Deniz Feneri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Deniz Feneri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Aralık 2012 Pazar

Direnç ve Umut


© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 30 Aralık 2012

Yarın herkes yeni bir yıla girişimizi kutlayacak. Bütün dünya insanlığın kendi kendine zamanı izleyebilmek amacıyla oluşturduğu takvimin bir yıl için yeniden başa dönmesine heyecanlanacak. Eğlenmek, gülmek herkesin hakkı. Bir şekilde buna bahane oluyor yılbaşı kutlamaları. Ancak birileri bunları yapabilirken, birileri de aynı anda bir yerlerde acı çekiyor, zulüm görüyor.

Çok yakınımızda oluyor bütün bunlar. Ne ile suçlandığını henüz bilmeyen gazeteciler, aydınlar yıllardır hapiste yatıyor. İktidarı protesto eden üniversite öğrencileri polisten dayak yiyor, muhalif herkes biber gazı yutuyor. KCK, Ergenekon ve Balyoz davalarında evrensel adil yargılama ilkelerini yerle bir eden hukuksuzluklar yaşanıyor.

Uludere’de/Roboski'de 34 kişinin öldüğü facianın sorumlusu bir türlü bulunamıyor, bulunmuyor. İktidar, emperyalizmle kol kola ilerleyerek, Türkiye’yi Suriye ile sıcak savaşın eşiğine getiriyor. 
Türkiye’yi faşizan yöntemlerle yöneten iktidar 10. yılını doldurdu; Başbakan artık kuvvetler ayrılığının kendilerini engellediğini söylüyor. Tarihi mekanlar, binalar, rant uğruna sermayeye peşkeş çekiliyor; kentsel dönüşüm adı altında kültürümüz, geçmişimiz yok ediliyor, insanlar yerlerinden yurtlarından edilirken gösterişli oteller, alışveriş merkezleri yükseliyor her yerde.

Vajina kelimesinden utanan, kadını her fırsatta aşağılayan kaba ve cahil sözlerin devlet görevlilerince fütursuzca sarfedildiği, tecavüzcülerin elini kolunu sallaya sallaya serbestçe gezdiği, Başbakan’ın “Her kürtaj bir Uludere’dir” söylemiyle kürtaja dini nedenlerle savaş açarak laikliği bir kez daha rafa kaldırdığı bir ülke Türkiye... 

Almanya’da yüzyılın dolandırıcılığı olarak adlandırılan Deniz Feneri soruşturması, bizim ülkemizde “örgüt” suçlamasına takipsizlik kararı, ardından da dosyadaki telefon kayıtlarının silinmesiyle imha ediliyor. 

İlköğretim okulları imam hatip ortaokuluna dönüştürülürken, imam hatip okulları dışındaki okullarda da Kuran derslerinde başörtüsü takılabiliyor. Eğitim sisteminde hızla geriye doğru gidiliyor, bilim ve sanattan uzak kuşaklar yetişiyor. Başbakan “ucube” dediği için İnsanlık Anıtı yıkılıyor, +24 yaş uygulamasıyla alkollü içecek firmalarının sponsor olduğu kültür, sanat etkinliklerine üniversite öğrencileri alınmıyor. 

İstanbul’un ortasında bir müzik festivali gericiler tarafından basılıyor, “bira şeytan işidir” deniyor. Başbakan, ecdadını koruma bahanesiyle televizyon dizilerinin içeriğine müdahale ediyor, Devlet Opera ve Balesi’ndeki balerinlerin etek boyu uzatılıyor...

2012 Türkiyesi, özetle hukuk, adalet, özgürlük, basın özgürlüğü, kültür, sanat, bilim, eğitim, sosyal haklar, fırsat eşitliği gibi temel konularda sürekli gerileyen bir ülkedir. Ekonomik olarak ne kadar iyi durumda olduğumuzu söyleyenlere de kanacak değiliz. Emre Kongar, İlhan Kesici’nin kendisine gönderdiği bir ileti sayesinde, yapılan dikkatli analizlerin ekonomik başarı balonunu nasıl söndürdüğünü, 18 Aralık 2012 tarihli gazetedeki köşesinde ayrıntısıyla anlatmıştı. Ekonomideki gerçek durumu görmek isteyenler, o yazıyı okusun lütfen. (http://cumhuriyet.com.tr/?hn=386294&kn=37&ka=4&kb=5&kc=37)

2013’e girerken Türkiye’de yaşayan insanların bunca haksızlık ve baskı karşısında mutlu olmaları olanaklı mıdır? Kötümser bir yazı olduğunun farkındayım ama gerçek bu. Ancak ne demişler; çıkmadık candan umut kesilmez. Daha aydınlık, daha güzel günler için yılmadan adaletin peşinden koşacak, ezilenin yanında durma direncini gösterecek insanlar da var bu ülkede. Umudu hiç kaybetmeyeceğiz. 

-

21 Şubat 2010 Pazar

Bir şarkının çağrışımları

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 21 Şubat 2010

Uzun süredir heyecanla beklediğim bir albümü geçen hafta elime alabildim. Albümü internet üzerinden satış yapan, Londra’daki bağımsız bir CD dükkanından aldığım için elime geçmesi biraz uzun sürdü.

Ancak o sabırsız bekleyişe değeceğini biliyordum. Çünkü çok sevdiğim post-punk grubu The Durutti Column’ün son çalışması “A Paean To Wilson”dı gelen. The Durutti Column, bu albümle, efsanevi Haçienda kulübünün ve Factory Records’ın kurucusu Tony Wilson’a şükranlarını sunuyor.

24 Hour Party People” filmini izlediyseniz, Tony Wilson’ı hemen hatırlarsınız. “Mr Manchester” adıyla tanınan Wilson’ı filmde Steve Coogan canlandırmıştı.

Wilson, ilk olarak The Durutti Column, ardından Happy Mondays, Joy Division gibi unutulmaz grupları Factory Records’a bağlayan menajerdi.

Wilson, 2007’de kanserden ölünce, ilk evladı olarak gördüğü The Durutti Column, onun anısına bu albümü yaptı. Burada albümün olağanüstü müzikal kalitesini anlatmayacağım. Çünkü bu bir müzik yazısı değil.

***

Bu yazıda anlatmak istediğim şey, özellikle bir şarkının bana düşündürdüklerinden söz etmek. Şarkının adı “How Unbelievable”; yani “Ne Kadar İnanılmaz”. Son bir haftadır yüzlerce kez dinledim bu şarkıyı...

Müzik yazılarımı okuyan Cumhuriyet okurları farkındadır; ben müzikle nefes alıp veren biriyim. Benim için, ertesi sabah ayağa kalkma isteği yaratan en önemli sebeplerden birisi müzik. O nedenle, bir şarkıyı çok seversem, garip bir şekilde, günlerce sürekli onu dinlediğim zamanlar oluyor. Bu da onlardan birisi...

Şarkının büyüleyici ve son derece dokunaklı melodisine, aynı sözcükleri adeta mırıldanarak tekrarlayan bir kadın sesi eşlik ediyor. Ama kadının söyledikleri değil çarpıcı olan...

Müziğin yavaşladığı bir yerde, şarkının tam ortasında, Tony Wilson’ın hasta yatağında kaydedilmiş konuşma sesi duyuluyor: “Ne kadar inanılmaz ki, İşçi Partisi 10 yıldır iktidarda ve bu ülkedeki gelir dağılımı uçurumu daha da büyüdü” diyor. Tam bu anda müziğin yaylılarla yükselişi etkiyi iyice artırıyor.

Şarkının sonuna doğru Tony Wilson tekrar giriyor devreye. “Sosyalizm, kendi kompleks yapısı içinde, yüreğinizin derinliklerinde hissettiğiniz şu temel inanca dayanır: Yoksul bu derece yoksul, zengin de bu derece zengin olmamalıdır. Britanya’da zengin ve yoksul arasındaki uçurum büyümüştür.

***

Bu şarkıyı dinlerken ben de Türkiye’deki inanılmaz olayları ve çelişkileri düşündüm ister istemez...

Ne kadar inanılmaz ki, dokunulmazlıkları kaldırma sözü vererek iktidar olan bir parti 8 yıldır iktidarda ama milletvekilleri hâlâ dokunulmaz...

Ne kadar inanılmaz ki, yolsuzlukların üzerine gideceğini söyleyenler Deniz Feneri skandalının üzerini örtüyor...

Ne kadar inanılmaz ki, mazlumun, yoksulun hakkını savunacağız diyenler, hakkını arayan Tekel işçilerini çoluk çocuk perişan ediyor...

Ne kadar inanılmaz ki, halk egemenliği kavramını dillerine dolayanlar, seçime giderken hâlâ yüzde 10 barajını kaldırmıyor...

Ne kadar inanılmaz ki, seçim zaferi sonrasında herkesin başbakanı olacağını iddia edenler, eczacıyla, doktorla, yargıyla, işçiyle, herkesle kavgalı...

Ne kadar inanılmaz ki, ulusal çıkarları savunduklarını söyleyenler, bu ülkenin askerinin başına çuval geçirenleri ağırlıyor...

Benzer durumları art arda sıralayıp sayfalarca uzatabilirim. Çünkü Türkiye, inanılmaz bir dönemden geçiyor. Ne kadar inanılmaz ki, demokrasi geliyor diye sevinenler de, sivil faşizme doğru gidildiğini görmüyor...

Tony Wilson’a ve The Durutti Column’e şükranlarımla...

30 Mart 2009 Pazartesi

İktidar Sorumluluğu

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/29 Mart 2009

Dev sigorta şirketi AIG’nin yarattığı skandalı duymayan kalmamıştır herhalde... Amerikan hükümetinin hazineden kaynak aktararak batmaktan kurtardığı şirket, yöneticilerine milyonlarca prim vermiş. Olay ortaya çıkınca, hem Obama hükümeti hem de halk büyük tepki gösterdi.

O kadar ki; New York’un en çok okunan tabloid gazetelerinden The New York Daily News, “Domuz AIG” diye başlıkla çıktı. USA Today’in birinci sayfasında ise, üzerine domates fırlatılan AIG logolu bir resim yer aldı.

Televizyonda yayınlanan sokak röportajlarından birinde, genç bir kadın öfkesini şöyle anlatıyordu: “Bu, Amerikan halkına yapılmış bir hakarettir! Bizimle dalga mı geçiyorlar?” Yaşlı bir adamın tepkisi ise, kısa ve özdü: “Çıldırmış bunlar!

Gerçekten birileri çıldırmış bu ülkede... Sonsuz bir açgözlülüğün pençesinde kıvrananlar, kendilerinden başka kimseyi düşünmez olmuş... Dar gelirli, işsiz perişan; AIG’nin tuzu kuru yöneticileri ise, milyon dolarlık primlerin peşinde...

Olayın buraya kadar olan kısmı, bütün dünyada haber oldu. Benim üzerinde durmak istediğim yanı ise, Obama’nın bu konudaki liderlik tavrı...

Önce AIG yöneticilerini en sert şekilde eleştirip, yapılanın yanlış olduğunu söyledi Obama... Beklenebilir bir tepkiydi bu.

Bununla da kalmadı; yöneticilere ödenen primlerin geri alınması için AIG’ye baskı uyguladı. O da yetmedi; Hazine Bakanı Timothy Geithner, prim tutarının AIG’ye verilecek kurtarma paketinden düşürüleceğini açıkladı.

Bu önlemler üzerine, toplumda, hükümetin Amerikan halkının haklarını koruduğuna olan inanç güçlendi. Hükümet, böyle bir skandal karşısında görevini yapmış, gereken tepkiyi ortaya koymuştu.

Fakat Obama bu kadarla yetinmedi; bir devlet başkanının sorunlar karşısında nasıl davranması gerektiğine ilişkin mükemmel bir örnek verdi ve yaşananlar üzerine şunları söyledi:

Washington, kimin hatalı olduğunu bulma telaşına kapıldı. Bazıları Demokratlar’ın hatası diyor, bazıları da Cumhuriyetçiler’in... Bakın; Başkan olan benim, sorumluluk bana aittir.

Aldığı somut önlemlerden sonra, bunları söylemese eleştirilir miydi Obama? Hayır.

Öyleyse neden söyledi? Çünkü başkanlık koltuğunda oturmanın ne anlama geldiğinin ayırdında; ülkede kamuyu ilgilendiren olaylarda, birinci derecede sorumluluğun, en başta kendisine ve hükümetine ait olduğunun bilincinde...

Çünkü halkın, kendisini iş yapması ve sorunları çözmesi için Başkan seçtiğini biliyor...

Peki, böyle bir olay Türkiye’de olsa, sorumluluk makamındakiler nasıl davranırdı? “O adamlara biz mi verdik primi?” deyip, çıkarlar mıydı işin içinden? Sanki halk onları oraya sadece boy göstersin diye getirmiş gibi davranıp, sorumluluktan kaçarlar mıydı?

Almanya’da patlayan Deniz Feneri olayında iktidarın tutumunu gördük... Onca insanın mağdur olması, derhal soruşturma başlatılmasına yetmedi...

Bir nedeni olsa gerek...

Türkiye’de iktidarlar, kamusal çıkarı gözetip, sorunları çözsün diye seçilmiyor mu?

Yolsuzluklara bulaştığı iddia edilen devlet görevlileri hakkında soruşturma açmayanlar, halka karşı sorumluluklarını yerine getirmiş sayılır mı?

Halk, kamu yararı yerine cemaat çıkarlarını savunan politikacılara güven duymaya devam edebilir mi?

Obama hükümetinin ve Amerikalıların, kendilerini aptal yerine koymaya çalışan holding yöneticilerine gösterdiği tepkiden alınacak dersler var...

Türkiye'de özellikle politikacıların, kamu vicdanının yara almamasına özen göstermesi gerekli. Bu, hem siyasetin saygınlığı, hem de ülkenin huzuru açısından şart...