sosyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sosyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Mayıs 2012 Pazar

Kentsel Devrim ve David Harvey

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 6 Mayıs 2012

Geçen ay New York’ta bir arkadaşımla Occupy Wall Street (OWS) hareketi hakkında konuşurken iki farklı görüşü savunuyorduk.

O diyordu ki; “Bu, sola temel yaratacak bir işçi örgütlenmesinden yoksun lümpen bir harekettir. Dolayısıyla bu aşamada geleceğe dönük bir etki yaratması zor. Ayrıca bu haliyle tıkaç görevi görerek bir anlamda sistemin sürmesine neden oluyor.

Ben ise, bu görüşe karşı çıkarak, OWS’nin etkisinin bir anda değil, zaman içinde daha net ortaya çıkacağını ve New York’tan başlayıp tüm dünyaya yayılan bu hareketin kentlerde yaşayan geniş kalabalıkları işin içine katması açısından önemli olduğunu söylüyordum.

***

Arkadaşımla sonunda anlaşamadık ama keyifli bir tartışmaydı. Konuştuklarımızı yeniden hatırlamama City University of New York (CUNY) antropoloji profesörlerinden, sosyal teorisyen David Harvey’in Salon.com’a verdiği röportaj neden oldu.

Prof. Harvey, “Rebel Cities: From the Right to the City to the Urban Revolution” adlı yeni kitabında, serbest pazar politikalarının, düşük gelirli toplum kesimlerinin kamusal alandaki yerini daraltarak kent hayatında nasıl bir sarsıntı yarattığını ortaya koyuyor.

Bu konuya eğilirken, 1871 Paris Komünü’nün bugünkü hareket için önemine de değiniyor. OWS’yi örgütlü çalışanların öncülüğünde gerçekleştirilmediği, “precariat” (yani serbest çalışan ve herhangi bir sendikaya bağlı olmayanlar) denilen gruba dayanarak meydana geldiği için umutsuz görenlere de karşı çıkıyor. Bugüne kadar hep sendikalara ve işçilere odaklanan solun, kent hayatını şekillendiren üretici, yaratıcı kesimi ihmal ettiğinin altını çiziyor.

Paris Komünü’nü gerçekleştirenler de fabrika işçisi değil, sanat emekçileriydi. 1960’ların ve 70’lerin endüstri toplumundan bugüne birçok fabrikanın, iş kolunun artık yok olduğunu hesaba katarsak, solun bugünkü temel dayanağı nerede?

Harvey’in buna yanıtı şu: “Kent hayatını yaşatarak dönüştüren bütün üretici kesimler.” Bu kesim sürekli bir yerden diğerine hareket ettiğinden, kolaylıkla örgütlenebilen bir grup değil ama potansiyel politik güçleri çok önemli.

Bu durumda, yazının başına dönersek, arkadaşıma karşı savunduğum görüşler, Prof. Harvey’inkiyle örtüşüyor. OWS’nin temelinde yer alan insanlar, “işçi örgütlenmesinden yoksun” olsa da, işe yaramaz bir lümpen takımı değildir.

***

Konunun en önemli yanlarından birisi de, bundan sonra ne olacağı...

Zengin kesim kendi çıkarları doğrultusunda kentleri organize ederken yoksulların bu dönüşümde hiçbir söz hakkı yok. Giderek artan ekonomik ve sosyal eşitsizliğe karşın neden Amerika’da ve dünyanın diğer bölgelerinde daha fazla eylem olmuyor?

Harvey’in buna verdiği yanıt ilginç. Polisi emri altına alan çok büyük bir parasal güç var ve şu anda dünyada 11 Eylül sonrasında, herhangi bir bölgede yaşanan kargaşanın derhal terör hareketi olarak değerlendirilmesi söz konusu.

Öyleyse yakın gelecek hakkında umut var mı?

Harvey, umutsuz değil. Nedenini açıklarken 1930’larda yaşananlarla paralellik kuruyor: “1929 Dünya Ekonomik Bunalımı olduğunda gerçek protestolar 1933 yılına kadar gerçekleşmedi; ancak o tarihten sonra büyük eylemler görmeye başladık. Durgunluk, depresyon, ne derseniz deyin, bu henüz bitmedi. İşsizlik hâlâ çok büyük oranlarda, insanlar evlerini kaybetmeye devam ediyor ve bunun geçici değil, kalıcı bir durum olduğunun farkına varıyorlar. Bu noktadan itibaren büyük çaplı bir karışıklığın doğması muhtemeldir. 1987’deki gibi bir çöküntü yaşayıp, birkaç yıl sonra ayağa kalkabileceğimiz bir durum değil bugünkü.

Yaşadığımız günler, önemli bir sürecin parçası.

30 Ekim 2011 Pazar

Dokuz Yıl Önceki Wall Street Protestosu

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 30 Ekim 2011

Haftalardır dünya finans piyasalarının merkezinde yaşanan Wall Street İşgali’ni izliyoruz. New York’ta başlayan protesto, önce Amerika’nın birçok eyaletine, sonra da dünyanın farklı başkentlerine yayılan çok büyük boyutlu bir hareket halini aldı.

Wall Street Protestosu denilince, bugüne kadar benim aklıma ilk anda 2002 yılında tanık olduğum bir gösteri gelirdi. Amerika’yı George W. Bush’un yönettiği yıllardı. Medyada Irak’ın çok yakında işgal edileceği yazılıyor, Bush’un neoliberal politikaları Amerikan orta sınıfını ezip geçiyordu.

Tam o günlerde, 4 Ekim 2002’de Amerikan solunun tanınmış isimlerinden, tüketici hakları savunucusu ve avukat Ralph Nader, “Take it to The Street” (Sokağa Taşı) adlı bir kampanya başlattı.

Nader’ın ana hedefi, Wall Street’teki yolsuzluğa karşı çıkmak ve bunu sokak protestolarıyla ülkeye yaymaktı. Kampanyanın açılışı, Wall Street’te New York Borsası’nın karşısındaki alanda onbinlerce kişinin katılımıyla yapıldı. Onların arasında ben de vardım.

Kalabalıktakilerle konuşmuş, neden bu kampanyaya destek verdiklerini sormuştum. Şirketlerin milyonlarca doları halkın cebinden çaldığını söylüyordu hepsi. Polisin bariyerler koyarak, katılımcıları belli bir alana hapsetme çabaları arasında sıkışıp kalmış, yağmur altında ıslanıyorduk. Ama kimsenin bir yere gideceği yoktu; herkes Nader’ın yapacağı konuşmayı bekliyordu.

Ardı ardına 7-8 kişi konuştuktan sonra, sahnede yanında gitarist Oliver Ray’le birlikte Patti Smith’i gördük. O anda Wall Street’e hakim olan heyecanı kelimelerle anlatmak olanaksız.

Bugüne kadar Patti Smith’i birçok kez konserlerde izledim. Her biri unutulmayacak kadar güzeldi ama o gün tek bir gitarla, sol yumruğu havada söylediği “People Have the Power!”, bugüne kadar tanık olduğum en etkileyici dakikalardı. Onca insanın punk rock’ın bu özgün sesine hep birlikte eşlik edişi, Wall Street’teki bütün binaları titretecek kadar güçlüydü.

Ralph Nader, o gün 12 maddelik kongre adaylığı duyurusunu da açıkladığı konuşmasında şöyle diyordu: “Şirketler asla bizim efendimiz olmak için tasarlanmadı; aksine kamu çıkarı adına bizlere hizmet için kuruldu. Ama para hırsı, sonunda hile, yolsuzluk ve suçla dönen spekülatif bir kumarhane yarattı. Bizler halk olarak kendi kaynaklarımızı kontrol altına almalıyız!

Nader’ın sözleri, dinleyicilerin “Açgözlülük bitsin!” şeklindeki coşkulu tezahüratlarıyla karşılanmıştı. Kalabalık arasında Nader’ı desteklemese de kuduran kapitalizme karşı olanlar da vardı. O gün Wall Street’te bizzat duyduğum sloganların, gördüğüm pankartların aynılarını, bugün yine medyadaki Wall Street’i İşgal haberlerinde görüyorum.

Dokuz yıl önce oldu bunlar; 2008 Ekonomik Krizi’nden altı yıl önce... O günden bu yana ne yapıldı Amerika’da? Obama, zengin sınıfa karşı orta sınıfı yeterince destekleyebildi mi? Hayır.

Bütçe açığını azaltmak için zenginlerin vergilerini artırmayı istediğini söylerken, “Bu bir sınıf savaşı değil, matematik” diyor ve işin aslını inkar ediyor. Amerika’da hiçbir politikacı itiraf etmek istemese de, bu tam bir sınıf savaşı! 2002’de de bugün de Wall Street’i dolduran insanlar, hakça bir düzen istiyor, kapitalizmin sömürüsüne isyan ediyorlar.

Ama bu politika... Obama’nın, işgal hareketini kendi yanına çekerek, aşırı sağcı Çay Partisi hareketini dengelemek için kullanmak isteyeceği de açık. Oysa Wall Street işgalcilerinin temsilcisi ne büyük sermayenin milyonlarıyla seçilen Obama olabilir ne de başka bir Demokrat Partili. Meydanlarda yankılanan talepleri ancak bağımsız bir sosyalist aday yerine getirir.

-

3 Temmuz 2011 Pazar

Kapitalizme Bakış (II)

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 3 Temmuz 2011

Geçen hafta The Nation dergisinin kapitalizmin yarattığı sorunların çözümüne dair çeşitli uzmanlardan aldığı görüşleri konu edinen bir yazı yazmıştım. Yazının sonunda da, bugünkü yazımın bu konuda hemfikir olduğum bir bilim insanının görüşleriyle ilgili olacağını belirtmiştim.

O bilim insanı, Amerika’daki Villanova Üniversitesi İnsan Bilimleri ve Augustinian Geleneği Bölümü’nden Prof. Eugene McCarraher. McCarraher, kapitalizmi etik nedenlerle reddeden bir sosyalist. Aynı zamanda Katolik inancına mensup olması ilginç bir durum; ancak McCarraher ile kapitalizme ortak bir bakış açımız var.

***

The Nation’ın görüşlerini aldığı diğer uzmanlar, kapitalizmi yeniden düzenleyerek aşırılıkları gidermeye ve sonuçta “kapsayıcı kapitalizm” (inclusive capitalism) ya da “demokratik kapitalizm” denilen sistemi yaratmaya çalışırlarken, McCarraher, bu yolu baştan reddediyor.

Şöyle diyor: Kapitalizmi yeniden oluşturmak yerine, kendimize bu sistemin kötücül olduğunu hatırlatmalıyız. Kapitalizmin doğası ve mantığı uslanmaz bir şekilde açgözlüdür. Kâr ve üretimi maksimize etme ihtiyacının sürüklediği bir mülkiyet sistemi olarak kapitalizm, sürekli olarak dönen bir birikim girdabıdır. Kapitalistler, para kazanmak için yeni yollar ararken kapitalizmi zaten birçok defa yeniden şekillendirmiş durumda. Kâr hatırına değişim, kapitalizmde tek değişmeyen şeydir.

Bugüne kadar yapılan reformların, toplu pazarlık, iş dünyasındaki düzenlemeler ve refah devletini yeniden şekillendirmekte başarılı olduğu kabul edilebilir. Fakat bunlar ne kadar etkili olursa olsun, tamamen değiştirilmedikçe, sonuçta kapitalizmin özü aynı kalıyor.

Profesör McCarraher’ın da işaret ettiği gibi, son 40 yılda dünyada sosyal demokrasiye yapılan saldırılara ve New Deal liberalizmine bakarsak, birikim hırsı, kapitalizmin özü olarak aynen yerinde duruyor.

***

Birtakım yeni düzenlemelerin bu özün yıkıcı sonuçlarını ortadan kaldırıp, gerçekten hakça bir düzen kurulmasına olanak tanıyacağına inanmalı mıyız? Bazılarının ortaya attığı “demokratik kapitalizm” denilen kavram boş bir hayal olmaktan öteye geçebilir mi?

Yanıtım “Hayır”. Ana amacı kâr maksimizasyonu olan bir sistemde ne yaparsanız yapın, hırs yarışında bir piyon olacaktır insanoğlu...

Kapitalizmin insanlığı getirdiği bugünkü noktada görünen şudur: Her geçen gün daha fazla büyümek için yakıp yıkarak, doğayı katlederek üretim krizine giren şirketler, bu döngüyü sürdürmek için tüketim çılgınlığıyla güdülenen insanlar ve şirketler arasındaki ekonomik savaşta tamamen geri planda kalan toplum ve çevre yararı.

Eugene McCarraher, bugünün dünyasında kapitalistlerce savunulan “ekonomik büyüme” gerekçesinin de, aslında insani değerlere tecavüz gerekçesi olarak kullanıldığı inancında. Ve bunun soldaki bazı düşünürlerde bile önemli bir “yanılsama” oluşturduğunu savunuyor.

***

Şimdi diyebilirsiniz ki, sistemi bu şekilde toptan reddedince ne olacak? Profesörün bu konudaki yanıtı ilk başta çok radikal gelebilir ama düşününce çok basit bir yolu işaret ettiğini fark ediyorsunuz. “İnsan olmak ne demek?”, “Gerçekten ne istiyoruz?” Bunlar gibi moral değerlerle ilgili sorulara verilecek yanıtların, gerçekte siyasi alanda da belirleyici olacağı açık.

İnsanoğlunu vahşi bir yarışın oyuncuları olarak güdüleyen sistem dizginlenebilse, dünyanın düzeni de değişecek elbette. O zamana kadar yapılan düzenlemeler savaş, yıkım ve katliamların sonunu getirebilir mi?

Ne yazık ki hayır... Azaltabilir mi? Bir yerde azaltırken, bir başka yerde artırır ki sömürü sürsün...

-

23 Ocak 2011 Pazar

Dünya tükenirken...

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 23 Ocak 2011

Piyasa ekonomisi, çevre krizine bir çözüm getirmeyecek. Bu kez Nuh’un Gemisi olmayacak. Eğer var olan durumu değiştirmezsek, en kötüsüyle karşı karşıya kalacağız. Gelecek beş ya da yedi yıl içinde küresel iklim değişikliği nedeniyle 100 milyon insan mülteci durumuna düşecek ve bu da siyasi sorunlar yaratacak. Ya kendimizi koruyacağız ya da hep birlikte yok olacağız.

Bu uyarıyı yapan, Brezilya’daki Rio de Janeiro Devlet Üniversitesi’nde etik, çevrebilim ve din felsefesi dersleri veren, 60’tan fazla kitabın yazarı Profesör Leonardo Boff.

Dünyanın acil sorunlarına karşı pratik çözümler üzerinde çalışanlara verilen ve alternatif Nobel olarak da bilinen The Right Livelihood Award’u (Doğru Yaşam Ödülü) 2001’de kazanan isimlerden birisi. 20 yıldır çevre hareketine çok önemli desteklerde bulunan bir bilim insanı.

Prof. Boff, Tierramerica internet portalına verdiği röportajda, dünyanın gidişatına yön veren ülkelerin, yeryüzü kaynaklarını süresiz olarak kullanabilecekleri bir kasa gibi gördüğünü söylüyor. Bu yüzden, doğadaki varlıkların haklarını tanımıyor ve onları sadece birer üretim malzemesi olarak değerlendiriyorlar.

Bu sorunu yaratan, sistemin kendisi olduğundan, her ülke aynı sistem içinde büyümek amacıyla doğayı katletmeyi sürdürürse, çözüm bulunamayacak. Çünkü zaten doğanın yenileyebileceği kaynağın % 30 fazlası tüketiliyor.

***

Peki bu durumda, Boff’un önerdiği çözüm nedir?

İnsanoğlu, doğayla olan vahşi ilişkisini değiştirecek. Gerekli fonlara ve teknolojiye sahip olan dünyada bunu yapmak için siyasi istek ve duyarlılık eksik. Bunun değişmesi için herkes işbirliğine gidecek ve doğa için el ele verecek.

Nasıl olacak bu?

Bu konuda öne çıkan bazı örnek hareketler var. Örneğin uluslararası köylü hareketi Via Campesina.

1993’te ilk kongresi düzenlenen Via Campesina, dünyada çevre bilincinin gelişmesi ve doğa katliamlarını sona erdirmek için ortak eylemler düzenliyor. Şu anda 69 ülkeden 148 örgüt bu harekete üye. Türkiye’den tek üyeleri Çiftçi-Sen; ama Asya, Avrupa, Afrika ve Amerika’da yaygın bir dayanışma sağlamış durumdalar.

Bir diğer örnek de, Brezilya’daki Topraksız İşçiler hareketi (MST). Latin Amerika’nın en büyük sosyal hareketi MST’nin 23 ülkeden toplam 1.5 milyon topraksız üyesi var. Brezilya, dünyada toprakların en eşitsiz dağıtıldığı ülke; toprak sahiplerinin yüzde 1.6’sı, tarıma elverişli toprakların yüzde 46.8’ini kontrol ediyor.

MST, toplumun dikkatini toprak sorununa çekmek için yoksulları örgütlüyor. Bugüne kadar toprak işgalleriyle milyonlarca insan için toprak elde ettiler. Bu topraklarda kooperatifler, okullar ve klinikler yaptılar.

***

Bütün bu örgütlenmelerin amacı, sosyalizme doğru hareket etmek için yapısal değişiklikler yapmak. Via Campesina, MST gibi hareketler, yoksul toplum kesimleri arasında dayanışmayı güçlendirip bu yapısal değişiklikler için zemin oluşturuyor.

Prof. Boff, yaşanmakta olan sorunu bir para sorunu olarak görmüyor. Doğada denge sağlanması, ona göre insanlığın ortak görevi. Ancak bu dengenin, sorunların asıl yaratıcısı kapitalizm ile kurulmayacağı açık...

Yaşadığımız ülkede de, 6094 Sayılı Yenilenebilir Enerji Kaynakları Kanunu’nda yaptığı bir değişiklikle, bugüne kadar korunmuş tüm alanları hidroelektrik santrali inşaatlarına açan bir iktidar iş başında. Kültürel varlıkları, tarihi dokuları, SİT alanlarını talan eden anlayış egemen...

Ama yılmak yok. Bu aşamada herkes kendi üzerine düşeni yapıp doğa katliamına karşı çıkarsa, hepimiz için umut doğabilir.

Unutmayalım; Prof. Boff’un dediği gibi bizim için Nuh’un Gemisi yok; ya önlem alırız ya da hep birlikte yok oluruz...

-

7 Kasım 2010 Pazar

Sol, solu tartışırken...

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 7 Kasım 2010

10 Ekim tarihinde bu köşede “Başka bir komünizm mümkün!” başlıklı bir yazı yazmıştım. Prof. David Harvey’in yeni kitabı “The Enigma of Capital”da savunduğu görüşlerden söz eden bu yazıma çok sayıda okurdan yanıt geldi.

Bunlardan bazıları, sosyalistlerin ve komünistlerin, 1990’larda yaşanan travmadan sonra, yeni bir yol çizmeye hâlâ ne kadar ihtiyaç duyduğunun kanıtı gibiydi. Örneğin yazar Tuncer Cücenoğlu, yazım için “Böyle bir yazı ve yorumu bekliyordum yıllardır köşe yazarlarımızdan” diyordu.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, bütün fatura komünizme kesildi. Bu sistemin artık tarihin karanlık dehlizlerine gömüldüğü söylendi. Gerçekten öyle miydi? Harvey, “başka bir komünizm” ifadesiyle ne demek istiyordu?

10 Ekim’deki yazımı şöyle bitirmiştim: “Başka bir düzen kurulabilir. Ama bu asla Sovyetler Birliği’nde örneği görülen türden baskıcı bir rejim değildir; hümanizm yönü öne çıkan, paylaşımcı, sömürüye karşı duran bir düzendir. Harvey’in dediği gibi başka bir komünizm mümkündür.”

Yazar Esat Yavuztürk buna karşı çıkıyor ve diyor ki: “Komünizmin özü, hümanizm, hakça bölüşümdür. Sovyetler bunu baskı ile kabul ettirmeye çalıştı ama geri tepti. Unutmayalım; zorla güzellik olmaz! Hakiki komünizm için insanın hümanist fikri benimsemesi gerekir. Kasıt buysa, ‘başka komünizm’ demek bence yanlış olur. ‘Komünizm, insanların olgunlaşması ile gelebilir’ denirse daha doğru olur.

Prof. Harvey, Amerika’da komünizmden öcü gibi korkan bir halka bu sistemle ilgili gerçekleri anlatmaya çalışıyor. Terminolojiye takılmamak gerektiğini de o nedenle özellikle belirtiyor. Aslında dikkat çektiği nokta aynıdır; insanı ön plana alan, hümanist bir sistem olmalı diyor.

***

Nasıl kurulacak bu sistem? Küreselleşmenin ezip geçtiği halklar sömürüden nasıl kurtulacak?

Bu konuda hukukçu Mehmet Cerit’in önerileri var. Türkiye için yazdığı “Demokratik Toplumcu Denge Programı” önerisinde bunları ayrıntısıyla anlatıyor. Üretim araçlarının ağırlıklı kesiminin az sayıdaki kişilerin elinde toplanmış olmasının sömürüye neden olduğunu söylüyor. Bu sömürme gücünü zararsız hale getirmek için önerdiği üç temel yol var:

1-Kapitalist sermayeye peşkeş çekilen KİT’lerin yeniden oluşturulması

2-Sermayesi bireylere ait Ulusal Halk Anonim Ortaklıkları kurulması

3-Emperyalizmin uluslararası boyutunu engellemek için “Antiemperyalist Devletler Topluluğu” kurulması.


***

Peki uluslararası alanda böyle bir birlik kurulması fikri yeni midir?

Bunun yanıtını Dr. Nejat Tarakçı mesajında şöyle veriyor:

Harvey, aslında Atatürk’ün 1923’lerde önerdiği hümanist bir dünya ekonomik sistemini öneriyor. Atatürk, 1920’de, ‘Milletler işgal ettikleri arazinin gerçek sahibi olmakla beraber beşeriyetin vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin servet ve kaynaklarından kendileri istifade eder ve dolayısıyla bütün beşeriyeti istifade ettirmekle yükümlüdürler’ demiştir.”

Bugün petrol ve doğal kaynaklar yüzünden yaşanan utanç verici savaşları düşününce nasıl da tokat gibi çarpıyor bu sözler insanın yüzüne...

Okuyuculardan gelen bu değerli katkıların ışığında son söz olarak şunları söylemek isterim: Solun önceliği insandır. Sovyetler örneği, ne yazık ki Marx ve Engels’in çizdiği çerçevenin dışına çıkmış, baskı kurmuş ve başarısız olmuştur. İkincisi, sol mutlaka emperyalizm karşıtıdır.

Komünizm gerçek anlamıyla uygulanmamış olduğundan ölmüş değildir. “Küreselleşme uyumlu liberal sol” karşısında teslimiyete yer yoktur.

Bunca insanı ezip geçen bir sistem sermaye gücüyle egemen olduysa, etkin bir gerçek sol örgütlenme halkın gücünü şaha kaldıramaz mı?

-

10 Ekim 2010 Pazar

"Başka Bir Komünizm Mümkün!"

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 10 Ekim 2010

Başlıktaki ifade, City University of New York’tan (CUNY) Prof. David Harvey’e ait. Antropoloji ve coğrafya alanlarında uzmanlaşmış bir sosyal teorisyen Harvey. Kapitalizm, neoliberalizm, postmodernizm, kent ve sosyal adalet konularına Marksist açıdan yaklaşan saygın bir bilim insanı.

Geçen hafta yeni çıkan kitabı "The Enigma of Capital"in New York’taki tanıtım toplantısında başlıktaki sözü tekrarlarken, kitabındaki şu satırları dile getirerek katılımcılara sordu:

Eğer 1990’ların sonundaki alternatif küreselleşme hareketi ‘Başka bir dünya mümkündür’ şeklinde bir bildirimde bulunduysa, o zaman neden ‘Başka bir komünizm mümkündür’ de denilemesin?

Harvey’in bunu dayandırdığı görüşün hareket noktası şu: Günümüzde komünistlerin, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da ortaya koyduğu çerçevede partileri yok. Var olanlar, her zaman ve her yerde, kapitalizmin sınırlarının ve yıkıcı etkisinin farkında olan bir grup olarak ortaya çıkıyor ve bu sistemin önerdiğinden farklı bir gelecek yaratmak için aralıksız çalışıyor. Geleneksel komünizm unutulmuş olsa da, bugün aramızda milyonlarca gerçek komünist yaşıyor. Ve bunlar, düşünceleri doğrultusunda çalışmalar yapmaya istekli. Eğer bir değişim başarılacaksa, “Başka bir komünizm mümkündür” denilmelidir. Çünkü kapitalizmin bugünkü durumu bunu gerektiriyor.

Harvey’in 2010 yılında New York’ta bunları söylemesi, elbette tesadüf değil. Amerika’nın tüm dünyayı sürüklediği küresel krizi en iyi analiz edenlerden birisi kendisi. Bu ülkede demokrasi diye yutturulmaya çalışılan sistemin aslında nasıl büyük bir aldatmaca olduğunun da farkında...

Bu nedenle de, Amerika’da gerçekte tek partili bir düzenin olduğunu söylüyor. Harvey’in “Party of Wall Street” dediği, aslında hem Cumhuriyetçi Parti’yi hem Demokratik Parti’yi kapsayan, sermayenin çıkarını gözeten büyük güçtür.

Öyleyse neden antikapitalistler bu güce karşı bir araya gelmesin? “Komünist” sözcüğünün Avrupa’dan farklı olarak Amerika’da nasıl olumsuz bir algılamaya yol açtığının da bilincinde Harvey.

Ama bir hareket yaratılacaksa, ismin çok önemli olmadığını, haksızlıklara karşı öfke duyanların “Party of Indignation” adı altında birleşebileceğini söylüyor.

***

Tüm dünyada yaşanan son ekonomik kriz, kapitalizmin vahşetine bir kez daha tanık etti insanlığı. Prof. Harvey’in kitabında anlattıkları ise, kapitalizmin bir sistem olarak bütün hatalarını çok iyi ortaya seriyor.

Kitabın ayrıntılarına girmek bu yazıda olanaklı değil. Ancak şunu söylemek gerekir ki, çok yalın ve anlaşılır bir dille yazılmış. Hatta kendisinin söylediğine göre, “Okuduğum ilk dipnotsuz akademik kitap!” diyerek bunu sevinçle karşılayanlar çokmuş.

Harvey’in isteği, kapitalizm gibi emeği sömüren bir sistem yerine sosyalist çözümleri hayata geçirmek ve bunu yapabilmek için de bugünkü durum hakkında halkı aydınlatmak. Kitabı bu amaçla yazdığını özellikle belirtiyor. Bu noktada bütün sola, sosyalist partilere de bir önerisi var: Söyleyeceklerinizi en basit şekilde, herkesin anlayacağı biçimde söyleyin.

Harvey, bunun inançla ve sabırla yapılmasının gereğini de açıklıyor: Kapitalizm asla kendi kendine yıkılyamayacak; itelenmesi lazım. Sermaye birikimi asla bitmeyecek; engellenmesi lazım. Kapitalist sınıf, asla kendi isteğiyle gücünden feragat etmeyecek; durdurulması lazım.

En başa dönersek, başka bir düzen kurulabilir. Ama bu asla Sovyetler Birliği’nde örneği görülen türden baskıcı bir rejim değildir; hümanizm yönü öne çıkan, paylaşımcı, sömürüye karşı duran bir düzendir.

Harvey’in dediği gibi, başka bir komünizm mümkündür.

-

27 Haziran 2010 Pazar

“Pencere” Tarihin Belgesidir

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 27 Haziran 2010

Pazartesi günü öğlen saatlerinde telefonum çaldı. Ankara’dan babam arıyordu. Çok üzgün bir sesle “Başımız sağ olsun” dedi; İlhan Selçuk’un ölüm haberini ondan aldım...

Konuşamadım, susup kaldım bir süre. Uzun zamandır sağlığının kötü olduğunu bilmeme karşın ölümü hiç yakıştıramadığım, yakıştırmak istemediğim insanlardan biriydi İlhan Bey...

Kendisini en son aylar önce hastanede ziyaret ettiğimde konuşmakta güçlük çekiyordu. Ama o haldeyken bile çevresine aydınlık yaymaya devam ediyordu...

İlhan Selçuk’la Cumhuriyet’te yazmaya başladığımdan bu yana birçok kez konuşma olanağı bulduğum için kendimi hep çok şanslı hissettim.

Gazetenin Cağaloğlu’ndaki eski binasında ilk karşılaşmamızı hatırlıyorum. Yazdığım kitapları imzalayıp kendisine verdiğimde “Ooo bu yaşta kitaplar yazmışsın! Bizim o yaşta hiç kitabımız çıkmamıştı” demişti.

O belki genç yaşta birkaç kitap yazmış olmama şaşırmıştı; ama aslında farkında olmadan eğittiği milyonlarca gençten biriydim ben. Kitabın iç kapağını imzalarken bunu not düşmüştüm. Fakat ona bugüne kadar söyleyemediğim önemli bir şey kaldı...

Bana gazetecilik mesleğini seçtiren şey onun yazılarıydı... Çocuk yaştan beri evimize giren tek gazeteydi Cumhuriyet. Her sabah gazeteyi elime alır almaz ilk okuduğum köşeydi Pencere...

Hiç aksamadan bugüne kadar devam etti bu ritüel. Üniversitede gazetecilik okurken, her yazısından sonra “Bir gün ben de böyle yazabilir miyim acaba?” diyerek umutlandım.

Laik Cumhuriyet’in ilkelerinden sapmayan, her zaman demokrasi ve adaleti savunan, Atatürk’ün açtığı Aydınlanma yolundan dönmeyen bir vatandaş olma yolunda en önemli adımları onun yazılarıyla attım...

İlhan Selçuk, benim öğretmenimdi...

Kalemini satmayan gazeteci tarifi, benim için onun kimliğiyle hayat buldu; hep dik duran yazar tavrı onunla bütünleşti...

Yaklaşık bir yıl önce gazetedeki odasına çağırıp uzun bir konuşma yapmıştı benimle. Mesleğe, ülkeye ve dünyaya bakış açısını anlatmıştı. İlk gençlik dönemimden bu yana yazılı okuduğum düşünceleri onun sesinden canlı dinlemiştim.

Yazılarını kesip sakladığım, satırlarını tekrar tekrar okuduğum tek gazeteciydi o. Dili kullanma ustalığına, makalelerindeki yalın ama çarpıcı uslüba hayran olduğum köşe yazarıydı...

Benim için tam bağımsızlık idealinin, Türkiye’deki Aydınlanma hareketinin en büyük simgelerinden biriydi. Küresel kapitalizmin ezip geçtiği dünyada sosyalist hareketin öncü düşünürlerindendi.

Devrimci ve Atatürkçü kimliği ile basın ve düşün tarihimizin efsane bir aydınıydı...

Sanılmasın ki, geçmiş zaman kipiyle yazdığım bu satırlar onun savunduğu ideallerinin de sonunun habercisi...

Evet, İlhan Selçuk’u kaybettik, o artık hayatta değil; ancak onun idealleri sahipsiz kalmayacak...

İlhan Selçuk’un ölümünü hızlandıran sürece imza atanların vicdanı bugün rahat mıdır bilemem...

Ama herkes şunu bilmeli ki; Pencere’de yazılanlar tarihin belgesidir; ne yok olur, ne de unutulur...

-

21 Şubat 2010 Pazar

Bir şarkının çağrışımları

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 21 Şubat 2010

Uzun süredir heyecanla beklediğim bir albümü geçen hafta elime alabildim. Albümü internet üzerinden satış yapan, Londra’daki bağımsız bir CD dükkanından aldığım için elime geçmesi biraz uzun sürdü.

Ancak o sabırsız bekleyişe değeceğini biliyordum. Çünkü çok sevdiğim post-punk grubu The Durutti Column’ün son çalışması “A Paean To Wilson”dı gelen. The Durutti Column, bu albümle, efsanevi Haçienda kulübünün ve Factory Records’ın kurucusu Tony Wilson’a şükranlarını sunuyor.

24 Hour Party People” filmini izlediyseniz, Tony Wilson’ı hemen hatırlarsınız. “Mr Manchester” adıyla tanınan Wilson’ı filmde Steve Coogan canlandırmıştı.

Wilson, ilk olarak The Durutti Column, ardından Happy Mondays, Joy Division gibi unutulmaz grupları Factory Records’a bağlayan menajerdi.

Wilson, 2007’de kanserden ölünce, ilk evladı olarak gördüğü The Durutti Column, onun anısına bu albümü yaptı. Burada albümün olağanüstü müzikal kalitesini anlatmayacağım. Çünkü bu bir müzik yazısı değil.

***

Bu yazıda anlatmak istediğim şey, özellikle bir şarkının bana düşündürdüklerinden söz etmek. Şarkının adı “How Unbelievable”; yani “Ne Kadar İnanılmaz”. Son bir haftadır yüzlerce kez dinledim bu şarkıyı...

Müzik yazılarımı okuyan Cumhuriyet okurları farkındadır; ben müzikle nefes alıp veren biriyim. Benim için, ertesi sabah ayağa kalkma isteği yaratan en önemli sebeplerden birisi müzik. O nedenle, bir şarkıyı çok seversem, garip bir şekilde, günlerce sürekli onu dinlediğim zamanlar oluyor. Bu da onlardan birisi...

Şarkının büyüleyici ve son derece dokunaklı melodisine, aynı sözcükleri adeta mırıldanarak tekrarlayan bir kadın sesi eşlik ediyor. Ama kadının söyledikleri değil çarpıcı olan...

Müziğin yavaşladığı bir yerde, şarkının tam ortasında, Tony Wilson’ın hasta yatağında kaydedilmiş konuşma sesi duyuluyor: “Ne kadar inanılmaz ki, İşçi Partisi 10 yıldır iktidarda ve bu ülkedeki gelir dağılımı uçurumu daha da büyüdü” diyor. Tam bu anda müziğin yaylılarla yükselişi etkiyi iyice artırıyor.

Şarkının sonuna doğru Tony Wilson tekrar giriyor devreye. “Sosyalizm, kendi kompleks yapısı içinde, yüreğinizin derinliklerinde hissettiğiniz şu temel inanca dayanır: Yoksul bu derece yoksul, zengin de bu derece zengin olmamalıdır. Britanya’da zengin ve yoksul arasındaki uçurum büyümüştür.

***

Bu şarkıyı dinlerken ben de Türkiye’deki inanılmaz olayları ve çelişkileri düşündüm ister istemez...

Ne kadar inanılmaz ki, dokunulmazlıkları kaldırma sözü vererek iktidar olan bir parti 8 yıldır iktidarda ama milletvekilleri hâlâ dokunulmaz...

Ne kadar inanılmaz ki, yolsuzlukların üzerine gideceğini söyleyenler Deniz Feneri skandalının üzerini örtüyor...

Ne kadar inanılmaz ki, mazlumun, yoksulun hakkını savunacağız diyenler, hakkını arayan Tekel işçilerini çoluk çocuk perişan ediyor...

Ne kadar inanılmaz ki, halk egemenliği kavramını dillerine dolayanlar, seçime giderken hâlâ yüzde 10 barajını kaldırmıyor...

Ne kadar inanılmaz ki, seçim zaferi sonrasında herkesin başbakanı olacağını iddia edenler, eczacıyla, doktorla, yargıyla, işçiyle, herkesle kavgalı...

Ne kadar inanılmaz ki, ulusal çıkarları savunduklarını söyleyenler, bu ülkenin askerinin başına çuval geçirenleri ağırlıyor...

Benzer durumları art arda sıralayıp sayfalarca uzatabilirim. Çünkü Türkiye, inanılmaz bir dönemden geçiyor. Ne kadar inanılmaz ki, demokrasi geliyor diye sevinenler de, sivil faşizme doğru gidildiğini görmüyor...

Tony Wilson’a ve The Durutti Column’e şükranlarımla...

3 Ocak 2010 Pazar

Çin zenginleşirken...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 3 Ocak 2010

2009’da dünyada birçok önemli gelişme yaşandı. Siyasal, ekonomik ve toplumsal açıdan devrim niteliğinde olaylar oldu. Bunların etkileri, hiç kuşkusuz yeni yılda da devam edecek.

Geçen yılki en çarpıcı gelişmelerden birisi, dünya ekonomisinin yükselen yıldızı Çin’indeki hızlı zenginleşmeydi. Yabancı medyanın yanı sıra, Çin’de yayımlanan İngilizce kaynakları izlediğinizde, ülkedeki bu baş döndürücü gelişmeye tanık oluyorsunuz.

Bugün artık Amerika'yla birlikte küresel ekonomiyi yönlendiren iki başat aktörden birisi Çin. Son açıklanan rakamlar, ülkede zenginlerin toplam servetinin 571 milyar doların üzerine çıktığını gösteriyor...

Çin kaynakları, çok sayıda gizli zenginin emlak ve yatırım sektöründe faaliyet gösterdiğini yazıyor. Şanghay merkezli araştırma kuruluşu Hurun’un kurucusu Rupert Hoogewerf’in açıkladığına göre, ülkede 2004 yılından bu yana zengin sayısı 10’a katlanmış...

***

Peki komünist bir ekonomide bu nasıl oluyor? “Çin, kapitalist mi komünist mi?” tartışmasına burada ayrıntısıyla girmeyeceğim. Ancak bir noktayı belirtmek gerekir.

Kimisi Çin’in kapitalizme geçiş sürecinde olduğunu söylüyor; kimisi de ülkenin, çıkışı, sosyalist pazar ekonomisi adı verilen kendine özgü bir sistemde bulduğunu savunuyor...

Bana sorarsanız, emeğe saygı ilkesini, yani sosyalizmin en temel dayanağını ayaklar altına alan bir sistemi, sosyalizm olarak nitelemek aymazlıktır. Çin, bugün dünyada emek sömürüsünün kapitalist sistemlerden bile daha fazla yaşandığı bir ülke haline geldi. “Pazar ekonomisi” ifadesinin önüne “sosyal” sözcüğünü getirmekle sosyalizm olmaz...

Konunun beni en çok düşündüren bir diğer yanıysa, Çin’de zenginle fakir arasında giderek açılan uçurum... Geçtiğimiz günlerde China Daily gazetesinde bu konuda bir haber yayımlandı.

Zhejiang Sosyal Bilimler Akademisi, aralarında kamu görevlileri, işadamları ve çiftçilerin de olduğu 10 ayrı grup üzerinde bir araştırma yapmış. Çıkan sonuca göre, katılımcıların yüzde 57’si bu uçurumun giderek daha da artacağını düşünüyor...

Çin toplumu için gerçekten ciddi bir sorun bu. Çünkü “Zenginlere karşı kızgınlık duyuyor musunuz?” sorusuna “Hayır” yanıtı verenlerin oranı sadece yüzde 4... ("Evet" yanıtı veren % 96'lık kesimin % 23’ü, şiddetli öfke duyduğunu belirtmiş.) Bir yandan da, sokaklarda lüks arabalara yapılan saldırıların arttığı haberleri geliyor...

Şanghay Üniversitesi’nde görev yapan Prof. Qui Liping, öfkenin bütün zenginlere değil, etik dışı yöntemlerle zenginleşenlere karşı olduğu düşüncesinde. Asıl sorun da bu zaten. Açıktır ki, burada etik dışı olarak tanımlanan yöntem, fakirin, işçinin emeğini sömürmeye dayanıyor...

Çin’de yükselen emlak fiyatlarının arkasında da piyasada faaliyet gösteren zengin spekülatörler var. Bunlar engellenmediği sürece, gelir dağılımındaki uçurum derinleştikçe, zengine duyulan öfkenin önüne nasıl geçilecek?

***

Bu sorunun yanıtını almak için, Çin’i yakından izlemek gerek. Dünyanın rotasını 2010’da da önemli ölçüde Amerikan kapitalizmi ile Çin “komünizminin” gidişatı belirleyecek.

Durum gerçekten ilginç: Birisi, “özgürlük” ve “demokrasi” sloganları atarken, tamamen şirketlerin diktasına mahkum olmuş durumda; diğeri de, “eşitlik” hayaliyle girdiği yolda, emek sömüren gizli zenginler sınıfına teslim olmak üzere...

Belki bir kez daha hatırlatmakta fayda var: İnsanlığın ilerlemesinin yolu, insanın kendi türü, doğa ve toplum karşısında bilinçlenmesinden geçiyor. O bilinçlenmenin sonu, emek sömürüsünü ortadan kaldıran özgürlükçü gerçek sosyalizme çıkar.

Bakalım insanoğlunun bu yoldaki macerası nasıl sürecek?

19 Ekim 2009 Pazartesi

Gözü Olmayan Kafalar

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 18 Ekim 2009

Global Kapitalizm soyut bir kavram; protesto etmek bir fark yaratmaz.

Kim demiş bunu? ABD Başkanı Barack Obama... Pittsburgh Post-Gazette ile yaptığı röportajda, soyut bir kavramla uğraşmanın değil, insanların hayatını etkileyen yerel ve acil sorunlara odaklanmanın fark yarattığını söylemiş....

“Ne diye şaşırıyorsun ki, adam kapitalizmin anavatanını yönetiyor?” diyebilirsiniz... Doğru, ama kendi ülkesinde sosyalistlikle itham edilmiyor mu Obama?

Hadi o saçmalığı bir yana bırakalım... Ama kendisinin geçmişte aktif olarak toplumsal örgütlenme çalışmaları yapmış olmasına ne diyelim?

Gösteriler, sağlıklı bir demokrasinin işaretidir, ama protestocuların görüşüne katılmıyorum. Büyük kitle gösterilerine taraftar değilim,” diyor Obama. Dünyanın gidişatından memnun olmayan emekçilere de şu mesajı veriyor: “Küreselleşmenin kaçınılmaz olduğunu anlamaları lazım.”

O zaman şunu sormak gerekir: Başkanlık seçimi sırasında kendisini desteklemek için sokakları, stadyumları dolduran milyonlarca insanın yaptığı gösteriler ne oluyor?

Irak savaşı sırasındaki protesto gösterilerine karşı Bush da benzer bir küçümseyici tavır takınmıştı. Ama zaten onun aksi yönde davranması beklenmiyordu.

Oysa Obama gibi geçmişte sivil haklar mücadelesine destek vermiş, bütün dünyada demokrasi rüzgarı estirmeye çalışan bir politikacının benzer bir tavrı takınması, ciddi bir karşıtlık yaratıyor.

***

Amerika’daki sivil toplum örgütleri, Obama’nın bu sözleriyle gerçek yüzünün ortaya çıktığını düşünüyor. Gerçekten öyle mi acaba?

Belki de politikacılar çokyüzlü ve duruma göre o yüzlerden işlerine geleni maske gibi takıveriyorlar... Kendileri iktidardaysa protesto edilmekten hiç hoşlanmıyorlar; muhalefettelerse, protestoculara pasif destek veriyorlar...

İşin ilginci, çok yüzlü politikacılar değişip dururken, onların karşısında duran yüz hep aynıdır... Solgun renkli, kemikleri çıkmış bir yüz, öfkesini gözlerinden haykırır... Sokaklarda işsiz gezen, karnını doyurma mücadelesi veren, hep görmezden gelinen, umudu yok edilen milyonlardan biridir o...

Obama’nın soyut kavram dediği küresel kapitalizm, işte o yüzde somutlaşır... Parayı ve iktidar gücünü elinde tutanın düşüncesinde “soyut” olan, aslında tam karşısında gözünü dikmiş ona bakmaktadır...

Ama iktidar sahibi, gözü olmayan bir kafaya dönüşmüştür. Ona sesini duyurmak amacıyla bağırır... Sonra anlaşılır ki, gözsüz kafanın kulakları da, tek bir sesi, kapital sahiplerinin sesini duyacak şekilde ayarlıdır...

Yapacak tek bir şey kalmıştır; soluk benizli adamlar, dünyanın vicdanına seslenmek ve varlıklarını hissedilir kılmak için bir araya gelip sokağa çıkar...

Demokratik haklarıdır protesto etmek. Zengin bir adamın servetinin, 140 ülkenin gayri safi yurtiçi hasılasından fazla olduğu bir dünyadır yaşadıkları... Sessiz kalmaları, akla ve vicdana hakarettir...

***

İstanbul’daki protestolarda meydana gelen bazı istenmeyen olayları bahane edip, konuyu bulandırmayalım... IMF ve Dünya Bankası’nın yaptığı makyaj tutmaz; uygulandığı zemin o kadar kötü ki, akar gider... Ardından sömürünün çirkin yüzü belirir yine...

Kurallarını insanların belirlediği ekonomik bir sistemdir kapitalizm. Akıl almayacak eşitsizliklerin baş nedenidir. Eğer bu vahşi sistemi insanlar yarattıysa, onun insani alternatifini de yine onlar bulacaktır.

Kapitalist sistem alternatifsiz değildir; kimileri kabul etmek istemese de, bu sömürünün sonunu ancak sosyal adalet düşüncesine dayanan gerçek sosyalizm getirir.

1 Haziran 2009 Pazartesi

Cahillik mi, Aptallık mı?

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 31 Mayıs 2009

Amerika’da kan kaybeden Cumhuriyetçi Parti’nin çırpınışları giderek ilginçleşiyor. Guantanamo işkencelerine ait belgelerin kamuoyuna yansıması ortalığı iyice karıştırdı. Dick Cheney, son günlerde kanal kanal dolaşıp, işkencenin yasadışı olmadığını anlatmaya çalışıyor ama nafile...

Cumhuriyetçilerin tekrar tekrar pişirip halka yutturmaya çalıştığı bir diğer yanıltma ise, Obama’nın sosyalistliği... Amerikan sağının popüler iki ismi, radyo programcısı Rush Limbaugh ve Fox News’un saldırgan yorumcusu Bill O’Reilly, sürekli tekrarlıyor bu iddiayı. Onlar söyledikçe de inananlar çoğalıyor.

Ama sonunda sosyalistler bu saçmalığa dayanamadı ve ülkedeki en büyük örgütleri Amerikan Demokratik Sosyalistleri adına bir açıklama yaptılar.

Şöyle dedi örgüt başkanı Frank Llewellyn: “Demokratlar ile sosyalizmi özdeşleştirerek sosyalizmin adını lekeliyorlar. Çünkü Demokratik Parti, dünyadaki en kapitalist ikinci partidir. Ne yazık ki, Obama’nın seçilmesi de bunu değiştirmedi.

Bu sözlerin, Amerikalılar'ın önemli bir bölümünü ikna edeceğini sanmıyorum. Çünkü bu ülkede yapay ama ortadan kaldırılması çok zor bir “sosyalizm paranoyası” var. Öyle ki, yüksek düzeyde eğitim almış olanlar bile, sosyalizmden ciddi şekilde korkuyor.

Amerikalılar'ın bu korkusu yüzünden, New York’ta benim başıma da garip bir olay geldi. Brezilya’da sosyalist Lula da Silva’nın Devlet Başkanı seçildiği günlerdi. Bir gece birkaç kişi bir restoranda toplanmıştık. Yanımda Brezilyalı bir arkadaşım oturuyordu. Ben de ona Lula'nın uygulayacağı politikalar üzerine sorular soruyordum.

Aramızda yer alan bir Amerikalı arkadaş ise, sıkılmış olacak ki, aniden yan masada yemek yiyen polise beni işaret edip, “Bu bayan komünist! Tutuklayın onu!” diye yükses sesle bağırdı...

Restorandaki insanların gözleri, aynı anda, şaşkınlıkla karışık bir dehşetle bana yönelmişti... Birkaç saniye dikkatle bana bakan polis, “İyi birine benziyorsun aslında...” dedi.

Korkuluk görmüş gibi donakalan insanları kendilerine getirmek için sakince şu karşılığı verdim: “Ben şimdi hepinizin bakışlarını o bağıran arkadaşa çevirecek bir şey söyleyeceğim. Kendisi, ‘özgürlükler ülkesi’ denilen bu ülkenin yetiştirdiği bir avukattır...

O geceden sonra yıllar geçti. Bu arada, Amerikan kapitalizmi iyice kudurup, sonunda kendi kendisini vurdu... Şimdi bankalar devletleştirilirken, çare sosyal devlet politikalarında aranıyor. Lula’nın önderliğindeki Brezilya ise, borç batağından kurtulup IMF’ye borç verir hale geldi.

Ama Amerikalılar hâlâ uyanmadı. Kapitalizmin yarattığı gerçek kâbusu yaşarken bile, sosyalizme dair kafalarında yarattıkları hayali kâbusla uğraşıyorlar...

Obama’yı da sosyalist yapıp çıktılar; yılda 250 bin dolardan fazla kazananların gelir vergisini artırıyor diye hop oturup hop kalkıyorlar. Bütün bu kopan gürültüden anlaşılan o ki, Amerikan toplumu sosyalizmin ne olduğunu bilmiyor... Bilmese de korkuyor; ama bilmediğini bildiği için değil, bildiğini sandığı şeyden korkuyor...

"Cahil olunabilir ama bu kadar aptallık olur mu?" diye sorası geliyor insanın... The Economist dergisi, Ben Bernanke ve Warren Buffet, seçimden önce açıkça Obama’yı desteklemedi mi?

Kapitalist ideolojinin dünyadaki en etkili yayın organı olan bir dergi, hiç bir sosyalisti destekler mi?

Bernanke, kapitalist sistemin motoru Amerikan Merkez Bankası’nın Başkanı değil mi?

Warren Buffet, dünyanın en zengin yatırımcısı değil mi?

Ne demeli?...

Bertrand Russell haklıydı. İnsanlar aptal değil, cahil doğar ve verilen yanlış eğitimle de aptallaşır...

19 Mayıs 2008 Pazartesi

Obama Marksist, Clinton Sosyalist mi?

© Zülal Kalkandelen/Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/18 Mayıs 2008


Amerika’daki başkanlık yarışı, ilginç ve bir o kadar da absürd tartışmalarla devam ediyor. Bunun son örnekleri, Demokrat başkan aday adaylarından Barack Obama’nın Marksist, Hillary Clinton’ın sosyalist olduğu yönündeki iddialar...

Her ikisi de, hem medyanın bir konuyu nasıl çarpıtabileceğini, hem de Amerika’da sosyalizmin nasıl hala öcü gibi görüldüğünü gösteriyor.

***

Barack Obama ile ilgili tartışma, kendisinin bir süre önce seçim kampanyası sırasında dile getirdiği sözlerle başladı. "Amerika’nın orta bölgelerinde yaşayanların kırgınlık duyması, dine ve silaha sarılması, kendilerine benzemeyen insanlara antipati beslemesi ve serbest ticarete karşı çıkması şaşırtıcı değildir" dedi Obama. Çünkü bu insanların yıllardır karşı karşıya kaldıkları zor hayat koşullarından söz ediyordu.

Gerçekleri söylüyordu aslında, ama Clinton ve Cumhuriyetçi aday John McCain, bu sözlere farklı anlamlar yüklemekten geri kalmadılar. Sonunda da Obama’yı "elitist" yapıp çıktılar.

En ilginç yorum ise, yeni muhafazakarların önde gelenlerinden Bill Kristol'den geldi. Kristol, The New York Times gazetesinde çıkan makalesinde, Obama’nın sözleriyle Marksizm arasında bağlantı kurup maskenin düştüğünü yazınca, tartışma yeni bir boyut kazandı. Obama’nın görüşleriyle Marx’ın ünlü “Din halkın afyonudur” sözü arasında paralellik vardı makaleye göre.

Böyle bir iddianın ne gibi bir amacı olabilir?

Marksizm’i tek bir cümle ile değerlendirme hatasına düşen bu yorum, konuya hakim olanlar için gerçekten gülünç.

Ama kapitalizmin kalesinde yaşayan ve siyasi tercihlerini yalnızca medyadan aldığı bilgilere göre belirleyen ortalama bir Amerikalı için durum farklı. Çünkü o, oyunu elbette Marksist olduğundan şüphelendiği bir adaya vermeyecektir...

Kristol'ün hedefi de bu. Ne de olsa kendisi Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi'nin (PNAC) iki kurucusundan birisi. Obama'nın önünü kesip, Bush'un üçüncü dönemini sürdürecek McCain'e yol açma gayreti bundan.

***
Hillary Clinton'ın sosyalist gibi gösterilmesine gelince... Bu da, Cumhuriyetçi Parti’nin propaganda makinesi Fox News kanalındaki bir programda meydana geldi.

Muhafazakar kanattan da oy toplama arayışındaki Clinton, Amerikan medyasının en tartışmalı isimlerinden Bill O’Reilly’nin programına katıldı. Clinton’ın uzaktan yakından sosyalizm ile ilgisi yok, ama programda geçen şu diyalog oldukça ilginç.

O’Reilly soruyor; “Başkan olursanız cüzdanımdan ne kadar parayı geri alacaksınız?” Clinton, yanıt olarak orta sınıf aileler için getirdiği önerileri sıralamaya başlayınca da sözünü kesiyor: “Ben orta sınıftan değilim, zengin bir adamım!"

Sonra da, Clinton'ın varlıklılardan alıp daha az geliri olanlara vereceğini iddia ediyor ve ekliyor: “Bu sosyalizmdir.” İşte o an Hillary’nin suratı görülmeye değer. Tam olarak ne düşünüyor bilinmez, ama sanki korkunç bir iftira ile karşı karşıya kalmış gibi tepki veriyor: “Teddy Roosevelt de mi sosyalistti? Bence çok iyi bir başkandı!”

Yani "sosyalist olsaydı iyi olamazdı" demeye getiriyor...

Komik ve garip ...

Sosyalizmin, Hillary Clinton gibi kapitalizme yürekten bağlı birinin politikalarına indirgenmesine mi yanalım, yoksa medya kurbanı halka mı?

Çünkü bugünlerde Obama Marksist, Clinton sosyalist olabilir mi diye endişe ediyorlar.

Bak şu medyanın yaptığına...