bilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Eylül 2012 Pazar

7 Temmuz 2012

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 9 Eylül 2012

İnsanlar bilinç sahibi tek canlı değil; Hayvanlar da insanlarla kıyaslanabilecek derecede bilince sahip. Bu, aralarında bütün memeliler, kuşlar ve ahtapotun da olduğu birçok canlı için geçerli.

Bu açıklamayı yapanlar, 7 Temmuz’da İngiltere’nin Cambridge Üniversitesi’nde düzenlenen uluslararası bir konferansta toplanan bilim insanları. “İnsanda ve Hayvanda Bilinç” başlığı altında gerçekleştirilen Francis Crick Anma Konferansı’nda, aralarında Stephen Hawking’in de bulunduğu 15 uzman, bu sonucu kanıtlayacak bilgileri sundular.

Konferansın sonunda Cambridge Bilinç Deklarasyonu'nun (“The Cambridge Declaration of Consciousness”) imza töreni, CBS 60 Minutes programı tarafından kaydedilmiş ama bizim medya, bilim adına bir devrim niteliğinde olan böyle bir olayla ilgilenmedi tabii...

Hayvanlarda bilinç olgusu, aslında bugüne kadar yapılan araştırmaların da gösterdiği ve konuyla ilgili olanların tartıştığı bir gerçekti. Hatta evinde hayvan besleyen her insanın fark edeceği şekilde, hayvanların da acı çektikleri, sevindikleri ya da belli bir hedefe yönelik olarak karar aldıkları bilinir. Ama ne zaman bu konu açılsa, ya maymunlar ya da insanlarla daha iç içe bir hayat süren kedi ve köpek düşünülür.

Oysa gelişmiş bir bilince sahip hayvanlar onlarla sınırlı değil. Geçen günlerde televizyonda rastladığım bir belgeselde fillerin bir sorun karşısında nasıl işbirliğine gittiklerini, bir kuşun yiyeceğine göz diken rakibini atlatmak için plan yaptığını gözlerimle gördüm.

Cambridge Deklarasyonu’nun önemi, hayvanlarda bilinç olgusuna çok daha geniş bir boyut kazandırarak, şu cümlelerle bilimsel olarak ortaya koyması: “Aynı noktada buluşan ortak kanıtlar, hayvanlarda nöroanatomik, nörokimyasal ve nörofizyolojik bilinç durumlarının alt katmanlarının var olduğunu ve hayvanların kasıtlı davranışlar gösterme kapasitesi taşıdıklarını göstermektedir. Bunun sonucu olarak, elimizdeki kanıtlara göre, insan, bilinç oluşturan nörolojik altyapıya sahip tek canlı değildir. Aralarında bütün memeliler, kuşlar ve ahtapot gibi birçok canlının da bulunduğu hayvanda bu nörolojik altyapı bulunmaktadır.

***

Peki bu deklarasyonun etkileri ne olur? Bu sorunun yanıtlarına, metne imza koyanlardan, Standford ve MIT’de araştırmalar yapan Kanadalı Philip Low’un bir röportajında rastladım.

Bugüne kadar hayvanların bilince sahip olmadığını iddia etmenin insanlar için kolay yol olduğunu ama artık bundan sonra bilmiyorduk diyemeyeceğimizi söylüyor. Hayvan haklarına etkisi konusunda ise, bilimin topluma ne yapması gerektiğini dikte etmeyeceğini, görevlerinin sadece buldukları verileri sunmak olduğunun altını çiziyor.

Ancak gelecekte toplumların daha az hayvanı kendi amaçları için kullanır hale geleceğini düşünüyor Low. “Yapmamız gereken, daha az yıkıcı çözümler bulmak. İnsan hayatı üzerine araştırmalar yapmak için başka hayatları sona erdirmek zorunda değiliz. Hayvan hayatına saygı duyan daha iyi teknolojiler geliştirebiliriz” diyor.

Bulduğunuz veriler sizi kişisel olarak nasıl etkiledi?” sorusuna verdiği yanıt etkileyici: “Sanırım vegan olacağım. Hayvanlar hakkındaki bu yeni bulgulardan, özellikle onların acıyı deneyimlerken yaşadıkları zulümden etkilenmemek olanaklı değil.

7 Temmuz 2012, insan-hayvan ilişkisinde çok önemli bir tarih olarak kayda geçti. Acaba bu gelişmeler, insanoğlunu nasıl etkileyecek? Acaba Low’un sergilediği duyarlılığı kaç kişi hissedecek? Yoksa bilim görmezden gelinmeye devam mı edilecek?

-

8 Ocak 2012 Pazar

Dipsiz Bir Cehalet

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 8 Ocak 2012


Yıl oldu 2012. Bilim insanları, İsviçre’nin Cenevre kenti yakınlarındaki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda deneyler yapıyor. CERN (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi), 14 milyar yıl önce evrenin doğumuna yol açtığına inanılan Büyük Patlama ortamını yaratmak amacıyla işe girişti. Sonunda çarpışma sırasında teorik fizikteki kütle mantığının temelini oluşturan “Higgs Boson” adı verilen atomaltı parçacığının izi bulundu.

Bu bilimsel açıklamaları kavramak ilk anda kolay olmayabilir. Aslında olan şu: Bilim insanları evrenin doğuşunun sırrını bilimsel olarak ortaya koymak üzere. Son derece önemli sonuçlar doğuracak devrimsel nitelikte bir deney bu.

***

Yazıya bu konuyla girmemin nedeni, Cenevre’de bunlar olurken aynı anda dünyanın bir başka köşesinde yaşananların yarattığı absürd durumu ortaya koymak.

Riyad kaynaklı haber şöyle diyor: “Suudi Arabistan’da kadınlar, 2015 yılındaki belediye seçimlerinde bir erkeğin onayına ihtiyaç duymadan oy verebilecek ve yine ilk kez bu seçimlerde kadınlar da aday olabilecek.

Suudi Arabistan Kralı tarafından alınan bu karara karşın, ülkede kadınlara uygulanan baskılar devam ediyor. Kadınlar, seyahat etmek, çalışmak, evlenmek, boşanmak gibi hayatıyla ilgili temel konularda erkeklerden izin almak zorunda.

Bir Suudi kadın, ailesinden bir erkeğin onayı olmadıkça ve bir erkek ona eğitimi süresince eşlik etmedikçe yurtdışında okumaya gidemiyor.

Kadın hastalar, acil durumlar dışında, bir erkeğin onayı olmadıkça devlet hastanelerinde ameliyat edilemiyor. Babalar, istedikleri zaman kız ya da erkek çocuklarının eğitimine son verebiliyor...

Bilindiği gibi, Suudi Arabistan’da Vahhabilik resmi mezhep konumunda. Bu yüzden diğer İslam ülkelerine göre çok daha ağır uygulamalar söz konusu. Suudi Arabistan’ın kadın hakları savunucusu Wajeha al-Hawidar, “Bu yasalar kadını hayatın her alanında bir çocuk yerine koyuyor. Bir kadın, zihni gelişimini tamamlamış bir yetişkin olarak hayatını yönlendiremiyor” diyor.

Bedensel, zihni, ruhsal ve duygusal gelişimini tamamlayarak kendi hayatını yönlendirebilmek, kararlar alıp uygulamak, aldığı kararların sorumluluğunu taşımak”, yetişkin olmanın tanımı değil mi?

Eğer 18 yaşına ulaşmış bir kadın bunları yapacak yeterlikte görülmüyorsa, gelişiminin eksik olduğu var sayılıyor demektir. Daha baştan kadını 2. sınıf insan yerine koyan bu çarpık bakış açısının 21. yüzyılda hâlâ yandaş bulabilmesi gerçekten inanılmaz.

Alınan bu yeni karar, Suudi Arabistan’da kadınlar için yeni bir yasağın kalkması anlamına gelse de, açık ki buna karşı çıkan aşırı tutucular mutlaka olacak. “Hükümet içinde mantıklı önerileri dinlemeye niyetli insanlar var, ama toplumda yok. Farklı olduğunuz için sizden nefret ederler ve o insanlarla konuşmanın bir yolu yoktur” diyor Al-Hawidar.

***

Suudi Arabistan, kadınları aşağılayıp köleleştirmeye devam ederken; aynı anlarda 49 yaşında bir kadın, Fabiola Gianotti, Cenevre’deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda yürütülen iki deneyden biri olan ATLAS’ın başında. Bugüne kadar insanoğlunun yaptığı en büyük ve en karışık makine üzerinde çalışan 3000 kişilik bir ekibi yönetiyor. Antik Yunan felsefesi ve sanat tarihi üzerine çalışıp, fizik eğitimi almış. Ayrıca Milano Konservatuarı’nda piyano eğitimini de tamamlamış.

Bir yanda Suudi Arabistan’da erkeğin onayı olmadan çalışamayan kadın... Diğer yanda belki de yakında üzerinde yaşadığımız evrenin nasıl oluştuğunu açıklayacak zinciri tamamlayacak Fabiola Gianotti...

Böyle bir uçuruma, ancak kadını çağ gerisine iten dipsiz bir yobazlık ve cehalet neden olabilir.

_

27 Mart 2011 Pazar

Nükleer Rulet

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 27 Mart 2011

2008 yılında bu köşede çıkan bir yazımda, Türkiye’de bazı kesimlerce bilime ve uzmanlığa karşı alınan tavrı sorgulamış ve şöyle demiştim:

Böylelikle bilimsel veriler değersizleştirilip onların yerine boş inançlar geçirilince, her türlü yanlışı gerçekmiş gibi göstermek olanaklı hale geliyor. Aynı anlayış, bir zamanlar Kenan Evren'in radyasyonun faydalı olduğunu savunmasına yol açmıştı...

İlkel toplumlara uygun bir yaklaşım bu. Ancak neden diye sorgulamadan efendisine biat edenler tarafından kabul edilebilir. Oysa kulluktan vatandaşlığa geçen insan, araştıracak, bilimsel verileri aklın süzgecinden geçirip değerlendirecektir.

Bu yaklaşım değişmediği sürece, ne yazık ki, Türkiye’nin çağdaş uygarlık seviyesine ulaşması olanaklı görünmüyor. Mustafa Kemal Atatürk, boşuna ‘Hayattaki en hakiki mürşit ilimdir,’ dememiştir. Çağdaşlığın yolu bilimden geçer.


Ne acıdır ki, Türkiye’de o yazıdan bu yana ülke yönetiminden sorumlu olanların bu konudaki tavrı değişmedi. Hangi olay olursa olsun, işin uzmanına danışmadan kararlar alan ve tüm verileri göz ardı eden bir yönetim anlayışıyla karşı karşıyayız.

***

Japonya’da yaşanan deprem ve arkasından başlayan nükleer santral krizi, tüm dünyayı bu konuyu bir kere daha değerlendirme noktasına getirdi. Japonlar’ın sahip olduğu tüm ileri ve gelişmiş teknolojiye rağmen nükleer reaktörlerden sızan radyasyon havaya karışınca alarm zilleri çaldı.

Avrupa Birliği acil toplandı; İsviçre nükleer projeleri durdurdu...

Almanya, nükleer santrallerin kullanma süresini uzatmaya yönelik kararı ertelediğini açıkladı.

İspanya, bütün nükleer santrallerindeki güvenliği gözden geçirme kararı aldı.

Venezüella lideri Hugo Chávez, Japonya’da yaşanan felaketin ardından Rusya’yla yaptıkları nükleer anlaşmasını askıya aldıklarını açıkladı.

Hiçbir şey olmamış gibi davranamayız. Japonya’daki olaylar imkânsız olduğunu düşündüğümüz risklerin tamamen göz ardı edilemeyeceğini öğretti” diyordu Almanya Başbakanı Merkel...

Amerika’da ise birçok politikacı, Japonya’da gelişmelerin sonucu belirginleşene kadar nükleer enerjide frene basılması gerektiği görüşünde. Ralph Nader, bu felaketin Amerika'daki nükleer rönesansını sona erdirdiğini söyledi.

***

Peki Türkiye’de neler oldu?

TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası, görevini yapıp uyarıda bulundu. Yaptıkları açıklama aynen şöyle:

Nükleer santraller her zaman nükleer tehlike potansiyeli taşımakta, yapımında ve işletilmesinde yapılacak en küçük bir hata bile telafi edilmesi mümkün olmayan sonuçlara yol açabilmektedir. Japonya gibi güvenli yapı üretiminde ileri düzeyde bir ülke bile nükleer patlamaya engel olamamış ve insanlığı gelecek tehlikesiyle baş başa bırakmıştır.

Ülkemizde de yaşanabilecek olası doğal afetler ve depremler gözüne alındığında, yapılması planlanan nükleer santrallerin oluşturacağı riskin ne kadar büyük olduğu, geçmişte Çernobil bugün Japonya örnekleriyle sabittir. Buna rağmen bu konuda ısrar edilmesi en hafif ifadesiyle felakete davetiye çıkarmaktır.
"

Türkiye’yi yönetenler bütün bunlar karşısında ne yaptı?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, mutfak tüpünün yaratacağı tehlike ile nükleer santral riskini aynı kefeye koyma gafletini gösterdi.

Onunla da kalmadı; Rusya Devlet Başkanı Medvedev’le Akkuyu’da yapılacak nükleer santral için el sıkışırken, “Temeli nisan sonu ya da mayıs başında atarız” dedi.

Nükleerde rulet çarkı dönmeye başladı. Masanın etrafında toplanan oyuncularda cahil cesareti mi var, dediğim dedikçi hırs mı yoksa başka nedenler mi siz karar verin...

-

20 Şubat 2011 Pazar

"Sahte Solcu" yazıma tepkiler

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 20 Şubat 2011

Geçenlerde yazdığım “Sahte Solcu” başlıklı yazıma çok sayıda okuyucudan yorum geldi. (Yazıyı daha önce okumamış olanlar, bu linkten okuyabilir: http://www.zulalkalkandelen.com/2011/01/sahte-solcu.html )

AKP’ye verilen “liberal sol” desteğin nedenini irdelediğim o yazıda, Michigan Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmadan söz etmiştim. Siyaset bilimci Brendan Nyhan’ın başkanlık ettiği bu araştırma, gerçeklerin mutlaka insanların önceden sahip oldukları fikirlerin değiştirmesine yol açmadığını; üstelik ters yönde bir etki yarattığını ortaya koyuyor.

Nyhan’ın belirttiğine göre, “yanıldığını itiraf etme düşüncesi insanlar için ürkütücü.” Böyle bir durumda, “bilişsel uyumsuzluktan kaçınmak için ‘geri tepme’ denilen savunma mekanizması devreye giriyor.

Ben, bu bilgilerden yola çıkarak, araştırmanın bulgularının AKP’ye destek veren “liberal sol” denilen kesimin siyasal davranışını açıklamakta kullanılabileceğini yazmış ve bazı yorumlar yapmıştım.

***

Yazım üzerine okurum Sayın Cumhur Mumcu’dan toplu bir gönderi olarak çok sayıda kişiye iletilen bir e-posta aldım. Sayın Mumcu’nun görüşlerini, konuyla ilgilenen okuyucularla paylaşmamın etik bir davranış olacağını düşünüyorum.

Uzunluğu nedeniyle kısaltarak vermem gerekiyor ama ana hatlarıyla şöyle diyor Cumhur Mumcu:

Öncelikle belirtelim ki, gazete yazılarının artık bilimsel araştırmalardan faydalanılarak yazılması hem gazeteciliğin hem de bizzat Sayın Zülal Kalkandelen'in adına hürmete değer bir eylem. Tanıtımın amacı, hiçbir gerçek solcunun iktidara destek vermeyeceği şeklinde veriliyor.

İktidara desteğin bireysel bir çıkış noktası olduğu düşünülürse, araştırmanın tamamı okunduğu zaman, bu sahte diye nitelenen solcuların yerine, birçok grup veya ideolojik siyasal davranış tiplerinin de konulabileceğini görmek zor değil. Yani konu sadece solcuların sahte olması değil. Yanıldığını kabul etmemek için kendini kendini kandıran milliyetçiler de olabileceği gibi, Atatürkçüler veya Zülal Kalkandelen'in ifadesiyle liberal solcular da var. Araştırma nesnel. Bir başka deyişle tüm siyasal davranış tipleri için geçerli.

Ama Sayın Kalkandelen, ondan çok öznel sonuçlar çıkarıyor. Bu tür araştırmaları bulunduğu teorik mekandan alıp bir tek zümrenin yanlışı diye pratik bir alana taşımak doğru bir düşünce değil. Bunu bir Atatürkçü olarak söylemek bana ne kadar rahatsızlık verse de, bugün eleştirdiğimiz yanlışların benzerlerinin geçmişte Atatürkçüler tarafından da yapıldığını gözlemliyoruz.


***

Bunun üzerine Sayın Mumcu’ya gönderdiğim iletide, bir bilimsel çalışmanın sonuçlarını AKP yandaşı solcular için yorumladığımı; ancak bunun, araştırmanın başka siyasi düşünceler için de uygulanamayacağı anlamına gelmediğini belirttim. Elbette aynı araştırmadan yola çıkarak diğer siyasi görüşler için de yorumlar yapılabilir ama bu benimkini geçersiz kılmaz.

Sayın Mumcu, takıldığı konunun tam da bu noktada; eleştirisinin o "de" kipinin içinde saklı olduğunu söylüyor. Çünkü yazımda, bu "de" kipini belirtecek bir sözcük olmadığı görüşünde...

Sonuç olarak, sözü geçen araştırma elbette doğrudan AKP’yi destekleyen “liberal sol” üzerinde yapılmış değildir.

Ben yazımda, siyasal davranışlar üzerindeki bilimsel bir çalışmayı kullanarak, konunun bir yönüne ışık tutan bir yorumda bulundum. Ama bu yorumu yaparken, aynı araştırmanın başka siyasi görüşlere de uygulanabileceğini ayrıca belirtmedim. Çünkü bu zaten Sayın Mumcu’nun dediği gibi açıkça belli...

Bu hafta bu konuyu yeniden gündeme getirme gereği hissettim. Çünkü herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermek istemem. Şu kesin ki, Cumhur Mumcu ile bilime saygı konusunda ortak bir tavır içindeyiz.

_

18 Temmuz 2010 Pazar

Bina48 ve İnsan Sıcağı

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 18 Temmuz 2010

Başlıktaki isim bir robota ait. Bilim dünyasını takip edenler büyük olasılıkla tanıyorlardır onu. Ben, konuya yabancı olanlar için Bina48’i tanıtayım.

Humanoid ya da android denilen insanımsı robotlardan birisi bu. Amerikalı avukat, yazar ve milyoner girişimci Martine Rothblatt’ın isteği üzerine Hanson Robotics’in sahibi David Hanson tarafından yaratılmış. Kauçuktan yapılma bir kafası ve sadece göğüs kısmına kadar gelen bir bedeni var...

Görüntüsünün kaynağı, adı Bina Aspen olan Afrika asıllı Amerikalı bir kadın. 56 yaşındaki Martine Rothblatt, cinsiyet değiştirip kadın olmadan olmadan önce Bina ile evlenip dört çocuk sahibi olmuş. Hayatını paylaştığı insana benzeyen bir robot yaptırmak için de geçen mart ayında Hanson Robotics’e 125 bin dolar ödemiş.

Martine ve Bina ikilisinin öyküsü oldukça ilginç; ama benim bugün üzerinde durmak istediğim konu, 21. yüzyılda giderek yalnızlaşan insanın çaresizliği...

***



Aslında bu konu üzerinde kafa yormama üç ayrı etken neden oldu. İlk olarak, The New York Times’da Bina48 ile yapılmış bir röportaj okudum.

Muhabir Amy Harmon, Rothblatt’ların Vermont’taki Viktoria tarzı evine gidip Bina48 ile konuşmuş. Oturmuş robotun karşısına ve sohbet eder gibi sorular sormuş.

Gazetenin internet sitesinde bu röportajın bir bölümü video olarak da yayınlandı. Bedeninin alt kısmının olmadığını unutup, başının arkasındaki kabloları önemsemezseniz, hayret verici derecede gelişmiş bir robot Bina48.

Bazen sorulara çok mantıklı yanıtlar veremese de, bunu fark edip, “Özür dilerim, bugün yazılım sistemim biraz karışık” diyor. Eğer sizi tanıyabilir hale gelirse, adınızla hitap edip gözünüzün içine bakıyor...

***

İkinci olarak, yapay zeka üzerine düşündüğüm bir sırada, İstanbul Caz Festivali için ülkemize gelen Imogen Heap ile röportaj yaptım. Teknolojiyi çok etkin bir şekilde kullanıp folk ile elektronik müziği birleştiren bir sanatçı kendisi. Doğal olarak ona da müzik ve teknoloji hakkında sorular yönelttim.

Bilgisayar hâlâ en iyi arkadaşınız mı?” diye sorduğumda “Evet” yanıtını aldım...

Bilgisayarların insanların düşüncesini tam olarak algılayıp karşılık vermesini isterdim” dedi söyleşinin bir yerinde.

Her ne kadar bilgisayarlar, umutsuz bir şekilde insana göre az gelişmiş olsa da, insanla daha uyumlu çalışacağı günlerin çok da uzak olmadığını düşünüyor Imogen Heap.

***

Bu röportajdan sonra Amerika’da Oxygen Media tarafından yapılan bir araştırma haberini okudum. Sonuçlara göre, katılımcıların % 40’ı Facebook bağımlısı olduğunu itiraf ediyor, % 34’ü sabah tuvalete bile gitmeden önce yaptıkları ilk işin Facebook hesaplarını kontrol etmek olduğunu söylüyor.

Erkeklerin % 65’i, kadınların % 50’si Facebook’ta tanıştıkları insanlarla duygusal ilişki kurabileceklerini belirtiyor. İnternet üzerinde tanışıp ayrılmanın oldukça popüler olduğu görülüyor...

***

Bütün bunlar art arda gelince, insanoğlunun kendi yarattığı teknoloji ile olan ilişkisini düşündüm.

Yanlış anlaşılmasın; ben teknolojik gelişmeleri çok heyecan verici buluyorum. Doğru kullanıldığında zaman tasarrufu sağlayıp hayatımıza büyük kolaylık getiren müthiş bir araç olarak görüyorum teknolojiyi. Çok da yakından izliyorum bu alanda olup bitenleri...

David Hanson, yapay zeka geliştirme yöntemleriyle robotların duygusal tepki vermesinin sağlanacağını ve insana arkadaş olabileceğini söylüyor.

Doğrusu zaman zaman bu dünyadaki duyarsızlıklardan, ikiyüzlülüklerden bunalıp, “Keşke elektrikli koyun düşleyecek bir android arkadaşım olsaydı” diye düşünmüyorum değil...

Ne var ki, insan sıcağının yerini hiçbir şeyin tutacağına da inanmıyorum...

-

26 Ocak 2009 Pazartesi

2023?

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/25 Ocak 2009

2009, UNESCO ve Birleşmiş Milletler tarafından Uluslararası Astronomi Yılı ilan edildi. Çünkü bu yıl, Galileo Galilei’nin teleskopla yaptığı ilk gökyüzü gözleminin 400. yıldönümü. Aynı zamanda, Evrim Teorisi’ni geliştiren Charles Darwin’in doğumunun da 200. yılı.

Her iki bilimadamı da, buluşlarıyla insanlığa büyük katkılar yaptı. Ama aynı anda da, bağnaz dincilerin hedefi haline geldi. Galilei, Tanrı'ya inansa da, dünyanın döndüğünü savunduğu için kilisenin düşmanlığını kazandı, kitabı yasaklandı, Engizisyon’da yargılanıp ev hapsine mahkum edildi...

Dünyanın döndüğünü savunmanın kilise karşıtlığı olarak değerlendirildiği günler artık geride kaldı; bugün kimse dünyanın yerinde sabit durduğunu savunmuyor. Hatta Vatikan, kilise tarafından yargılanan Galilei’den 366 yıl sonra özür bile diledi...

Bağnaz dincilerin tepkisine neden olanlardan birisi de Charles Darwin’di. Tüm canlı türlerinin doğal seçilim yoluyla birkaç ortak atadan evrildiğini savunduğu için kıyamet koptu. Sonunda İngiliz Anglikan Kilisesi, geçen yıl, Darwin’in ölümünden 126 yıl sonra, ünlü bilimadamından özür diledi. Onu yanlış anlayıp, yanlış tepki verdiklerini ve başkalarının da onu yanlış anlamasına neden olduklarını itiraf ettiler...

Galilei, kazığa geçirilip yakılmaktan kurtulmak için görüşlerini inkar etmek zorunda kalmıştı. Bir diğer İtalyan bilimadamı Giordano Bruno ise, dünyadan başka pek çok gezegen bulunduğunu söylediği için 1600 yılında Katolik Kilisesi’nin kararıyla yakılarak öldürüldü... O da Tanrı'yı reddetmiyordu oysa... Sadece Tanrı ile evrenin aynı gerçeğin iki farklı yansıması olduğunu söylüyordu...

Darwin ise, dini inancını “agnostik” (bilinemezci) olarak tanımlasa da, onun kaderi Bruno’nun ve Galilei’nin kaderinden farklıydı. Bunun nedeni, Bruno’nun yakıldığı 1600’den Darwin’in doğduğu 1809 yılına kadar olan dönemde, insanlığın Aydınlanma ekseninde kat ettiği yoldur. Rönesans’ın açtığı yolda ilerleyen toplumlarda zaman içinde din ve devlet işlerinin ayrılması noktasına gelinmiş, bilimsel özgürlükte mesafe alınmıştı.

***

Batı’nın, ortaçağın tutucu skolastik felsefesinden kurtulup Rönesans’ın özgürlük kavramından Aydınlanma’ya uzanması, tarihin en önemli süreçlerinden birisi. Acı gerçek şu ki; şeriatın hüküm sürdüğü Osmanlı, bu süreci fena halde ıskaladı...

Aydınlanma’nın yaşadığımız topraklara varışı, 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla oldu. Batı’nın yüzyıllar önce ulaştığı Aydınlanma’yı Türk ulusuna yaşatan, dogmayı reddedip aklın egemenliğini savunan, emperyalizme karşı gelip ulusun kendi kaderini kendisinin belirlemesi ilkesini hayata geçiren Atatürk’ün 2009’da hâlâ dincilerin hedefi olması, size anormal gelmiyor mu?

Türkiye, 21. yüzyılda dincilerin, tarikatçıların yürüttüğü karşı devrime sahne oluyor. Ne yazık ki, tarih kitapları ilerde 2009 Türkiyesi’ni anlatırken, mahalle baskısından, içki yasağından, tesettür salgınından söz ediyor olacak...

Eğer o kitaplar gerçeği yazarsa, yıllar sonra bunları okuyanlar hayrete düşecek... Onlar için herhalde inanılmaz olacak ama, laiklik karşıtı odak haline gelmiş, ABD, AB güdümlü bir iktidarın hukuku hiçe sayan icraatlarını okuyacaklar...

Atatürk Devrimi’nin Aydınlanma boyutunu değerlendirirken, insanın aklına şu soru geliyor:

Acaba belli kesimlerin Türkiye’deki Aydınlanma gerçeğini anlamaları için, kilise özürlerinde olduğu gibi en az 100 yıl geçmesi mi gerekiyor?

Eğer öyleyse, Cumhuriyet’in 100. yılının kutlanacağı 2023’te, tarih kitapları dincilerin böyle bir özründen de söz ediyor olur mu?

29 Aralık 2008 Pazartesi

2009 ve Türkiye

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/28 Aralık 2008

Üç gün sonra yeni bir yıla giriyoruz. Herkes gelecek günlerin daha iyi olmasını diliyor...

Olabilecek mi?

2008'de Ergenekon denilen garip davayla korku imparatorluğu kuruldu, hükümete muhalif kesimler sindirildi...
Ilımlı İslam destekçileri, doğrudan Atatürk’ü, TSK'yı ve laikliği hedef aldı...
Toplumdaki kamplaşma iyice derinleşti... Türkiye, önemli ölçüde muhafazakarlaştı...
Dış politikada teslimiyetçi anlayış hakim oldu...
Doğu'da terör hortladı...
Kendilerini "liberal" olarak adlandıran takım, yine IMF'nin eteğine yapışıp, bütün umudunu Obama'ya bağladı...
AB projesi bir kenara itildi...
Ekonomik kriz teğet geçmedi, çarpıp savurdu...
İşsizlik tırmandı...

Umudu kaybetmemek gerek tabii; ama, Türkiye’nin çok karışık ve kavgalı bir dönemden geçtiğini de düşünmeden edemiyor insan...

***

Böyle bir ortamda, 2009 yılı bütçe tasarısı, günlerdir TBMM Genel Kurulu’nda görüşülüyor. Bütçe, hükümetlerin bir yıllık zaman içinde hangi hizmetlere ne kadar kaynak ayırmayı planladığını belirler. Hükümetin izleyeceği ekonomik politikalar kadar, sosyal politikaları da görmemize olanak verir. Bu nedenle çok önemlidir.

Öyleyse, şimdi gelin bu gözle bakalım 2009 bütçesine...

Bazı bakanlıkların gelecek yıl için öngörülen bütçeleri şöyle:

İçişleri Bakanlığı: 1 milyar 893 milyon 861 bin TL,
Çevre ve Orman Bakanlığı: 1 milyar 242 milyon 319 bin TL,
Ulaştırma Bakanlığı: 1 milyar 155 milyon 636 bin 740 TL,
Kültür ve Turizm Bakanlığı: 1 milyar 5 milyon 896 bin TL,
Dışişleri Bakanlığı: 816 milyon 935 bin TL,
Bayındırlık ve İskan Bakanlığı: 709 milyon 448 bin TL,
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı: 639 milyon 25 bin TL,
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı: 467 milyon 411 bin TL.

Bütçesi bunların her birinden fazla olan kurum hangisi dersiniz? Tabii ki Diyanet İşleri Başkanlığı... AKP, bu başkanlık için 2 milyar 454 milyon 275 bin TL bütçe ayırarak bir rekora imza attı.

Gazete haberlerine göre, son dört yılda Diyanet’in bütçesi yüzde 90 oranında artmış... Bu artışla da, birçok kurumu geride bırakıyor.

Örneğin, sosyal devlet anlayışının beş temel kurumuna bütçeden toplam olarak sadece 1.6 milyar TL pay veriliyor.
Özürlüler İdaresi Başkanlığı'na 5 milyon 916 bin TL, Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü'ne 5 milyon 731 bin TL, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü'ne 4 milyon 404 bin TL, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü'ne 11 milyon 638 bin TL, SHÇEK Genel Müdürlüğü'ne ise 1 milyar 577 milyon 898 bin TL...

Bu rakamlar gerçeği açıkça ortaya seriyor... Din işlerine ayrılan para, özürlüler, yardıma muhtaç insanlar ya da sokak çocuklarına ayrılan toplam ödenekten fazladır.

AKP'nin "sosyal devlet" anlayışı işte bu kadar... Seçimler yaklaştığı için oy karşılığında sadaka gibi kömür ve erzak dağıtılıyor, 80 binden fazla caminin olduğu ülkemizde yenileri yapılıyor, durmadan Kuran kursları açılıyor...

***

Bu arada TÜBİTAK'a ne kadar bütçe ayrılmış? Türkiye’de müsbet bilimlerde araştırmaları geliştirip desteklemekle görevli bu kurumun payı 1 milyar 127 milyon 85 bin TL...

Bunu geçmişle kıyaslayıp bir artış olduğunu söyleyebilirler ama yeterli midir? Araştırma ve Geliştirme (Ar-Ge) çalışmalarına GSYİH'dan ayırdığımız ödenek, Avrupa’nın çok gerisindedir....

Hükümetin Diyanet'in bütçesini rekor düzeyde artırmasında bir neden vardır elbette...

Kim bilir; belki de herkes gidip bilimin ve sosyal devletin ruhuna Fatiha okuyabilsin diye, her sokağa cami yapma gibi bir projeleri vardır... Laiklik karşıtı odak haline gelmiş bir partiden başka ne beklenir ki?

24 Kasım 2008 Pazartesi

Cahilliğin Egemenliği

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/23 Kasım 2008

Şiddetle yağmur yağarken bir taksiye biniyorum. Orta yaşlı şoför konuşmaya başlıyor:

“Nasıl yağmur yağıyor! Bir de küresel ısınma var diyorlar. Hani nerde? Her şey Allah’tandır! İster yağdırır ister yağdırmaz.”

Şoför konuşmaya devam edince yanıt vermek gerekiyor. “Durum öyle değil,” diyorum. Küresel ısınmanın belirtilerinin birçok alanda görüldüğünü, buzulların eridiğini, kimi göllerin ve hayvan türlerinin yok olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

Lafımı kesip, “Kim demiş bunları?” diye soruyor. “Bilim adamları ve uzmanlar,” şeklindeki yanıtım onu hiç tatmin etmiyor, aksine kızdırıyor. “Bunlar safsata! Onlar hep böyle konuşur,” diyor.

***


Plastik damacanalarda su satan bir esnaf ile konuşuyorum. Şişenin altındaki dönüşüm logosuna bakmak isteyince, hemen anlıyor sebebini. “7 sayısına mı bakacaksınız?” diye soruyor.

“Evet,” diyorum. Çünkü damacanaların altında bulunan logonun içinde 3 ya da 7 rakamı varsa, bu o damacananın yüksek oranda kimyasal madde içerdiğini ve insan sağlığına zararlı olduğunu gösteriyor. Ama o, ısrarla bunu inkar etmeye çalışıyor.

“Bilim öyle demiyor,” diye karşılık verince sinirleniyor. “Ne bilimi? Onların işi gücü milleti korkutmak!” diyerek öfkesini açığa vuruyor.

***

Küresel mali krizin bütün dünya piyasalarında ciddi çöküşlere yol açtığı bir sırada, Başbakan Erdoğan anlaşılması güç laflar ediyor. Bankacılık sistemimizde alınan dersler nedeniyle ekonominin sıkıntıya düşmeyeceğini anlatıyor... “Hamdolsun, korkulduğu gibi bir şey söz konusu değil,” diyor.

Ekonomistler, mali krizin reel sektöre yansıyacağı konusunda uyarıyor, yaklaşan tehlikenin boyutları verilerle anlatılıyor ama nafile... O, “Kriz inşallah bizi teğet geçecek,” diyor.

Fakat aradan daha bir ay geçmeden krizin yansımaları görülüyor. Sanayideki üretim, eylül ayında geçen yılın aynı dönemine oranla yüzde 5.5 oranında düştü... İş yerleri kapanıyor, ağustos ayında 207 bin kişi daha işsizler ordusuna katıldı... Olsun... Başbakan, yine de krizin Türkiye'yi teğet geçeceğine inanıyor... Washington'a gidince, IMF'den para almak için, krizden etkilenmemenin mümkün olmadığını söylüyor ama Türkiye'de farklı konuşuyor...

***

Bu birbirinden bağımsız gibi görünen üç olayın ortak bir noktası var. Başbakan Erdoğan'ın aymazlığı, oy peşindeki takıyyeci politikacının tavrı olmanın ötesinde. Şoförün, su satıcısının ve Başbakan'ın tavrı, sonuçta aynı anlayıştan kaynak buluyor. O da, bilimsel çalışmayla elde edilen verileri değersizleştirme çabası. Böylelikle, bu tür verilerin yerine boş inançlar geçirilince, her türlü yanlışı gerçekmiş gibi göstermek olanaklı hale geliyor. Aynı anlayış, bir zamanlar da Kenan Evren'in radyasyonun faydalı olduğunu savunmasına yol açmıştı...

İlkel toplumlara uygun bir yaklaşım bu. Ancak neden diye sorgulamadan efendisine biat edenler tarafından kabul edilebilir. Oysa kulluktan vatandaşlığa geçen insan, araştıracak, bilimsel verileri aklın süzgecinden geçirip değerlendirecektir.

Bu yaklaşım değişmediği sürece, ne yazık ki, Türkiye’nin çağdaş uygarlık seviyesine ulaşması olanaklı görünmüyor. Mustafa Kemal Atatürk, boşuna “Hayattaki en hakiki mürşit ilimdir,” dememiştir. Çünkü çağdaşlığın yolu bilimden geçer.

Atatürk’ü daha iyi tanımak amacıyla “belgesel” yaptığını iddia edenler, onun özellikle bu yönünü göz ardı etmemeli. Atatürk’ün düşünce sisteminin temelleri topluma doğru bir şekilde anlatılmazsa, işte bugünkü gibi, cahillik gelir çöker tepemize...

14 Nisan 2008 Pazartesi

Doktor Yerine Dua!

© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/13 Nisan 2008


Bir New York sabahı hızla metronun merdivenlerinden inerken, elime bir gazete tutuşturuyor birisi. “Dünyanın en büyük küresel gazetesi” sloganıyla yayımlanıp bedava dağıtılan Metro gazetesiymiş meğerse.

Trene bindiğimde görüyorum ilk sayfadaki manşeti: 11 yaşındaki hasta kız, anne ve babası doktor aramak yerine dua etmeyi tercih edince hayatını kaybetti...

Kızın adı Madeline. Öldükten sonra yapılan otopside şeker hastası olduğu, fakat zamanında müdahale edilemediği için vücudunda azalan insülin oranı nedeniyle öldüğü ortaya çıkıyor.

Soruşturmayı yürüten polis şefinin verdiği bilgiye göre, bir ay önce hastalık belirtileri başlamış olmasına karşın, ailesi Madeline’i doktora götürmeyi reddediyor. Nedeni, aşırı dindar olan ailenin, kızlarının hastalığını doktorların değil, duaların iyileştireceğine inanması!

***

Haberi okudukça ürperiyorum. Bu çağda hala hastalıkların Tanrı’dan geldiğini ve bu nedenle de sadece duayla geçebileceğini düşünmek dehşet verici…

21. yüzyıldan 12. yüzyıla geri dönüş mü yaptık acaba?

12. yüzyılda yaşıyor olsaydık, bu bağnazlık karşısında nasıl tepki verirdik? Aydınlanmayı yaşamayan insanoğlu, böylesine bir cehaletin neden olduğu vahşeti kabul edilebilir bulur muydu?

Bunun yanıtını vermek için, önce aydınlanmanın ışığını hissetmeyen toplumlara bakmak gerekir. Bu tür toplumlarda insan, sorgulamayan ve eleştirmeyen, yalnızca kalıp halinde sunulan emirlere biat eden bir varlık olarak kalır.

İnsan, bir kere aklını kullanmayı bırakıp dogmalara inanmaya görsün, ondan sonrasında düşeceği karanlığın ucu bucağı yok.
Kızları gözlerinin önünde komaya girip can çekişse bile, düşünme yeteneğini kaybeden beyinler uyuşmuştur bir kere... Onlara göre tek doğru vardır; o da değişmez. Bulabildikleri tek çözümse, kadere boyun eğip dua etmektir.

***
Bu gazete haberini, Amerika’da özellikle Evanjelistlerin iktidarında artan bir tartışma kapsamında değerlendirmek gerek.

Nasıl oluyor da birçok bilim dalında dünyanın en ileri ülkesi olan Amerika’da hala bu tür olaylar yaşanabiliyor?

Gerçek şu ki, Amerika’da bilimi sanki dine karşıymış gibi göstermeye çalışan bir kesim var. Bu ülkede, özellikle son sekiz yıldır, bilimsel çalışmalar dini nedenler gösterilerek engelleniyor.

Milyonlarca hastanın yaşam umudu olabilecek kök hücre araştırmalarına izin verilmiyor.

Dine aykırı olduğu söylenerek kürtaja karşı çıkılıyor. Hatta bazıları, anne tecavüze uğramışsa bile kürtaj hakkı olmaması gerektiğini savunuyor… İsa Peygamber, yaşamında kürtaja karşı hiçbir şey söylememiş, ama dincilere bakarsanız kürtaj dine aykırı…

Fanatik dincilerin aldatmacalarına kanmayan Amerikalılar soruyor:

İsa, yaşadığı süre boyunca savaşlara karşı değil miydi? Sürekli insan hayatının değerini vurgulamamış mıydı? Madem o kadar dine bağlısınız, neden ülkeyi haksız yere bir savaştan diğerine sürükleyip suçsuz insanların hayatıyla oynuyorsunuz?

Bu dincilerin yöntemi her yerde aynı; peygamberlerin söylemediğini, kutsal kitaplarda yazmayanı değişmez emirmiş gibi topluma dayatmak, dinen açıkça yasaklanmış olanı da görmezden gelmek…

Tanıdık geliyor değil mi?

Din ile bilimi sanki karşı karşıya iki ayrı inançmış gibi gösterenlerin topluma sundukları ayrım da şu:

Ya dindarsınız ya da bilimden yanasınız…

Ya inanıyorsunuz ya da inanmayanlardansınız…

Bu, çok tehlikeli bir ayrımdır.