26 Ağustos 2012 Pazar

Kurultay Çılgınlığı

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 26 Ağustos 2012

Başkanlık seçimleri yaklaştıkça her şeyi daha büyük ve daha görkemli yapmaya alışmış Amerikalılar adeta yine çıldırdı. Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasındaki yarış, şu anda birkaç puan Obama lehine gözükse de durum her an değişebileceği için iki parti de kampanyalarına tüm güçleriyle asılıyor.

Kurultayı izleyecek akredite gazetecilerden olduğum için aldığım e-postanın haddi hesabı yok. Her gün senatörlerden ve parti yöneticilerinden gelenlerin arasına, Barack ve Michelle Obama ile Mitt Romney ve eşi Ann Romney’den gelenler de katıldı. Obama ailesi, hemen her gün gönderdikleri “Sizi kurultayda görmek istiyorum!” konulu e-postalarında şunu diyor:

Zulal, bunu tek başımıza yapamayız. Şanslıyız ki tabandan gelen desteği yeşerten sizin gibi insanlara sahibiz. Bu yıl modern tarihte ilk kez şirketler, lobiler ve siyasi eylem komiteleri tarafından finanse edilmeyen bir kurultay yapıyoruz. 5 dolar ya da şu anda ne kadar bağış yaparsanız, otomatik olarak eylül ayındaki kurultaya katılma şansınız olacak.”

Bağışta bulunanlar arasında çekiliş yapılacakmış. Kazanan bir kişinin uçak ve otel ücreti karşılanıp, kurultaya giriş bileti verilecek. İyi, güzel ama sadece Amerikan vatandaşlarına ve Amerika’da yasal oturma izni bulunanlara açık olan yarışma hakkındaki iletiler, neden bana da gönderiliyor?

Obama çiftinin yarattığı e-posta furyasından yakınan tek gazeteci ben değilim. Geçenlerde Amerikalı gazeteci Jeremy Scahill de şikayetini Twitter’da şöyle dile getiriyordu: “Üzgünüm ama Obama kampanyasının e-postaları giderek tuhaflaşıyor.” Ona da Obama ve basketbol yıldızlarıyla geçirilebilecek bir geceye katılmak için düzenlenen yarışma ile ilgili e-postalar gidiyormuş. Obama kampanyasının Ulusal Direktör Yardımcısı Marlon Marshall’ın “Sizi o kadar kıskanıyorum ki, bu e-postanın geri kalanını zorlukla yazacağım” diye başlayan aynı iletisi bana da gelmişti.

Romney kampanyasının da Obama’nınkinden aşağı kalır yanı yok. Başkan yardımcısı adayı Paul Ryan ilan edilir edilmez, Ann Romney, tampon etiketlerini satarak bağış kazanma çabasına girişti.

***

Amerika’da 2004 yılında her iki partinin kurultaylarını izlemiştim. Hatta Barack Obama’nın Demokratların Boston’daki kurultayında Illinois Eyalet Senatörü olarak yaptığı konuşmanın uyandırdığı yankıyı yazıp, geleceğin başkan adayı olarak büyük çıkış yaptığını Cumhuriyet’te yazmıştım.

Bu yılki kurultaylarda organizasyona yönelik dikkatimi çeken bir gelişme var. Güvenliğe aşırı bir titizlik gösteriliyor. George W. Bush’un ikinci kez Cumhuriyetçilerin başkan adayı olarak belirlendiği 2004 kurultayı New York’ta yapılmıştı ve o sırada Irak Savaşı da devam ettiğinden ortam oldukça gergindi. Kurultayın yapıldığı Madison Square Garden polislerce sarılmış, çevresinde kuş uçurulmuyordu. Görevli ya da akredite basın kartınız yoksa, ara sokaklara bile girişiniz olanaksızdı.

Şimdi benzer bir durumun da Başkan Obama’nın katılacağı kurultay için Charlotte’da söz konusu olmasını bekliyordum. Ama bu kez görevli basına neredeyse bir ay önceden alınan güvenlik önlemlerini bildiren çok ayrıntılı bir e-posta iletildi. Hangi saatte nereden giriş yapılabileceği, hangi sokakların kapalı olduğu bildirildi. Grafikler ve haritaların da kullanıldığı metnin ardında ABD İç Güvenlik Bakanlığı var.

New York’ta bütün önlemlere karşın kurultay sırasında Bush’u ve savaşı protesto gösterileri düzenlenmiş, polis gözümün önünde insanları yerlerde sürüklemişti. Bakalım Charlotte Obama’yı nasıl karşılayacak?

-

-

19 Ağustos 2012 Pazar

Pislik nasıl temizlenir?

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 19 Ağustos 2012

Hatırlar mısınız, Şubat ve Mart 2010’da medyada, “Pazarlama Dehası David Plouffe Turkcell Akademi’de” başlıklı haberler çıkmıştı. ABD Başkanı Obama’nın seçim kampanyasının “isimsiz kahramanı” olarak tanımladığı bu danışman, gerçekten İstanbul’a geldi. “Online Pazarlama Teknikleri ve Kazanmak İçin Cesaret” başlıklı konuşmasında “İnternet olmasaydı Barack Obama belki de başkan seçilemezdi” diyerek kampanyanın sırrını anlattı. O tarihten sonra Türkiye’de bunun üzerinde durulmadı ama bu konu son günlerde Plouffe ve Obama’nın başını ağrıtıyor.

Konunun yeniden gündeme gelişi, geçenlerde The Washington Post’ta “Obama’nın danışmanı İran’la bağlantılı iş yapan firmadan 100.000 dolar ücret aldı” başlığıyla yayınlanan haberle oldu. Afrika’da iş yapan ve Irancell ile bağlantılı olarak İran’da servis sağlayan telekomünikasyon firması MTN Group, yaptığı konuşma karşılığında Plouffe’ye yüklü bir para ödemiş.

Bu haber üzerine Beyaz Saray derhal savunmaya geçti. “Çalışanlarımızın aldığı ücretleri Mitt Romney’in aldıklarıyla kıyaslamaktan mutluluk duyarız” şeklinde bir açıklama yapıldı. Obama’nın seçim kampanyasının basın sözcülüğünü yapan Ben La Botl, Cumhuriyetçi başkan adayı Romney’in MTN’in rakibi olan ve İran’la benzer bağları bulunan Turkcell’e finansal yatırım yaptığını söyledi.

Ancak “Ben kirliysem sen de kirlisin” türünden bu savunma inandırıcı değildi. Çünkü arkasından medya, Plouffe’nin de Turkcell’den aldığı ücreti yazmaya başladı. Aslında Amerika’da görevlilerin bu tür konuşmalardan para alması yasadışı bir durum değil. Tartışmayı yaratan, İran’la bağlantısı olan firmalarla çalışmanın yarattığı etik sorun.

Anlaşılıyor ki, iki taraf da hem İran’ı ABD için baş tehdit olarak gördüklerini ilan etmeye devam etmiş, hem de o ülkeye yatırım yapanlardan aldıkları paraları cebe indirmiş. Romney, bununla da kalmayıp, yatırımlarının bir kısmını, danışmanları aracılığıyla, insan haklarına aykırı işler yapan firmalardan Çin petrol şirketlerine kadar başka tartışmalı yerlere de yönlendirmiş.

***

Açıkça ortaya çıktığı gibi, para söz konusu olduğunda insanoğlu hep daha fazlasına gözünü dikiyor. Beyaz Saray danışmanı olarak hemen Oval Ofis’in yanı başında çalışma odası olsa da, ABD Başkanlığına aday olsa da, kapitalizmin güdülediği bir toplumda kendinden bekleneni yapıyor ve gözü asla doymuyor.

Bu açgözlülüğün oranı ülkeden ülkeye değişiklik gösterse de, temelde insanın yapısıyla ilgili bir sorun mu var, yoksa gerçekten tek suçlu kapitalizm mi? Kapitalizm sistemini bulan da, kuran da, uygulayan da insan. Bazı ülkelerde yasaların, eğitimin, geleneklerin ve toplumsal kabullerin yarattığı dinamiklerle yozlaşmanın şiddeti sınırlanabiliyor. O dinamikleri yaratan da insan...

Bu durumda insanın başkalarına, yaşadığı topluma, çevresine zarar vermekten kaçınmayı ilke edinmesi, ona gerekli etik değerlerin kazandırılmasıyla yani eğitimle olanaklı olabilir. Ama eğitim yapısı tamamen bireycilik ve kişisel fayda üzerine kurulan toplumlarda, yozlaşmanın durdurulması olanaklı değil.

Sonuçta belli ki Obama ve Romney kampları karşılıklı birbirlerini daha kirli olmakla suçlamayı sürdürecek. Şimdi aslında soru şu: Bu pislik nasıl temizlenecek? Bir seçim kampanyası, ancak bu soruya etkili bir yanıt verirse anlam kazanır. Aksi halde politikacılar, Türkiye’de de hep olduğu gibi, topluca girdikleri bataklığın içinde debelenir durur, kapitalizm de sömürüye devam eder.

_

12 Ağustos 2012 Pazar

Kötünün İyisi Hangisi?

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 12 Ağustos 2012

Amerika’da başkanlık seçimi yaklaştıkça birbiri ardına kamuoyu araştırmaları yayınlanıyor. Son baktıklarımdan birisi, Rasmussen Reports tarafından bu ay başında açıklandı. Araştırmaya göre Obama’nın politikalarına onay % 44 iken, Cumhuriyetçilerin adayı Mitt Romney için bu destek % 47 civarında. Pew Research Center ise oy dağılımını % 51 Obama, % 41 Romney şeklinde açıkladı.

40 yaşın altındakiler ve kadınlar, çoğunlukla Obama’nın tarafında, 40 yaş üstü olanlar ve erkekler genellikle Romney destekçisi. Beyazlar arasında Romney % 56 ile önde; siyahlar arasında Obama, 2’ye 1 oranında Romney’e fark atıyor. Bütün bu sonuçlar, aslında 2008’dekilerle benzer düzeyde seyrediyor.

Herkesin bildiği gibi Amerika’da seçimleri en çok etkileyen unsur ekonomik durum. İşsizlik hâlâ % 8.2; bu durumdan en çok zarar gören gruplar, gençler, siyahlar ve Hispanikler. 27 haftadan daha fazla bir süredir işsiz olanların toplam işsizler arasındaki oranı % 41.9. Bu son açıklanan rakamları ve oranları özellikle yazıyorum. Çünkü Obama’nın yeniden başkanlığı kazanması için yapması gereken bu konuda halka somut projelerle umut vermek.

Rasmussen araştırmasına göre Amerika’da çocukların geleceğinin anne ve babalarının yaşadığı hayattan daha iyi olacağına inananların oranı sadece % 14; % 65 oranında bir grup tersini düşünüyor. Daha 2010’da bu oranlar % 19’a % 59’du. Kısacası iki yıl gibi çok az bir zamanda hızlı değişimler oldu. Bütün bunlar Amerika’da ekonomi açısından geleceğe dönük kötümser bir bakış açısının hakim olduğunu ortaya koyuyor.

Bir ayrıntının da altını çizmek isterim. Yukarıda açıkladığım oranlar, kamuoyu araştırmalarında “approval rating” denilen yani bir adayın politikalarını, performansını değerlendiren oranlar için geçerli. Kamuoyu araştırmalarında bir de “favorability rating” denilen ve bir adayın genel olarak kişiliğine yönelik düşünceyi yansıtan oranlar var. Bu konuda Obama’nın daha önde olduğu görülüyor. (Real Clear Politics’e göre oranlar şöyle: % 50.6 Obama - % 45.1 Romney) Sonuçta adayın aldığı net oy, bu ikisinin yansıması oluyor.

Sonuçta araştırmalar gösteriyor ki, her iki aday da öne geçmek için çıkış yaratacak politikalar üretmeli. Özellikle Romney’in halk nezdindeki genel beğenilme oranını yükseltmek için uğraşması lazım. Obama’nın eşcinsellerin evlenebilmesini desteklemesi çok ciddi bir adımdı ve bu çıkışıyla liberal kesimlerde büyük takdir kazandı. İkinci büyük çıkışını, kaçak göçmenlerin Amerika’da kalıp çalışmalarına izin vereceğini açıklayarak yaptı. Çocukken ülkeye gelip yasalara uygun yaşayarak, orada eğitim alan genç nüfusu sınır dışı etmeyeceğini açıklaması, göçmenler arasında Romney’e göre önemli üstünlük sağladı.

Suriye ile olan ilişkiler ve müdahale olasılığı ise seçimi etkileyebilecek bir diğer konu. Ancak Obama’nın seçime kadar doğrudan müdahaleyi gündeme getirmeyeceği tahmin ediliyor.

Ama şunu da belirtmeden geçmeyeceğim. Amerikan halkında ne Obama’nın ne de Mitt Romney’in sorunlara çözüm olabileceğine dair güçlü bir inanç var. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler izleyecekleri politikalarda bazı farklılıklar olsa da, aynı sistemi savunan partiler. Nitekim seçmenlerin % 46’sı seçimin iki kötü aday arasında geçtiğini düşünüyor ve daha az kötü olarak gördüklerine oy vereceklerini söylüyorlar. Amerika’daki sistemin açmazlarından birisi bu. Demokratik ve Cumhuriyetçi Parti adaylarının dışındakilerin hiçbir şansı yok.

Amerika’daki başkanlık seçimlerini Obama’nın yeniden Demokratik Parti adayı olarak seçileceği kurultayı da yerinde izleyerek aktarmaya çalışacağım.

-

5 Ağustos 2012 Pazar

Sarı Gazetecilik

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 5 Ağustos 2012

Son 10 yıldır medyanın yaşadığı çöküşü gün be gün izledik bu ülkede. Yalan yazanlar, dönekler, iftira atanlar, kavga edenler, iktidara yaranmak için takla üstüne takla atanlar köşe kapmaca oynuyor her yerde. Diğer yanda iktidara karşı duruşları nedeniyle sorgulanıp tutuklananlar var. Bir anda el konulup hükümete yakın işadamlarına satılan gazeteler, bir gecede tamamen farklı yayın yapmaya başlayan televizyon kanalları gördük.

Türkiye’de basın tarihi incelenirse, daha önceki yıllarda da buna benzer durumların yaşandığı ortada ama sanırım hemen herkes mesleğin en fazla itibar kaybettiği dönemin 2002’den bu yana geçen süre olduğu konusunda hemfikir.

Ben bu mesleğin eğitimini almış ve ona gönül vermiş bir gazeteci olarak, 2000’lerin şimdiye kadar olan kısmını hep derin bir üzüntüyle anacağım. Çünkü hem iktidar basın özgürlüğünü tamamen yok etti, hem de bizzat bu mesleği yaptığını iddia eden bazı kişiler meslek etiğini ayaklar altına alıp ezdi.

Az da olsa ana akım medyada hâlâ vicdanının sesini dinleyip onuruyla yazanlar da var. Ancak genel olarak baktığımızda durum gerçekten içler acısı. Cumhuriyet’in bu son 10 yıllık dönemde AKP’nin BOP endeksli neoliberal politikaları karşısında izlediği yayın politikası, hiç zikzaklamadı; hep emekçiden, aydınlanmadan, uygar bir yaşamdan yana olan kesimlerin sesi oldu. Dileyen arşivlere bakabilir.

Arşive girmişken diğer gazetelere de bakarlarsa, görecekleri karşısında şaşırmasınlar. Mesela ÖSYM skandalı karşısında “Şifre Palavra, ÖSYM Haklı” diye başlık atan Taraf’ı, Obama’yı “Welcome Mr. President” diye karşılayan Hürriyet’i, Başbakan’ı photoshopla sol kolunu kaldırmış Che tişörtü içinde göstererek, “Bir sosyalist parti lideri gibi konuştu” diye sürmanşet atan Radikal’i ve daha nicelerini görebilirler.

18 Aralık 2004 tarihli gazetelere bakarlarsa, 16-17 Aralık 2004’te Brüksel’de yapılan Avrupa Birliği zirve toplantısında Türkiye’ye dayatılan şartları kabul edip bunu “Hedef tam üyelikti, o da alındı!” diyerek yansıtan Başbakan’ın sözlerinin manşetlere şöyle yansıdığına tanık olabilirler: “Avrupa’nın Ay Yıldızı” (Sabah), “İşte Bu Kadar” (Takvim), “Dik Durduk Kazandık” (Akşam).

O manşetlerin atıldığı tarihten bu yana 8 yıl geçti ve hiç de “işte bu kadar” denilenecek bir durum yaşanmadığı, o dönemde dik durup kazanmadığımız, Avrupa’nın ay yıldızı olmadığımız ortaya çıktı.

İletişim fakültelerinde gazeteciliği meslek olarak seçecek gençlere öğretilen ilk kural, “Gerçeğin izinden ayrılmama” ilkesidir. Ama ben Türkiye'deki medyaya baktığımda bu ilkeyi sahiplenen, yani mesleği etik değerlerine uygun olarak yapan çok az gazeteci görüyorum. Sözünü ettiğim, farklı bakış açılarından kaynaklanan yorum farkları değil; doğrudan gerçeklerin çarpıtılması.

Gazetecilik artık herkesin her konuda, yeterli deneyime sahip olmadan atıp tuttuğu bir alan haline geldi. Birçok olayda gerçeklerin, çıkarlar, donanımsızlık ya da araştırmama yüzünden çarpıtılmasıyla bugünkü sarı gazetecilik ortaya çıkıyor.

Oysa hiçbir gazetecinin olanı farklı gösterip kamuoyunu yanıltmaya hakkı yok; gazeteciliğin özü, olanı halka olduğu gibi iletmektir. Köşe yazarları köşelerinde yorum yapabilir ama onlar da o yorumu yaparken gerçekleri değiştirme hakkına sahip değildir. Yine de yapıyorlarsa, önce kendi itibarları, sonra da çalıştıkları medya kurumunun itibarı iki paralık olur.

Bir gazetenin güvenilirliği kolay kazanılmıyor; ancak aksi görüşte okuyucuların bile “O gazete yalan yazmaz” dediği an, güvenilirlik onayı alınmış demektir.

_