© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 1 Temmuz 2012
Madonna'nın İstanbul şovu hakkında Cumhuriyet’in Kültür sayfasında yayınlanan yazımdan sonra aldığım hakaret ve küfürleri bir araya getirsem bir ibret broşürü olur. Şovu olumsuz yönde eleştirdiğim için sosyal medyada bir linç kampanyasına maruz kaldım.
Aslında bu ilk kez başıma gelmiyor. U2 ile ilgili bir yazımdan sonra da benzerini yaşamıştım. Eurovision şarkı yarışmasını eleştirince ve herkesin öfkelendiği Morrissey'i savununca da oldu aynısı. Marksizm hakkında ne zaman yazsam, hakaret dolu e-postalar geliyor. Uğradığım saldırıların en ağarı ise, İslam ülkelerinde kadının durumunu anlattığım yazı dizimden sonra aldığım “Senin işin bitti” türünden tehditlerdi...
Hepsi üzerinde tek tek ayrıntısıyla düşündüm. Siyaset yazılarıma gelen tepkileri daha kolay anlayabiliyorum. Ülkenin içinde bulunduğu gerginliğin de etkisi var bunda. Siyaset doğası gereği her zaman ateşli tartışmaların yapıldığı bir alandır; karşı tarafa hakaret ya da küfür edilmediği sürece sert de olabilir bu tartışmalar.
Ancak ne zaman ana akım bir müzisyeni eleştirsem, çeşitli kesimlerden gelen tepkileri anlamakta zorlanıyorum. Çünkü benim eleştiriye yaklaşımım, Oscar Wilde’ın “The Critic as Artist” başlıklı denemesinde Gilbert karakteri aracılığıyla açıkladığı görüşlerle bir ölçüde örtüşüyor. (Bu noktada Wilde’ın “iyi bir eleştirmenin yaratıcı bir sanatçıdan değerli olduğunu” görüşüne katılmadığımı da altını çizerek belirtmem gerekir.)
Wilde’ın söylediği gibi, eleştirmenin görevi kendi izlenimlerini aktarmaktır. Onları deneyimi, bilgisi, beklentileri doğrultusunda kaleme alacaktır. Müziğin, resmin, sinemanın vb. farklı sanat dallarının her insan üzerinde bıraktığı etki farklıdır; sanat izleyicisinin beklentileri de çoğu zaman tamamen aynı değildir.
Konuya bu yaklaşımla bakılırsa, bir eleştiri yazısı ile farklı düşünebilirsiniz ama o yazara “Nasıl böyle düşünüyorsun? Demek ki o müziği / eseri / sanatçıyı seveni aşağılıyorsun. Sen elitistsin!” dediğiniz anda mantığı devre dışı bırakmış olursunuz. Eleştirmenin görevi, çoğunluk tarafından beğenilen her şeyi alkışlamak değildir; onun görevi, konuya değer katabilecek bir bakış açısıyla yaklaşmaktır. Bunu yaptığında insanları aşağılamış olmaz.
Türkiye, ne yazık ki hiçbir alanda eleştiri kültürünün gelişmediği bir ülke. Ne zaman çoğunluğun beğendiği bir olay / kişi / düşünce karşısında olumsuz bir görüş belirtseniz, hemen linç gündeme geliyor. Sosyal medyanın hayatımızda önemli bir yer edinmesiyle bu toplumsal hastalık daha da yaygınlaştı. Eleştirmenin eleştirilmesi de mümkün ve doğal ama hakaret ve küfür gündeme gelirse işin tadı kaçıyor.
Oysa kültür ve sanat, bizleri futbol ve siyaset dünyasındaki bu sığ ve fanatik tartışmaların ötesine taşıyarak, toplumda farklı fikirleri tartışabilme olanağını vermeli; nefes aldığımız alanlar olmalı.
Türkiye, kendisininkinden farklı olan her düşünceyi yok etmeye eğilimli insanlardan mı oluşacak? Bu şekilde birlikte yaşama olanağı var mıdır? Sanat estetiği konusunda tektipleşme beklenebilir mi? Çoğunluğun beğendiği eleştirilemez mi? Eleştirilebilirse, neden o eleştiriyi yapan “elitist” damgası yer?
Nasıl siyasi iktidarların icraatlarını eleştirmek muhalefetin hakkıysa, nasıl muhalefet partileri olmadan demokrasi olmazsa, sanat konusunda da böyledir bu. Elbette siyasetteki ideolojiler gibi aklar ve karalar yoktur sanatta ama yeni düşünceler her zaman yeni ufuklar açar; sanat bütün devinimini bu canlı ortamdan alır.
Türkiye’de özgürce ve uygarca tartışılabilecek günlere duyduğum özlemle...
-
eleştirel düşünce etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
eleştirel düşünce etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1 Temmuz 2012 Pazar
15 Nisan 2012 Pazar
Eleştirel Düşünce ve Eğitim
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 15 Nisan 2012
Geçen hafta New York’un Brooklyn bölgesinde yürürken birden dikkatimi bir duvar yazısı çekti. Siyahı bir erkek ve kız çocuğu güneşli bir günde oynarken gösteren resmin altına “Respect Critical Thinking” (Eleştirel Düşünceye Saygı Göster) yazılmıştı. Amerikalılar, yazıyı çeşitli plaformlarda kullanarak mesaj verme işini çok iyi beceriyor. O nedenle bu alışılagelmiş bir durumdu. Ancak önemli olan, özellikle o ifadenin tercih edilmiş olmasıydı. Çünkü duvar, bir orta öğretim kurumunun binasına aitti.
Bir hafta öncesinde ise, Türkiye’de 4 + 4 + 4 ismiyle bilinen yasa Meclis’ten geçmişti. 8 yıllık kesintisiz ilköğretim ibaresini “ilköğretim” ve “ortaöğretim” şeklinde değiştirip, “8 yıllık kesintisiz” ibaresini de metinden çıkaran yeni kanun, çok açık ki imam hatip okullarının orta kısmını açmak için yapılan bir girişim.
Ortaokul ve liselerde isteğe bağlı olarak Kuran derslerinin okutulması gibi diğer inançlara mensup vatandaşlar aleyhine ayrımcılık yaratan bir uygulamayı başlatan yasa, zaten birçok açıdan aksayan eğitim sistemini tamamen baltalıyor. Okula başlama ve sınava hazırlanma yaşının düşmesi, dershane sektörünün büyümesi, çocuk işçilerin ve gelinlerin çoğalması gibi sorunları artırmanın yanı sıra, dinsel, muhafazakar, piyasacı içeriğe sahip bir eğitim sistemini kuruyor.
Bu tür bir eğitim sisteminde eleştirel düşünceye saygı duyulabilir mi?
Brooklyn’de ortaokulun duvarına yazılan yazı, belki bir Avrupalı için çok dikkat çekici olmayabilirdi. Ama Türkiye’de yaşayan bir insan için son derece çarpıcı ve üzücü. Üzücü; çünkü bırakın değer vermeyi, eleştirel düşüncenin hapsedildiği bir ülke Türkiye. Belirli bir ideolojinin, bakış açısının toplumun her kesimine dayatıldığı bu ülkede, eğitim sisteminin de ona uygun olarak baskı altına alınması, sömürünün çocuklara kadar inmesi sonucunu doğurdu.
Farklı düşünen, farklı inançları olan, farklı toplum kesimlerinden gelen herkesin dışlandığı toplumda, eğitim kurumları da, adeta birer fabrika gibi aynı dünya görüşüne sahip bireyler yetiştirme işlevi doğrultusunda kurgulanıyor.
Diyelim ki Anadolu’nun bir kentinde yaşayan bir aile, çocuğunun Kuran derslerine girmesini istemedi. Bu durumda o ailenin öğretmenler ve diğer öğrencilerin aileleri tarafından uygulanacak mahalle baskısına maruz kalmayacağının, dinsizlikle suçlanmayacağının garantisi var mı? O aile ateist olamaz mı?
Bunları sorunca, “Sorun yok” yanıtını alabiliriz ama uygulamada yaşanacak sorunları görmek için Türkiye’yi biraz tanımak yeter. Sonuçta, Başbakan’ın mitinginde Alevi olduğu için ana muhalafet liderinin bile yuhalandığı bir ülke burası.
Kuran’ın seçmeli ders olması sonrasında başlayan tartışmalarda, Başbakan, Kemal Kılıçdaroğlu’nu kastederek, “Kuran seçmeli ders oluyorsa, Alevilik de seçmeli ders olsun diyor. Ya Kuran Alevi kardeşlerimin kitabı değil mi?” diye sormuştu.
Bunun üzerine Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği Başkanı Ali Kenanoğlu, “Alevilerin Kuran anlayışı, algılayışı, yorumu ve uygulaması, ne Sünni ne de Şii İslam anlayışına benzer. Aleviliğin İslami mezhep-tarikat ve yorumlardan çok farklı olmasının nedeni de budur. Bu yüzden Başbakan'ın 'Kuran sizin de kitabınız değil mi?' sorusunun bir cevaba ihtiyacı var: Okullarda okutulacak olan Kuran bizim kitabımız değil” diyerek yanıtlamıştı.
Bu durumda ne olacak? Eleştirel düşünce geçerliyse, böyle düşünenlerin inançlarına yanıt veren dersin müfredata konması gerekir. “Hayır, sen o şekilde düşünemezsin. İnanman gereken bu!” mu denilecek?
Bana göre doğrusu, dinin bütünüyle sivil hayat alanında bırakılması ve devlet okullarının müfredat programında ders olarak yer almamasıdır.
_
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 15 Nisan 2012
Bir hafta öncesinde ise, Türkiye’de 4 + 4 + 4 ismiyle bilinen yasa Meclis’ten geçmişti. 8 yıllık kesintisiz ilköğretim ibaresini “ilköğretim” ve “ortaöğretim” şeklinde değiştirip, “8 yıllık kesintisiz” ibaresini de metinden çıkaran yeni kanun, çok açık ki imam hatip okullarının orta kısmını açmak için yapılan bir girişim.
Ortaokul ve liselerde isteğe bağlı olarak Kuran derslerinin okutulması gibi diğer inançlara mensup vatandaşlar aleyhine ayrımcılık yaratan bir uygulamayı başlatan yasa, zaten birçok açıdan aksayan eğitim sistemini tamamen baltalıyor. Okula başlama ve sınava hazırlanma yaşının düşmesi, dershane sektörünün büyümesi, çocuk işçilerin ve gelinlerin çoğalması gibi sorunları artırmanın yanı sıra, dinsel, muhafazakar, piyasacı içeriğe sahip bir eğitim sistemini kuruyor.
Bu tür bir eğitim sisteminde eleştirel düşünceye saygı duyulabilir mi?
Brooklyn’de ortaokulun duvarına yazılan yazı, belki bir Avrupalı için çok dikkat çekici olmayabilirdi. Ama Türkiye’de yaşayan bir insan için son derece çarpıcı ve üzücü. Üzücü; çünkü bırakın değer vermeyi, eleştirel düşüncenin hapsedildiği bir ülke Türkiye. Belirli bir ideolojinin, bakış açısının toplumun her kesimine dayatıldığı bu ülkede, eğitim sisteminin de ona uygun olarak baskı altına alınması, sömürünün çocuklara kadar inmesi sonucunu doğurdu.
Farklı düşünen, farklı inançları olan, farklı toplum kesimlerinden gelen herkesin dışlandığı toplumda, eğitim kurumları da, adeta birer fabrika gibi aynı dünya görüşüne sahip bireyler yetiştirme işlevi doğrultusunda kurgulanıyor.
Diyelim ki Anadolu’nun bir kentinde yaşayan bir aile, çocuğunun Kuran derslerine girmesini istemedi. Bu durumda o ailenin öğretmenler ve diğer öğrencilerin aileleri tarafından uygulanacak mahalle baskısına maruz kalmayacağının, dinsizlikle suçlanmayacağının garantisi var mı? O aile ateist olamaz mı?
Bunları sorunca, “Sorun yok” yanıtını alabiliriz ama uygulamada yaşanacak sorunları görmek için Türkiye’yi biraz tanımak yeter. Sonuçta, Başbakan’ın mitinginde Alevi olduğu için ana muhalafet liderinin bile yuhalandığı bir ülke burası.
Kuran’ın seçmeli ders olması sonrasında başlayan tartışmalarda, Başbakan, Kemal Kılıçdaroğlu’nu kastederek, “Kuran seçmeli ders oluyorsa, Alevilik de seçmeli ders olsun diyor. Ya Kuran Alevi kardeşlerimin kitabı değil mi?” diye sormuştu.
Bunun üzerine Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği Başkanı Ali Kenanoğlu, “Alevilerin Kuran anlayışı, algılayışı, yorumu ve uygulaması, ne Sünni ne de Şii İslam anlayışına benzer. Aleviliğin İslami mezhep-tarikat ve yorumlardan çok farklı olmasının nedeni de budur. Bu yüzden Başbakan'ın 'Kuran sizin de kitabınız değil mi?' sorusunun bir cevaba ihtiyacı var: Okullarda okutulacak olan Kuran bizim kitabımız değil” diyerek yanıtlamıştı.
Bu durumda ne olacak? Eleştirel düşünce geçerliyse, böyle düşünenlerin inançlarına yanıt veren dersin müfredata konması gerekir. “Hayır, sen o şekilde düşünemezsin. İnanman gereken bu!” mu denilecek?
Bana göre doğrusu, dinin bütünüyle sivil hayat alanında bırakılması ve devlet okullarının müfredat programında ders olarak yer almamasıdır.
_
Etiketler:
alevilik,
ateizm,
din,
eğitim,
eleştirel düşünce,
inanç,
Kemal Kılıçdaroğlu,
Recep Tayyip Erdoğan