilgi görmesinin en önemli nedeni, örgütlenme bakımından sendikalara hızlı ve kolay bir yol önermesi.
Hızlı ve kolay; çünkü Skype (internette ücretsiz ve kameralı telefon görüşmesine olanak sağlayan program) ve Facebook ile aynı anda kullanıldığında ve Google'ın çeviri sisteminden faydalanıldığında emekçiler için dev bir platform haline geliyor.
Şenalp’in yazısındaki şu satırların altını çizmek isterim:
“Bu yeni teknolojiler iletişim, dayanışma, paylaşım, değiş tokuş gibi, işçi hareketinin yenilenmesi, sendikal yapıların dönüşümü ve demokratikleşmesi gibi çok önemli fonksiyonlar yerine getirmenin ötesinde de bir potansiyel taşıyor. Bize göre artık, yarı sanal-yarı gerçek belki ama işçileri nerede olurlarsa olsunlar, milliyetleri ne olursa olsun birleştirebilecek ve doğrudan demokrasi ile işleyebilecek bir sendikal örgütlenmenin, en azından, düşlenebilmesi mümkün hale gelmiştir.”
***
Unionbook’a girip şöyle bir göz attığınızda, Türkiye’den de çok sayıda üyesi olduğunu görüyorsunuz. Bu durum insanın aklına şu soruları getiriyor:
Acaba emekçi haklarını korumak için bir türlü bir araya gelemeyen sendikalar böyle bir yapıda buluşur mu?
Acaba işçiler arasındaki dayanışma bu yolla daha güçlü bir hale gelir mi?
Acaba gerçek anlamda sosyalist ve işlevsel bir Sosyalist Enternasyonel, Unionbook ile hayata geçirilebilir mi?
İnternetin bilinen kalıplaşmış kurumları, yapıları teker teker yerle bir ettiği yılları yaşıyoruz. New York Üniversitesi’nden Prof. Jay Rosen, WikiLeaks’i “dünyanın ilk devletsiz haber örgütü” diye niteliyor.
Facebook ülke olsa, bu üye sayısıyla Çin ve Hindistan’ın ardından dünyanın üçüncü ülkesi olurdu deniyor.
Öyleyse neden Unionbook dünyanın en büyük işçi sendikası olmasın?
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 2 Ocak 2011
Kimileri sanal dünyaya burun kıvırsa da ya da Diyanet İşleri Başkanı gibi sosyal medyayı "zehirli araçlar" olarak görse de, şu bir gerçek ki internet bütün yaşantımızı yeniden şekillendiriyor.
Ben, “Hayat sosyal medyada dönüyor” diyecek kadar ileri gitmesem de, akıllıca kullanıldığı takdirde, bu araçların çok yararlı olduğuna inananıyorum.
Kısa bir süre önce sinemalarda gösterilen Facebook filmini duymuşsunuzdur; üzerinde çok konuşuldu, çok yazıldı. Ben, bu popüler sosyal ağa üye değilim; ancak dünyanın her yerinden 500 milyondan fazla üyesi olduğunu biliyorum.
İnternet üzerinde arkadaşlıklar kurmak, çeşitli ilgi alanlarında bilgi ve görüş paylaşmak, çağımızın bir gerçeği. Bana göre, bu yeni sanal dünyayı küçümsemek yerine, insanlar arasında zaman ve mekan farklarını ortadan kaldıracak şekilde ortak bir amaç için kullanmak çok daha akıllıca...
***
Bunun en güzel örneğini anlatan bir habere geçenlerde yine sosyal medyada rastladım. Twitter’da takip ettiğim bir arkadaşım, Unionbook ile ilgili bir yazıya ait linki paylaşmış. Örsan Şenalp’in emekdunyasi.net’te çıkan “Bir sosyal ağ dünyanın bütün işçilerini birleştirebilir mi?” başlıklı yazısını ilgiyle okudum.
"Unionbook, Facebook’un sendikal versiyonu” diyor yazıda. Gerçekten de tamamen Facebook örnek alınarak başlatılmış bir proje bu. Farklı iş kollarından sendikalarla ilgili uzman, yönetici, akademisyen ve çalışanları buluşturan bir sosyal ağ olarak kurulmuş. Üye sayısı Facebook’a göre henüz çok az; şu anda 2700 civarında ama örgütlenme için şimdiden önemli bir umut vaat ediyor.
Kanada merkezli LabourStart ekibinin başlattığı bu projenin fikir babası, işçi hareketi ve internet kullanımı üzerine çeşitli kitapları da yayınlanan, sosyal demokrat görüşlü Eric Lee. Daha birkaç aylık bir geçmişi olmasına karşın Unionbook’un ilgi görmesinin en önemli nedeni, örgütlenme bakımından sendikalara hızlı ve kolay bir yol önermesi.
Hızlı ve kolay; çünkü Skype (internette ücretsiz ve kameralı telefon görüşmesine olanak sağlayan program) ve Facebook ile aynı anda kullanıldığında ve Google'ın çeviri sisteminden faydalanıldığında emekçiler için dev bir platform haline geliyor.
Şenalp’in yazısındaki şu satırların altını çizmek isterim:
“Bu yeni teknolojiler iletişim, dayanışma, paylaşım, değiş tokuş gibi, işçi hareketinin yenilenmesi, sendikal yapıların dönüşümü ve demokratikleşmesi gibi çok önemli fonksiyonlar yerine getirmenin ötesinde de bir potansiyel taşıyor. Bize göre artık, yarı sanal-yarı gerçek belki ama işçileri nerede olurlarsa olsunlar, milliyetleri ne olursa olsun birleştirebilecek ve doğrudan demokrasi ile işleyebilecek bir sendikal örgütlenmenin, en azından, düşlenebilmesi mümkün hale gelmiştir.”
***
Unionbook’a girip şöyle bir göz attığınızda, Türkiye’den de çok sayıda üyesi olduğunu görüyorsunuz. Bu durum insanın aklına şu soruları getiriyor:
Acaba emekçi haklarını korumak için bir türlü bir araya gelemeyen sendikalar böyle bir yapıda buluşur mu?
Acaba işçiler arasındaki dayanışma bu yolla daha güçlü bir hale gelir mi?
Acaba gerçek anlamda sosyalist ve işlevsel bir Sosyalist Enternasyonel, Unionbook ile hayata geçirilebilir mi?
İnternetin bilinen kalıplaşmış kurumları, yapıları teker teker yerle bir ettiği yılları yaşıyoruz. New York Üniversitesi’nden Prof. Jay Rosen, WikiLeaks’i “dünyanın ilk devletsiz haber örgütü” diye niteliyor.
Facebook ülke olsa, bu üye sayısıyla Çin ve Hindistan’ın ardından dünyanın üçüncü ülkesi olurdu deniyor.
Öyleyse neden Unionbook dünyanın en büyük işçi sendikası olmasın?
-
Etiketler:
emekçi hakları,
Facebook,
internet,
internet medyası,
Jay Rosen,
sendika,
sosyal medya,
sosyalist enternasyonel,
Unionbook