30 Ekim 2011 Pazar

Dokuz Yıl Önceki Wall Street Protestosu

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 30 Ekim 2011

Haftalardır dünya finans piyasalarının merkezinde yaşanan Wall Street İşgali’ni izliyoruz. New York’ta başlayan protesto, önce Amerika’nın birçok eyaletine, sonra da dünyanın farklı başkentlerine yayılan çok büyük boyutlu bir hareket halini aldı.

Wall Street Protestosu denilince, bugüne kadar benim aklıma ilk anda 2002 yılında tanık olduğum bir gösteri gelirdi. Amerika’yı George W. Bush’un yönettiği yıllardı. Medyada Irak’ın çok yakında işgal edileceği yazılıyor, Bush’un neoliberal politikaları Amerikan orta sınıfını ezip geçiyordu.

Tam o günlerde, 4 Ekim 2002’de Amerikan solunun tanınmış isimlerinden, tüketici hakları savunucusu ve avukat Ralph Nader, “Take it to The Street” (Sokağa Taşı) adlı bir kampanya başlattı.

Nader’ın ana hedefi, Wall Street’teki yolsuzluğa karşı çıkmak ve bunu sokak protestolarıyla ülkeye yaymaktı. Kampanyanın açılışı, Wall Street’te New York Borsası’nın karşısındaki alanda onbinlerce kişinin katılımıyla yapıldı. Onların arasında ben de vardım.

Kalabalıktakilerle konuşmuş, neden bu kampanyaya destek verdiklerini sormuştum. Şirketlerin milyonlarca doları halkın cebinden çaldığını söylüyordu hepsi. Polisin bariyerler koyarak, katılımcıları belli bir alana hapsetme çabaları arasında sıkışıp kalmış, yağmur altında ıslanıyorduk. Ama kimsenin bir yere gideceği yoktu; herkes Nader’ın yapacağı konuşmayı bekliyordu.

Ardı ardına 7-8 kişi konuştuktan sonra, sahnede yanında gitarist Oliver Ray’le birlikte Patti Smith’i gördük. O anda Wall Street’e hakim olan heyecanı kelimelerle anlatmak olanaksız.

Bugüne kadar Patti Smith’i birçok kez konserlerde izledim. Her biri unutulmayacak kadar güzeldi ama o gün tek bir gitarla, sol yumruğu havada söylediği “People Have the Power!”, bugüne kadar tanık olduğum en etkileyici dakikalardı. Onca insanın punk rock’ın bu özgün sesine hep birlikte eşlik edişi, Wall Street’teki bütün binaları titretecek kadar güçlüydü.

Ralph Nader, o gün 12 maddelik kongre adaylığı duyurusunu da açıkladığı konuşmasında şöyle diyordu: “Şirketler asla bizim efendimiz olmak için tasarlanmadı; aksine kamu çıkarı adına bizlere hizmet için kuruldu. Ama para hırsı, sonunda hile, yolsuzluk ve suçla dönen spekülatif bir kumarhane yarattı. Bizler halk olarak kendi kaynaklarımızı kontrol altına almalıyız!

Nader’ın sözleri, dinleyicilerin “Açgözlülük bitsin!” şeklindeki coşkulu tezahüratlarıyla karşılanmıştı. Kalabalık arasında Nader’ı desteklemese de kuduran kapitalizme karşı olanlar da vardı. O gün Wall Street’te bizzat duyduğum sloganların, gördüğüm pankartların aynılarını, bugün yine medyadaki Wall Street’i İşgal haberlerinde görüyorum.

Dokuz yıl önce oldu bunlar; 2008 Ekonomik Krizi’nden altı yıl önce... O günden bu yana ne yapıldı Amerika’da? Obama, zengin sınıfa karşı orta sınıfı yeterince destekleyebildi mi? Hayır.

Bütçe açığını azaltmak için zenginlerin vergilerini artırmayı istediğini söylerken, “Bu bir sınıf savaşı değil, matematik” diyor ve işin aslını inkar ediyor. Amerika’da hiçbir politikacı itiraf etmek istemese de, bu tam bir sınıf savaşı! 2002’de de bugün de Wall Street’i dolduran insanlar, hakça bir düzen istiyor, kapitalizmin sömürüsüne isyan ediyorlar.

Ama bu politika... Obama’nın, işgal hareketini kendi yanına çekerek, aşırı sağcı Çay Partisi hareketini dengelemek için kullanmak isteyeceği de açık. Oysa Wall Street işgalcilerinin temsilcisi ne büyük sermayenin milyonlarıyla seçilen Obama olabilir ne de başka bir Demokrat Partili. Meydanlarda yankılanan talepleri ancak bağımsız bir sosyalist aday yerine getirir.

-

16 Ekim 2011 Pazar

Cezaevinde Vegan Olmak

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 16 Ekim 2011

Ben sık sık müzik festivallerinde vegan yemek satılmadığı için şikayet ederim. Alana dışardan yiyecek sokmak yasak olduğundan, bütün gün ayakta durup et kokuları arasında aç kalmak, festivali veganlar açısından zorlu bir hale sokar. Özellikle ülkemizde çok az sayıda vegan olduğundan, pek de dikkat çekmez yaşadığımız sıkıntı.

Ancak son günlerde medyaya yansıyan bir haber, bir veganın başına gelebilecek en ağır durumlardan birini ortaya çıkardı. Kırıkkale F Tipi Cezaevi’nde yatan vegan mahkum Osman Evcan, kendisine yiyebileceği yemeklerin verilmesi için mücadele içinde. Olayın özünü Evcan’ın kamuoyuna yazdığı mektuptan alıntılayarak okuyalım:

Düşünsel, felsefi eğilimlerim nedeniyle 8 yıldır vejetaryen bir yaşam sürdürmekteyim. Hiçbir hayvan eti ve hayvan etiyle yapılmış yemeği yemiyorum. Hayvan ürünleri de (tereyağı, peynir, bal, süt, yoğurt, sucuk, salam vb.) yemiyorum. Hayvansal ürünlerden yapılmış (deri, yün) kullanım-giyim eşyalarını kullanmıyorum.

Vejetaryan olmam nedeniyle cezaevi mutfağında pişirilen etsiz yemekler tarafıma verilmektedir. Fakat cezaevi mutfağında yapılan bu yemekler o kadar kötü, bozuk yapılıyor ki, yenilebilir gibi değildir.

Cezaevi yönetimine, tarafıma verilen yemeklerin düzeltilmesi amacıyla 2010 yılı Aralık ve 2011 yılı Ocak ayı içerisinde birkaç kez dilekçe yazdım. İdare, sorunun çözümü yönünde herhangi bir girişimde bulunmadı, duyarsız kaldı. 

17 Haziran’dan bu yana cezaevi mutfağında hazırlanmış yemekleri almama eylemim devam etmektedir. Beslenme ihtiyacımı kendi ekonomik olanaklarımla karşılıyorum. 

Son olarak, cezaevi kantininde sebze-meyva ve diğer bazı besin maddelerinin getirilmesi ve satılması kısıtlanmaktadır.


(Osman Evcan, mektubunda vejetaryen olduğunu yazmış ama yaptığı açıklamaya göre kendisi vegan. Cezaevindeki sağlık koşulları ve doktor muayenesi hakkındaki sıkıntıları da anlattığı mektubun tamamı, internet üzerinde http://osmanayemek.tumblr.com adresindeki sayfadan okunabilir. Buradan Evcan’a destek için başlatılan imza kampanyasına katılma olanağı da var.)

***

Ben de düşünsel ve felsefi eğilimleri nedeniyle hiçbir hayvansal ürün yemeyen ve tüketmeyen bir veganım.

Bu konudaki haberleri okuyunca, “Kendi isteğimle gittiğim festivallerde bir gün boyunca süren açlığımın sürekli olmak zorunda kalması halinde ne yapardım?” diye düşündüm.

Ben de Osman Evcan gibi mektuplar yazar, sesimi duyurmaya çalışırdım. Medya haber yapsa da, cezaevi yetkilileri, Adalet Bakanlığı bu haklı talebi dinler miydi? Etik nedenlerle vegan olan bir insanın aç kalmasına göz yumulur muydu?

Bazılarının “Yemek bulmuş da seçiyor!” diyerek duyarsızlaşabileceğini tahmin ediyorum. Benim seslenmek istediğim onlar değil; vicdan sahibi olanların empati yapıp, kendilerini bir an için Osman Evcan’ın yerine koymasını istiyorum. Talebi, sadece hayvansal ürün içermeyen, yenilebilir yemektir. Bu durumda olan mahkumlar için diyet yemeği çıkarmak, olanaksız değildir.

Mahkumlar için insani yaşam koşullarının sağlanması devletin görevi. Hapiste yatanlar, özgürlükten mahrum kalmak dışında, sağlık, barınma, yemek, hijyen, havalandırma vb. diğer bütün insan haklarına sahip olmalıdır. lrk, renk, cinsiyet, dil, din, politik ya da başka bir görüş, milliyet, etnik ya da toplumsal köken, mülkiyet ve herhangi bir statü nedeniyle ayrımcılık yapmak, bütün dünyada insan hakları belgeleriyle yasaklanmıştır.

Osman Evcan’ın vegan olması da bir felsefi/politik dünya görüşüdür. Cezaevinde kendisine yiyebileceği yemeklerin verilmemesi, en başta ayrımcılık anlamına gelir!

Yetkililer, bu ayıbı ve haksızlığı ortadan kaldırmalıdır.

-

9 Ekim 2011 Pazar

Wall Street'in "Arap Baharı"

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 9 Ekim 2011

Amerika, bir süredir kapitalizm karşıtı gösterilerle sarsılıyor. “Sarsılıyor” dedim ama aslında ana akım medya bu sarsıntıyı görmezden gelmek amacıyla elinden geleni yaptığı için, olan biteni herkes aynı şiddette hissetmiyor.

Geçenlerde The New York Times’da protestonun liderlerinden Zuni Tikka’yı “yarı çıplak” diye nitelendirerek küçümsemeye çalışan bir yazı çıktı. Ginia Bellafante’nin imzasını taşıyan “Yanlış amaçlarla Wall Street’i hedeflemek” başlıklı yazı tam anlamıyla skandaldı.

Bizim ana akım medya, Amerika’yı bu gazete ne yazarsa öyle tanıdığından, herhalde Bellafante’nin çarpıtılmış yorumlarına inanmış olacak ki, Wall Street’e karşı direniş hareketi fazla yankı bulmadı. Belki de işin doğası gereği kapitalizme vurmak istemediler.

Adbusters adlı aktivist internet dergisinin Twitter’da “Occupy Wall Street” (Wall Street’i İşgal Et) sloganı ile başlayan hareket, giderek Chicago, Boston, Washington, Los Angeles, Florida, Denver gibi yerlere de yayılıyor.

Ne istiyor Wall Street’te eylem için kamp yapanlar?

Zengin kesimden alınan vergiler artsın, yolsuzluklar ve para hırsı bitsin, sosyal harcamalardaki kesintiler olmasın diyorlar. Amerika’da giderek yükselen aşırı sağa ve kapitalizmin sömürüsüne, IMF’ye, Dünya Bankası’na, Nafta’ya ve onların sağladığı ayrıcalıklardan yararlanan sınıflara karşı çıkıyorlar.

Çok yüksek miktarlarda okul harçları ödeyip mezun olduktan sonra artık iş bulamamaya, geleceklerinin ellerinden alınmasına isyan ediyorlar. Haklarına sahip çıkmak için evlerine gitmeden gece gündüz nöbet tutuyor, protesto haklarını kullanıyorlar. “Birkaçı zenginleşir, milyonlar sefilleşir”, “Borç = Kölelik” diyorlar.

Michael Moore, Susan Sarandon, Noam Chomsky gibi ünlü isimlerin de destek verdiği eylemler, son yıllarda dünyanın birçok farklı yerinde görülen kapitalizm karşıtı gösterilerin son örneği. Amerika’da, özellikle New York kentinde Wall Street’e karşı olması ayrıca anlamlı.

Ancak sanmayın ki, bütün dünyaya özgürlük ve demokrasi nutukları atan Amerika, kendi ülkesindeki bu barışçıl eylemleri hoşgörüyle karşıladı. Gösterilere katılanlar, kaldırımlarda sürüklenerek plastik kelepçelerle bağlandı. Polis çizgisine yaklaşanların yüzlerine kimyasal madde sıkıldı. Güvenlik güçlerinin sert müdahalesi sonucunda birçok kişi tutuklandı.

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki barışı bombalarla sağlama yöntemini tercih eden bir ülkeden ne beklenir ki? Kapitalist sömürüye başkaldırıp hak aramak suç Amerika’da... Oysa YouTube üzerinde eyleme karşı acımasız polis müdahalesini izlerseniz, asıl suçu kimin işlediği görülüyor.

New York’ta başlayıp Amerika’ya yayılan kapitalizm protestosu finans sektöründe köşe başlarını tutanları ve Beyaz Saray’ı huzursuz ediyor mu bilmiyorum ama Wall Street İşgali için açılan internet sayfasında şöyle diyor eylemciler:

Hepimizin sahip olduğu ortak nokta şu. Yüzde 1’lik kesimin aşırı para hırsı ve yolsuzluğuna artık daha fazla hoşgörü göstermeyecek olan yüzde 99’luk kesimiz biz. Amerika’nın yalnızca ekonomi politikalarına değil, Amerikan halkının kültüre ve insanlığa yaklaşımına da egemen olan ve kârı her şeyin üzerinde tutan ilkeyi reddediyoruz. Mısır, Yunanistan, İspanya ve İzlanda’daki kardeşlerimiz gibi, Arap Baharı’nın kitlesel işgal taktiklerini kullanarak Amerika’da demokrasiyi yeniden kurmak istiyoruz.

Amerika’nın "Arap Baharı" Wall Street’ten başladı. Birileri de çıkıp Amerika’ya “Kendine gel, gerekli reformları yap, sabrımız taştı!” dese yeridir.

-

2 Ekim 2011 Pazar

Müzik, Yazı ve İnternet

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 2 Ekim 2011

Müzikle siyasetin iç içe geçtiği yazıları çok seviyorum. Bugün bunlardan birisini yazma olanağını Babylon’daki “Midnight Express” konserler serisi sayesinde buldum.

İstanbul’un gözde canlı müzik mekanlarından Babylon’da bu sezon başlatılan bu kavram, Batı müziğinin aksine, ana akım medyada ve radyolarda pek de fazla yer bulamayan grupları, Batı’da çoğunlukla “dünyanın geri kalanı” diye adlandırılan bölgelerden müzisyenleri canlı dinleme olanağı verdi bize.

Bu çerçevede geçen hafta sonu Kuzey Afrika Sahra Çölü’nden gelen isyankar ruhlu Tuareg göçmenlerinden oluşan Tinariwen uğradı İstanbul’a. Babylon’un sahibi Pozitif şirketindeki arkadaşların önerisi üzerine, konser öncesinde kısa bir sunuş yaptım. Bu tür bir uygulamaya alışık olmayan konser dinleyicisi söylediklerime tam olarak kulak verdi mi emin değilim ama mesajımın özü şuydu:

Tinariwen, bir tür çöl blues’u yapıyor. Kullandıkları kimi aletler ve yerel kıyafetleri çok farklı bir kültürün yansıması ama söyledikleri insanlığın ortak meselesi. Tamaşek yerel dilindeki (Tuareglere özgü bir Berberi dili) şarkıları, çölde sürgün hayatı yaşayan Tuareg insanları hakkında ama aslında bağımsızlık için, ayakta kalmak için, kendi kültürlerini korumak için mücadele eden insanların derdini anlatıyorlar. Sahra Çölü’ndeki fakirliğin, işsizliğin ve toplumsal dışlanmanın müziği bu.

Tinariwen grubunun üyeleri, 1990’lı yıllarda Mali hükümetine karşı başlayan çok çetin bir isyana katıldılar. Ama artık sivil halka büyük kayıplar verdiren bu tür acımasız bir savaşın içinde yer almayacaklarını söylüyorlar; hoşgörünün geliştirilmesinden yanalar. Eminim buradaki herkes, dünyanın bugün en çok ihtiyaç duyduğu şeyin yani barışın sağlanmasından yana. Öyleyse toplumdan kimseyi dışlamayalım; ortak dilimiz barış ve müzik olsun!

***

Anonsumla birlikte sahneye çıkan Tinariwen grubu, ritmik ve hipnotize edici müziğiyle o akşam bize muhteşem saatler yaşattı. Konserin sonuna doğru Pozitif'ten Mekan Sorumlusu Gül Güngör’ün telefonuma gönderdiği mesaj ise, gerçek bir sürpriz oldu. “Grubun Türkçe bilen bir üyesi yazılarını okuyormuş. Seninle tanışmak istiyor” diyordu Gül ve şaka yapmıyordu. Sahra Çölü’nden gelen bir Tuareg benim yazılarımı okuyormuş!

Sahne arkasına geçip yerel kıyafetler içindeki Anwar’la tanıştığımda kendisinin grubun basın ve tercüme işlerinden sorumlu olduğunu öğrendim. Araya İngilizce sözcükler de karıştırdığı ve biraz zorlanarak konuştuğu Türkçesiyle, diplomasi ile ilgili bir kurumdaki görev nedeniyle, 1998’de Türkiye’ye gelip beş yıl kaldığını anlattı.

“Halkın konuştuğu dili öğrenmek istedim. Çünkü dillerini bilmediğinizde onları tam olarak tanıyamıyorsunuz” dedi. Türkiye’yi çok sevdiğini, buradaki dinleyicinin dünyanın başka yerlerindeki dinleyicilerden farklı olduğunu, insanların müziği yüreklerinde hissettiğini söyledi.

***

Uzun süredir beni hem bu kadar şaşırtıp hem de çok sevindiren bir olay olmamıştı. Yazılarımın Sahra Çölü’nden gelen bir insana ulaşmasının verdiği şaşkınlığı bir süre atamadım üzerimden. Benim açımdan mucizevi diye nitelendirilebilecek bu olay, aslında üç büyük insanlık buluşunun bir araya gelmesiyle ortaya çıktı: Müzik, yazı ve internet!

Müzik olmasa ben müzik yazıları yazmazdım; yazı olmasa müzik hakkındaki duygularımı sadece sözle ifade ediyor olurdum; internet olmasa yazılarım bu kadar geniş ölçekte aktarılıyor olamazdı.

Tinariwen konseri, benim için bambaşka bir anlam kazandı: Barış mesajı verdim, çok uzaklardan gelen bir eli sıktım. Müziğin gücü bu!

(Fotoğraflar bana aittir.)

_