29 Aralık 2008 Pazartesi

2009 ve Türkiye

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/28 Aralık 2008

Üç gün sonra yeni bir yıla giriyoruz. Herkes gelecek günlerin daha iyi olmasını diliyor...

Olabilecek mi?

2008'de Ergenekon denilen garip davayla korku imparatorluğu kuruldu, hükümete muhalif kesimler sindirildi...
Ilımlı İslam destekçileri, doğrudan Atatürk’ü, TSK'yı ve laikliği hedef aldı...
Toplumdaki kamplaşma iyice derinleşti... Türkiye, önemli ölçüde muhafazakarlaştı...
Dış politikada teslimiyetçi anlayış hakim oldu...
Doğu'da terör hortladı...
Kendilerini "liberal" olarak adlandıran takım, yine IMF'nin eteğine yapışıp, bütün umudunu Obama'ya bağladı...
AB projesi bir kenara itildi...
Ekonomik kriz teğet geçmedi, çarpıp savurdu...
İşsizlik tırmandı...

Umudu kaybetmemek gerek tabii; ama, Türkiye’nin çok karışık ve kavgalı bir dönemden geçtiğini de düşünmeden edemiyor insan...

***

Böyle bir ortamda, 2009 yılı bütçe tasarısı, günlerdir TBMM Genel Kurulu’nda görüşülüyor. Bütçe, hükümetlerin bir yıllık zaman içinde hangi hizmetlere ne kadar kaynak ayırmayı planladığını belirler. Hükümetin izleyeceği ekonomik politikalar kadar, sosyal politikaları da görmemize olanak verir. Bu nedenle çok önemlidir.

Öyleyse, şimdi gelin bu gözle bakalım 2009 bütçesine...

Bazı bakanlıkların gelecek yıl için öngörülen bütçeleri şöyle:

İçişleri Bakanlığı: 1 milyar 893 milyon 861 bin TL,
Çevre ve Orman Bakanlığı: 1 milyar 242 milyon 319 bin TL,
Ulaştırma Bakanlığı: 1 milyar 155 milyon 636 bin 740 TL,
Kültür ve Turizm Bakanlığı: 1 milyar 5 milyon 896 bin TL,
Dışişleri Bakanlığı: 816 milyon 935 bin TL,
Bayındırlık ve İskan Bakanlığı: 709 milyon 448 bin TL,
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı: 639 milyon 25 bin TL,
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı: 467 milyon 411 bin TL.

Bütçesi bunların her birinden fazla olan kurum hangisi dersiniz? Tabii ki Diyanet İşleri Başkanlığı... AKP, bu başkanlık için 2 milyar 454 milyon 275 bin TL bütçe ayırarak bir rekora imza attı.

Gazete haberlerine göre, son dört yılda Diyanet’in bütçesi yüzde 90 oranında artmış... Bu artışla da, birçok kurumu geride bırakıyor.

Örneğin, sosyal devlet anlayışının beş temel kurumuna bütçeden toplam olarak sadece 1.6 milyar TL pay veriliyor.
Özürlüler İdaresi Başkanlığı'na 5 milyon 916 bin TL, Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü'ne 5 milyon 731 bin TL, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü'ne 4 milyon 404 bin TL, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü'ne 11 milyon 638 bin TL, SHÇEK Genel Müdürlüğü'ne ise 1 milyar 577 milyon 898 bin TL...

Bu rakamlar gerçeği açıkça ortaya seriyor... Din işlerine ayrılan para, özürlüler, yardıma muhtaç insanlar ya da sokak çocuklarına ayrılan toplam ödenekten fazladır.

AKP'nin "sosyal devlet" anlayışı işte bu kadar... Seçimler yaklaştığı için oy karşılığında sadaka gibi kömür ve erzak dağıtılıyor, 80 binden fazla caminin olduğu ülkemizde yenileri yapılıyor, durmadan Kuran kursları açılıyor...

***

Bu arada TÜBİTAK'a ne kadar bütçe ayrılmış? Türkiye’de müsbet bilimlerde araştırmaları geliştirip desteklemekle görevli bu kurumun payı 1 milyar 127 milyon 85 bin TL...

Bunu geçmişle kıyaslayıp bir artış olduğunu söyleyebilirler ama yeterli midir? Araştırma ve Geliştirme (Ar-Ge) çalışmalarına GSYİH'dan ayırdığımız ödenek, Avrupa’nın çok gerisindedir....

Hükümetin Diyanet'in bütçesini rekor düzeyde artırmasında bir neden vardır elbette...

Kim bilir; belki de herkes gidip bilimin ve sosyal devletin ruhuna Fatiha okuyabilsin diye, her sokağa cami yapma gibi bir projeleri vardır... Laiklik karşıtı odak haline gelmiş bir partiden başka ne beklenir ki?

22 Aralık 2008 Pazartesi

Dali'nin İzinde...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/21 Aralık 2008



Bu satırlar, İspanya’da Cadaques’te yazıldı. Salvador Dali’nin Port Lligat limanındaki evine yürüyerek 15 dakika uzaklıkta bir kafedeyim. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, sırılsıklam bir haldeyim ve bu tuhaf kafede bütün bir öğleden sonrayı geçirmek zorundayım. Çünkü Barcelona’ya gitmek için önce Figueres’e dönmem gerekiyor. Tek ulaşım yolu otobüs. Ama otobüs şirketinin yetkilisi Çinli kadının bildirdiğine göre, ilk otobüs akşama doğru kalkacakmış... Ya da otostop yapabilirmişim ama o hiç aklıma yatmadı.

Aslında sabah Figueres’teki Dali Müzesi’ne gitmek üzere yola çıktığımda şehirde yağmur yağmıyordu. 1.5 saatlik tren yolculuğundan sonra Figueres’e vardığımda yağmura yakalandım.

Öğlen vakti müzeden çıktım ve bu defa Dali ile eşi Gala’nın Port Lligat’taki evini görmek istedim. Önemli bir yerdi orası; Dali, kendisini geriye çekip düşüncelerini şekillendirmeyi o evde öğrendiğini söylemişti. Figueres’teki müze görevlilerine oraya nasıl gidebileceğimi sordum. Arabam yoksa otobüse binmem gerektiğini söylediler ve başka hiçbir şey demediler.

Ben de düştüm yola. Otobüs yolda birçok yerde durdu; sadece ben ve iki Koreli kız Cadaques’e kadar geldik. Çok keskin virajlı yollardan geçtik; bir saat sonra otobüsten indiğimizde yağmur devam ediyordu, şemsiyem de yoktu ama yılmadım.

Heyecanla dar sokaklarda dolaşmaya başladım. Fakat tek bir insanla bile karşılaşmadım. Bütün dükkânlar kapalıydı... Port Lligat’a ulaşınca aldım acı haberi: Dali’nin evi de kapalıydı!

Figueres’teki müze görevlilerinin beni uyarmamasına biraz bozuldum tabii. Ama en azından Picasso, Bunuel, Magritte, Lorca gibi birçok sanatçıya da esin kaynağı olmuş bir yeri görebilirim diye düşündüm.

Yine devam ettim yürümeye. Mavi-beyaz renkteki evleri, deniz kıyısındaki gazinoları ile tam bir balıkçı köyü burası. Sokakları, sadece insanların ve hayvanların yürüyebileceği kadar dar ve engebeli. Bütün o engebeleri aştım. Fakat artık çok ıslanıp üşüdüğüm için kapalı bir yere sığınmam gerekti. O sözünü ettiğim kafeyi görünce de çölde su bulmuş gibi oldum.

Otobüsteki Koreli kızlar da buraya gelmiş. Ama İngilizce konuşmuyorlar. Siz bir şey derseniz, kafalarını aşağı ya da yukarı hareket ettirerek yanıt veriyorlar. Kendi aralarında sürekli gülüşüp eğlendiklerinden onları kendi haline bıraktım.

Kafeyi işleten Nuria ise, “Önce Katalan'ım, sonra İspanyol” diyenlerden. Buralarda çoğu insan kendini bu şekilde tanımlıyor. Bu bana, Türkiye için önerilen İspanya modelini hatırlatıyor...

Sıcak sangria içip kalorifere yapışarak ısınmaya çalışıyorum. Koreli kızlar langırt oynuyor. Nuria ise telefonda bağıra çağıra Katalanca konuşuyor. Kafede internet bağlantısı da var. Ama ben onca yolu internete girmeye gelmedim ki...

Biraz ısındım ya, sokağa çıkma cesareti buluyorum yine. Deniz coşmuş, gök kararmış... Kimin umurunda?

***

Yazının bundan sonrasını yine Cadaques’te bir sahil gazinosunda yazdım. İyi ki Nuria’nın kafesinden çıkmışım; Dali’nin bohem kasabasını daha yakından tanımış oldum.

Gazinonun sahibi Pere’nin anlattığına göre, yazları Cadaques’te otellerde yer kalmazmış. “Burası normal koşullarda hiç bu kadar sessiz değildir,” diyor Pere. Bir bakıma sürreal bir durum demek ki... Hem akşama kadar sıcak sangria içip, camdan Akdeniz’i seyredecek vaktim de var.

İçinde bulunduğum durumda avunulacak bir yan bulmaya çalıştığımı düşünebilirsiniz. Ama otobüs saatine kadar Dali’ye yaraşır uçuk bir hikâye hayal edersem, “Belleğin Azmi” tablosundaki gibi zaman akıp gitmez mi?

-

14 Aralık 2008 Pazar

Sanattır Kenti Zenginleştiren...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/14 Aralık 2008


Bayram haftasında Barselona’da olduğumu duyan bir arkadaşımdan ironik bir yorum geldi: “Demek koyun ya da inek yerine boğa olsun dedin!” İspanya’da boğa güreşi olduğunu hatırlatıyor...

Benim gibi bir veganın boğa güreşi ile uzaktan yakından ilgisi olmaz, ama arkadaşım bir yönden haklı. Dünyanın neresine giderseniz gidin, hayvanlara bir şekilde eziyet ediliyor... Örneğin, Amerika’da Şükran Günü’nde olan hindilere oluyor. Hatta bu yüzden her yıl hindileri kurtarma kampanyaları düzenlenir Amerika’da. Ama sonuçta hep aynı şeyler tekrarlanır; bu gibi durumlardan kaçış nafile...Yine de Kurban Bayramı’nda uzak bir yerlere gitmenin faydası yok değil. Sokaklara yayılan kan kokusunu solumuyorsunuz hiç değilse...

Diğer taraftan, Barselona’nın boğa güreşi ile özdeşleştirilmesi ise acıklı... Çünkü, bana göre, Katalonya bölgesinin bu güzel başkentinin asıl cazibesi, içinde barındırdığı muhteşem kültür. Bazıları yemeklerini ya da futbol maçlarını da ilginç bulabilir. Ama bu kentte hiçbir şey, Katalan mimar Antoni Gaudi’nin eserlerinden daha etkileyici olamaz.

20. yüzyılın en büyük mimarlarından Gaudi, Barselona’ya öyle bir damgasını vurmuş ki, etkisi kentin ruhuna işlemiş. Barselonalılar, modern mimarinin bu yetenekli öncüsüne ne kadar minnet duysa azdır. Gaudi’nin bıraktığı miras, yüzyıl sonra bile insanları cezbedip büyülemeye devam ediyor.

***


Barselona’nın sokaklarında yürürken, sanatın kalıcılığını derinden hissediyor insan. Zamanla her şey unutulabiliyor; oysa kalıcı olan, kuşaktan kuşağa aktarılabilen sanatsal eserler...

Palau de la Musica Catalana denilen Müzik Sarayı’nda Mozart dinlerken de bunu düşündüm. Moldova Ulusal Senfoni Orkestrası, Mozart’ın “Requiem” adlı eserini yorumluyordu. 1791 yılında bestelendi bu eser. Aradan geçen 217 yıla rağmen hâlâ zevkle dinleniyor ve Gaudi’nin yapıtları gibi çarpıcı.

Tabii belirtmek gerekir ki, Mozart’ın müziği, Palau de la Musica Catalana kadar olağanüstü bir mekânda çalınmasa da çok güzel. Gösterişsiz bir salonda ya da evde, nerede dinlenirse dinlensin, zamanı ve mekânı aşıp yoğun duygular yaratabiliyor...

Barselona halkı, görkemli bir mimari ile bezenmiş bir kentte müzikle iç içe yaşıyor. Labirenti andıran sokaklarda, birden karşınıza flamenko yapan bir dansçı çıkabiliyor.. Güell Park’ta yürürken, kendi yaptığı “hang” adı verilen ilginç bir enstrümanı çalan bir gençle karşılaşıyorsunuz... Kentin meydanları, genciyle yaşlısıyla, erkeğiyle kadınıyla, şarkı söyleyip dans eden insanlarla dolu...

***


2007’de 7.2 milyondan fazla turist ziyaret etmiş Barselona’yı. Bir önceki yıla göre yüzde 8 oranında bir artış olmuş. Nedir bu ilginin sebebi? Sıcak iklimi, ünlü plajları, yemekleri ve gece hayatı mı? Mutlaka hepsinin etkisi büyük, ama bunların bir arada bulunduğu başka kentler de var. Öyleyse neden Barselona? Başta da belirttiğim gibi, bunun en önemli nedeni, kentin büyüleyici mimarisi ve Joan Miro, Salvador Dali gibi büyük sanatçılar yetiştirmiş bir kültür ortamının canlılığı.

Bütün bunlara karşın, küreselleşmenin tek tipleştirme politikasının, Barselona’da da işlediği görülüyor... Başka bir ülkeyi ziyaret edince baş köşede McDonalds’la karşılaşmak can sıkıcı doğrusu. Kentlerin yerel kültürünü tanımak, giderek daha da zorlaşıyor. Farklılıkları bulmak için artık arka sokaklarda iz sürmek gerekiyor...

Peki, 2010’da Avrupa’nın kültür başkenti olacak İstanbul ne durumda dersiniz? Kenti birbirine benzeyen alışveriş merkezlerinin cenneti haline getirenler düşünsün...

7 Aralık 2008 Pazar

İlkesizlik Siyaseti...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/7 Aralık 2008

Değişim”, yaşadığımız çağı anlatan sözcüklerden birisi. Obama, tüm seçim stratejisini bu vaat üzerine kurarak, Amerika’nın seçilmiş başkanı oldu. Irak Savaşı’na en başından beri karşı çıkmıştı ve bunu kendisini diğer adaylardan ayıran en belirgin farklardan biri olarak ortaya koydu.

Afganistan ve Irak savaşlarından bunalan Amerikan halkının, Obama’nın değişim umuduna kapılmasını kolaylaştıran önemli bir etkendi bu. Obama, rakibi Hillary Clinton’ı seçim süreci boyunca savaşa onay vermekle suçladı. Doğruydu; Clinton, Bush’un Irak’ı işgal planına "evet" oyu vermişti.

Ne var ki, Obama başkanlık seçiminden zaferle çıkınca iş değişti... Senatör Clinton, Obama tarafından dışişleri bakanlığına aday gösterildi...

Tuhaf doğrusu... Clinton değil miydi Obama’nın İran, Küba ve Kuzey Kore ile koşulsuz görüşme planına karşı çıkan? Clinton değil miydi Obama’nın deneyimsiz olduğunu söyleyerek, onun seçilmesi halinde Amerika'nın güvenlik içinde olamayacağını ima eden? Peki, Obama değil miydi bir insanın Beyaz Saray’da başkan eşi olarak yaşamış olmasının, dış politikada deneyimli olduğu anlamına gelmeyeceğini söyleyen?

Öyleyse, ne oldu da durum değişti? İşte bu noktada, kimileri, ideolojilerin buharlaştığı bir çağda, çözümün pragmatist politikalarda görüldüğünü söylüyor.

***

Kapitalizmin felsefi temellerinden doğan pragmatizm (yararcılık), bu kavramı geliştiren felsefecilerden William James’e göre, felsefe olmaktan çok bir metot, düşünceyi doğurduğu sonuca ve başarısına göre ölçen bir yöntemdir.

Burada pragmatizmi anlatacak değilim. Benim dikkat çekmek istediğim, bu kavramın siyasetteki çarpık kullanımı. Ne zaman bir politikacı, anlaşılmaz bir biçimde dönüşüp, eskiden savunduklarının tersini yapsa, derhal pragmatizme sığınarak tutarsızlığına geçerlilik kazandırmaya çalışıyor.

Elbette değişime karşı değiliz. İnsan, zamanla yanlışlarının farkına varıp değişebilir. Yerine göre pragmatist çözümlere de başvurulabilir. Ama bir politikacının varoluşunun temelini oluşturan ilkelerin tam tersi davranışlarda bulunuşu, ne değişim ile ne de pragmatizm ile açıklanabilir. Bu, olsa olsa fırsatçılıktır.

Obama’nın yaptığı da budur. Sihirli bir değnek birden Clinton'a dokunup onu dış politika uzmanı yapmış değildir. Obama, rakibini gelecek seçimde saf dışı bırakmak için kabineye alıyor. Savaş destekçisi Cumhuriyetçiler'e de yer verdiği ekibini bir Rakipler Takımı olarak kuruyor. Böylece şahinlerin övgüsünü kazanıyor ama kendisine değişim için oy verenleri hayal kırıklığına uğratıyor...

***

Fırsatçı siyasetin ilginç bir örneği ise, son günlerde ülkemizde yaşandı... CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, yerel seçimlere dört ay kala, aniden kara çarşaflı kadınlara partinin rozetini takarak şov yaptı. AKP’nin seçmen kitlesinden oy kapma amacıyla yapıldığı belli olan bu girişim, CHP için ciddi bir değişimdir.

CHP, Türk kadınının özgür, eşit ve çağdaş bir birey olarak sosyal hayata katılımını savunurken, bunun tam tersi bir dünya görüşünün temsilcilerini partisine çağırmıştır. “Başörtüsü ile sorunumuz yok; sorun, dini siyasallaştıran türban ve kara çarşafta,” noktasından, CHP rozetli kara çarşaflılara gelinmiştir. Bir de, “Laiklik anlayışımızda değişiklik yok; kara çarşaflıları aday yapacak değiliz,” şeklinde savunmalar var ki, tutarsızlığın bu kadarına pes...

Solun değerlerini savunup, hakça bir düzeni kurmak için politikalar üreteceklerine, hep yaptıkları gibi sağı taklit ederek oy toplamaya çalışıyorlar. Baykal ve ekibi bunu hep yapıyor... Bunun adı, ideolojisizlik ideolojisi ya da ilkesiz siyasettir...

1 Aralık 2008 Pazartesi

Dünyanın Ağası

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/30 Kasım 2008

Dünyanın toplam yüzölçümü 510.065.284 km2.

5.613.963 rakamı, bunun ne kadarına denk gelir?

Yaklaşık yüzde 1’ine... Bu rakam, Amerika’nın dünya üzerinde hiç asker bulundurmadığı toprakların yüzölçümünü gösteriyor. Geriye kalan 504.451.321 km2’lik alanda Amerika’nın askeri gücü var.

Bu sayıları nasıl bulduğuma gelince... Mother Jones dergisinin ekim sayısında, Amerika’nın dünyanın diğer ülkelerindeki askeri gücünü gösteren bir harita yayımlandı.

Pentagon’un hiç asker bulundurmadığı bölgeler haritada açık yeşil renkte... Bu bölgelere bakınca şu liste çıkıyor karşımıza: Libya, İran, Kuzey Kore, Batı Sahra, Burkina Faso, Togo, Kongo Cumhuriyeti, Merkezi Afrika Cumhuriyeti, Papua Yeni Gine ve Fransız Guyanası... İşte bu bölgelerin yüzölçümlerini bulup toplayınca, dünya yüzölçümünün yaklaşık yüzde 1'i kadar olduğunu gördüm.

Fransız Guyanası, Fransa’ya bağlı denizaşırı il statüsünde. Geri kalan 9 ülkeden Libya, İran ve Kuzey Kore dışındakiler ise, fakirlik, açlık ve susuzluktan kıvranıyor... Ne petrolleri var ne de konumları stratejik...

***

Haritada Türkiye nasıl gösterilmiş?

Sarı-yeşil çizgili bir grafik kullanılmış. Ne demek bu? Haziran 2000-Aralık 2007 arasında bu bölgede asker sayısında azalma yönünde bir değişiklik olduğu anlamına geliyor. Türkiye ile ilgili açıklamada şöyle yazıyor: İncirlik Hava Üssü, uzun yıllardır Amerikan askerlerini barındırdı ve Irak Savaşı nedeniyle çok önemli bir merkez haline geldi. Geçen sonbaharda, Ermenilere yönelik 1915-23 Osmanlı soykırımını kınayan bir yasa tasarısının Kongre'de görüşülmesine öfkelenen Türk politikacılar, üssü Amerika’nın kullanımına kapatmakla tehdit etti. Tasarı kısa bir süre sonra rafa kalktı.

Durum şu: Sözde soykırım yasa tasarısı, 10 Ekim 2007’de Temsilciler Meclisi’nin Dış İlişkiler Komitesi’nde 21’e karşı 27 oyla kabul edildi. Türkiye, tepki olarak Washington Büyükelçisini Ankara’ya çağırdı. Kongre üyelerine yönelik lobi faaliyeti yürütülerek ilişkilerin büyük zarar göreceği anlatıldı. Bush yönetimi ise, Ankara’nın, Irak’a gönderilecek ABD kuvvetlerinin sevkiyatı için Türk yollarını kısıtlamasından kaygı duyduğunu söyledi. Sonunda tasarı ertelendi.

Bakalım Obama başkanlığı devralınca sözde soykırım tasarısı ne olacak? Buna bağlı olarak İncirlik tartışması yeniden gündeme gelecek mi göreceğiz... Ama İncirlik gibi bir noktaya yerleşen Amerika’nın kolay kolay oradan çıkacağını düşünmek yanıltıcı olur. Sonuçta İran’a olan yakınlığı ortada...

***

Mother Jones’un harita ile ilgili haberinde, Bush'un 2004 başkanlık seçiminden birkaç ay önce, Amerikan askeri üslerine ilişkin bir plan açıkladığı da anlatılıyor. Soğuk Savaş’tan bu yana yapılan en sert plandı bu. O dönemin Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in hazırladığı düzenlemenin amacı, zayıf durumdaki savaş makinesine hayat vermekti. Bunun için yapılacak şey, eldeki kuvvetleri son teknolojiyle donatıp, daha az güçle daha çok iş yapabilecek ve aynı anda dört bölgede birden çatışma yürütüp baskı kurabilecek hale getirmekti.

Amerika, o günden beri bunu sağlamak için dünyanın birçok yerinde üsler kurmaya devam ediyor. Pentagon’u yönetenler, söz konusu haritaya bakıp ne düşünüyorlardır acaba?

“Vay be, dünya imparatorluğumuz muhteşem görünüyor!” mu diyorlardır? 151 yabancı ülkede 510.927 asker... Yaklaşık 120 milyar dolar ederindeki 761 askeri üs... 21.yüzyılda imparatorluk, parayla, silahla ve dünya yüzölçümünün yüzde 99’unda asker bulundurarak kuruluyor...