© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 25 Aralık 2011
2011’in son yazısı bu. Gelecek pazar, yeni bir yılın ilk gününe denk geliyor. 2012’ye girince ne değişecek? İnsanoğlunun zamanın akışını izleyebilmek için kendi yarattığı düzenekle birden her şey değişecek mi? Elbette hayır. Biten bir yıl, zamanın geçtiğini ve hiçbir şeyin düzelmediğini gören insanlığı biraz hareketlendirir mi? Belki...
Bireyler olarak özel hayatımızda olup biteni düzenlemeye çalışırken, toplumsal olayların gelişiminde ne derece rol alabiliyoruz? Yaşanan ekonomik, siyasal, sosyal ve teknolojik gelişmelerin hangisinde bireysel irademiz etkili? Yoksa sadece belli güç odaklarının yönlendirdiği dünyada olayların akışına kapılıp gidiyor muyuz?
***
Bu soruları sormama, Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma neden oldu. Üniversite bünyesindeki Annenberg İletişim ve Gazetecilik Okulu’na bağlı Dijital Gelecek Merkezi, çevrimiçi teknolojilerinin Amerika’daki etkisini araştırmış. Bulunan bazı ilginç sonuçları paylaşacağım.
1- Sosyal medyanın iletişimin geleceğini oluşturduğu bilinen bir gerçek; ama henüz kullanıcılar, bu yöntemle elde ettikleri bilgilerin önemli bir kısmına güven duymuyor.
2-5 yıl önce çok fazla sayıda e-posta alan insanların bıkkınlığını anlatan “E-Nuff Already” kavramının boyutu genişliyor. İnsanların iletişimi bugün eskiye göre çok daha gelişmiş durumda. Ama eskiden bilgisayarla gönderilen e-postalarla baş edemezken, şimdi yeni teknolojik aletler nedeniyle her an e-posta tacizine maruz kalıyoruz.
3-Masaüstü bilgisayar öldü; tablet PC’ler üç yıl içinde hakimiyeti tamamen ele geçirecek, diğerleri yok olacak.
4-Artık insanlar haftanın her günü 24 saat çalışır hale gelebilecek. 10 yıl önce bilgisayarların çalışanlar için hayat kurtarıcı olabileceğini düşünüyorduk ama gelişen teknoloji artık çalışanların her an ulaşılabilir olması sonucunu doğurdu. Bu nedenle işverenin, çalışanın çalışma şekli ve zamanı konusundaki beklentisi arttı.
5-Gazetelerin çoğu beş yıl içinde yok olacak. Ayakta kalanlar, sadece en büyük ve en küçükler olacak. Örneğin Amerika’da The New York Times, USA Today, The Washington Post ve The Wall Street Journal varlığını sürdürecek. Bunların dışında bir tek, yerel haftalık dergiler kalırken diğerleri direnemeyecek.
6-Her şey internet üzerinde yapılır hale gelince, kişisel gizlilik tamamen yok olacak. Davranışlarımız, inançlarımız, alışveriş tecihlerimiz vs. şirketler tarafından çevrimiçi izlenebilecek.
7-İnternet, Amerika’da iki seçim sonra politik atmosferi değiştiren ana unsurlardan birisi olacak. Şu anda politik kampanyalarda etkili bir araç ama giderek politikada daha büyük önem kazanacak.
8-Alışveriş tarzı, 5 yıl sonra bugünkünden çok farklı olacak; insanların mağazaya gidip ürünü bizzat alması şeklindeki geleneksel alışveriş yöntemi giderek azalacak.
9-Hayatımızı değiştirecek bir sonraki teknolojik gelişme şu anda hazırlık aşamasında ama bizler ne olduğunu bilmiyoruz. 5 yıl önce Facebook yeni doğmuştu; YouTube ve Twitter yoktu. 2011 yılında bunların hayatımızı bu kadar etkileyeceğini, 2006’da kim tahmin edebilirdi?
Ocak 2012’de ayrıntılı olarak yayınlanacak olan bu araştırmayı yürüten ekibin başında Dijital Gelecek Merkezi Direktörü Jeffrey I. Cole var. Onun söylediğine göre, teknolojinin hayatımızı her zamankinden daha derin şekilde etkilediği bir dönem yaşıyoruz.
Bilginin en büyük güç olduğu çağda, gelecek, bu araçları kontrol edebilenlerin elinde olacak.
Para bilgiyi satın alıyorsa, şirketlerin karşısında nasıl durulacak?
Halkın sesini duyuracak bağımsız haberin internetteki özgürlüğü nasıl korunacak?
İletişimciler için yeni yılın en önemli sorularından birisi budur.
-
25 Aralık 2011 Pazar
Dijital Gelecek
Etiketler:
Amerika,
dijital devrim,
gazetecilik,
internet,
internet medyası,
medya
18 Aralık 2011 Pazar
Wall Street İşgali ve 2012 Başkanlık Seçimleri
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 18 Aralık 2011
Birkaç hafta önce Wall Street İşgali hakkında yazdığım yazıdan sonra okurlardan çeşitli iletiler geldi. En çok merak edilen konu, bu hareketin 2012 Başkanlık seçimlerine etkisiydi.
Bir süredir ben de işgali bu açıdan izlemeye çalışıyorum ve şu soruları soruyorum. Acaba bu hareket, başkanlık seçiminin yapılacağı tarihe kadar gücünü sürdürecek mi? Yoksa bir aşamada kırılacak mı? Bu hareketin içinde yer alanlar bir bütün olarak değerlendirilebilir mi?
Bu tür sorulara yanıt ararken karşıma çıkan ilk veri şu oldu. Knowledge Networks adlı araştırma şirketinin, 28 Ekim - 1 Kasım 2011 arasında Boston Herald gazetesi ve Massachusetts Üniversitesi için ulusal ölçekte yaptığı kamuoyu araştırmasında, Wall Street İşgali’ne yüzde 35 oranında destek çıkarken, Wall Street’teki büyük şirketlere destek yüzde 16’da kaldı. Yüzde 29’luk kesim, aşırı sağcı Çay Partisi Hareketi’ne destek verirken, yüzde 21’lik kesim şu andaki hükümetten yana görüş bildirdi.
25 -31 Ekim arasında Quinnipac Üniversitesi tarafından yapılan araştırmada ise, Amerikan halkının yüzde 39’u işgale destek verirken, yüzde 30’u olumsuz görüş bildirdi. Çay Partisi Hareketi’ne karşı ise 45’e 31 oranında olumsuz görüş çıktı.
Anlaşılıyor ki, Amerika’da 2012 Başkanlık seçimleri Çay Partisi Hareketi ile Wall Street İşgal Hareketi arasında ciddi bir çekişmeye neden olacak. Şu anda kamuoyunda işgale destek yüzde 35-39 araında değişirken, Çay Partisi Hareketi’ne olumlu bakanların oranının da yüzde 29-31 civarında olduğunu söylemek olanaklı.
***
Başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçiler, Çay Partisi Hareketi’nden güç alırken, Obama da bunu dengelemek bakımından Wall Street İşgal Hareketi’ni kendi yanına çekmek için çaba harcayacaktır. O zaman soru şu: Obama, “Biz bu hareketin yanındayız” dese de onları gerçekten kendi yanına çekebilecek mi?
(Bunu yanıtlamak için de yine araştırmalara bakacağım. Yazılarımı takip edenler bilir; her zaman verilere dayalı sonuçlar çıkarmayı tercih ederim.)
Fordham Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi Profesörü Costas Panagopoulos, 14-18 Ekim arasında Zuccotti Park’ta yaptığı araştırma neticesinde protestocuları “Düş kırıklığına uğramış Demokratlar” olarak niteledi. Çünkü protestoya katılanların yüzde 68’i 2008’de Obama’ya oy verdiğini açıklarken, bugün bunların 3/4’ünün Obama’nın başkanlığını beğenmedi ortaya çıktı.
Eylemcilerin 1/4’ü kendisini Demokrat olarak tanımlıyor, yüzde 39’u herhangi bir partiyle bağı olmadığını söylüyor. Yüzde 11 sosyalist, yüzde 11 Yeşil Parti üyesi, yüzde 2 Cumhuriyetçi Parti destekçisi, yüzde 12 de bunların dışında kalanlar...
***
Bu verilerin de gösterdiği gibi, Obama’nın, işgal eylemlerine katılanları bir bütün halinde yanına çekmesi olası değil. Fakat ben Wall Street İşgal‘inin Demokratik Partili politikacılar üzerinde etkili olacağını düşünüyorum. Çünkü ülkedeki aşırı sağcı Çay Partisi Hareketi’nin karşısına çıkaracakları bir düşünceye gereksinimleri var.
Ancak 2008’de seçilirken Wall Street şirketlerinin desteğini alan Obama’nın 2012’de onların destekçisi sağ kesime tamamen sırtını dönebileceğini sanmak da safdillik olur.
Nitekim her zaman yaptığı gibi, iki tarafı da yabancılaştırmama çabasını sürdürüyor. Bir yandan, işgalcilerin yanında olduğunu söylüyor; sonra da “Wall Street İşgali, bir bakıma Çay Partisi Hareketi protestolarından çok da farklı değil. Hem sağda hem soldan insanlar, kendilerinin hükümetten farklı kamplarda olduğunu, kurumların onları gözetmediğini düşünüyor” diyor.
Barack Obama, aradaki farkı gerçekten hiç anlamamış...
_
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 18 Aralık 2011
Birkaç hafta önce Wall Street İşgali hakkında yazdığım yazıdan sonra okurlardan çeşitli iletiler geldi. En çok merak edilen konu, bu hareketin 2012 Başkanlık seçimlerine etkisiydi.
Bir süredir ben de işgali bu açıdan izlemeye çalışıyorum ve şu soruları soruyorum. Acaba bu hareket, başkanlık seçiminin yapılacağı tarihe kadar gücünü sürdürecek mi? Yoksa bir aşamada kırılacak mı? Bu hareketin içinde yer alanlar bir bütün olarak değerlendirilebilir mi?
Bu tür sorulara yanıt ararken karşıma çıkan ilk veri şu oldu. Knowledge Networks adlı araştırma şirketinin, 28 Ekim - 1 Kasım 2011 arasında Boston Herald gazetesi ve Massachusetts Üniversitesi için ulusal ölçekte yaptığı kamuoyu araştırmasında, Wall Street İşgali’ne yüzde 35 oranında destek çıkarken, Wall Street’teki büyük şirketlere destek yüzde 16’da kaldı. Yüzde 29’luk kesim, aşırı sağcı Çay Partisi Hareketi’ne destek verirken, yüzde 21’lik kesim şu andaki hükümetten yana görüş bildirdi.
25 -31 Ekim arasında Quinnipac Üniversitesi tarafından yapılan araştırmada ise, Amerikan halkının yüzde 39’u işgale destek verirken, yüzde 30’u olumsuz görüş bildirdi. Çay Partisi Hareketi’ne karşı ise 45’e 31 oranında olumsuz görüş çıktı.
Anlaşılıyor ki, Amerika’da 2012 Başkanlık seçimleri Çay Partisi Hareketi ile Wall Street İşgal Hareketi arasında ciddi bir çekişmeye neden olacak. Şu anda kamuoyunda işgale destek yüzde 35-39 araında değişirken, Çay Partisi Hareketi’ne olumlu bakanların oranının da yüzde 29-31 civarında olduğunu söylemek olanaklı.
***
Başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçiler, Çay Partisi Hareketi’nden güç alırken, Obama da bunu dengelemek bakımından Wall Street İşgal Hareketi’ni kendi yanına çekmek için çaba harcayacaktır. O zaman soru şu: Obama, “Biz bu hareketin yanındayız” dese de onları gerçekten kendi yanına çekebilecek mi?
(Bunu yanıtlamak için de yine araştırmalara bakacağım. Yazılarımı takip edenler bilir; her zaman verilere dayalı sonuçlar çıkarmayı tercih ederim.)
Fordham Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi Profesörü Costas Panagopoulos, 14-18 Ekim arasında Zuccotti Park’ta yaptığı araştırma neticesinde protestocuları “Düş kırıklığına uğramış Demokratlar” olarak niteledi. Çünkü protestoya katılanların yüzde 68’i 2008’de Obama’ya oy verdiğini açıklarken, bugün bunların 3/4’ünün Obama’nın başkanlığını beğenmedi ortaya çıktı.
Eylemcilerin 1/4’ü kendisini Demokrat olarak tanımlıyor, yüzde 39’u herhangi bir partiyle bağı olmadığını söylüyor. Yüzde 11 sosyalist, yüzde 11 Yeşil Parti üyesi, yüzde 2 Cumhuriyetçi Parti destekçisi, yüzde 12 de bunların dışında kalanlar...
***
Bu verilerin de gösterdiği gibi, Obama’nın, işgal eylemlerine katılanları bir bütün halinde yanına çekmesi olası değil. Fakat ben Wall Street İşgal‘inin Demokratik Partili politikacılar üzerinde etkili olacağını düşünüyorum. Çünkü ülkedeki aşırı sağcı Çay Partisi Hareketi’nin karşısına çıkaracakları bir düşünceye gereksinimleri var.
Ancak 2008’de seçilirken Wall Street şirketlerinin desteğini alan Obama’nın 2012’de onların destekçisi sağ kesime tamamen sırtını dönebileceğini sanmak da safdillik olur.
Nitekim her zaman yaptığı gibi, iki tarafı da yabancılaştırmama çabasını sürdürüyor. Bir yandan, işgalcilerin yanında olduğunu söylüyor; sonra da “Wall Street İşgali, bir bakıma Çay Partisi Hareketi protestolarından çok da farklı değil. Hem sağda hem soldan insanlar, kendilerinin hükümetten farklı kamplarda olduğunu, kurumların onları gözetmediğini düşünüyor” diyor.
Barack Obama, aradaki farkı gerçekten hiç anlamamış...
_
11 Aralık 2011 Pazar
GOL KADAR TEZAHÜRAT ALAN GÖL
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 11 Aralık 2011
Birkaç haftadır yazdığım İzlanda yazılarına geçen hafta ara verince okuyuculardan çok sayıda ileti aldım. Heyecanla yeni bir yazı beklediklerini belirtip, sitem ediyorlardı. Fransa, İngiltere ya da başka bir Avrupa ülkesi hakkında yazsanız bu kadar ilgi görmeyebilir. Ama belli ki İzlanda, çok sayıda insan için merak konusu.
Nasıl merak edilmesin ki? Yüzde 52’si volkanik çöl, yüzde 12’si buzul, yüzde 11’i soğumuş lav akıntıları ile kaplanmış, eşsiz bir doğaya sahip. Karayoluyla kent merkezine 40 dakika uzaklıktaki jeotermal merkez Blue Lagoon’a (Mavi Göl) giderken tanık olduğum bir olay, o olağanüstü güzellikteki doğanın insanlar üzerinde bıraktığı etkiyi göstermesi bakımından ilginçti.
Göle günlük tur düzenleyen firmalardan birinin otobüsündeydik. Amerikalı, Japon, Fransız, Alman, İngiliz turistlerin ağırlıkta olduğu yaklaşık 40 kişilik otobüs, bir yamaçtan aşağıya doğru inerken göründü Mavi Göl.
Yanardağdan fışkıran lavlarla küllerin rüzgar ve yağmurla birleşip oluşturduğu siyah dağlar arasında yer alan gök mavisi rengindeki gölü gördüğümüzde, otobüsten yükselen sesi hiç unutmayacağım. Kimisi çığlık attı, kimisi “Aman Tanrım!” diye bağırdı, kimisi de ıslık çaldı. Milli takım gol atınca bulunduğunuz yerde büyük bir gürültü kopar ya, aynen o sahne yaşandı otobüste.
Herkes ayağa kalkmış, fotoğraf çekiyor, gördüklerinin gerçek olduğuna inanmaya çalışıyordu. Otobüsten indiğimizde, üzerinden buharlar yükselen, mavi bir süt görünümündeki gölü daha yakından gördük.
Yerin 2000 metre altından gelen 240 derecedeki deniz suyunun topraktaki minerallerle karışıp yüzeye çıkmasıyla mavi bir süt görünümünü almış göl. Dondurucu soğukta mayolarınızı giyip, üzerinden dumanlar çıkan banyo suyu sıcaklığındaki göle girdiğinizde sanki zaman duruyor.
Dağların ardından süzülen güneş ışıklarının yarattığı parlaklık da gölün üzerine düşünce, kendinizi başka bir dünyada hissediyorsunuz. Göldeki mineraller cilde faydalı olduğu için herkes alıp yüzüne sürüyor. Böylece beyaz mineral maskeli insanların arasında göl banyosu yaparken, insansı ama farklı bir türde canlı grubuyla birlikte yeni bir evrende olduğunuzu hayal ediyorsunuz. Üstelik bulunduğunuz koordinat, tam olarak Avrasya ile Amerika tektonik tabakalarının buluştuğu nokta olduğundan, coğrafi olarak da iki kıta arasında bir yerdesiniz.
Bugün lafı daha fazla uzatmayacağım. Çünkü bu kadar uzun uzun anlattığım Mavi Göl’ün fotoğrafına yer kalsın istedim. İzlanda, benim için doğanın gücünü bir kez daha kanıtlayan bir ülke oldu. Bir gölün bir gol kadar tezahürat aldığına orada tanık oldum.
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 11 Aralık 2011
Birkaç haftadır yazdığım İzlanda yazılarına geçen hafta ara verince okuyuculardan çok sayıda ileti aldım. Heyecanla yeni bir yazı beklediklerini belirtip, sitem ediyorlardı. Fransa, İngiltere ya da başka bir Avrupa ülkesi hakkında yazsanız bu kadar ilgi görmeyebilir. Ama belli ki İzlanda, çok sayıda insan için merak konusu.
Nasıl merak edilmesin ki? Yüzde 52’si volkanik çöl, yüzde 12’si buzul, yüzde 11’i soğumuş lav akıntıları ile kaplanmış, eşsiz bir doğaya sahip. Karayoluyla kent merkezine 40 dakika uzaklıktaki jeotermal merkez Blue Lagoon’a (Mavi Göl) giderken tanık olduğum bir olay, o olağanüstü güzellikteki doğanın insanlar üzerinde bıraktığı etkiyi göstermesi bakımından ilginçti.
Göle günlük tur düzenleyen firmalardan birinin otobüsündeydik. Amerikalı, Japon, Fransız, Alman, İngiliz turistlerin ağırlıkta olduğu yaklaşık 40 kişilik otobüs, bir yamaçtan aşağıya doğru inerken göründü Mavi Göl.
Yanardağdan fışkıran lavlarla küllerin rüzgar ve yağmurla birleşip oluşturduğu siyah dağlar arasında yer alan gök mavisi rengindeki gölü gördüğümüzde, otobüsten yükselen sesi hiç unutmayacağım. Kimisi çığlık attı, kimisi “Aman Tanrım!” diye bağırdı, kimisi de ıslık çaldı. Milli takım gol atınca bulunduğunuz yerde büyük bir gürültü kopar ya, aynen o sahne yaşandı otobüste.
Herkes ayağa kalkmış, fotoğraf çekiyor, gördüklerinin gerçek olduğuna inanmaya çalışıyordu. Otobüsten indiğimizde, üzerinden buharlar yükselen, mavi bir süt görünümündeki gölü daha yakından gördük.
Yerin 2000 metre altından gelen 240 derecedeki deniz suyunun topraktaki minerallerle karışıp yüzeye çıkmasıyla mavi bir süt görünümünü almış göl. Dondurucu soğukta mayolarınızı giyip, üzerinden dumanlar çıkan banyo suyu sıcaklığındaki göle girdiğinizde sanki zaman duruyor.
Dağların ardından süzülen güneş ışıklarının yarattığı parlaklık da gölün üzerine düşünce, kendinizi başka bir dünyada hissediyorsunuz. Göldeki mineraller cilde faydalı olduğu için herkes alıp yüzüne sürüyor. Böylece beyaz mineral maskeli insanların arasında göl banyosu yaparken, insansı ama farklı bir türde canlı grubuyla birlikte yeni bir evrende olduğunuzu hayal ediyorsunuz. Üstelik bulunduğunuz koordinat, tam olarak Avrasya ile Amerika tektonik tabakalarının buluştuğu nokta olduğundan, coğrafi olarak da iki kıta arasında bir yerdesiniz.
Bugün lafı daha fazla uzatmayacağım. Çünkü bu kadar uzun uzun anlattığım Mavi Göl’ün fotoğrafına yer kalsın istedim. İzlanda, benim için doğanın gücünü bir kez daha kanıtlayan bir ülke oldu. Bir gölün bir gol kadar tezahürat aldığına orada tanık oldum.
4 Aralık 2011 Pazar
Wall Street işgali, sınıf mücadelesidir
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 4 Aralık 2011
Bu hafta İzlanda yazılarıma ara verip yine Amerika’ya bakmak istiyorum. New York’un Wall Street finans bölgesinde yer alan Zuccotti Park’ta yapılan işgal eylemleri başlayalı 2.5 ayı geçti. 17 Eylül’de Amerika’dan çıkıp tüm dünyaya yayılan eylemler hakkında çok yazı yazıldı, herkes görüşünü söyledi. Kimisi Obama gibi “sınıf hareketi değildir” diyerek inkara kalkıştı; kimisi komünizm ruhu Wall Street’i işgal etti dedi.
Ben daha önce yazdığım yazılarda bunun tam bir sınıf savaşı olduğunu, kitlelerin kapitalizmin yıkıcılığına başkaldırdığını belirtmiştim. Bu görüşümü izlenimlere dayanarak ve harekete katılanların yayınladığı bildirilerden yola çıkarak edinmiştim.
Bu yazıda, o görüşümü veriler aracılığıyla destekleyeceğim. (Aşağıdaki bilgiler, New York’taki İş ve Kamu Sağlığı Enstitü Yöneticisi Les Leopold’un “The Looting of America” /(Amerika’nın Yağmalanışı) adlı kitabında da yer alan ve grafiklerle desteklenen resmi verilerden alındı.)
***
1- Amerikan rüyası yıkıldı: Bir çalışanın gerçek ücreti ile ekonomik üretkenliğini gösteren eğriler, 1970’lerin ortasına kadar paralelken; o tarihten sonra ekonomik üretkenlik hızla yükseliyor ama ücret inişe geçiyor; iki eğri arasında derin bir ayrılık oluyor. “Daha çok çalışan, daha iyi kazanır” mantığı çöküyor. Ekonomik üretkenliğin artışıyla ortaya çıkan para, aşırı zenginlere aktarılıyor.
2- 1970’lerde en büyük 100 şirketin yöneticisi, her bir çalışanın kazandığı 1 dolara karşılık 45 dolar kazanırken , 2006’da bu dengesizlik şirketler lehine 1'e 1743 oldu.
3- Kadınların çalışma yaşamına katılmasına karşın, ortalama bir ailenin geliri düşerken, zengin ailelerin geliri artıyor. En alt seviyedeki % 20’lik kesim yılda 27.000 dolardan az kazanırken, en üst seviyedeki % 5’lik kesim 191.060 ve üzerinde kazanıyor.
4- En çok kazanan varlıklı kesimin ödediği vergi oranı yıldan yıla azalıyor. 1950’lerde en çok vergi ödeyen ilk 400 kişi % 90 vergi oranı ile karşılaşırken, bu 1990’ların ikinci yarısından itibaren yapılan vergi indirimleriyle önce % 30’lara, şu anda da % 16’ya kadar inmiş durumda.
5- Yüzde 1’lik kesimin (vergi kesintisi yapılmadan önce) hane halkı başına düşen gelir payı 1928’den sonraki en yüksek seviyede. Bu oran 1928'de % 23.9 iken, bugün % 23.5'la aynı çarpıklık yakalanmış durumda.
6- Zengin gittikçe zenginleşiyor. Wall Street kurtarma paketlerinin tüm yükü orta halli Amerikan ailelerine yüklendi. Orta halli ailenin, en tepedeki 10 yatırım fonu yöneticisinin 1 saatte kazandığını kazanmak için 47 yıldan daha fazla çalışması gerek.
7- Politikayı zenginler kontrol ediyor. 2010’da iş dünyasının politikada etkili olmak için harcadığı para 1.317.977.7219 dolar iken, emekçi kesiminki 92.355.686 dolar.
8- İşsizlik çığ gibi büyüdü. 2000’de % 5.7 oranındaki işsizlik 2010’da % 14.5’e çıktı.
9- Gelecekle ilgili umutlar azalıyor. 26 haftadan fazla bir süredir işsiz olanların oranı, tarihin en yüksek seviyesinde.
10- En büyük 10 bankanın sahip olduğu servet giderek büyüyor. 1994’te ekonominin % 17’sine denk gelen bu servet, 2009’da % 63’e çıktı. “Batamayacak kadar büyük” politikası geçerliliğini sürdürüyor.
***
Les Leopold’un ortaya koyduğu gibi Amerika, giderek zenginleşen yüzde 1’lik kesimin % 99’luk kesimi ezip geçtiği bir makine halini aldı; kapitalizmin en vahşi şeklini kendisine anayasa yapan, sermayeye tapınan dev bir makine.
Yüzde 99’un isyanı bundandır; bu bir sınıf savaşıdır.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 4 Aralık 2011
Bu hafta İzlanda yazılarıma ara verip yine Amerika’ya bakmak istiyorum. New York’un Wall Street finans bölgesinde yer alan Zuccotti Park’ta yapılan işgal eylemleri başlayalı 2.5 ayı geçti. 17 Eylül’de Amerika’dan çıkıp tüm dünyaya yayılan eylemler hakkında çok yazı yazıldı, herkes görüşünü söyledi. Kimisi Obama gibi “sınıf hareketi değildir” diyerek inkara kalkıştı; kimisi komünizm ruhu Wall Street’i işgal etti dedi.
Ben daha önce yazdığım yazılarda bunun tam bir sınıf savaşı olduğunu, kitlelerin kapitalizmin yıkıcılığına başkaldırdığını belirtmiştim. Bu görüşümü izlenimlere dayanarak ve harekete katılanların yayınladığı bildirilerden yola çıkarak edinmiştim.
Bu yazıda, o görüşümü veriler aracılığıyla destekleyeceğim. (Aşağıdaki bilgiler, New York’taki İş ve Kamu Sağlığı Enstitü Yöneticisi Les Leopold’un “The Looting of America” /(Amerika’nın Yağmalanışı) adlı kitabında da yer alan ve grafiklerle desteklenen resmi verilerden alındı.)
***
1- Amerikan rüyası yıkıldı: Bir çalışanın gerçek ücreti ile ekonomik üretkenliğini gösteren eğriler, 1970’lerin ortasına kadar paralelken; o tarihten sonra ekonomik üretkenlik hızla yükseliyor ama ücret inişe geçiyor; iki eğri arasında derin bir ayrılık oluyor. “Daha çok çalışan, daha iyi kazanır” mantığı çöküyor. Ekonomik üretkenliğin artışıyla ortaya çıkan para, aşırı zenginlere aktarılıyor.
2- 1970’lerde en büyük 100 şirketin yöneticisi, her bir çalışanın kazandığı 1 dolara karşılık 45 dolar kazanırken , 2006’da bu dengesizlik şirketler lehine 1'e 1743 oldu.
3- Kadınların çalışma yaşamına katılmasına karşın, ortalama bir ailenin geliri düşerken, zengin ailelerin geliri artıyor. En alt seviyedeki % 20’lik kesim yılda 27.000 dolardan az kazanırken, en üst seviyedeki % 5’lik kesim 191.060 ve üzerinde kazanıyor.
4- En çok kazanan varlıklı kesimin ödediği vergi oranı yıldan yıla azalıyor. 1950’lerde en çok vergi ödeyen ilk 400 kişi % 90 vergi oranı ile karşılaşırken, bu 1990’ların ikinci yarısından itibaren yapılan vergi indirimleriyle önce % 30’lara, şu anda da % 16’ya kadar inmiş durumda.
5- Yüzde 1’lik kesimin (vergi kesintisi yapılmadan önce) hane halkı başına düşen gelir payı 1928’den sonraki en yüksek seviyede. Bu oran 1928'de % 23.9 iken, bugün % 23.5'la aynı çarpıklık yakalanmış durumda.
6- Zengin gittikçe zenginleşiyor. Wall Street kurtarma paketlerinin tüm yükü orta halli Amerikan ailelerine yüklendi. Orta halli ailenin, en tepedeki 10 yatırım fonu yöneticisinin 1 saatte kazandığını kazanmak için 47 yıldan daha fazla çalışması gerek.
7- Politikayı zenginler kontrol ediyor. 2010’da iş dünyasının politikada etkili olmak için harcadığı para 1.317.977.7219 dolar iken, emekçi kesiminki 92.355.686 dolar.
8- İşsizlik çığ gibi büyüdü. 2000’de % 5.7 oranındaki işsizlik 2010’da % 14.5’e çıktı.
9- Gelecekle ilgili umutlar azalıyor. 26 haftadan fazla bir süredir işsiz olanların oranı, tarihin en yüksek seviyesinde.
10- En büyük 10 bankanın sahip olduğu servet giderek büyüyor. 1994’te ekonominin % 17’sine denk gelen bu servet, 2009’da % 63’e çıktı. “Batamayacak kadar büyük” politikası geçerliliğini sürdürüyor.
***
Les Leopold’un ortaya koyduğu gibi Amerika, giderek zenginleşen yüzde 1’lik kesimin % 99’luk kesimi ezip geçtiği bir makine halini aldı; kapitalizmin en vahşi şeklini kendisine anayasa yapan, sermayeye tapınan dev bir makine.
Yüzde 99’un isyanı bundandır; bu bir sınıf savaşıdır.
-
Etiketler:
Amerika,
Barack Obama,
kapitalizm,
Les Leopold,
Occupy Wall Street
27 Kasım 2011 Pazar
Barışı Düşle
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 27 Kasım 2011
İçinde yaşadığımız kaotik dönemde barışı düşlemeyen var mı? Savaşları sona erdirip insan olma temelinde birleşmeyi, yeryüzünceki doğal güzelllikleri doyasıya yaşamayı düşlemeyen var mı? Kime sorsanız barıştan yana ama dünyanın birçok yerinde her gün kan akıyor. Bir yerde büyük bir yanlış var ama nerede? İnsanoğlunun genlerinde belki de... Bana sorarsanız, başlıca nedenler, hakça paylaşımı engelleyen hırs, her türlü özgürlüğün önüne geçen bağnazlık ve kendini başkalarından üstün görme hastalığı.
***
Yukarıdaki paragrafı İzlanda’nın başkenti Reykjavik’te bir adada yazdım. Not defterimi ve kalemimi çıkarıp duygularımı kağıda dökmek istediğim anlardan biriydi. İki İzlandalı ile birlikte gece karanlığında tekneye binip denize açılmamızın nedeni, Yoko Ono’nun 9 Ekim 2007’de John Lennon’ın 67. yaşgününde yaptırdığı bir ışık kulesini, “Imagine Peace Tower”ı (Barışı Düşle) görmekti.
Ben deftere o satırları yazarken turu düzenleyen rehber Oddur yanıma gelip şöyle dedi: “Biliyor musunuz, 2007’de açıldığı günden beri buraya turist getiririm; Türkiye’den gelip tekneme binen ilk sizsiniz.” Şaşırdım. Reykjavik’e Türkiye’den giden çok turist olmasa da, giden az sayıdaki kişi neden oraya uğramıyor bilmiyorum.
Reykjavik’ten anıtın olduğu Videy Adası’na ulaşmak birkaç dakika sürüyor. Sadece mücevherden bir kolye gibi parlayan kente karşıdan bakmak için bile değer ama adayı ziyaret etmenin onun ötesinde anlamı var. Gece saatlerinde gidince adadaki heykelleri görmek ya da restoranda yemek yeme olanağı yok tabii. Fakat “Imagine Peace Tower”ın üzerindeki ışıklar, akşam güneş battıktan 2 saat sonra yanıyor.
Beyaz mermerden yapılmış kısa bir silindirin ortasında yer alan 15 projektör düşünün. Her birinden yansıyan ışıklar, bulutlara kadar uzanıyor. Her yıl John Lennon’ın yaşgünü olan 9 Ekim ile öldürüldüğü gün 8 Aralık arasında günbatımından gece yarısına kadar; ayrıca yeni yıl gibi özel günlerde yanıyor ışıklar.
Oddur’un anlattığına göre, 15 projektörü çalıştırmak için 75.000 watt gücünde enerji gerekiyor. Ekonomik krizden önce Reykjavik Belediyesi bunun finasmanını yaparken, krizden sonra artık karşılayamayacağını açıklamış. Sonunda Reykjavik Sanat Galerisi bunu üstlenebileceğini açıklayınca mesele kalmamış ama zaten o galeri de kent yönetiminin bir parçası.
“Bu kadar masrafa ne gerek var diye düşünebilirsiniz; ancak bizim için ayrı bir anlamı var bu kulenin. Ordusu olmayan, kendi kendine barış içinde yaşamak isteyen bir ülkeyiz. Yoko Ono’nun bu anlamlı anıtı yapmak için burayı seçmesi önemli. Buradan dünyaya barış mesajı gitsin isteriz. Hem biliyorsunuz, İzlanda’da kışın gündüzler çok kısa. İşe giderken, işten dönerken her yer karanlık. Ne zaman ki gökyüzüne uzanan bu ışıkları görüyoruz, mutlu oluyoruz. Karanlıkta bir umut gibi bizim için. Masrafa değmez mi?” diyor.
“Elbette değer” diyorum; başlıyoruz anıtın çevresini dolaşmaya. Beyaz mermerin üzerinde 24 dilde “Imagine Peace” yazıyor. “Barışı Düşle” yazısını görünce, “İşte bu Türkçe!” diyorum. Böylece hangisinin Türkçe olduğunu benden öğreniyor Oddur.
O diller arasında Almanca da olduğu için bazı insanlar, “Nazizm’in doğduğu bir ülkenin dili neden barış anıtında var?” diyerek tepki gösteriyormuş.
Oddur bunu söyleyince, bir soru soruyorum: İnsanlar, neyi savunduklarına bakılmaksızın, vatandaşı oldukları ülkenin geçmiş hükümetlerinin ya da o günkü hükümetin yaptığı yanlışlardan sorumlu tutulup damgalanabilir mi?
Ortak bir cümle kuruyoruz gecenin sonunda: Kim olursa olsun, barışı düşleyen ve bu uğurda çaba gösteren herkese selam olsun!
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 27 Kasım 2011
İçinde yaşadığımız kaotik dönemde barışı düşlemeyen var mı? Savaşları sona erdirip insan olma temelinde birleşmeyi, yeryüzünceki doğal güzelllikleri doyasıya yaşamayı düşlemeyen var mı? Kime sorsanız barıştan yana ama dünyanın birçok yerinde her gün kan akıyor. Bir yerde büyük bir yanlış var ama nerede? İnsanoğlunun genlerinde belki de... Bana sorarsanız, başlıca nedenler, hakça paylaşımı engelleyen hırs, her türlü özgürlüğün önüne geçen bağnazlık ve kendini başkalarından üstün görme hastalığı.
***
Yukarıdaki paragrafı İzlanda’nın başkenti Reykjavik’te bir adada yazdım. Not defterimi ve kalemimi çıkarıp duygularımı kağıda dökmek istediğim anlardan biriydi. İki İzlandalı ile birlikte gece karanlığında tekneye binip denize açılmamızın nedeni, Yoko Ono’nun 9 Ekim 2007’de John Lennon’ın 67. yaşgününde yaptırdığı bir ışık kulesini, “Imagine Peace Tower”ı (Barışı Düşle) görmekti.
Ben deftere o satırları yazarken turu düzenleyen rehber Oddur yanıma gelip şöyle dedi: “Biliyor musunuz, 2007’de açıldığı günden beri buraya turist getiririm; Türkiye’den gelip tekneme binen ilk sizsiniz.” Şaşırdım. Reykjavik’e Türkiye’den giden çok turist olmasa da, giden az sayıdaki kişi neden oraya uğramıyor bilmiyorum.
Reykjavik’ten anıtın olduğu Videy Adası’na ulaşmak birkaç dakika sürüyor. Sadece mücevherden bir kolye gibi parlayan kente karşıdan bakmak için bile değer ama adayı ziyaret etmenin onun ötesinde anlamı var. Gece saatlerinde gidince adadaki heykelleri görmek ya da restoranda yemek yeme olanağı yok tabii. Fakat “Imagine Peace Tower”ın üzerindeki ışıklar, akşam güneş battıktan 2 saat sonra yanıyor.
Beyaz mermerden yapılmış kısa bir silindirin ortasında yer alan 15 projektör düşünün. Her birinden yansıyan ışıklar, bulutlara kadar uzanıyor. Her yıl John Lennon’ın yaşgünü olan 9 Ekim ile öldürüldüğü gün 8 Aralık arasında günbatımından gece yarısına kadar; ayrıca yeni yıl gibi özel günlerde yanıyor ışıklar.
Oddur’un anlattığına göre, 15 projektörü çalıştırmak için 75.000 watt gücünde enerji gerekiyor. Ekonomik krizden önce Reykjavik Belediyesi bunun finasmanını yaparken, krizden sonra artık karşılayamayacağını açıklamış. Sonunda Reykjavik Sanat Galerisi bunu üstlenebileceğini açıklayınca mesele kalmamış ama zaten o galeri de kent yönetiminin bir parçası.
“Bu kadar masrafa ne gerek var diye düşünebilirsiniz; ancak bizim için ayrı bir anlamı var bu kulenin. Ordusu olmayan, kendi kendine barış içinde yaşamak isteyen bir ülkeyiz. Yoko Ono’nun bu anlamlı anıtı yapmak için burayı seçmesi önemli. Buradan dünyaya barış mesajı gitsin isteriz. Hem biliyorsunuz, İzlanda’da kışın gündüzler çok kısa. İşe giderken, işten dönerken her yer karanlık. Ne zaman ki gökyüzüne uzanan bu ışıkları görüyoruz, mutlu oluyoruz. Karanlıkta bir umut gibi bizim için. Masrafa değmez mi?” diyor.
“Elbette değer” diyorum; başlıyoruz anıtın çevresini dolaşmaya. Beyaz mermerin üzerinde 24 dilde “Imagine Peace” yazıyor. “Barışı Düşle” yazısını görünce, “İşte bu Türkçe!” diyorum. Böylece hangisinin Türkçe olduğunu benden öğreniyor Oddur.
O diller arasında Almanca da olduğu için bazı insanlar, “Nazizm’in doğduğu bir ülkenin dili neden barış anıtında var?” diyerek tepki gösteriyormuş.
Oddur bunu söyleyince, bir soru soruyorum: İnsanlar, neyi savunduklarına bakılmaksızın, vatandaşı oldukları ülkenin geçmiş hükümetlerinin ya da o günkü hükümetin yaptığı yanlışlardan sorumlu tutulup damgalanabilir mi?
Ortak bir cümle kuruyoruz gecenin sonunda: Kim olursa olsun, barışı düşleyen ve bu uğurda çaba gösteren herkese selam olsun!
20 Kasım 2011 Pazar
Dostunu Satmayanların Ülkesi
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 20 Kasım 2011
Bayramda İzlanda’ya bir seyahat yaptım. Atlas Okyanusu’nun kuzeyinde yer alan bu ada ülkesine ilk kez ayak bastım. Farklı kültürü, müziği ve büyüleyici doğasıyla çok ilginç bir ülke İzlanda. Toplam 320 bin kişinin yaşadığı o topraklar, benim için tam bir keşif alanı oldu. O nedenle bu köşede birkaç hafta sizlerle İzlanda izlenimlerimi paylaşacağım.
Başkent Reykjavik 120 bin kişilik nüfusuyla, sessizlik ve huzur arayanlar için ideal bir kent. İzlanda’da insandan çok koyun var denir. Bunun esprinin ötesinde bir gerçek olduğunu, kişi başına iki koyun düştüğünü İzlandalılardan öğrendim.
Ülke topraklarının büyük bir kesimi volkanik; ayrıca çok sert bir iklimi olduğundan tarıma elverişli değil. Son yıllarda seralarda domates, salatalık gibi sebzeleri yetiştirmeye başlasalar da, meyve ve sebzeleri çoğunlukla ithal ediyorlar. Dolayısıyla yiyecek oldukça pahalı.
Ama ucuz olan iki şey var: Enerji ve su. İzlanda’da gerekli enerjinin yaklaşık % 85’i jeotermal ısı ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından elde ediliyor; petrol gibi fosil yakıtların kullanımı ise çok sınırlı. Bunun sonucu olarak da, havası çok temiz.
***
Şimdi ben bunları anlattıkça, içinden “İzlanda ekonomisi çökmedi mi? Borçlarını ödeyemeyip batmadı mı? Övülecek nesi var o ülkenin?” diye soranlar olabilir.
İzlanda’nın 2008 Dünya Ekonomik Krizi’nden çok ağır etkilendiği doğru. Bankacılık sektörü iflas bayrağını çekti, milyarlarca euro tutarındaki borç ödenemez oldu, ülke İngiltere ve Hollanda’ya yaklaşık 5 milyar dolar borçlandı, işsizlik arttı. Hâlâ da kendilerine gelmiş değiller.
O dönemden sonra diğer Avrupa ülkelerinde iş arayıp, şansını ülke dışında deneyenlerin sayısı arttı. Reykjavik’te 30’lu yaşlarındaki bir İzlandalı ile sohbet ederken, “Bu ülkenin en çok neyini seviyorsun?” diye sordum. “İyi bir soru bu” dedi ve bir süre düşündükten sonra, “Havasını!” dedi.
“Ekonomik krizden sonra gençlerin bir kısmı artık burada kalmak istemiyor. Evet, her şey giderek pahalanıyor ve yaşam artık daha zor. Ama ülkemin havası temiz, suyu ucuz, kışın da ne kadar soğuk olursa olsun ısınmak pahalı değil” diye devam etti.. İzlandalıların doğa bilincine dair çarpıcı bir örnekti o gencin yanıtı.
***
Daha çarpıcı bir olaya, Gullfoss adlı şelaleye gittiğimde tanık oldum. İzlanda’nın güneybatısında Hvita Nehri kanyonunda yer alan bu görkemli şelale, su yoğunluğu ve derinlik açısından Niagara Şelalesi’ni geride bırakıyor. 1875’ten itibaren turistlerin ziyaret etmeye başladığı Gullfoss, yapılmak istenen bir elektrik jeneratörüne güç sağlamak amacıyla 1907’de bir İngiliz’e kiralanmış.
O dönemde bölgede yaşayan Tomas Tomasson adlı çiftçi, kendisine yapılan öneriyi reddederek şu yanıtı vermiş: “Dostumu satmayacağım!”
Daha sonra baskılar sonucu Gullfoss yabancı yatırımcılara kiralanmış. Ancak Tomasson’un kızı Sigridur Tomasdottir, yetkililere derdini anlatmak için kilometrelerce yol kat etmiş, mahkemeye gidip sözleşmeyi iptal yollarını aramış, direnmiş.
Jeneratör yapılamamış ve sonunda aksayan ödemeler nedeniyle sözleşme 1929’da iptal edilmiş. Gullfoss 1979’da koruma altına alınmış. Çevrede sadece şelaleye ulaşmayı sağlayan bir tahta köprü dışında insan yapımı hiçbir şey yok; ekosistem bütünüyle korunuyor.
İzlandalıların bir deyişi var; yanardağlardan çıkan külleri kastederek, “Bizimle dalga geçmeyin; paramız olmayabilir ama küllerimiz var” (Don't mess with us. We may not have cash, but we have ash!) diyerek espri yapıyorlar.
Ama her şakanın altında da bir gerçek vardır. Bugün paraları az ancak şelaleleri, kaynaçları ve tertemiz havaları var. Orası doğayı dostu olarak görüp, onu satmayanların ülkesi...
_
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 20 Kasım 2011
Bayramda İzlanda’ya bir seyahat yaptım. Atlas Okyanusu’nun kuzeyinde yer alan bu ada ülkesine ilk kez ayak bastım. Farklı kültürü, müziği ve büyüleyici doğasıyla çok ilginç bir ülke İzlanda. Toplam 320 bin kişinin yaşadığı o topraklar, benim için tam bir keşif alanı oldu. O nedenle bu köşede birkaç hafta sizlerle İzlanda izlenimlerimi paylaşacağım.
Başkent Reykjavik 120 bin kişilik nüfusuyla, sessizlik ve huzur arayanlar için ideal bir kent. İzlanda’da insandan çok koyun var denir. Bunun esprinin ötesinde bir gerçek olduğunu, kişi başına iki koyun düştüğünü İzlandalılardan öğrendim.
Ülke topraklarının büyük bir kesimi volkanik; ayrıca çok sert bir iklimi olduğundan tarıma elverişli değil. Son yıllarda seralarda domates, salatalık gibi sebzeleri yetiştirmeye başlasalar da, meyve ve sebzeleri çoğunlukla ithal ediyorlar. Dolayısıyla yiyecek oldukça pahalı.
Ama ucuz olan iki şey var: Enerji ve su. İzlanda’da gerekli enerjinin yaklaşık % 85’i jeotermal ısı ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından elde ediliyor; petrol gibi fosil yakıtların kullanımı ise çok sınırlı. Bunun sonucu olarak da, havası çok temiz.
***
Şimdi ben bunları anlattıkça, içinden “İzlanda ekonomisi çökmedi mi? Borçlarını ödeyemeyip batmadı mı? Övülecek nesi var o ülkenin?” diye soranlar olabilir.
İzlanda’nın 2008 Dünya Ekonomik Krizi’nden çok ağır etkilendiği doğru. Bankacılık sektörü iflas bayrağını çekti, milyarlarca euro tutarındaki borç ödenemez oldu, ülke İngiltere ve Hollanda’ya yaklaşık 5 milyar dolar borçlandı, işsizlik arttı. Hâlâ da kendilerine gelmiş değiller.
O dönemden sonra diğer Avrupa ülkelerinde iş arayıp, şansını ülke dışında deneyenlerin sayısı arttı. Reykjavik’te 30’lu yaşlarındaki bir İzlandalı ile sohbet ederken, “Bu ülkenin en çok neyini seviyorsun?” diye sordum. “İyi bir soru bu” dedi ve bir süre düşündükten sonra, “Havasını!” dedi.
“Ekonomik krizden sonra gençlerin bir kısmı artık burada kalmak istemiyor. Evet, her şey giderek pahalanıyor ve yaşam artık daha zor. Ama ülkemin havası temiz, suyu ucuz, kışın da ne kadar soğuk olursa olsun ısınmak pahalı değil” diye devam etti.. İzlandalıların doğa bilincine dair çarpıcı bir örnekti o gencin yanıtı.
***
Daha çarpıcı bir olaya, Gullfoss adlı şelaleye gittiğimde tanık oldum. İzlanda’nın güneybatısında Hvita Nehri kanyonunda yer alan bu görkemli şelale, su yoğunluğu ve derinlik açısından Niagara Şelalesi’ni geride bırakıyor. 1875’ten itibaren turistlerin ziyaret etmeye başladığı Gullfoss, yapılmak istenen bir elektrik jeneratörüne güç sağlamak amacıyla 1907’de bir İngiliz’e kiralanmış.
O dönemde bölgede yaşayan Tomas Tomasson adlı çiftçi, kendisine yapılan öneriyi reddederek şu yanıtı vermiş: “Dostumu satmayacağım!”
Daha sonra baskılar sonucu Gullfoss yabancı yatırımcılara kiralanmış. Ancak Tomasson’un kızı Sigridur Tomasdottir, yetkililere derdini anlatmak için kilometrelerce yol kat etmiş, mahkemeye gidip sözleşmeyi iptal yollarını aramış, direnmiş.
Jeneratör yapılamamış ve sonunda aksayan ödemeler nedeniyle sözleşme 1929’da iptal edilmiş. Gullfoss 1979’da koruma altına alınmış. Çevrede sadece şelaleye ulaşmayı sağlayan bir tahta köprü dışında insan yapımı hiçbir şey yok; ekosistem bütünüyle korunuyor.
İzlandalıların bir deyişi var; yanardağlardan çıkan külleri kastederek, “Bizimle dalga geçmeyin; paramız olmayabilir ama küllerimiz var” (Don't mess with us. We may not have cash, but we have ash!) diyerek espri yapıyorlar.
Ama her şakanın altında da bir gerçek vardır. Bugün paraları az ancak şelaleleri, kaynaçları ve tertemiz havaları var. Orası doğayı dostu olarak görüp, onu satmayanların ülkesi...
_
13 Kasım 2011 Pazar
Tarih bunları yazacak
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 13 Kasım 2011
Dünya Gazeteler ve Yayıncılar Birliği’nin (WAN-IFRA) Ocak-Eylül 2011 dönemine ait “Dünya Basın Özgürlüğü Değerlendirme Raporu”na bakıyordum geçenlerde.
120’den fazla ülkede, 18.000’i aşkın yayın, 15.000 internet sitesi ve 3000’den çok kurumu temsil eden, alanında Birleşmiş Milletler’in tanıdığı tek birlik bu. Bütün dünyada basın özgürlüğünün ve editoryal bağımsızlığın geliştirilmesi için çalışmalar yapıyor.
Son olarak yayınlanan rapor, hem diğer ülkelerde hem de Türkiye’de medyanın yaşadığı sorunları verilere dayalı olarak ortaya koyuyor. 2011 yılının başından bu yana toplam 44 gazetecinin öldürüldüğünü, yüzlerce medya çalışanının tehdit edildiğini ya da fiziksel şiddete maruz kaldığını yazıyor.
Dünya, raporda, basın özgürlüğü alanında coğrafik bölgelere ayrılarak incelenmiş. 2011’de öldürülen gazeteci sayısı bu bölgelere göre şöyle: Orta/Güney Amerika: 9, Asya: 15, Avrupa ve Orta Asya: 0, Ortadoğu ve Kuzey Afrika: 16, Sahraaltı Afrika 4.
Avrupa ve Orta Asya grubu içinde ele alınan Türkiye, daha önceki yıllarda yaşanan gazeteci cinayetleri yüzünden bu kategoride utanç verici bir şekilde anılmıştı. Bu yıl bir cinayet kaydedilmese de, ülke, basın özgürlüğü açısından raporda yine hiç iyi anılmıyor. Türkiye’ye ayrılan madde şu şekilde:
“Türk medyası, Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetimi sırasında çok sayıda kırmızı hatla karşılaştı. Artık ordu mensuplarını daha özgürce eleştirmek ve Kürt azınlık hakkında açıkça yazmak olanaklı olsa da, Erdoğan ile Adalet ve Kalkınma Partisi, eleştiride bulunanları bastırmak, solcu ve Kürt gazetecilere saldırmak için anlaşılması güç bir karalama yolunu ve anti-terör yasasını kullanıyor. 3 Mart’ta, önde gelen araştırmacı gazetecilerden Ahmet Şık ve Nedim Şener, aralarında gazeteci, yazar ve akademisyenlerin de olduğu 10 kişiyle birlikte polisin terörle mücadele ekipleri tarafından tutuklandı. Ahmet Şık’ın AKP’ye yakın bir İslami hareket hakkında yazdığı, henüz basılmamış kitap taslağına el konuldu. Başbakan Erdoğan, kitabı bomba ile kıyasladı. Gazetecilerin, hükümeti devirmek üzere planlandığı iddia edilen “Ergenekon” adlı askeri komplo ile ilgisi bulunan ve güvenlik bakımından açıklanamayak kanıtlar nedeniyle tutulduğu belirtildi.”
Türkiye’de medya, bu rapora kısa bir haber olarak yer verse de, Türkiye’ye ilişkin bu paragrafın yayınlandığını ben görmedim.
***
1.5 ay sonra 2011 sona erecek; dünya yeni bir yılı yaşamaya başlayacak. Aradan yıllar geçince, bugün korkudan yazamaz olan basın yazacak, medya konuşacak. Gün gelip gerçekler daha rahat anlatılır olunca, yukarıdaki paragrafta özetlenen karanlık günlere ışık tutulacak.
Türkiye’nin 2011 yılı, medyada eleştirel seslerin teker teker susturulduğu, editoryal bağımsızlığın bittiği, korkuyla ve tehditle yönetilen bir yıl olarak anlatılacak. Kamuoyunu yanlış bilgilendirmek için dönen oyunların, kirli çıkar ilişkilerinin ayrıntılarını halk ne zaman öğrenir ya da öğrenir mi emin değilim...
Bugün Türkiye’de çıkan gazetelerin birçoğunu elime aldığımda, kullanılan yanlı başlıklar ve köşelerdeki inanılmaz dalkavukluklar midemi bulandırıyor. Bu ülkede medyanın çok büyük bir kısmı, gerçeği yansıtmıyor, kendi gerçeğini yaratıyor.
Bu manzara yaratılan siyasi baskı sonucu ortaya çıktığı için, siyasetçiler ve medya sahipleri açısından utanılması gereken bir tablo elbette ama onun ötesinde gazeteciler için de kahredici bir tablo.
Kamunun doğru bilgi alma hakkı, gazeteciliğin en temel ilkesidir. Ona ihanet edenler, mesleğin yüz karasıdır. Tarih onları yazacak.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 13 Kasım 2011
Dünya Gazeteler ve Yayıncılar Birliği’nin (WAN-IFRA) Ocak-Eylül 2011 dönemine ait “Dünya Basın Özgürlüğü Değerlendirme Raporu”na bakıyordum geçenlerde.
120’den fazla ülkede, 18.000’i aşkın yayın, 15.000 internet sitesi ve 3000’den çok kurumu temsil eden, alanında Birleşmiş Milletler’in tanıdığı tek birlik bu. Bütün dünyada basın özgürlüğünün ve editoryal bağımsızlığın geliştirilmesi için çalışmalar yapıyor.
Son olarak yayınlanan rapor, hem diğer ülkelerde hem de Türkiye’de medyanın yaşadığı sorunları verilere dayalı olarak ortaya koyuyor. 2011 yılının başından bu yana toplam 44 gazetecinin öldürüldüğünü, yüzlerce medya çalışanının tehdit edildiğini ya da fiziksel şiddete maruz kaldığını yazıyor.
Dünya, raporda, basın özgürlüğü alanında coğrafik bölgelere ayrılarak incelenmiş. 2011’de öldürülen gazeteci sayısı bu bölgelere göre şöyle: Orta/Güney Amerika: 9, Asya: 15, Avrupa ve Orta Asya: 0, Ortadoğu ve Kuzey Afrika: 16, Sahraaltı Afrika 4.
Avrupa ve Orta Asya grubu içinde ele alınan Türkiye, daha önceki yıllarda yaşanan gazeteci cinayetleri yüzünden bu kategoride utanç verici bir şekilde anılmıştı. Bu yıl bir cinayet kaydedilmese de, ülke, basın özgürlüğü açısından raporda yine hiç iyi anılmıyor. Türkiye’ye ayrılan madde şu şekilde:
“Türk medyası, Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetimi sırasında çok sayıda kırmızı hatla karşılaştı. Artık ordu mensuplarını daha özgürce eleştirmek ve Kürt azınlık hakkında açıkça yazmak olanaklı olsa da, Erdoğan ile Adalet ve Kalkınma Partisi, eleştiride bulunanları bastırmak, solcu ve Kürt gazetecilere saldırmak için anlaşılması güç bir karalama yolunu ve anti-terör yasasını kullanıyor. 3 Mart’ta, önde gelen araştırmacı gazetecilerden Ahmet Şık ve Nedim Şener, aralarında gazeteci, yazar ve akademisyenlerin de olduğu 10 kişiyle birlikte polisin terörle mücadele ekipleri tarafından tutuklandı. Ahmet Şık’ın AKP’ye yakın bir İslami hareket hakkında yazdığı, henüz basılmamış kitap taslağına el konuldu. Başbakan Erdoğan, kitabı bomba ile kıyasladı. Gazetecilerin, hükümeti devirmek üzere planlandığı iddia edilen “Ergenekon” adlı askeri komplo ile ilgisi bulunan ve güvenlik bakımından açıklanamayak kanıtlar nedeniyle tutulduğu belirtildi.”
Türkiye’de medya, bu rapora kısa bir haber olarak yer verse de, Türkiye’ye ilişkin bu paragrafın yayınlandığını ben görmedim.
***
1.5 ay sonra 2011 sona erecek; dünya yeni bir yılı yaşamaya başlayacak. Aradan yıllar geçince, bugün korkudan yazamaz olan basın yazacak, medya konuşacak. Gün gelip gerçekler daha rahat anlatılır olunca, yukarıdaki paragrafta özetlenen karanlık günlere ışık tutulacak.
Türkiye’nin 2011 yılı, medyada eleştirel seslerin teker teker susturulduğu, editoryal bağımsızlığın bittiği, korkuyla ve tehditle yönetilen bir yıl olarak anlatılacak. Kamuoyunu yanlış bilgilendirmek için dönen oyunların, kirli çıkar ilişkilerinin ayrıntılarını halk ne zaman öğrenir ya da öğrenir mi emin değilim...
Bugün Türkiye’de çıkan gazetelerin birçoğunu elime aldığımda, kullanılan yanlı başlıklar ve köşelerdeki inanılmaz dalkavukluklar midemi bulandırıyor. Bu ülkede medyanın çok büyük bir kısmı, gerçeği yansıtmıyor, kendi gerçeğini yaratıyor.
Bu manzara yaratılan siyasi baskı sonucu ortaya çıktığı için, siyasetçiler ve medya sahipleri açısından utanılması gereken bir tablo elbette ama onun ötesinde gazeteciler için de kahredici bir tablo.
Kamunun doğru bilgi alma hakkı, gazeteciliğin en temel ilkesidir. Ona ihanet edenler, mesleğin yüz karasıdır. Tarih onları yazacak.
-
Etiketler:
Ahmet Şık,
gazetecilik,
iktidar,
medya,
Nedim Şener,
Türkiye
6 Kasım 2011 Pazar
Dünyayı yöneten kapitalist ağ
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 6 Kasım 2011
Bana göre dünyanın en iyi dergisi New Scientist. Bilim ve teknoloji konusunda çok ilginç makaleleri okuyabildiğim, İngilizce yayınlanan haftalık bir yayın. Geçen haftaki sayısında yine çok ilgi çekici bir yazıya rastladım. Önce “Dünyayı yöneten kapitalist ağ” başlığını görünce şaşırdım. Bir bilim dergisinde ekonomik/siyasi bir konu ele alınmıştı.
Yazıyı okuyunca durum anlaşıldı. İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü’nde görev yapan üç sistem analisti, küresel ekonomi üzerinde orantısız bir şekilde aşırı güç sahibi olan 43.000 uluslararası şirketin analizini yapmış.
Çalışma, bu tür bir güç ağını, ilk kez ideolojinin ötesinde deneysel bir şekilde tanımlanmayı amaçlıyor. Bunu yapmak için, doğal sistemleri modelleştirmede kullanılan matematik mantığı ile uluslararası şirketlerin sahipleri bazında elde edilen kapsamlı veriler birleştirilmiş.
Analistlerden James Glattfelder, “Gerçek karmaşıktır; komplo teorisi ya da serbest piyasa söz konusu olsa da dogmalardan uzak durmalı. Bizim analizimiz gerçeklere dayanıyor” diyor. Öyleyse soralım; gerçeklere dayalı küresel kapitalizm incelemesinden ne çıkmış?
Daha önce yapılan çalışmalarda dünya ekonomisini elinde tutan az sayıda şirket ve bunların arasındaki sınırlı ilişkiler ortaya konmuşken, bu analizde 1318 şirketin sahipleri üzerinden ortaya çıkan ağ gözler önüne seriliyor.
1318 şirketin her birisinin ağ içindeki iki ya da daha fazla, ortalama olarak 20 şirketle, doğrudan bağlantısı var. Ayrıca bu şirketler, küresel işletme gelirlerinin yüzde 20’sini ellerinde tutsa da, hisse senetleri aracılığıyla küresel gelirin yüzde 60’ına sahip.
Analistler işi burada da bırakmamış, şirketlerin küresel ağını daha ayrıntısıyla ortaya çıkarmışlar. Sonuçta, “Super-Entity” (Süper Birim) adını koydukları ve birbirleriyle çok daha sıkı bağları olan 147 şirket tespit etmişler.
Şirketlerden her birisinin kendi sahibi yanında, Süper Birim’deki diğer şirketler arasından da sahipleri olduğu belirlenmiş. Böylece bu 147 şirket, küresel ağdaki gelirin yüzde 40’ını elinde tutuyor.
Bunların çoğu finansal kurumlar. İlk 20’de Barclays Bank, JP Morgan Chase, The Goldman Sachs, Deutsche Bank, Merrill Lynch, Bank of New York Mellon Corp gibi şirketler var.
Küresel ekonomiyi az sayıdaki banka ve finansal kurumun kontrol ettiği elbette bilinen bir durum. Ancak bu analizin ortaya çıkardığı gerçek, bunların aralarındaki şaşırtıcı derecedeki sıkı bağlar. Glattfelder’ın söylediği gibi, “2008’de gördüğümüz üzere, eğer bir şirket sıkıntıya düşerse, bu mutlaka yayılır.” Endişe verici olan da bu.
İsveç Federal Teknoloji Enstitüsü’nde yapılan çalışma, küresel ekonomik gücün mimarisini görsel olarak da önümüze seriyor. Siyah bir zemin üzerinde bir yerküre düşünün; üzerinde renkli noktalarla dünya ekonomisini kontrol eden 1318 şirket işaretlenmiş. Kırmızı noktalar, çok yakın bağlantılı olanlar; sarılar ise bağlantılı olanlar. İlişkiler de yeşil çizgilerle gösterilmiş. Kırmızıların yoğun olduğu alanda zemin artık siyah değil yeşil...
Sonuçta o çizime baktığınızda, dünyanın devletler tarafından değil, çok az sayıdaki şirketlerden oluşan bir Süper Birim/Güç tarafından yönetildiği düşüncesinin komplo teorisi olmadığını daha iyi anlıyorsunuz.
Konuyla ilgili uzmanlar, bunu zaten biliyordu; ama analiz, bu gerçeği, şirketler arasındaki ilişkinin yoğunluğunu, sıradan bir insanın da gözüyle görebileceği bir hale getirmiş.
Sadece bu nedenle bile önemli bir katkıdır.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 6 Kasım 2011
Bana göre dünyanın en iyi dergisi New Scientist. Bilim ve teknoloji konusunda çok ilginç makaleleri okuyabildiğim, İngilizce yayınlanan haftalık bir yayın. Geçen haftaki sayısında yine çok ilgi çekici bir yazıya rastladım. Önce “Dünyayı yöneten kapitalist ağ” başlığını görünce şaşırdım. Bir bilim dergisinde ekonomik/siyasi bir konu ele alınmıştı.
Yazıyı okuyunca durum anlaşıldı. İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü’nde görev yapan üç sistem analisti, küresel ekonomi üzerinde orantısız bir şekilde aşırı güç sahibi olan 43.000 uluslararası şirketin analizini yapmış.
Çalışma, bu tür bir güç ağını, ilk kez ideolojinin ötesinde deneysel bir şekilde tanımlanmayı amaçlıyor. Bunu yapmak için, doğal sistemleri modelleştirmede kullanılan matematik mantığı ile uluslararası şirketlerin sahipleri bazında elde edilen kapsamlı veriler birleştirilmiş.
Analistlerden James Glattfelder, “Gerçek karmaşıktır; komplo teorisi ya da serbest piyasa söz konusu olsa da dogmalardan uzak durmalı. Bizim analizimiz gerçeklere dayanıyor” diyor. Öyleyse soralım; gerçeklere dayalı küresel kapitalizm incelemesinden ne çıkmış?
Daha önce yapılan çalışmalarda dünya ekonomisini elinde tutan az sayıda şirket ve bunların arasındaki sınırlı ilişkiler ortaya konmuşken, bu analizde 1318 şirketin sahipleri üzerinden ortaya çıkan ağ gözler önüne seriliyor.
1318 şirketin her birisinin ağ içindeki iki ya da daha fazla, ortalama olarak 20 şirketle, doğrudan bağlantısı var. Ayrıca bu şirketler, küresel işletme gelirlerinin yüzde 20’sini ellerinde tutsa da, hisse senetleri aracılığıyla küresel gelirin yüzde 60’ına sahip.
Analistler işi burada da bırakmamış, şirketlerin küresel ağını daha ayrıntısıyla ortaya çıkarmışlar. Sonuçta, “Super-Entity” (Süper Birim) adını koydukları ve birbirleriyle çok daha sıkı bağları olan 147 şirket tespit etmişler.
Şirketlerden her birisinin kendi sahibi yanında, Süper Birim’deki diğer şirketler arasından da sahipleri olduğu belirlenmiş. Böylece bu 147 şirket, küresel ağdaki gelirin yüzde 40’ını elinde tutuyor.
Bunların çoğu finansal kurumlar. İlk 20’de Barclays Bank, JP Morgan Chase, The Goldman Sachs, Deutsche Bank, Merrill Lynch, Bank of New York Mellon Corp gibi şirketler var.
Küresel ekonomiyi az sayıdaki banka ve finansal kurumun kontrol ettiği elbette bilinen bir durum. Ancak bu analizin ortaya çıkardığı gerçek, bunların aralarındaki şaşırtıcı derecedeki sıkı bağlar. Glattfelder’ın söylediği gibi, “2008’de gördüğümüz üzere, eğer bir şirket sıkıntıya düşerse, bu mutlaka yayılır.” Endişe verici olan da bu.
İsveç Federal Teknoloji Enstitüsü’nde yapılan çalışma, küresel ekonomik gücün mimarisini görsel olarak da önümüze seriyor. Siyah bir zemin üzerinde bir yerküre düşünün; üzerinde renkli noktalarla dünya ekonomisini kontrol eden 1318 şirket işaretlenmiş. Kırmızı noktalar, çok yakın bağlantılı olanlar; sarılar ise bağlantılı olanlar. İlişkiler de yeşil çizgilerle gösterilmiş. Kırmızıların yoğun olduğu alanda zemin artık siyah değil yeşil...
Sonuçta o çizime baktığınızda, dünyanın devletler tarafından değil, çok az sayıdaki şirketlerden oluşan bir Süper Birim/Güç tarafından yönetildiği düşüncesinin komplo teorisi olmadığını daha iyi anlıyorsunuz.
Konuyla ilgili uzmanlar, bunu zaten biliyordu; ama analiz, bu gerçeği, şirketler arasındaki ilişkinin yoğunluğunu, sıradan bir insanın da gözüyle görebileceği bir hale getirmiş.
Sadece bu nedenle bile önemli bir katkıdır.
-
Etiketler:
Dünya,
James Glattfelder,
kapitalizm,
küresel mali kriz,
küreselleşme,
New Scientist
30 Ekim 2011 Pazar
Dokuz Yıl Önceki Wall Street Protestosu
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 30 Ekim 2011
Haftalardır dünya finans piyasalarının merkezinde yaşanan Wall Street İşgali’ni izliyoruz. New York’ta başlayan protesto, önce Amerika’nın birçok eyaletine, sonra da dünyanın farklı başkentlerine yayılan çok büyük boyutlu bir hareket halini aldı.
Wall Street Protestosu denilince, bugüne kadar benim aklıma ilk anda 2002 yılında tanık olduğum bir gösteri gelirdi. Amerika’yı George W. Bush’un yönettiği yıllardı. Medyada Irak’ın çok yakında işgal edileceği yazılıyor, Bush’un neoliberal politikaları Amerikan orta sınıfını ezip geçiyordu.
Tam o günlerde, 4 Ekim 2002’de Amerikan solunun tanınmış isimlerinden, tüketici hakları savunucusu ve avukat Ralph Nader, “Take it to The Street” (Sokağa Taşı) adlı bir kampanya başlattı.
Nader’ın ana hedefi, Wall Street’teki yolsuzluğa karşı çıkmak ve bunu sokak protestolarıyla ülkeye yaymaktı. Kampanyanın açılışı, Wall Street’te New York Borsası’nın karşısındaki alanda onbinlerce kişinin katılımıyla yapıldı. Onların arasında ben de vardım.
Kalabalıktakilerle konuşmuş, neden bu kampanyaya destek verdiklerini sormuştum. Şirketlerin milyonlarca doları halkın cebinden çaldığını söylüyordu hepsi. Polisin bariyerler koyarak, katılımcıları belli bir alana hapsetme çabaları arasında sıkışıp kalmış, yağmur altında ıslanıyorduk. Ama kimsenin bir yere gideceği yoktu; herkes Nader’ın yapacağı konuşmayı bekliyordu.
Ardı ardına 7-8 kişi konuştuktan sonra, sahnede yanında gitarist Oliver Ray’le birlikte Patti Smith’i gördük. O anda Wall Street’e hakim olan heyecanı kelimelerle anlatmak olanaksız.
Bugüne kadar Patti Smith’i birçok kez konserlerde izledim. Her biri unutulmayacak kadar güzeldi ama o gün tek bir gitarla, sol yumruğu havada söylediği “People Have the Power!”, bugüne kadar tanık olduğum en etkileyici dakikalardı. Onca insanın punk rock’ın bu özgün sesine hep birlikte eşlik edişi, Wall Street’teki bütün binaları titretecek kadar güçlüydü.
Ralph Nader, o gün 12 maddelik kongre adaylığı duyurusunu da açıkladığı konuşmasında şöyle diyordu: “Şirketler asla bizim efendimiz olmak için tasarlanmadı; aksine kamu çıkarı adına bizlere hizmet için kuruldu. Ama para hırsı, sonunda hile, yolsuzluk ve suçla dönen spekülatif bir kumarhane yarattı. Bizler halk olarak kendi kaynaklarımızı kontrol altına almalıyız!”
Nader’ın sözleri, dinleyicilerin “Açgözlülük bitsin!” şeklindeki coşkulu tezahüratlarıyla karşılanmıştı. Kalabalık arasında Nader’ı desteklemese de kuduran kapitalizme karşı olanlar da vardı. O gün Wall Street’te bizzat duyduğum sloganların, gördüğüm pankartların aynılarını, bugün yine medyadaki Wall Street’i İşgal haberlerinde görüyorum.
Dokuz yıl önce oldu bunlar; 2008 Ekonomik Krizi’nden altı yıl önce... O günden bu yana ne yapıldı Amerika’da? Obama, zengin sınıfa karşı orta sınıfı yeterince destekleyebildi mi? Hayır.
Bütçe açığını azaltmak için zenginlerin vergilerini artırmayı istediğini söylerken, “Bu bir sınıf savaşı değil, matematik” diyor ve işin aslını inkar ediyor. Amerika’da hiçbir politikacı itiraf etmek istemese de, bu tam bir sınıf savaşı! 2002’de de bugün de Wall Street’i dolduran insanlar, hakça bir düzen istiyor, kapitalizmin sömürüsüne isyan ediyorlar.
Ama bu politika... Obama’nın, işgal hareketini kendi yanına çekerek, aşırı sağcı Çay Partisi hareketini dengelemek için kullanmak isteyeceği de açık. Oysa Wall Street işgalcilerinin temsilcisi ne büyük sermayenin milyonlarıyla seçilen Obama olabilir ne de başka bir Demokrat Partili. Meydanlarda yankılanan talepleri ancak bağımsız bir sosyalist aday yerine getirir.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 30 Ekim 2011
Haftalardır dünya finans piyasalarının merkezinde yaşanan Wall Street İşgali’ni izliyoruz. New York’ta başlayan protesto, önce Amerika’nın birçok eyaletine, sonra da dünyanın farklı başkentlerine yayılan çok büyük boyutlu bir hareket halini aldı.
Wall Street Protestosu denilince, bugüne kadar benim aklıma ilk anda 2002 yılında tanık olduğum bir gösteri gelirdi. Amerika’yı George W. Bush’un yönettiği yıllardı. Medyada Irak’ın çok yakında işgal edileceği yazılıyor, Bush’un neoliberal politikaları Amerikan orta sınıfını ezip geçiyordu.
Tam o günlerde, 4 Ekim 2002’de Amerikan solunun tanınmış isimlerinden, tüketici hakları savunucusu ve avukat Ralph Nader, “Take it to The Street” (Sokağa Taşı) adlı bir kampanya başlattı.
Nader’ın ana hedefi, Wall Street’teki yolsuzluğa karşı çıkmak ve bunu sokak protestolarıyla ülkeye yaymaktı. Kampanyanın açılışı, Wall Street’te New York Borsası’nın karşısındaki alanda onbinlerce kişinin katılımıyla yapıldı. Onların arasında ben de vardım.
Kalabalıktakilerle konuşmuş, neden bu kampanyaya destek verdiklerini sormuştum. Şirketlerin milyonlarca doları halkın cebinden çaldığını söylüyordu hepsi. Polisin bariyerler koyarak, katılımcıları belli bir alana hapsetme çabaları arasında sıkışıp kalmış, yağmur altında ıslanıyorduk. Ama kimsenin bir yere gideceği yoktu; herkes Nader’ın yapacağı konuşmayı bekliyordu.
Ardı ardına 7-8 kişi konuştuktan sonra, sahnede yanında gitarist Oliver Ray’le birlikte Patti Smith’i gördük. O anda Wall Street’e hakim olan heyecanı kelimelerle anlatmak olanaksız.
Bugüne kadar Patti Smith’i birçok kez konserlerde izledim. Her biri unutulmayacak kadar güzeldi ama o gün tek bir gitarla, sol yumruğu havada söylediği “People Have the Power!”, bugüne kadar tanık olduğum en etkileyici dakikalardı. Onca insanın punk rock’ın bu özgün sesine hep birlikte eşlik edişi, Wall Street’teki bütün binaları titretecek kadar güçlüydü.
Ralph Nader, o gün 12 maddelik kongre adaylığı duyurusunu da açıkladığı konuşmasında şöyle diyordu: “Şirketler asla bizim efendimiz olmak için tasarlanmadı; aksine kamu çıkarı adına bizlere hizmet için kuruldu. Ama para hırsı, sonunda hile, yolsuzluk ve suçla dönen spekülatif bir kumarhane yarattı. Bizler halk olarak kendi kaynaklarımızı kontrol altına almalıyız!”
Nader’ın sözleri, dinleyicilerin “Açgözlülük bitsin!” şeklindeki coşkulu tezahüratlarıyla karşılanmıştı. Kalabalık arasında Nader’ı desteklemese de kuduran kapitalizme karşı olanlar da vardı. O gün Wall Street’te bizzat duyduğum sloganların, gördüğüm pankartların aynılarını, bugün yine medyadaki Wall Street’i İşgal haberlerinde görüyorum.
Dokuz yıl önce oldu bunlar; 2008 Ekonomik Krizi’nden altı yıl önce... O günden bu yana ne yapıldı Amerika’da? Obama, zengin sınıfa karşı orta sınıfı yeterince destekleyebildi mi? Hayır.
Bütçe açığını azaltmak için zenginlerin vergilerini artırmayı istediğini söylerken, “Bu bir sınıf savaşı değil, matematik” diyor ve işin aslını inkar ediyor. Amerika’da hiçbir politikacı itiraf etmek istemese de, bu tam bir sınıf savaşı! 2002’de de bugün de Wall Street’i dolduran insanlar, hakça bir düzen istiyor, kapitalizmin sömürüsüne isyan ediyorlar.
Ama bu politika... Obama’nın, işgal hareketini kendi yanına çekerek, aşırı sağcı Çay Partisi hareketini dengelemek için kullanmak isteyeceği de açık. Oysa Wall Street işgalcilerinin temsilcisi ne büyük sermayenin milyonlarıyla seçilen Obama olabilir ne de başka bir Demokrat Partili. Meydanlarda yankılanan talepleri ancak bağımsız bir sosyalist aday yerine getirir.
-
16 Ekim 2011 Pazar
Cezaevinde Vegan Olmak
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 16 Ekim 2011
Ben sık sık müzik festivallerinde vegan yemek satılmadığı için şikayet ederim. Alana dışardan yiyecek sokmak yasak olduğundan, bütün gün ayakta durup et kokuları arasında aç kalmak, festivali veganlar açısından zorlu bir hale sokar. Özellikle ülkemizde çok az sayıda vegan olduğundan, pek de dikkat çekmez yaşadığımız sıkıntı.
Ancak son günlerde medyaya yansıyan bir haber, bir veganın başına gelebilecek en ağır durumlardan birini ortaya çıkardı. Kırıkkale F Tipi Cezaevi’nde yatan vegan mahkum Osman Evcan, kendisine yiyebileceği yemeklerin verilmesi için mücadele içinde. Olayın özünü Evcan’ın kamuoyuna yazdığı mektuptan alıntılayarak okuyalım:
“Düşünsel, felsefi eğilimlerim nedeniyle 8 yıldır vejetaryen bir yaşam sürdürmekteyim. Hiçbir hayvan eti ve hayvan etiyle yapılmış yemeği yemiyorum. Hayvan ürünleri de (tereyağı, peynir, bal, süt, yoğurt, sucuk, salam vb.) yemiyorum. Hayvansal ürünlerden yapılmış (deri, yün) kullanım-giyim eşyalarını kullanmıyorum.
Vejetaryan olmam nedeniyle cezaevi mutfağında pişirilen etsiz yemekler tarafıma verilmektedir. Fakat cezaevi mutfağında yapılan bu yemekler o kadar kötü, bozuk yapılıyor ki, yenilebilir gibi değildir.
Cezaevi yönetimine, tarafıma verilen yemeklerin düzeltilmesi amacıyla 2010 yılı Aralık ve 2011 yılı Ocak ayı içerisinde birkaç kez dilekçe yazdım. İdare, sorunun çözümü yönünde herhangi bir girişimde bulunmadı, duyarsız kaldı.
17 Haziran’dan bu yana cezaevi mutfağında hazırlanmış yemekleri almama eylemim devam etmektedir. Beslenme ihtiyacımı kendi ekonomik olanaklarımla karşılıyorum.
Son olarak, cezaevi kantininde sebze-meyva ve diğer bazı besin maddelerinin getirilmesi ve satılması kısıtlanmaktadır.”
(Osman Evcan, mektubunda vejetaryen olduğunu yazmış ama yaptığı açıklamaya göre kendisi vegan. Cezaevindeki sağlık koşulları ve doktor muayenesi hakkındaki sıkıntıları da anlattığı mektubun tamamı, internet üzerinde http://osmanayemek.tumblr.com adresindeki sayfadan okunabilir. Buradan Evcan’a destek için başlatılan imza kampanyasına katılma olanağı da var.)
***
Ben de düşünsel ve felsefi eğilimleri nedeniyle hiçbir hayvansal ürün yemeyen ve tüketmeyen bir veganım.
Bu konudaki haberleri okuyunca, “Kendi isteğimle gittiğim festivallerde bir gün boyunca süren açlığımın sürekli olmak zorunda kalması halinde ne yapardım?” diye düşündüm.
Ben de Osman Evcan gibi mektuplar yazar, sesimi duyurmaya çalışırdım. Medya haber yapsa da, cezaevi yetkilileri, Adalet Bakanlığı bu haklı talebi dinler miydi? Etik nedenlerle vegan olan bir insanın aç kalmasına göz yumulur muydu?
Bazılarının “Yemek bulmuş da seçiyor!” diyerek duyarsızlaşabileceğini tahmin ediyorum. Benim seslenmek istediğim onlar değil; vicdan sahibi olanların empati yapıp, kendilerini bir an için Osman Evcan’ın yerine koymasını istiyorum. Talebi, sadece hayvansal ürün içermeyen, yenilebilir yemektir. Bu durumda olan mahkumlar için diyet yemeği çıkarmak, olanaksız değildir.
Mahkumlar için insani yaşam koşullarının sağlanması devletin görevi. Hapiste yatanlar, özgürlükten mahrum kalmak dışında, sağlık, barınma, yemek, hijyen, havalandırma vb. diğer bütün insan haklarına sahip olmalıdır. lrk, renk, cinsiyet, dil, din, politik ya da başka bir görüş, milliyet, etnik ya da toplumsal köken, mülkiyet ve herhangi bir statü nedeniyle ayrımcılık yapmak, bütün dünyada insan hakları belgeleriyle yasaklanmıştır.
Osman Evcan’ın vegan olması da bir felsefi/politik dünya görüşüdür. Cezaevinde kendisine yiyebileceği yemeklerin verilmemesi, en başta ayrımcılık anlamına gelir!
Yetkililer, bu ayıbı ve haksızlığı ortadan kaldırmalıdır.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 16 Ekim 2011
Ben sık sık müzik festivallerinde vegan yemek satılmadığı için şikayet ederim. Alana dışardan yiyecek sokmak yasak olduğundan, bütün gün ayakta durup et kokuları arasında aç kalmak, festivali veganlar açısından zorlu bir hale sokar. Özellikle ülkemizde çok az sayıda vegan olduğundan, pek de dikkat çekmez yaşadığımız sıkıntı.
Ancak son günlerde medyaya yansıyan bir haber, bir veganın başına gelebilecek en ağır durumlardan birini ortaya çıkardı. Kırıkkale F Tipi Cezaevi’nde yatan vegan mahkum Osman Evcan, kendisine yiyebileceği yemeklerin verilmesi için mücadele içinde. Olayın özünü Evcan’ın kamuoyuna yazdığı mektuptan alıntılayarak okuyalım:
“Düşünsel, felsefi eğilimlerim nedeniyle 8 yıldır vejetaryen bir yaşam sürdürmekteyim. Hiçbir hayvan eti ve hayvan etiyle yapılmış yemeği yemiyorum. Hayvan ürünleri de (tereyağı, peynir, bal, süt, yoğurt, sucuk, salam vb.) yemiyorum. Hayvansal ürünlerden yapılmış (deri, yün) kullanım-giyim eşyalarını kullanmıyorum.
Vejetaryan olmam nedeniyle cezaevi mutfağında pişirilen etsiz yemekler tarafıma verilmektedir. Fakat cezaevi mutfağında yapılan bu yemekler o kadar kötü, bozuk yapılıyor ki, yenilebilir gibi değildir.
Cezaevi yönetimine, tarafıma verilen yemeklerin düzeltilmesi amacıyla 2010 yılı Aralık ve 2011 yılı Ocak ayı içerisinde birkaç kez dilekçe yazdım. İdare, sorunun çözümü yönünde herhangi bir girişimde bulunmadı, duyarsız kaldı.
17 Haziran’dan bu yana cezaevi mutfağında hazırlanmış yemekleri almama eylemim devam etmektedir. Beslenme ihtiyacımı kendi ekonomik olanaklarımla karşılıyorum.
Son olarak, cezaevi kantininde sebze-meyva ve diğer bazı besin maddelerinin getirilmesi ve satılması kısıtlanmaktadır.”
(Osman Evcan, mektubunda vejetaryen olduğunu yazmış ama yaptığı açıklamaya göre kendisi vegan. Cezaevindeki sağlık koşulları ve doktor muayenesi hakkındaki sıkıntıları da anlattığı mektubun tamamı, internet üzerinde http://osmanayemek.tumblr.com adresindeki sayfadan okunabilir. Buradan Evcan’a destek için başlatılan imza kampanyasına katılma olanağı da var.)
***
Ben de düşünsel ve felsefi eğilimleri nedeniyle hiçbir hayvansal ürün yemeyen ve tüketmeyen bir veganım.
Bu konudaki haberleri okuyunca, “Kendi isteğimle gittiğim festivallerde bir gün boyunca süren açlığımın sürekli olmak zorunda kalması halinde ne yapardım?” diye düşündüm.
Ben de Osman Evcan gibi mektuplar yazar, sesimi duyurmaya çalışırdım. Medya haber yapsa da, cezaevi yetkilileri, Adalet Bakanlığı bu haklı talebi dinler miydi? Etik nedenlerle vegan olan bir insanın aç kalmasına göz yumulur muydu?
Bazılarının “Yemek bulmuş da seçiyor!” diyerek duyarsızlaşabileceğini tahmin ediyorum. Benim seslenmek istediğim onlar değil; vicdan sahibi olanların empati yapıp, kendilerini bir an için Osman Evcan’ın yerine koymasını istiyorum. Talebi, sadece hayvansal ürün içermeyen, yenilebilir yemektir. Bu durumda olan mahkumlar için diyet yemeği çıkarmak, olanaksız değildir.
Mahkumlar için insani yaşam koşullarının sağlanması devletin görevi. Hapiste yatanlar, özgürlükten mahrum kalmak dışında, sağlık, barınma, yemek, hijyen, havalandırma vb. diğer bütün insan haklarına sahip olmalıdır. lrk, renk, cinsiyet, dil, din, politik ya da başka bir görüş, milliyet, etnik ya da toplumsal köken, mülkiyet ve herhangi bir statü nedeniyle ayrımcılık yapmak, bütün dünyada insan hakları belgeleriyle yasaklanmıştır.
Osman Evcan’ın vegan olması da bir felsefi/politik dünya görüşüdür. Cezaevinde kendisine yiyebileceği yemeklerin verilmemesi, en başta ayrımcılık anlamına gelir!
Yetkililer, bu ayıbı ve haksızlığı ortadan kaldırmalıdır.
-
9 Ekim 2011 Pazar
Wall Street'in "Arap Baharı"
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 9 Ekim 2011
Amerika, bir süredir kapitalizm karşıtı gösterilerle sarsılıyor. “Sarsılıyor” dedim ama aslında ana akım medya bu sarsıntıyı görmezden gelmek amacıyla elinden geleni yaptığı için, olan biteni herkes aynı şiddette hissetmiyor.
Geçenlerde The New York Times’da protestonun liderlerinden Zuni Tikka’yı “yarı çıplak” diye nitelendirerek küçümsemeye çalışan bir yazı çıktı. Ginia Bellafante’nin imzasını taşıyan “Yanlış amaçlarla Wall Street’i hedeflemek” başlıklı yazı tam anlamıyla skandaldı.
Bizim ana akım medya, Amerika’yı bu gazete ne yazarsa öyle tanıdığından, herhalde Bellafante’nin çarpıtılmış yorumlarına inanmış olacak ki, Wall Street’e karşı direniş hareketi fazla yankı bulmadı. Belki de işin doğası gereği kapitalizme vurmak istemediler.
Adbusters adlı aktivist internet dergisinin Twitter’da “Occupy Wall Street” (Wall Street’i İşgal Et) sloganı ile başlayan hareket, giderek Chicago, Boston, Washington, Los Angeles, Florida, Denver gibi yerlere de yayılıyor.
Ne istiyor Wall Street’te eylem için kamp yapanlar?
Zengin kesimden alınan vergiler artsın, yolsuzluklar ve para hırsı bitsin, sosyal harcamalardaki kesintiler olmasın diyorlar. Amerika’da giderek yükselen aşırı sağa ve kapitalizmin sömürüsüne, IMF’ye, Dünya Bankası’na, Nafta’ya ve onların sağladığı ayrıcalıklardan yararlanan sınıflara karşı çıkıyorlar.
Çok yüksek miktarlarda okul harçları ödeyip mezun olduktan sonra artık iş bulamamaya, geleceklerinin ellerinden alınmasına isyan ediyorlar. Haklarına sahip çıkmak için evlerine gitmeden gece gündüz nöbet tutuyor, protesto haklarını kullanıyorlar. “Birkaçı zenginleşir, milyonlar sefilleşir”, “Borç = Kölelik” diyorlar.
Michael Moore, Susan Sarandon, Noam Chomsky gibi ünlü isimlerin de destek verdiği eylemler, son yıllarda dünyanın birçok farklı yerinde görülen kapitalizm karşıtı gösterilerin son örneği. Amerika’da, özellikle New York kentinde Wall Street’e karşı olması ayrıca anlamlı.
Ancak sanmayın ki, bütün dünyaya özgürlük ve demokrasi nutukları atan Amerika, kendi ülkesindeki bu barışçıl eylemleri hoşgörüyle karşıladı. Gösterilere katılanlar, kaldırımlarda sürüklenerek plastik kelepçelerle bağlandı. Polis çizgisine yaklaşanların yüzlerine kimyasal madde sıkıldı. Güvenlik güçlerinin sert müdahalesi sonucunda birçok kişi tutuklandı.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki barışı bombalarla sağlama yöntemini tercih eden bir ülkeden ne beklenir ki? Kapitalist sömürüye başkaldırıp hak aramak suç Amerika’da... Oysa YouTube üzerinde eyleme karşı acımasız polis müdahalesini izlerseniz, asıl suçu kimin işlediği görülüyor.
New York’ta başlayıp Amerika’ya yayılan kapitalizm protestosu finans sektöründe köşe başlarını tutanları ve Beyaz Saray’ı huzursuz ediyor mu bilmiyorum ama Wall Street İşgali için açılan internet sayfasında şöyle diyor eylemciler:
“Hepimizin sahip olduğu ortak nokta şu. Yüzde 1’lik kesimin aşırı para hırsı ve yolsuzluğuna artık daha fazla hoşgörü göstermeyecek olan yüzde 99’luk kesimiz biz. Amerika’nın yalnızca ekonomi politikalarına değil, Amerikan halkının kültüre ve insanlığa yaklaşımına da egemen olan ve kârı her şeyin üzerinde tutan ilkeyi reddediyoruz. Mısır, Yunanistan, İspanya ve İzlanda’daki kardeşlerimiz gibi, Arap Baharı’nın kitlesel işgal taktiklerini kullanarak Amerika’da demokrasiyi yeniden kurmak istiyoruz.”
Amerika’nın "Arap Baharı" Wall Street’ten başladı. Birileri de çıkıp Amerika’ya “Kendine gel, gerekli reformları yap, sabrımız taştı!” dese yeridir.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 9 Ekim 2011
Amerika, bir süredir kapitalizm karşıtı gösterilerle sarsılıyor. “Sarsılıyor” dedim ama aslında ana akım medya bu sarsıntıyı görmezden gelmek amacıyla elinden geleni yaptığı için, olan biteni herkes aynı şiddette hissetmiyor.
Geçenlerde The New York Times’da protestonun liderlerinden Zuni Tikka’yı “yarı çıplak” diye nitelendirerek küçümsemeye çalışan bir yazı çıktı. Ginia Bellafante’nin imzasını taşıyan “Yanlış amaçlarla Wall Street’i hedeflemek” başlıklı yazı tam anlamıyla skandaldı.
Bizim ana akım medya, Amerika’yı bu gazete ne yazarsa öyle tanıdığından, herhalde Bellafante’nin çarpıtılmış yorumlarına inanmış olacak ki, Wall Street’e karşı direniş hareketi fazla yankı bulmadı. Belki de işin doğası gereği kapitalizme vurmak istemediler.
Adbusters adlı aktivist internet dergisinin Twitter’da “Occupy Wall Street” (Wall Street’i İşgal Et) sloganı ile başlayan hareket, giderek Chicago, Boston, Washington, Los Angeles, Florida, Denver gibi yerlere de yayılıyor.
Ne istiyor Wall Street’te eylem için kamp yapanlar?
Zengin kesimden alınan vergiler artsın, yolsuzluklar ve para hırsı bitsin, sosyal harcamalardaki kesintiler olmasın diyorlar. Amerika’da giderek yükselen aşırı sağa ve kapitalizmin sömürüsüne, IMF’ye, Dünya Bankası’na, Nafta’ya ve onların sağladığı ayrıcalıklardan yararlanan sınıflara karşı çıkıyorlar.
Çok yüksek miktarlarda okul harçları ödeyip mezun olduktan sonra artık iş bulamamaya, geleceklerinin ellerinden alınmasına isyan ediyorlar. Haklarına sahip çıkmak için evlerine gitmeden gece gündüz nöbet tutuyor, protesto haklarını kullanıyorlar. “Birkaçı zenginleşir, milyonlar sefilleşir”, “Borç = Kölelik” diyorlar.
Michael Moore, Susan Sarandon, Noam Chomsky gibi ünlü isimlerin de destek verdiği eylemler, son yıllarda dünyanın birçok farklı yerinde görülen kapitalizm karşıtı gösterilerin son örneği. Amerika’da, özellikle New York kentinde Wall Street’e karşı olması ayrıca anlamlı.
Ancak sanmayın ki, bütün dünyaya özgürlük ve demokrasi nutukları atan Amerika, kendi ülkesindeki bu barışçıl eylemleri hoşgörüyle karşıladı. Gösterilere katılanlar, kaldırımlarda sürüklenerek plastik kelepçelerle bağlandı. Polis çizgisine yaklaşanların yüzlerine kimyasal madde sıkıldı. Güvenlik güçlerinin sert müdahalesi sonucunda birçok kişi tutuklandı.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki barışı bombalarla sağlama yöntemini tercih eden bir ülkeden ne beklenir ki? Kapitalist sömürüye başkaldırıp hak aramak suç Amerika’da... Oysa YouTube üzerinde eyleme karşı acımasız polis müdahalesini izlerseniz, asıl suçu kimin işlediği görülüyor.
New York’ta başlayıp Amerika’ya yayılan kapitalizm protestosu finans sektöründe köşe başlarını tutanları ve Beyaz Saray’ı huzursuz ediyor mu bilmiyorum ama Wall Street İşgali için açılan internet sayfasında şöyle diyor eylemciler:
“Hepimizin sahip olduğu ortak nokta şu. Yüzde 1’lik kesimin aşırı para hırsı ve yolsuzluğuna artık daha fazla hoşgörü göstermeyecek olan yüzde 99’luk kesimiz biz. Amerika’nın yalnızca ekonomi politikalarına değil, Amerikan halkının kültüre ve insanlığa yaklaşımına da egemen olan ve kârı her şeyin üzerinde tutan ilkeyi reddediyoruz. Mısır, Yunanistan, İspanya ve İzlanda’daki kardeşlerimiz gibi, Arap Baharı’nın kitlesel işgal taktiklerini kullanarak Amerika’da demokrasiyi yeniden kurmak istiyoruz.”
Amerika’nın "Arap Baharı" Wall Street’ten başladı. Birileri de çıkıp Amerika’ya “Kendine gel, gerekli reformları yap, sabrımız taştı!” dese yeridir.
-
2 Ekim 2011 Pazar
Müzik, Yazı ve İnternet
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 2 Ekim 2011
Müzikle siyasetin iç içe geçtiği yazıları çok seviyorum. Bugün bunlardan birisini yazma olanağını Babylon’daki “Midnight Express” konserler serisi sayesinde buldum.
İstanbul’un gözde canlı müzik mekanlarından Babylon’da bu sezon başlatılan bu kavram, Batı müziğinin aksine, ana akım medyada ve radyolarda pek de fazla yer bulamayan grupları, Batı’da çoğunlukla “dünyanın geri kalanı” diye adlandırılan bölgelerden müzisyenleri canlı dinleme olanağı verdi bize.
Bu çerçevede geçen hafta sonu Kuzey Afrika Sahra Çölü’nden gelen isyankar ruhlu Tuareg göçmenlerinden oluşan Tinariwen uğradı İstanbul’a. Babylon’un sahibi Pozitif şirketindeki arkadaşların önerisi üzerine, konser öncesinde kısa bir sunuş yaptım. Bu tür bir uygulamaya alışık olmayan konser dinleyicisi söylediklerime tam olarak kulak verdi mi emin değilim ama mesajımın özü şuydu:
“Tinariwen, bir tür çöl blues’u yapıyor. Kullandıkları kimi aletler ve yerel kıyafetleri çok farklı bir kültürün yansıması ama söyledikleri insanlığın ortak meselesi. Tamaşek yerel dilindeki (Tuareglere özgü bir Berberi dili) şarkıları, çölde sürgün hayatı yaşayan Tuareg insanları hakkında ama aslında bağımsızlık için, ayakta kalmak için, kendi kültürlerini korumak için mücadele eden insanların derdini anlatıyorlar. Sahra Çölü’ndeki fakirliğin, işsizliğin ve toplumsal dışlanmanın müziği bu.
“Tinariwen grubunun üyeleri, 1990’lı yıllarda Mali hükümetine karşı başlayan çok çetin bir isyana katıldılar. Ama artık sivil halka büyük kayıplar verdiren bu tür acımasız bir savaşın içinde yer almayacaklarını söylüyorlar; hoşgörünün geliştirilmesinden yanalar. Eminim buradaki herkes, dünyanın bugün en çok ihtiyaç duyduğu şeyin yani barışın sağlanmasından yana. Öyleyse toplumdan kimseyi dışlamayalım; ortak dilimiz barış ve müzik olsun!”
***
Anonsumla birlikte sahneye çıkan Tinariwen grubu, ritmik ve hipnotize edici müziğiyle o akşam bize muhteşem saatler yaşattı. Konserin sonuna doğru Pozitif'ten Mekan Sorumlusu Gül Güngör’ün telefonuma gönderdiği mesaj ise, gerçek bir sürpriz oldu. “Grubun Türkçe bilen bir üyesi yazılarını okuyormuş. Seninle tanışmak istiyor” diyordu Gül ve şaka yapmıyordu. Sahra Çölü’nden gelen bir Tuareg benim yazılarımı okuyormuş!
Sahne arkasına geçip yerel kıyafetler içindeki Anwar’la tanıştığımda kendisinin grubun basın ve tercüme işlerinden sorumlu olduğunu öğrendim. Araya İngilizce sözcükler de karıştırdığı ve biraz zorlanarak konuştuğu Türkçesiyle, diplomasi ile ilgili bir kurumdaki görev nedeniyle, 1998’de Türkiye’ye gelip beş yıl kaldığını anlattı.
“Halkın konuştuğu dili öğrenmek istedim. Çünkü dillerini bilmediğinizde onları tam olarak tanıyamıyorsunuz” dedi. Türkiye’yi çok sevdiğini, buradaki dinleyicinin dünyanın başka yerlerindeki dinleyicilerden farklı olduğunu, insanların müziği yüreklerinde hissettiğini söyledi.
***
Uzun süredir beni hem bu kadar şaşırtıp hem de çok sevindiren bir olay olmamıştı. Yazılarımın Sahra Çölü’nden gelen bir insana ulaşmasının verdiği şaşkınlığı bir süre atamadım üzerimden. Benim açımdan mucizevi diye nitelendirilebilecek bu olay, aslında üç büyük insanlık buluşunun bir araya gelmesiyle ortaya çıktı: Müzik, yazı ve internet!
Müzik olmasa ben müzik yazıları yazmazdım; yazı olmasa müzik hakkındaki duygularımı sadece sözle ifade ediyor olurdum; internet olmasa yazılarım bu kadar geniş ölçekte aktarılıyor olamazdı.
Tinariwen konseri, benim için bambaşka bir anlam kazandı: Barış mesajı verdim, çok uzaklardan gelen bir eli sıktım. Müziğin gücü bu!
(Fotoğraflar bana aittir.)
_
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 2 Ekim 2011
Müzikle siyasetin iç içe geçtiği yazıları çok seviyorum. Bugün bunlardan birisini yazma olanağını Babylon’daki “Midnight Express” konserler serisi sayesinde buldum.
İstanbul’un gözde canlı müzik mekanlarından Babylon’da bu sezon başlatılan bu kavram, Batı müziğinin aksine, ana akım medyada ve radyolarda pek de fazla yer bulamayan grupları, Batı’da çoğunlukla “dünyanın geri kalanı” diye adlandırılan bölgelerden müzisyenleri canlı dinleme olanağı verdi bize.
Bu çerçevede geçen hafta sonu Kuzey Afrika Sahra Çölü’nden gelen isyankar ruhlu Tuareg göçmenlerinden oluşan Tinariwen uğradı İstanbul’a. Babylon’un sahibi Pozitif şirketindeki arkadaşların önerisi üzerine, konser öncesinde kısa bir sunuş yaptım. Bu tür bir uygulamaya alışık olmayan konser dinleyicisi söylediklerime tam olarak kulak verdi mi emin değilim ama mesajımın özü şuydu:
“Tinariwen, bir tür çöl blues’u yapıyor. Kullandıkları kimi aletler ve yerel kıyafetleri çok farklı bir kültürün yansıması ama söyledikleri insanlığın ortak meselesi. Tamaşek yerel dilindeki (Tuareglere özgü bir Berberi dili) şarkıları, çölde sürgün hayatı yaşayan Tuareg insanları hakkında ama aslında bağımsızlık için, ayakta kalmak için, kendi kültürlerini korumak için mücadele eden insanların derdini anlatıyorlar. Sahra Çölü’ndeki fakirliğin, işsizliğin ve toplumsal dışlanmanın müziği bu.
“Tinariwen grubunun üyeleri, 1990’lı yıllarda Mali hükümetine karşı başlayan çok çetin bir isyana katıldılar. Ama artık sivil halka büyük kayıplar verdiren bu tür acımasız bir savaşın içinde yer almayacaklarını söylüyorlar; hoşgörünün geliştirilmesinden yanalar. Eminim buradaki herkes, dünyanın bugün en çok ihtiyaç duyduğu şeyin yani barışın sağlanmasından yana. Öyleyse toplumdan kimseyi dışlamayalım; ortak dilimiz barış ve müzik olsun!”
***
Anonsumla birlikte sahneye çıkan Tinariwen grubu, ritmik ve hipnotize edici müziğiyle o akşam bize muhteşem saatler yaşattı. Konserin sonuna doğru Pozitif'ten Mekan Sorumlusu Gül Güngör’ün telefonuma gönderdiği mesaj ise, gerçek bir sürpriz oldu. “Grubun Türkçe bilen bir üyesi yazılarını okuyormuş. Seninle tanışmak istiyor” diyordu Gül ve şaka yapmıyordu. Sahra Çölü’nden gelen bir Tuareg benim yazılarımı okuyormuş!
Sahne arkasına geçip yerel kıyafetler içindeki Anwar’la tanıştığımda kendisinin grubun basın ve tercüme işlerinden sorumlu olduğunu öğrendim. Araya İngilizce sözcükler de karıştırdığı ve biraz zorlanarak konuştuğu Türkçesiyle, diplomasi ile ilgili bir kurumdaki görev nedeniyle, 1998’de Türkiye’ye gelip beş yıl kaldığını anlattı.
“Halkın konuştuğu dili öğrenmek istedim. Çünkü dillerini bilmediğinizde onları tam olarak tanıyamıyorsunuz” dedi. Türkiye’yi çok sevdiğini, buradaki dinleyicinin dünyanın başka yerlerindeki dinleyicilerden farklı olduğunu, insanların müziği yüreklerinde hissettiğini söyledi.
***
Uzun süredir beni hem bu kadar şaşırtıp hem de çok sevindiren bir olay olmamıştı. Yazılarımın Sahra Çölü’nden gelen bir insana ulaşmasının verdiği şaşkınlığı bir süre atamadım üzerimden. Benim açımdan mucizevi diye nitelendirilebilecek bu olay, aslında üç büyük insanlık buluşunun bir araya gelmesiyle ortaya çıktı: Müzik, yazı ve internet!
Müzik olmasa ben müzik yazıları yazmazdım; yazı olmasa müzik hakkındaki duygularımı sadece sözle ifade ediyor olurdum; internet olmasa yazılarım bu kadar geniş ölçekte aktarılıyor olamazdı.
Tinariwen konseri, benim için bambaşka bir anlam kazandı: Barış mesajı verdim, çok uzaklardan gelen bir eli sıktım. Müziğin gücü bu!
(Fotoğraflar bana aittir.)
_
25 Eylül 2011 Pazar
İnsanlıktan Utandıran Bir An
© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 25 Eylül 2011
Amerika, 2012’de başkanlık ve Kongre seçimlerine hazırlanıyor. Oradaki seçim süreci, birçok noktada bizdekinden farklı seyrediyor. Öncelikle adayların kamusal politikalara ilişkin görüşleri seçim tarihinden çok önce çeşitli panellerde ve toplantılarda tartışılmaya başlanıyor. Televizyon kanallarında adayların toplu olarak katılıp, doğrudan halkın sorularını yanıtladıkları oturumlar düzenleniyor. Seçim günü geldiğinde, herkes, hangi adayın hangi konuda nasıl bir tavır aldığını net bir şekilde biliyor.
“Net bir şekilde biliyor da ne oluyor, seçilen kişi o verdiği sözlerde duruyor mu ki?” diyebilirsiniz. Durmayanın bir sonraki seçimde alacağı oyların oranında, “sözünde durup durmama kriteri” de rol oynuyor tabii. Örneğin Obama’nın gelecek seçimde bu kriterden geçer not almakta epey zorluk yaşayacağını şimdiden söylemek olanaklı.
***
Aslında sözü, girişte anlattığım bu bilgilendirme toplantılarından birine getirmek istiyorum. Geçenlerde Tampa/Florida’da Cumhuriyetçi Parti başkan adaylarının katıldığı bir oturum yapıldı.
Eski Utah Valisi John Huntsman, İşadamı Herman Cain, Çay Partisi Hareketi’nin kurucularından Temsilciler Meclisi Üyesi Michele Bachmann, İşadamı ve eski Massachusetts Valisi Mitt Romney, Teksas Valisi Rick Perry, Temsilciler Meclisi Üyesi Ron Paul, Eski Kongre Üyesi Newt Gingrich ve Eski Senatör Rick Santorum’un yer aldığı toplantının sponsorluğunu CNN ve Amerikan sağının içinde yer alan Tea Party (Çay Partisi) hareketinin üstlenmesi de ilginçti.
İnternet üzerinden de izlenebilen yayın sırasında birçok sosyal ve siyasi konuda görüşler paylaşıldı; büyük çoğunu hayretle karşıladığım sözler ifade edildi. Ancak hiçbirisi Ron Paul’ün (RP) CNN Moderatörü Wolf Blitzer (WB) ile girdiği şu diyalog kadar dehşete düşürmedi beni.
WB: Size varsayımsal bir soru sorayım. İyi bir iş sahibi olan, iyi bir hayat süren, 30 yaşında sağlıklı bir adam şöyle bir karara varıyor: “Sağlık sigortası için ayda 200 ya da 300 dolar ödemeyeceğim; buna ihtiyacım yok, çünkü sağlıklıyım.” Fakat başına çok kötü bir kaza geliyor ve birden buna ihtiyacı oluyor. Diyelim ki komaya girdi. Bu durumda masrafları kim karşılayacak?
RP: Sosyal yardımlaşma ve sosyalizmin kabul edildiği bir toplumda, devletin bunu karşılamasını bekleyecektir.
WB: Peki siz nasıl olmasını istiyorsunuz?
RP: Ne istiyorsa onu yapmalı ve kendi sorumluluğunu üstlenmeli. Ben kendisine temel sağlık sigortalarından birisine sahip olmayı tavsiye ederdim, ama zorlamazdım.
WB: Ama başına o kötü olay geldiğinde o sigortaya sahip değil ve 6 ay boyunca yoğun bakıma ihtiyacı var. Kim ödeyecek?
RP: Özgürlük bu zaten. Kendinizle ilgili riskler almak.
WB: Ama toplumun o adamın öylece ölmesine göz yummasını gerektiğini mi söylüyorsunuz?
Stüdyodaki kalabalıktan sesler: Evet! Evet! (Kahkahalar)
RP: Ben bu ülkede sağlık sigortası sistemi (Medicare) yokken 1960’ların başında tıp eğitimi aldım. San Antonio’da Santa Rosa Hastanesi’nde çalışırken bize başvuran kimseye kapımızı kapamadık. Onlarla kilise ilgilenirdi. Herkesin yükünü kendisinin, komşularının ya da kilisenin yüklenmesi fikrinden vazgeçtiğimiz için şu anda masraflar çok arttı. Tıpta rekabet yok. Herkes lisanslama ile korunuyor.
***
Ron Paul, bir tıp doktoru. Sigortası olmayan bir adamın başına kaza gelir ve komaya girerse, kendi kararlarının riskini almalı ve sonuca razı olmalı diyor. Daha da fenası, stüdyoda oturanlardan bir kısmının Blitzer’in “Ölüme terk mi edilsin?” sorusuna Ron Paul’den önce kahkahalar eşliğinde “Evet! Evet!” çığlıklarıyla yanıt vermesi!
O an, insanı insanlığından utandıran unutulmayacak bir an olarak tarihe geçti.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 25 Eylül 2011
Amerika, 2012’de başkanlık ve Kongre seçimlerine hazırlanıyor. Oradaki seçim süreci, birçok noktada bizdekinden farklı seyrediyor. Öncelikle adayların kamusal politikalara ilişkin görüşleri seçim tarihinden çok önce çeşitli panellerde ve toplantılarda tartışılmaya başlanıyor. Televizyon kanallarında adayların toplu olarak katılıp, doğrudan halkın sorularını yanıtladıkları oturumlar düzenleniyor. Seçim günü geldiğinde, herkes, hangi adayın hangi konuda nasıl bir tavır aldığını net bir şekilde biliyor.
“Net bir şekilde biliyor da ne oluyor, seçilen kişi o verdiği sözlerde duruyor mu ki?” diyebilirsiniz. Durmayanın bir sonraki seçimde alacağı oyların oranında, “sözünde durup durmama kriteri” de rol oynuyor tabii. Örneğin Obama’nın gelecek seçimde bu kriterden geçer not almakta epey zorluk yaşayacağını şimdiden söylemek olanaklı.
***
Aslında sözü, girişte anlattığım bu bilgilendirme toplantılarından birine getirmek istiyorum. Geçenlerde Tampa/Florida’da Cumhuriyetçi Parti başkan adaylarının katıldığı bir oturum yapıldı.
Eski Utah Valisi John Huntsman, İşadamı Herman Cain, Çay Partisi Hareketi’nin kurucularından Temsilciler Meclisi Üyesi Michele Bachmann, İşadamı ve eski Massachusetts Valisi Mitt Romney, Teksas Valisi Rick Perry, Temsilciler Meclisi Üyesi Ron Paul, Eski Kongre Üyesi Newt Gingrich ve Eski Senatör Rick Santorum’un yer aldığı toplantının sponsorluğunu CNN ve Amerikan sağının içinde yer alan Tea Party (Çay Partisi) hareketinin üstlenmesi de ilginçti.
İnternet üzerinden de izlenebilen yayın sırasında birçok sosyal ve siyasi konuda görüşler paylaşıldı; büyük çoğunu hayretle karşıladığım sözler ifade edildi. Ancak hiçbirisi Ron Paul’ün (RP) CNN Moderatörü Wolf Blitzer (WB) ile girdiği şu diyalog kadar dehşete düşürmedi beni.
WB: Size varsayımsal bir soru sorayım. İyi bir iş sahibi olan, iyi bir hayat süren, 30 yaşında sağlıklı bir adam şöyle bir karara varıyor: “Sağlık sigortası için ayda 200 ya da 300 dolar ödemeyeceğim; buna ihtiyacım yok, çünkü sağlıklıyım.” Fakat başına çok kötü bir kaza geliyor ve birden buna ihtiyacı oluyor. Diyelim ki komaya girdi. Bu durumda masrafları kim karşılayacak?
RP: Sosyal yardımlaşma ve sosyalizmin kabul edildiği bir toplumda, devletin bunu karşılamasını bekleyecektir.
WB: Peki siz nasıl olmasını istiyorsunuz?
RP: Ne istiyorsa onu yapmalı ve kendi sorumluluğunu üstlenmeli. Ben kendisine temel sağlık sigortalarından birisine sahip olmayı tavsiye ederdim, ama zorlamazdım.
WB: Ama başına o kötü olay geldiğinde o sigortaya sahip değil ve 6 ay boyunca yoğun bakıma ihtiyacı var. Kim ödeyecek?
RP: Özgürlük bu zaten. Kendinizle ilgili riskler almak.
WB: Ama toplumun o adamın öylece ölmesine göz yummasını gerektiğini mi söylüyorsunuz?
Stüdyodaki kalabalıktan sesler: Evet! Evet! (Kahkahalar)
RP: Ben bu ülkede sağlık sigortası sistemi (Medicare) yokken 1960’ların başında tıp eğitimi aldım. San Antonio’da Santa Rosa Hastanesi’nde çalışırken bize başvuran kimseye kapımızı kapamadık. Onlarla kilise ilgilenirdi. Herkesin yükünü kendisinin, komşularının ya da kilisenin yüklenmesi fikrinden vazgeçtiğimiz için şu anda masraflar çok arttı. Tıpta rekabet yok. Herkes lisanslama ile korunuyor.
***
Ron Paul, bir tıp doktoru. Sigortası olmayan bir adamın başına kaza gelir ve komaya girerse, kendi kararlarının riskini almalı ve sonuca razı olmalı diyor. Daha da fenası, stüdyoda oturanlardan bir kısmının Blitzer’in “Ölüme terk mi edilsin?” sorusuna Ron Paul’den önce kahkahalar eşliğinde “Evet! Evet!” çığlıklarıyla yanıt vermesi!
O an, insanı insanlığından utandıran unutulmayacak bir an olarak tarihe geçti.
-
18 Eylül 2011 Pazar
Liderinizi tanıyın
© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 18 Eylül 2011
ABD Başkanı Barack Obama, 11 Eylül saldırılarının 10. yıldönümü dolayısıyla Le Figaro gazetesine demeç vermiş. Dünya medyasına da yansıyan sözleri, inandırıcılıktan çok uzak ve çelişkilerle dolu.
Demecinde, El Kaide’yi bozguna uğratmakta olduklarını belirtmiş ABD Başkanı. Artık Amerikalıların El Kaide ile olan savaşı fiilin sonuna gelen "-mekte" ekiyle ifade etmelerine alıştık. Bush da aynı ifadeyi kullanırdı, Obama da onun yolundan gidiyor.
Afganistan’da uzunca bir süredir devam eden savaş, tam Obama’nın Vietnam’ı olarak anılmaya başlanmıştı ki, Amerikalılar Usama bin Ladin’i öldürdü. Bu olmasa, Obama’nın El Kaide’yi bozguna uğratmakta olduklarını savunması olanaksızdı. Çünkü Afganistan’da batağa saplanan Amerika’nın durumunu yakından izleyen herkes bilir ki, Ladin’in ölmesi El Kaide’nin yenilmekte olduğunu göstermiyor.
Nitekim muhafazakar görüşleriyle tanınan Washington merkezli The Foundation for Defence of Democracies (Demokrasileri Savunma Vakfı) adlı kuruluşun üyesi, radikal terörizm üzerine çalışan Daveed Gartenstein-Ross da, bu olayı bir süre önce “Bu, örgüte karşı önemli bir hamle ancak El Kaide’yi öldürmeyecek” şeklinde yorumladı.
Bunun nedeni, Ladin’in ölümünün El Kaide için yalnızca sembolik bir kayıp olması. Örgüt, onun yerine propaganda lideri olarak kullanılabileceği çok sayıda isme sahip. Bunlardan biri de Ladin’in sağ kolu Eymen El Zevahiri’ydi ve haziran ayında onun yerini aldı.
***
Obama’nın Le Figaro demecinde dikkati çeken en çelişkili sözleri ise, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ile ilgili. Şöyle demiş Başkan:
“Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki halklar, demokrasiye giden en güvenli yolun şiddete ve teröre başvurmamak olduğunu gösterdi. Gelecek yıkmak değil, inşa etmek isteyenlere aittir.”
Bu sözleri ancak dünya siyasetini izlemeyen ve Amerikan dış politikasını hiç tanımayan birisi okursa, “Ne güzel konuşmuş! Gelecek elbette yıkmakla değil inşa etmekle kurulur” der. Ama bugün dünyada ne olup bittiğinin biraz farkındaysanız, bu sözlere ya kahkahayla gülerek ya da öfkeyle “Dalga geçiyor herhalde!” diye karşılık verirsiniz.
Çünkü Amerika’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki petrole ve enerji kaynaklarına el koymak için başlattığı savaşın tam bir yıkım olduğunu bilirsiniz.
Çünkü Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da on yıllardır diktatörlere boyun eğen halkın başına bu kez de emperyalizm zincirinin geçirildiğini anlarsınız.
Çünkü terör ve şiddetten yılmış bir halkın üzerine “demokrasi ihraç etme” bahanesiyle bombaların atıldığını, bu operasyonlar sırasında sivillerin de öldürüldüğünü görürsünüz.
Çünkü Batı emperyalizminin inşa edip kâr sağlamak için önce var olanı yerle bir ettiğini, kendi sermayesini uzak topraklara sokabilmek için her yeri yakıp yıktığını bilirsiniz.
Olan biten sanki bir tiyatro oyunudur. Ruhunu şeytana satmış çıkarcı tüccar, iyilik meleği kostümünü giymiş rolünü oynamaktadır. Zaten sözlerinin bir yerinde, “Dünyadaki liderlik rolünü oynamaya devam edeceğiz” demiş Obama...
Bugünkü duruma bakıp, Amerika’nın “Dünya liderliği” tanımından ne anladığını çıkarsayabiliriz:
Önce var olanı yıkmak, sonra yıkılanı inşa edip Amerikan şirketlerine rant sağlamak; diktatörlere karşı görünüp, çıkarı için kendisi ile işbirliği yapan Suudi diktatörlerle kol kola gezmek; kendi yarattığı ve yıllarca desteklediği teröristi sonradan düşman ilan etmek; silah endüstrisini beslemek için yeni savaşlar yaratmak.
21. yüzyılda dünya liderliği böyle tanımlanıyor. Bir dünyalı olarak liderinizi tanıyın.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 18 Eylül 2011
ABD Başkanı Barack Obama, 11 Eylül saldırılarının 10. yıldönümü dolayısıyla Le Figaro gazetesine demeç vermiş. Dünya medyasına da yansıyan sözleri, inandırıcılıktan çok uzak ve çelişkilerle dolu.
Demecinde, El Kaide’yi bozguna uğratmakta olduklarını belirtmiş ABD Başkanı. Artık Amerikalıların El Kaide ile olan savaşı fiilin sonuna gelen "-mekte" ekiyle ifade etmelerine alıştık. Bush da aynı ifadeyi kullanırdı, Obama da onun yolundan gidiyor.
Afganistan’da uzunca bir süredir devam eden savaş, tam Obama’nın Vietnam’ı olarak anılmaya başlanmıştı ki, Amerikalılar Usama bin Ladin’i öldürdü. Bu olmasa, Obama’nın El Kaide’yi bozguna uğratmakta olduklarını savunması olanaksızdı. Çünkü Afganistan’da batağa saplanan Amerika’nın durumunu yakından izleyen herkes bilir ki, Ladin’in ölmesi El Kaide’nin yenilmekte olduğunu göstermiyor.
Nitekim muhafazakar görüşleriyle tanınan Washington merkezli The Foundation for Defence of Democracies (Demokrasileri Savunma Vakfı) adlı kuruluşun üyesi, radikal terörizm üzerine çalışan Daveed Gartenstein-Ross da, bu olayı bir süre önce “Bu, örgüte karşı önemli bir hamle ancak El Kaide’yi öldürmeyecek” şeklinde yorumladı.
Bunun nedeni, Ladin’in ölümünün El Kaide için yalnızca sembolik bir kayıp olması. Örgüt, onun yerine propaganda lideri olarak kullanılabileceği çok sayıda isme sahip. Bunlardan biri de Ladin’in sağ kolu Eymen El Zevahiri’ydi ve haziran ayında onun yerini aldı.
***
Obama’nın Le Figaro demecinde dikkati çeken en çelişkili sözleri ise, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ile ilgili. Şöyle demiş Başkan:
“Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki halklar, demokrasiye giden en güvenli yolun şiddete ve teröre başvurmamak olduğunu gösterdi. Gelecek yıkmak değil, inşa etmek isteyenlere aittir.”
Bu sözleri ancak dünya siyasetini izlemeyen ve Amerikan dış politikasını hiç tanımayan birisi okursa, “Ne güzel konuşmuş! Gelecek elbette yıkmakla değil inşa etmekle kurulur” der. Ama bugün dünyada ne olup bittiğinin biraz farkındaysanız, bu sözlere ya kahkahayla gülerek ya da öfkeyle “Dalga geçiyor herhalde!” diye karşılık verirsiniz.
Çünkü Amerika’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki petrole ve enerji kaynaklarına el koymak için başlattığı savaşın tam bir yıkım olduğunu bilirsiniz.
Çünkü Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da on yıllardır diktatörlere boyun eğen halkın başına bu kez de emperyalizm zincirinin geçirildiğini anlarsınız.
Çünkü terör ve şiddetten yılmış bir halkın üzerine “demokrasi ihraç etme” bahanesiyle bombaların atıldığını, bu operasyonlar sırasında sivillerin de öldürüldüğünü görürsünüz.
Çünkü Batı emperyalizminin inşa edip kâr sağlamak için önce var olanı yerle bir ettiğini, kendi sermayesini uzak topraklara sokabilmek için her yeri yakıp yıktığını bilirsiniz.
Olan biten sanki bir tiyatro oyunudur. Ruhunu şeytana satmış çıkarcı tüccar, iyilik meleği kostümünü giymiş rolünü oynamaktadır. Zaten sözlerinin bir yerinde, “Dünyadaki liderlik rolünü oynamaya devam edeceğiz” demiş Obama...
Bugünkü duruma bakıp, Amerika’nın “Dünya liderliği” tanımından ne anladığını çıkarsayabiliriz:
Önce var olanı yıkmak, sonra yıkılanı inşa edip Amerikan şirketlerine rant sağlamak; diktatörlere karşı görünüp, çıkarı için kendisi ile işbirliği yapan Suudi diktatörlerle kol kola gezmek; kendi yarattığı ve yıllarca desteklediği teröristi sonradan düşman ilan etmek; silah endüstrisini beslemek için yeni savaşlar yaratmak.
21. yüzyılda dünya liderliği böyle tanımlanıyor. Bir dünyalı olarak liderinizi tanıyın.
-
Etiketler:
11 Eylül,
Afganistan,
Amerika,
Barack Obama,
El Kaide,
emperyalizm,
Eymen El Zevahiri,
George W. Bush,
Kuzey Afrika,
Ortadoğu,
Osama bin Laden
11 Eylül 2011 Pazar
Bitmeyen kâbus
© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 11 Eylül 2011
10 yıl önce bugün New York’ta bir kâbus gördüm. Aslında kentin mevsim olarak en güzel aylarından biridir eylül. Ağaçlardaki yeşil yaprakların sarı ve kırmızıya dönüştüğü, aşırı sıcak ve nemli havaya veda edilen günleriyle sonbahar çok güzeldir New York’ta.
Yine öyle bir günün sabahında Times Square civarında yürürken hızla karşı yönden koşarak yaklaşan 40’lı yaşlarında bir adamı gördüm. Avazı çıktığı kadar “Korkunç! İnanılmaz!” diye bağırdığı için, doğrusu bir an New York’ta sık rastladığım türden garip birisi olabileceğini düşünüp pek de önemsemedim. Ancak çok geçmeden, yaşanmakta olan büyük bir felaketi haber verdiğini anlayacaktım.
Yüzündeki dehşet ifadesiyle deli gibi koşan adamın hemen ardından sokaklara hakim olan panik görüntüsü ve siren sesleri, büyük bir kaosun habercisiydi.
Tam o sırada elektronik ürünler satan bir mağazanın önünde biriken kalabalığa rastladım. Bir grup insan, ağızları açık bir şekilde vitrindeki dev televizyon ekranından CNN’i izliyordu. “Ne oluyor?” diye sormamla televizyonda Dünya Ticaret Merkezi’ne çarpan uçak görüntülerini görmem bir oldu.
Görüntü o kadar inanılmazdı ki, New York’tan canlı yayın yapıldığını belirten “Live from New York City” yazısını görsem de, bir süre “Olamaz” diyerek bakakaldım ekrana.
Yaşadığımız şokun etkisiyle mağazanın önünde adeta vitrine yapışmış bir halde kaç dakika kaldığımızı tahmin edemiyorum. Sonra neden birden o kalabalığın içinden hızla çıkıp sokaklarda amaçsız ve rotasız bir şekilde yürümeye başladım; onu da bilmiyorum.
Metro ve diğer toplu taşıma araçları çalışmadığından yollar yürüyen insanlarla dolmuştu. Her zamankinden kalabalıktı New York sokakları ama o güne kadar hiç o derece yalnız hissetmemiştim kendimi. İnsanların gözünde gördüğüm korkudan ürkmüştüm. Cep telefonumla birilerini aramak istedim ama çalışmıyordu.
Henüz sabah saatleri olmasına karşın dükkanlar ardı ardına kapanıyor, yollar polis kaynıyordu. Arada bir televizyon ekranı gördüğüm mağazalara girip, durumun ne olduğunu takip etmeye çalıştım. 107. katında “Windows on the World” adlı barda içki içip dans ettiğimiz Dünya Ticaret Merkezi'ne uçağın girişini gördüm. Aklıma her gün o binanın altındaki istasyondan metroya binen Tayvanlı arkadaşım Yuki geldi. Acaba olay sırasında orada mıydı?
Yaklaşık bir saat yürüyerek o sırada yaşamakta olduğum kentin Yukarı Doğu Yakası’ndaki eve ulaştım. Belki ev arkadaşımı bulurum umuduyla kapıyı açtığımda gördüğüm manzara şuydu: Masada üzerinde bitmemiş yemeklerin durduğu iki tabak, açık bırakılmış pencereler ve kapatılmamış bir televizyon ekranında kağıttan bir bina gibi yıkılan Dünya Ticaret Merkezi görüntüsü...
Ani gelen bir haberle terk edilmiş ev manzarasıydı karşılaştığım. Televizyonun karşısına oturup bir süre kulelerin yıkılışını izledim. Sonra pencereden içeri dolan bir kokuyla irkildim. Televizyonda uyarı yazısı geçiyordu: Saldırıdan sonra çıkan yangın nedeniyle kente yayılan dumanı solumamak için pencerelerinizi kapatın.
Uzmanlara göre, şehri günlerce saran koku, eriyen materyaller ile yanarak can veren 2977 insanın kokusuydu. Aslında soluduğumuz, terörün, insan hırsının, fanatizmin, vahşetin, şiddetin, ölümün ve yalanın pis kokusuydu.
O günden sonra o koku daha da keskinleşti. Amerika’nın teröre karşı savaş stratejisi yeni bir boyut kazandı. Kendisi için tehdit olarak gördüğü ülkelere karşı önleyici saldırı doktrinini resmi politika olarak uygulamaya sokan ABD’nin militarizasyonu şiddetlendi.
Bugün hâlâ dünyanın her yerinde bombalar patlıyor, pilotsuz uçaklarla siviller vuruluyor. Kâbus hiç bitmiyor...
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 11 Eylül 2011
10 yıl önce bugün New York’ta bir kâbus gördüm. Aslında kentin mevsim olarak en güzel aylarından biridir eylül. Ağaçlardaki yeşil yaprakların sarı ve kırmızıya dönüştüğü, aşırı sıcak ve nemli havaya veda edilen günleriyle sonbahar çok güzeldir New York’ta.
Yine öyle bir günün sabahında Times Square civarında yürürken hızla karşı yönden koşarak yaklaşan 40’lı yaşlarında bir adamı gördüm. Avazı çıktığı kadar “Korkunç! İnanılmaz!” diye bağırdığı için, doğrusu bir an New York’ta sık rastladığım türden garip birisi olabileceğini düşünüp pek de önemsemedim. Ancak çok geçmeden, yaşanmakta olan büyük bir felaketi haber verdiğini anlayacaktım.
Yüzündeki dehşet ifadesiyle deli gibi koşan adamın hemen ardından sokaklara hakim olan panik görüntüsü ve siren sesleri, büyük bir kaosun habercisiydi.
Tam o sırada elektronik ürünler satan bir mağazanın önünde biriken kalabalığa rastladım. Bir grup insan, ağızları açık bir şekilde vitrindeki dev televizyon ekranından CNN’i izliyordu. “Ne oluyor?” diye sormamla televizyonda Dünya Ticaret Merkezi’ne çarpan uçak görüntülerini görmem bir oldu.
Görüntü o kadar inanılmazdı ki, New York’tan canlı yayın yapıldığını belirten “Live from New York City” yazısını görsem de, bir süre “Olamaz” diyerek bakakaldım ekrana.
Yaşadığımız şokun etkisiyle mağazanın önünde adeta vitrine yapışmış bir halde kaç dakika kaldığımızı tahmin edemiyorum. Sonra neden birden o kalabalığın içinden hızla çıkıp sokaklarda amaçsız ve rotasız bir şekilde yürümeye başladım; onu da bilmiyorum.
Metro ve diğer toplu taşıma araçları çalışmadığından yollar yürüyen insanlarla dolmuştu. Her zamankinden kalabalıktı New York sokakları ama o güne kadar hiç o derece yalnız hissetmemiştim kendimi. İnsanların gözünde gördüğüm korkudan ürkmüştüm. Cep telefonumla birilerini aramak istedim ama çalışmıyordu.
Henüz sabah saatleri olmasına karşın dükkanlar ardı ardına kapanıyor, yollar polis kaynıyordu. Arada bir televizyon ekranı gördüğüm mağazalara girip, durumun ne olduğunu takip etmeye çalıştım. 107. katında “Windows on the World” adlı barda içki içip dans ettiğimiz Dünya Ticaret Merkezi'ne uçağın girişini gördüm. Aklıma her gün o binanın altındaki istasyondan metroya binen Tayvanlı arkadaşım Yuki geldi. Acaba olay sırasında orada mıydı?
Yaklaşık bir saat yürüyerek o sırada yaşamakta olduğum kentin Yukarı Doğu Yakası’ndaki eve ulaştım. Belki ev arkadaşımı bulurum umuduyla kapıyı açtığımda gördüğüm manzara şuydu: Masada üzerinde bitmemiş yemeklerin durduğu iki tabak, açık bırakılmış pencereler ve kapatılmamış bir televizyon ekranında kağıttan bir bina gibi yıkılan Dünya Ticaret Merkezi görüntüsü...
Ani gelen bir haberle terk edilmiş ev manzarasıydı karşılaştığım. Televizyonun karşısına oturup bir süre kulelerin yıkılışını izledim. Sonra pencereden içeri dolan bir kokuyla irkildim. Televizyonda uyarı yazısı geçiyordu: Saldırıdan sonra çıkan yangın nedeniyle kente yayılan dumanı solumamak için pencerelerinizi kapatın.
Uzmanlara göre, şehri günlerce saran koku, eriyen materyaller ile yanarak can veren 2977 insanın kokusuydu. Aslında soluduğumuz, terörün, insan hırsının, fanatizmin, vahşetin, şiddetin, ölümün ve yalanın pis kokusuydu.
O günden sonra o koku daha da keskinleşti. Amerika’nın teröre karşı savaş stratejisi yeni bir boyut kazandı. Kendisi için tehdit olarak gördüğü ülkelere karşı önleyici saldırı doktrinini resmi politika olarak uygulamaya sokan ABD’nin militarizasyonu şiddetlendi.
Bugün hâlâ dünyanın her yerinde bombalar patlıyor, pilotsuz uçaklarla siviller vuruluyor. Kâbus hiç bitmiyor...
-
4 Eylül 2011 Pazar
Obama'nın Geleceği
© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 4 Eylül 2011
Amerika’da gelecek yıl başkanlık seçimi var. 2008’de büyük umutlarla “kurtarıcı” olarak seçilen Obama, hem Amerika’da hem de dünyada hayal kırıklığı yarattı.
Ben, Obama'nın yıldızının parladığı kongreyi Türkiye'de ilk yazan ve yükselişine dikkat çeken yazarım. Ancak Amerika’da siyahi bir başkanın seçilmesini ne kadar önemsesem de, Obama’nın Amerikan politikalarında temel değişikliklere gidebileceğine hiç inanmadım; dolayısıyla büyük beklentilerim yoktu.
Üç yıldır devam eden Obama döneminin ABD iç politikası açısından elbette Bush döneminden farkları oldu. Fakat Obama, yapmak istediklerinin bir kısmını Kongre’deki Cumhuriyetçilerin direnişi yüzünden tam yapamadı.
Örneğin sosyal sağlık sigortasını düzenlemek istedi, önemli bir gelişme sağladı ama bütün vatandaşları kapsayan bir sigorta sistemini getiremedi.
Demokratlar Bush’un savaş politikalarını eleştirirken, kendileri iktidara gelince savaşı genişlettiler. Obama’nın farkı, Bush gibi tek başına hareket etmeyip, uluslararası toplumu da işin içine sokarak hareket etmesiydi. Ama Libya operasyonu için Kongre’den onay almadan emir verdi. Sonuçta o da, ağzından barış kelimesini hiç düşürmese de savaş dönemi Başkan’ı oldu.
Çünkü o da Wall Street ile göbek bağı bulunan bir partiye mensup. Korporatokrasinin (ticari şirketlerin açık ya da gizli şekilde devlet yönetimine hakim olduğu sistem) hüküm sürdüğü Amerika’da, sistemin baş aktörlerine karşı gelerek Başkan seçilmek olanaklı değil. Ayrıca Obama siyahi olduğu için farklı algılansa bile, o da ABD’de kurulu düzenin içinden çıkan seçkinlerden birisi.
Bütün bunlara Amerika’daki işsizlik sorununun tırmanması, bütçe açığının büyümesi, Amerika’nın kredi notunun tarihte ilk kez düşürülmesi de eklenince, halkın Obama’ya desteği giderek azaldı. Son kamuoyu araştırmalarına göre, bu oran % 40’a kadar düştü. Obama’nın başkanlığını beğenmeyenlerin oranı ise % 50’yi aştı.
Şimdi gelecek yılki seçimlerde neler olabileceği üzerine çeşitli tahminler yapılıyor. Demokratlar’ın adayı Obama olacağına göre, onun karşısına çıkacak Cumhuriyetçi adaylara bakmak gerek.
Şu ana kadar aday olan dört isim var: İşadamı ve eski Massachusetts Valisi Mitt Romney, Temsilciler Meclisi Üyesi Ron Paul, Teksas Valisi Rick Perry ve Çay Partisi Hareketi’nin kurucularından, Temsilciler Meclisi Üyesi Michele Bachmann. 2008’de John McCain’in Başkan Yardımcısı adayı olarak seçime katılan eski Alaska Valisi Sarah Palin’in de adı geçiyor ama henüz adaylığı netlik kazanmadı.
Bunların içinde muhafazakar görüşlere daha yakın olanı da var, bazı konularda Demokratlara yaklaşanı da. Ancak bu aşamada bu yazıyı ilgilendiren kısmı Obama karşısındaki güçleri.
Gallup’un 17-18 Ağustos’ta yaptığı araştırmaya göre, Obama ile Mitt Romney seçime girecek olursa, kayıtlı seçmenler arasında Obama % 46, Romney % 48 oy alıyor. Cumhuriyetçi Parti adayı Rick Perry olursa, Obama ile ikisi de % 47 alırken; Obama Ron Paul’ü 2 puan farkla, Michele Bachmann’ı 4 puan farkla geçiyor.
Görüldüğü gibi seçime bir yıl kala Obama’nın durumu parlak değil. Ancak buradan yola çıkarak seçimi kaybedeceğini söylemek de olanaklı değil. 1995’te olanı hatırlayalım. Kansas Senatörü Bob Dole, yine bir Gallup araştırmasında Bill Clinton karşısında % 48’e % 46 öndeydi. 1996’da Clinton, Bob Dole’a 8 puan fark atarak seçildi.
Ama bunun tersi bir durum da var. 1979’da Başkan Jimmy Carter, Kaliforniya Valisi Ronald Reagan’la % 45 oy oranıyla eşit görünüyordu. Sonunda Reagan, Carter’ı 10 puan farkla yendi. Bu olduğunda işsizlik yükselişteydi.
Belli ki Obama, gelecek bir yıl içinde en büyük mücadeleyi ekonomide verecek.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 4 Eylül 2011
Amerika’da gelecek yıl başkanlık seçimi var. 2008’de büyük umutlarla “kurtarıcı” olarak seçilen Obama, hem Amerika’da hem de dünyada hayal kırıklığı yarattı.
Ben, Obama'nın yıldızının parladığı kongreyi Türkiye'de ilk yazan ve yükselişine dikkat çeken yazarım. Ancak Amerika’da siyahi bir başkanın seçilmesini ne kadar önemsesem de, Obama’nın Amerikan politikalarında temel değişikliklere gidebileceğine hiç inanmadım; dolayısıyla büyük beklentilerim yoktu.
Üç yıldır devam eden Obama döneminin ABD iç politikası açısından elbette Bush döneminden farkları oldu. Fakat Obama, yapmak istediklerinin bir kısmını Kongre’deki Cumhuriyetçilerin direnişi yüzünden tam yapamadı.
Örneğin sosyal sağlık sigortasını düzenlemek istedi, önemli bir gelişme sağladı ama bütün vatandaşları kapsayan bir sigorta sistemini getiremedi.
Demokratlar Bush’un savaş politikalarını eleştirirken, kendileri iktidara gelince savaşı genişlettiler. Obama’nın farkı, Bush gibi tek başına hareket etmeyip, uluslararası toplumu da işin içine sokarak hareket etmesiydi. Ama Libya operasyonu için Kongre’den onay almadan emir verdi. Sonuçta o da, ağzından barış kelimesini hiç düşürmese de savaş dönemi Başkan’ı oldu.
Çünkü o da Wall Street ile göbek bağı bulunan bir partiye mensup. Korporatokrasinin (ticari şirketlerin açık ya da gizli şekilde devlet yönetimine hakim olduğu sistem) hüküm sürdüğü Amerika’da, sistemin baş aktörlerine karşı gelerek Başkan seçilmek olanaklı değil. Ayrıca Obama siyahi olduğu için farklı algılansa bile, o da ABD’de kurulu düzenin içinden çıkan seçkinlerden birisi.
Bütün bunlara Amerika’daki işsizlik sorununun tırmanması, bütçe açığının büyümesi, Amerika’nın kredi notunun tarihte ilk kez düşürülmesi de eklenince, halkın Obama’ya desteği giderek azaldı. Son kamuoyu araştırmalarına göre, bu oran % 40’a kadar düştü. Obama’nın başkanlığını beğenmeyenlerin oranı ise % 50’yi aştı.
Şimdi gelecek yılki seçimlerde neler olabileceği üzerine çeşitli tahminler yapılıyor. Demokratlar’ın adayı Obama olacağına göre, onun karşısına çıkacak Cumhuriyetçi adaylara bakmak gerek.
Şu ana kadar aday olan dört isim var: İşadamı ve eski Massachusetts Valisi Mitt Romney, Temsilciler Meclisi Üyesi Ron Paul, Teksas Valisi Rick Perry ve Çay Partisi Hareketi’nin kurucularından, Temsilciler Meclisi Üyesi Michele Bachmann. 2008’de John McCain’in Başkan Yardımcısı adayı olarak seçime katılan eski Alaska Valisi Sarah Palin’in de adı geçiyor ama henüz adaylığı netlik kazanmadı.
Bunların içinde muhafazakar görüşlere daha yakın olanı da var, bazı konularda Demokratlara yaklaşanı da. Ancak bu aşamada bu yazıyı ilgilendiren kısmı Obama karşısındaki güçleri.
Gallup’un 17-18 Ağustos’ta yaptığı araştırmaya göre, Obama ile Mitt Romney seçime girecek olursa, kayıtlı seçmenler arasında Obama % 46, Romney % 48 oy alıyor. Cumhuriyetçi Parti adayı Rick Perry olursa, Obama ile ikisi de % 47 alırken; Obama Ron Paul’ü 2 puan farkla, Michele Bachmann’ı 4 puan farkla geçiyor.
Görüldüğü gibi seçime bir yıl kala Obama’nın durumu parlak değil. Ancak buradan yola çıkarak seçimi kaybedeceğini söylemek de olanaklı değil. 1995’te olanı hatırlayalım. Kansas Senatörü Bob Dole, yine bir Gallup araştırmasında Bill Clinton karşısında % 48’e % 46 öndeydi. 1996’da Clinton, Bob Dole’a 8 puan fark atarak seçildi.
Ama bunun tersi bir durum da var. 1979’da Başkan Jimmy Carter, Kaliforniya Valisi Ronald Reagan’la % 45 oy oranıyla eşit görünüyordu. Sonunda Reagan, Carter’ı 10 puan farkla yendi. Bu olduğunda işsizlik yükselişteydi.
Belli ki Obama, gelecek bir yıl içinde en büyük mücadeleyi ekonomide verecek.
-
28 Ağustos 2011 Pazar
Amerika'nın Gizli Ordusu
© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 28 Ağustos 2011
Bizde genellikle yazarlar, Amerika’yı The New York Times, The Washington Post, The Wall Street Journal ya da Time dergisi gibi ana akım medyadan izlerler. Elbette bu yayınlara bakmak gerekir; ama sadece onlarla sınırlı kalınca olan bitenin tam resmini görmek olanaklı olmuyor. Pentagon ve Wall Street ile bağlantıları bulunan bu tür ana akım medyanın geri plana ittiği birçok önemli konu var.
Amerika’daki durumu iyi değerlendirebilmek için bağımsız medyaya bakmak şarttır. Örneğin Türkiye’yi anlamak isteyen bir yabancı gazeteci sadece Zaman, Sabah ve Hürriyet’i okursa, isabetli bir değerlendirme yapması olanaklı olamaz. Aynen bunun gibi...
Ben internet sayesinde çok sayıda bağımsız yayını izliyorum. Bunlardan biri de TomDispatch.com. İlerici görüşleri yaymak amacıyla kurulan ve kâr amacı gütmeyen The Nation Institute’un bünyesindeki Tom Dispatch, Amerika’da araştırmacı gazeteciliğin en iyi örneklerini veren sitelerden birisi.
Kasım 2001’de gazeteci-yazar Tom Engelhardt tarafından 9/11 sonrası dünyada yaşanan ve ana akım medyanın görmediği gerçekleri ortaya koymak için kuruldu. Önceleri abonelerine e-posta yoluyla ulaşan site, kısa sürede büyük beğeni toplayarak, The Nation Institute’ün desteklediği bir proje haline geldi.
***
Geçenlerde sitenin yardımcı editörü yazar Nick Turse’ün “A Secret War in 120 Countries” adlı bir yazısı yayımlandı. Türkiye’de büyük medyada yer almayan bu yazı çok önemli.
“Amerikan ordusunun içinde yer alan gizli bir kuvvet, Amerikan halkının bilgisi dışında yabancı ülkelerin çoğunda operasyonlar yapıyor. Bu yeni seçkin Pentagon gücü, büyüklüğü ve kapsamı şu ana kadar hiçbir şekilde açıklanmayan bir küresel savaşı yürütüyor” diyor Turse.
Bugüne kadar Amerika’nın açıkça askeri operasyonlar yaptığı Irak ve Afganistan gibi ülkelerin yanında, Yemen ve Somali’de de askeri güç bulundurduğu biliniyor. Ancak 2011 yılı itibariyle ABD ordusunun dünyanın ne kadarına yayıldığı tam açıklanmıyor. Turse, geçen yıl bu sayının 75 olarak medyada yer aldığını, oysa bu sayının 2011 yılı sonuna kadar 120’ye ulaşacağını yazdı.
Bu bilgiyi dayandırdığı kaynaksa, Amerikan Ordusu Özel Operasyon Komutanlığı’ndan (SOCOM) Albay Tim Nye. Turse, Amerikan askeri gücünün dünya nüfusunun % 60’ını kapsayan bir bölgedeki varlığının, Pentagon’da iktidarı elinde tutanların dünyanın dört bir yanında gizli bir savaşı yürüttükleri anlamına geldiğini belirtiyor.
Özel Operasyonlar adı altında, önemli kişilere yönelik suikastler, daha düşük profilli hedeflerin öldürülmesi, adam kaçırma, kontrgerilla baskınları, yabancı güçlerle ortak harekat ve eğitim gibi çeşitli gizli faaliyetler yapılıyor. Bunların % 85’i Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki 20 ülkede gerçekleştiriliyor.
Tim Nye, “Elbette operasyon yürüttüğümüzü tam olarak açıklamayacağımız yerler de var. Bunları söylemek bizim için avantajlı olmayabilir. Bazı ülkeler de iç sebepler ya da bölgesel nedenlerle bunun bilinmesini istemiyor” diyerek özel kuvvetlerin tam olarak hangi ülkelerde yer aldığını açıklamıyor.
1980 yılında İran’daki Amerikalı rehinelerin kurtarılamaması üzerine, 1987 yılında kurulan SOCOM, bugün artık kendi özel bütçesi olan, her türlü olanağa sahip bir güç. 1990’larda 37 bin personeli varken, bugün sayıları 60 bine ulaştı. 2.3 milyar dolarlık bütçeleri 11 Eylül sonrasında neredeyse 3 katına çıkarak 6.3 milyar dolara ulaştı.
Amerikan ordusunun içindeki bu gizli orduya dikkatinizi çekerim...
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 28 Ağustos 2011
Bizde genellikle yazarlar, Amerika’yı The New York Times, The Washington Post, The Wall Street Journal ya da Time dergisi gibi ana akım medyadan izlerler. Elbette bu yayınlara bakmak gerekir; ama sadece onlarla sınırlı kalınca olan bitenin tam resmini görmek olanaklı olmuyor. Pentagon ve Wall Street ile bağlantıları bulunan bu tür ana akım medyanın geri plana ittiği birçok önemli konu var.
Amerika’daki durumu iyi değerlendirebilmek için bağımsız medyaya bakmak şarttır. Örneğin Türkiye’yi anlamak isteyen bir yabancı gazeteci sadece Zaman, Sabah ve Hürriyet’i okursa, isabetli bir değerlendirme yapması olanaklı olamaz. Aynen bunun gibi...
Ben internet sayesinde çok sayıda bağımsız yayını izliyorum. Bunlardan biri de TomDispatch.com. İlerici görüşleri yaymak amacıyla kurulan ve kâr amacı gütmeyen The Nation Institute’un bünyesindeki Tom Dispatch, Amerika’da araştırmacı gazeteciliğin en iyi örneklerini veren sitelerden birisi.
Kasım 2001’de gazeteci-yazar Tom Engelhardt tarafından 9/11 sonrası dünyada yaşanan ve ana akım medyanın görmediği gerçekleri ortaya koymak için kuruldu. Önceleri abonelerine e-posta yoluyla ulaşan site, kısa sürede büyük beğeni toplayarak, The Nation Institute’ün desteklediği bir proje haline geldi.
***
Geçenlerde sitenin yardımcı editörü yazar Nick Turse’ün “A Secret War in 120 Countries” adlı bir yazısı yayımlandı. Türkiye’de büyük medyada yer almayan bu yazı çok önemli.
“Amerikan ordusunun içinde yer alan gizli bir kuvvet, Amerikan halkının bilgisi dışında yabancı ülkelerin çoğunda operasyonlar yapıyor. Bu yeni seçkin Pentagon gücü, büyüklüğü ve kapsamı şu ana kadar hiçbir şekilde açıklanmayan bir küresel savaşı yürütüyor” diyor Turse.
Bugüne kadar Amerika’nın açıkça askeri operasyonlar yaptığı Irak ve Afganistan gibi ülkelerin yanında, Yemen ve Somali’de de askeri güç bulundurduğu biliniyor. Ancak 2011 yılı itibariyle ABD ordusunun dünyanın ne kadarına yayıldığı tam açıklanmıyor. Turse, geçen yıl bu sayının 75 olarak medyada yer aldığını, oysa bu sayının 2011 yılı sonuna kadar 120’ye ulaşacağını yazdı.
Bu bilgiyi dayandırdığı kaynaksa, Amerikan Ordusu Özel Operasyon Komutanlığı’ndan (SOCOM) Albay Tim Nye. Turse, Amerikan askeri gücünün dünya nüfusunun % 60’ını kapsayan bir bölgedeki varlığının, Pentagon’da iktidarı elinde tutanların dünyanın dört bir yanında gizli bir savaşı yürüttükleri anlamına geldiğini belirtiyor.
Özel Operasyonlar adı altında, önemli kişilere yönelik suikastler, daha düşük profilli hedeflerin öldürülmesi, adam kaçırma, kontrgerilla baskınları, yabancı güçlerle ortak harekat ve eğitim gibi çeşitli gizli faaliyetler yapılıyor. Bunların % 85’i Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki 20 ülkede gerçekleştiriliyor.
Tim Nye, “Elbette operasyon yürüttüğümüzü tam olarak açıklamayacağımız yerler de var. Bunları söylemek bizim için avantajlı olmayabilir. Bazı ülkeler de iç sebepler ya da bölgesel nedenlerle bunun bilinmesini istemiyor” diyerek özel kuvvetlerin tam olarak hangi ülkelerde yer aldığını açıklamıyor.
1980 yılında İran’daki Amerikalı rehinelerin kurtarılamaması üzerine, 1987 yılında kurulan SOCOM, bugün artık kendi özel bütçesi olan, her türlü olanağa sahip bir güç. 1990’larda 37 bin personeli varken, bugün sayıları 60 bine ulaştı. 2.3 milyar dolarlık bütçeleri 11 Eylül sonrasında neredeyse 3 katına çıkarak 6.3 milyar dolara ulaştı.
Amerikan ordusunun içindeki bu gizli orduya dikkatinizi çekerim...
-
Etiketler:
Afganistan,
Amerika,
Büyük Ortadoğu Projesi,
Irak,
Nick Turse,
ordu,
Ortadoğu,
Pentagon,
Tim Nye,
Tom Engelhardt
21 Ağustos 2011 Pazar
Sivilleri Öldürmek
© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 21 Ağustos 2011
Bugünkü yazımın sorusu şu: “Sivilleri öldürmek haklı gösterilebilir mi?”
Bu sorunun yanıtını, insan aklı ile vicdanının diyaloğu verir. Bu diyaloğu etkileyen etkenler ve durumlar olabilir.
Kamuoyu araştırma şirketi Gallup, bu etkenler arasında dinin yerini, farklı dinlere göre bu sorunun yanıtının nasıl değiştiğini merak etmiş. Şirketin Birleşik Arap Emirlikleri’nde faaliyette bulunan kolu, Amerikalı Müslümanlar ile diğer inançlara mensup ya da inançsız Amerikalıların davranış ve düşünüş farklarını bulmak için bir araştırma yapmış.
Araştırmanın başlığı şu: “Examining U.S. Muslims’ Political, Social, and Spiritual Engagement 10 Years After September 11.”
Ben, 11 Eylül’den 10 yıl sonra Amerikalı Müslümanların siyasi, sosyal ve manevi konulardaki görüşlerini ortaya koymayı amaçlayan bu çalışmaya The Atlantic’te rastladım.
Dergi konuyla ilgili haberini, “Amerikalı Müslümanlar, sivillerin hedef yapılıp öldürülmesine Hıristiyan ve Musevi nüfusa göre daha karşı” başlığını öne çıkararak duyurmuş.
***
Gallup’un araştırmaya katılanlara yönelttiği soru şöyle: “Bazı insanlar askeri kuvvetlerin sivilleri hedef yapıp öldürmesinin bazen haklı olabileceğini düşünürken, bazıları ise bu tür bir şiddetin asla haklı olamayacağına inanıyor. Sizin düşünceniz ne?”
Sonuçlara baktığımızda şu oranları görüyoruz.
Müslüman Amerikalılar: % 78 Asla haklı olamaz / % 21 Bazen haklı olabilir
Protestanlar: % 38 Asla / % 58 Bazen
Katolikler: % 39 Asla / % 58 Bazen / % 2 Duruma Bağlı
Museviler: % 43 Asla / % 52 Bazen / % 3 Duruma bağlı
Mormonlar: % 33 Asla / % 64 Bazen / % 3 Duruma Bağlı
Ateist-Agnostik: % 56 Asla /% 43 Bazen
İlginç olduğu için bir kişinin ya da ufak bir grubun sivilleri öldürülmesi konusunda bulunan oranları da vereceğim.
Müslümanlar: % 89 Asla / % 11 Bazen
Protestanlar: % 71 Asla / % 26 Bazen / % 2 Duruma bağlı
Katolikler: % 71 Asla / % 27 Bazen / % 2 Duruma bağlı
Museviler: % 75 Asla / % 22 Bazen
Mormonlar: % 79 Asla / % 19 Bazen / % 2 Duruma bağlı
Ateist-Agnostik: % 76 Asla / % 23 Bazen / % 1 Duruma bağlı
***
Araştırmanın bulduğu başka sonuçlar da var. Ancak haberi okuduğumda en çok dikkatimi çeken konu bu oldu. Demek ki, Amerikalıların çoğu askeri kuvvetlerin sivilleri öldürmesini onaylıyor. Sivillerin sivilleri öldürmesine onay verenler de azımsanmayacak kadar çok!
Şiddetin her türlüsüne karşı çıkan bir insan olarak bu oranların beni nasıl sarstığını tahmin edebilirsiniz. Şu anda altı ayrı ülkeyi bombalayan, dünyanın en büyük ordusuna sahip bir ülkenin vatandaşları bunlar. Ülkelerinin bombaladığı topraklardan biri de Somali. 3 ayda 5 yaşın altında 29 binden fazla çocuğun açlık nedeniyle yaşamını yitirdiği, son 60 yılın en büyük kuraklığıyla karşı karşıya kalan Somali!
Amerikan halkının Irak’ta yıllardır katledilen siviller karşısında isyan edip güçlü bir ses çıkarmamasının nedenini de açıklıyor bu oranlar. Sesini çıkaranlar elbette oldu ama onlara da ne dendi biliyor musunuz? Vatan haini.
Diğer taraftan, silahlı saldırganların üniversiteleri basıp toplu katliam yaptığı bir ülke Amerika... Ve o ülkenin halkı hâlâ şiddete bu ölçüde onay veriyor. “Onların kabul edilebilir bulduğu katliamlar bunlar değil” diyen çıkabilir.
Bir insanın doğrudan canına kastedildiğinde kendini savunma amacıyla neden olduğu şiddet olayları yaşanabilir. Sözü edilen bu değil. Burada asıl dehşet verici olan, Amerikan toplumunun askeri kuvvetlerin sivilleri öldürmesi konusundaki tavrı...
Şiddetin ve sivilleri öldürmenin bu düzeyde haklı görülebildiği bir dünyada barış hakim olabilir mi?
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 21 Ağustos 2011
Bugünkü yazımın sorusu şu: “Sivilleri öldürmek haklı gösterilebilir mi?”
Bu sorunun yanıtını, insan aklı ile vicdanının diyaloğu verir. Bu diyaloğu etkileyen etkenler ve durumlar olabilir.
Kamuoyu araştırma şirketi Gallup, bu etkenler arasında dinin yerini, farklı dinlere göre bu sorunun yanıtının nasıl değiştiğini merak etmiş. Şirketin Birleşik Arap Emirlikleri’nde faaliyette bulunan kolu, Amerikalı Müslümanlar ile diğer inançlara mensup ya da inançsız Amerikalıların davranış ve düşünüş farklarını bulmak için bir araştırma yapmış.
Araştırmanın başlığı şu: “Examining U.S. Muslims’ Political, Social, and Spiritual Engagement 10 Years After September 11.”
Ben, 11 Eylül’den 10 yıl sonra Amerikalı Müslümanların siyasi, sosyal ve manevi konulardaki görüşlerini ortaya koymayı amaçlayan bu çalışmaya The Atlantic’te rastladım.
Dergi konuyla ilgili haberini, “Amerikalı Müslümanlar, sivillerin hedef yapılıp öldürülmesine Hıristiyan ve Musevi nüfusa göre daha karşı” başlığını öne çıkararak duyurmuş.
***
Gallup’un araştırmaya katılanlara yönelttiği soru şöyle: “Bazı insanlar askeri kuvvetlerin sivilleri hedef yapıp öldürmesinin bazen haklı olabileceğini düşünürken, bazıları ise bu tür bir şiddetin asla haklı olamayacağına inanıyor. Sizin düşünceniz ne?”
Sonuçlara baktığımızda şu oranları görüyoruz.
Müslüman Amerikalılar: % 78 Asla haklı olamaz / % 21 Bazen haklı olabilir
Protestanlar: % 38 Asla / % 58 Bazen
Katolikler: % 39 Asla / % 58 Bazen / % 2 Duruma Bağlı
Museviler: % 43 Asla / % 52 Bazen / % 3 Duruma bağlı
Mormonlar: % 33 Asla / % 64 Bazen / % 3 Duruma Bağlı
Ateist-Agnostik: % 56 Asla /% 43 Bazen
İlginç olduğu için bir kişinin ya da ufak bir grubun sivilleri öldürülmesi konusunda bulunan oranları da vereceğim.
Müslümanlar: % 89 Asla / % 11 Bazen
Protestanlar: % 71 Asla / % 26 Bazen / % 2 Duruma bağlı
Katolikler: % 71 Asla / % 27 Bazen / % 2 Duruma bağlı
Museviler: % 75 Asla / % 22 Bazen
Mormonlar: % 79 Asla / % 19 Bazen / % 2 Duruma bağlı
Ateist-Agnostik: % 76 Asla / % 23 Bazen / % 1 Duruma bağlı
***
Araştırmanın bulduğu başka sonuçlar da var. Ancak haberi okuduğumda en çok dikkatimi çeken konu bu oldu. Demek ki, Amerikalıların çoğu askeri kuvvetlerin sivilleri öldürmesini onaylıyor. Sivillerin sivilleri öldürmesine onay verenler de azımsanmayacak kadar çok!
Şiddetin her türlüsüne karşı çıkan bir insan olarak bu oranların beni nasıl sarstığını tahmin edebilirsiniz. Şu anda altı ayrı ülkeyi bombalayan, dünyanın en büyük ordusuna sahip bir ülkenin vatandaşları bunlar. Ülkelerinin bombaladığı topraklardan biri de Somali. 3 ayda 5 yaşın altında 29 binden fazla çocuğun açlık nedeniyle yaşamını yitirdiği, son 60 yılın en büyük kuraklığıyla karşı karşıya kalan Somali!
Amerikan halkının Irak’ta yıllardır katledilen siviller karşısında isyan edip güçlü bir ses çıkarmamasının nedenini de açıklıyor bu oranlar. Sesini çıkaranlar elbette oldu ama onlara da ne dendi biliyor musunuz? Vatan haini.
Diğer taraftan, silahlı saldırganların üniversiteleri basıp toplu katliam yaptığı bir ülke Amerika... Ve o ülkenin halkı hâlâ şiddete bu ölçüde onay veriyor. “Onların kabul edilebilir bulduğu katliamlar bunlar değil” diyen çıkabilir.
Bir insanın doğrudan canına kastedildiğinde kendini savunma amacıyla neden olduğu şiddet olayları yaşanabilir. Sözü edilen bu değil. Burada asıl dehşet verici olan, Amerikan toplumunun askeri kuvvetlerin sivilleri öldürmesi konusundaki tavrı...
Şiddetin ve sivilleri öldürmenin bu düzeyde haklı görülebildiği bir dünyada barış hakim olabilir mi?
-
14 Ağustos 2011 Pazar
Londra'daki İsyan
© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 14 Ağustos 2011
Londra’da geçen hafta sonu 29 yaşındaki siyahi taksi şoförü Mark Duggan’ın kentin en yoksul semtlerinden Tottenham’da polis tarafından öldürülmesiyle başlayan olaylar sonunda isyana dönüştü. Olayın nasıl çıktığını izleyemeyenler için kısaca özetliyorum.
Dört çocuk babası Duggan, akşam saat 6 dolayında nişanlısını görmek üzere taksisine binmiş gidiyordu. Birden polis tarafından durdurulan araçtan indirildi ve vurularak öldürüldü. Polisler, Duggan’ın ateş ettiğini ve o nedenle kendilerini korumak için onu vurduklarını söylüyor. Görgü tanıkları ise, bunu reddediyor; Duggan’ın önce yere yatırılıp sonra ateş edildiğini söylüyor.
Ardından içinde çeşitli etnik grupların yaşadığı, Londra’nın en büyük siyahi nüfusu barındıran semti Tottenham’da protesto düzenlendi; çevredeki dükkanlar, arabalar, evler yakılıp yıkıldı. Karakolun önünde gösteri yapan gruba polisin sert müdahalesiyle olaylar çığırından çıktı; semtten semte yayılarak kenti sardı ve yağmalamaya dönüştü.
Bu aşamada ana akım İngiliz medyası ve onun etkisiyle çoğunluk, polisin uyguladığı ölçüsüz şiddeti bir yana bırakıp, yağmalamaya odaklandı. Yağmayı savunacak değilim. Elbette protestoların amacını aşan, kontrolden çıkmış bir grup insanın dükkanlara, mağazalara, bankalara saldırması da şiddettir ve şiddetin her türlüsünü reddeden bir insan olarak bunun da kuşkusuz karşısındayım.
Fakat buradan hareketle tüm suçu isyancılara yıkmak, ancak sorunu göz ardı etmeye neden olur. Açıkçası İngiltere’de sonunda isyan çıkacağını tahmin etmek hiç zor değildi. Mark Duggan’ın öldürülmesi fitili ateşledi ama o fitil orada halihazırda duruyordu.
***
İşçi Partisi, İngiltere’de geçen yıl yapılan seçimlerden sonra, 13 yıldır tek başına elinde tuttuğu iktidarı kaybetmişti. Muhafazakar Parti Başkanı David Cameron’ın koalisyon arayışlarının sürdüğü sırada, 16 Mayıs 2010 tarihinde bu köşede bir yazı yazmıştım.
Yazının sonu şöyleydi: “Hangi parti kurarsa kursun yeni hükümetin işi zor. Çünkü Danny Dorling’in de işaret ettiği gibi, ülkede bugün ortaya çıkan öfke, Marksist bir işçi sınıfının öfkesi değil; tam yolun ortasında duranların öfkesi. İlerlemek isteyenlerin önce o yolu açması gerek...”
Adı geçen Danny Dorling, Sheffield Üniversitesi’nde beşeri coğrafya dalında yaptığı çalışmalarla tanınan bir profesör. Geçen yıl Britanya’da uzun süredir yaşanan sınıf mücadelesini ve eşitsizliği anlatan çok önemli bir kitap yazdı. “Injustice: Why Social Inequality Persists” adlı kitapta şu bilgileri veriyor Dorling:
“1990-2000 arasında Britanya’da toplumun en varlıklı % 10’luk kesiminin paylaştığı servetin oranı, % 47’den % 54’e çıktı. En zengin % 1’lik kesimin aldığı pay ise, % 18’den % 23’e yükseldi. Aynı kritere göre Londra, dünyada eşitsizliğin en fazla olduğu kent. En zengin % 10’luk kesim, en yoksul durumdaki % 10’luk kesimin 273 katı servete sahip.”
Bu ne anlama geliyor?
“Britanya’da gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliğin bu derece arttığı dönemin, en son 1854’te, Charles Dickens’ın ‘Zor Zamanlar’ı yazdığı Victoria dönemi” olduğu anlamına geliyor.
Ne yazık ki Rupert Murdoch’ın sağcı gazetesi The Sun’ın seçim öncesinde kapaktan “Tek Umudumuz” diye duyurduğu Cameron, İngiltere için umutsuzluğun işaretiydi. Göreve geldiği günden bu yana kamu harcamalarında yaptığı bütün kesintiler, ezilen kesimi daha da çok ezdi, işsizliği artırdı. İngiltere’de bir kangren haline gelen eşitsizlik daha da büyüdü.
Bu duruma bir çare bulunmaz, neoliberalizm bütün açgözlülüğüyle yoksul kitleleri ezmeye devam ederse bu tür isyanların olması kaçınılmazdır.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi / 14 Ağustos 2011
Londra’da geçen hafta sonu 29 yaşındaki siyahi taksi şoförü Mark Duggan’ın kentin en yoksul semtlerinden Tottenham’da polis tarafından öldürülmesiyle başlayan olaylar sonunda isyana dönüştü. Olayın nasıl çıktığını izleyemeyenler için kısaca özetliyorum.
Dört çocuk babası Duggan, akşam saat 6 dolayında nişanlısını görmek üzere taksisine binmiş gidiyordu. Birden polis tarafından durdurulan araçtan indirildi ve vurularak öldürüldü. Polisler, Duggan’ın ateş ettiğini ve o nedenle kendilerini korumak için onu vurduklarını söylüyor. Görgü tanıkları ise, bunu reddediyor; Duggan’ın önce yere yatırılıp sonra ateş edildiğini söylüyor.
Ardından içinde çeşitli etnik grupların yaşadığı, Londra’nın en büyük siyahi nüfusu barındıran semti Tottenham’da protesto düzenlendi; çevredeki dükkanlar, arabalar, evler yakılıp yıkıldı. Karakolun önünde gösteri yapan gruba polisin sert müdahalesiyle olaylar çığırından çıktı; semtten semte yayılarak kenti sardı ve yağmalamaya dönüştü.
Bu aşamada ana akım İngiliz medyası ve onun etkisiyle çoğunluk, polisin uyguladığı ölçüsüz şiddeti bir yana bırakıp, yağmalamaya odaklandı. Yağmayı savunacak değilim. Elbette protestoların amacını aşan, kontrolden çıkmış bir grup insanın dükkanlara, mağazalara, bankalara saldırması da şiddettir ve şiddetin her türlüsünü reddeden bir insan olarak bunun da kuşkusuz karşısındayım.
Fakat buradan hareketle tüm suçu isyancılara yıkmak, ancak sorunu göz ardı etmeye neden olur. Açıkçası İngiltere’de sonunda isyan çıkacağını tahmin etmek hiç zor değildi. Mark Duggan’ın öldürülmesi fitili ateşledi ama o fitil orada halihazırda duruyordu.
***
İşçi Partisi, İngiltere’de geçen yıl yapılan seçimlerden sonra, 13 yıldır tek başına elinde tuttuğu iktidarı kaybetmişti. Muhafazakar Parti Başkanı David Cameron’ın koalisyon arayışlarının sürdüğü sırada, 16 Mayıs 2010 tarihinde bu köşede bir yazı yazmıştım.
Yazının sonu şöyleydi: “Hangi parti kurarsa kursun yeni hükümetin işi zor. Çünkü Danny Dorling’in de işaret ettiği gibi, ülkede bugün ortaya çıkan öfke, Marksist bir işçi sınıfının öfkesi değil; tam yolun ortasında duranların öfkesi. İlerlemek isteyenlerin önce o yolu açması gerek...”
Adı geçen Danny Dorling, Sheffield Üniversitesi’nde beşeri coğrafya dalında yaptığı çalışmalarla tanınan bir profesör. Geçen yıl Britanya’da uzun süredir yaşanan sınıf mücadelesini ve eşitsizliği anlatan çok önemli bir kitap yazdı. “Injustice: Why Social Inequality Persists” adlı kitapta şu bilgileri veriyor Dorling:
“1990-2000 arasında Britanya’da toplumun en varlıklı % 10’luk kesiminin paylaştığı servetin oranı, % 47’den % 54’e çıktı. En zengin % 1’lik kesimin aldığı pay ise, % 18’den % 23’e yükseldi. Aynı kritere göre Londra, dünyada eşitsizliğin en fazla olduğu kent. En zengin % 10’luk kesim, en yoksul durumdaki % 10’luk kesimin 273 katı servete sahip.”
Bu ne anlama geliyor?
“Britanya’da gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliğin bu derece arttığı dönemin, en son 1854’te, Charles Dickens’ın ‘Zor Zamanlar’ı yazdığı Victoria dönemi” olduğu anlamına geliyor.
Ne yazık ki Rupert Murdoch’ın sağcı gazetesi The Sun’ın seçim öncesinde kapaktan “Tek Umudumuz” diye duyurduğu Cameron, İngiltere için umutsuzluğun işaretiydi. Göreve geldiği günden bu yana kamu harcamalarında yaptığı bütün kesintiler, ezilen kesimi daha da çok ezdi, işsizliği artırdı. İngiltere’de bir kangren haline gelen eşitsizlik daha da büyüdü.
Bu duruma bir çare bulunmaz, neoliberalizm bütün açgözlülüğüyle yoksul kitleleri ezmeye devam ederse bu tür isyanların olması kaçınılmazdır.
-
7 Ağustos 2011 Pazar
Kitle Psikolojisi ve Medyadaki Linç
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 7 Ağustos 2011
Geçen hafta ben de kendimi medyadaki bir linç girişiminin içinde buldum.
Olay, çok sevdiğim müzisyen, The Smiths’in eski vokalisti Morrissey’in (hayranlarının deyimiyle Moz) Varşova konserinde söylediği sözler üzerine başladı.
“Norveç’te 76 kişinin öldürülmesinin gösterdiği gibi hepimiz caniyane bir dünyada yaşıyoruz. Ama bu, McDonald’s ve KFC’nin her gün yaptıklarıyla kıyaslanırsa solda sıfır kalır” demiş.
Bunun üzerine birden bütün dünya medyası topluca Moz’a saldırdı, müzik dergileri hakaret dolu mesajlar yayınladı. Çığ gibi büyüyen tepki çok kısa sürede arkasına kitleleri kattı.
Kimisi “Bu adam artık yaşlandı” dedi, kimisi delirdiğini düşündü, onu cani ilan etti, kimisi “Artık dinlemem müziğini” dedi. Tepkiler o kadar aşırıydı ki, dayanamadım ve Moz’a Twitter’dan saldıran kurumlara şu yanıtı verdim:
“Şiddetin her türlüsünü reddeden bir insanı anlamaya çalışmak yerine ona vurup duruyorsunuz. Vegan bakış açısından insan ölümüyle hayvan ölümü arasında fark yok. Çok açık ki katı bir vejetaryen olarak Moz, vahşetin tümüne karşı. Yaptığınız büyük haksızlık.”
The Quietus ve NME gibi müzik dergileri, sadece kendi görüşlerine uyan tweetleri takipçilerine ulaştırırken benimkine benzer mesajları görmezden geldi. Bir tek İngiltere’nin önde gelen müzik mağazalarından Rough Trade benim mesajımı da takipçilerine ulaştırdı. Böylece bir anda her yere yayılan tweet dolayısıyla bütün dünyadan nefret mesajları aldım...
Ertesi gün Moz şu açıklamayı yaptı: "Norveç’teki ölümler dehşet vericiydi. Bu tür olaylarda hep yapıldığı gibi, medya katilin istediğini verip, ona dünya çapında ün sağladı. Öldürülen insanların isimleri, sanki yeterince önemli değilmiş gibi söylenmedi; ama medya çılgınlığı katili Karındeşen Jack’e döndürdü. Tiksindiriciydi. Oysa adı anılmamalı, fotoğrafı yayınlanmamalıydı.
Varşova’da sahnede söylediğim sözler şöyle açıklanabilir: Milyonlarca canlı her gün McDonald’s ve KFC zulmünü finanse etmek için öldürülüyor. Ama bu durum yasal görüldüğü için, bu ölümler hakkında farklı hissetmemiz ve onları sorgulamamamız bekleniyor. Eğer Norveç’teki ölümler yüzünden haklı olarak dehşete kapıldıysanız, doğal olarak herhangi bir masum canlının ölümü karşısında da aynısını hissedersiniz. Sadece hayvanlar ‘bizden olmadığı için’ onların çektiği acıyı görmezden gelemezsiniz.”
Morrissey’e hakaret yağdıran medya, bu açıklamaya yer vermedi...
Bu olayda beni en çok şaşırtan şey, insanların Moz’un sözlerine şaşırması oldu. Ortaokuldan bu yana yakından izlediğim, duruşunu, açıksözlülüğünü takdir ettiğim bir müzisyen kendisi. Hiçbir zaman tribünlere oynamadı; aynı türde sözleri 30 yıldır söylüyor. “Meat Is Murder” adlı şarkıyı yazıp hayvan haklarının marşı haline getiren o. Moz’a yaşlandı ya da delirdi diyenler acaba 1985’te yazdığı o şarkının sözlerine hiç dikkat etmediler mi?
Elbette tartışmalı bir konu; herkesin farklı bakış açısı olabilir. Ancak korkutucu olan, bir insanın ne dediğini anlamadan onu peşinen yargılamak. Vegan olmadığı halde linç kampanyasının başladığı ilk andan beri bana destek veren sevgili Seda Niğbolu’nun dediği gibi “Analiz edip fikir üretmek yerine halihazırdaki kuru gürültüye dahil olmanın kolaycılığı” ürkütücü olan. Oysa çoğunluğun algısını sorgulamalı aydın insan...
Sonuç olarak, Moz Norveç’teki ölümleri onaylamış bir cani değildir; medyanın gazına gelmeyin. O, sadece fast-food zincirlerinde hayvanlara uygulanan zulme dikkat çekmek istedi ve etkili olsun diye böyle bir konuşma yaptı.
Şiddet konusunda herkesten daha duyarlıdır; şarkılarını dinlemeye devam edebilirsiniz...
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 7 Ağustos 2011
Geçen hafta ben de kendimi medyadaki bir linç girişiminin içinde buldum.
Olay, çok sevdiğim müzisyen, The Smiths’in eski vokalisti Morrissey’in (hayranlarının deyimiyle Moz) Varşova konserinde söylediği sözler üzerine başladı.
“Norveç’te 76 kişinin öldürülmesinin gösterdiği gibi hepimiz caniyane bir dünyada yaşıyoruz. Ama bu, McDonald’s ve KFC’nin her gün yaptıklarıyla kıyaslanırsa solda sıfır kalır” demiş.
Bunun üzerine birden bütün dünya medyası topluca Moz’a saldırdı, müzik dergileri hakaret dolu mesajlar yayınladı. Çığ gibi büyüyen tepki çok kısa sürede arkasına kitleleri kattı.
Kimisi “Bu adam artık yaşlandı” dedi, kimisi delirdiğini düşündü, onu cani ilan etti, kimisi “Artık dinlemem müziğini” dedi. Tepkiler o kadar aşırıydı ki, dayanamadım ve Moz’a Twitter’dan saldıran kurumlara şu yanıtı verdim:
“Şiddetin her türlüsünü reddeden bir insanı anlamaya çalışmak yerine ona vurup duruyorsunuz. Vegan bakış açısından insan ölümüyle hayvan ölümü arasında fark yok. Çok açık ki katı bir vejetaryen olarak Moz, vahşetin tümüne karşı. Yaptığınız büyük haksızlık.”
The Quietus ve NME gibi müzik dergileri, sadece kendi görüşlerine uyan tweetleri takipçilerine ulaştırırken benimkine benzer mesajları görmezden geldi. Bir tek İngiltere’nin önde gelen müzik mağazalarından Rough Trade benim mesajımı da takipçilerine ulaştırdı. Böylece bir anda her yere yayılan tweet dolayısıyla bütün dünyadan nefret mesajları aldım...
Ertesi gün Moz şu açıklamayı yaptı: "Norveç’teki ölümler dehşet vericiydi. Bu tür olaylarda hep yapıldığı gibi, medya katilin istediğini verip, ona dünya çapında ün sağladı. Öldürülen insanların isimleri, sanki yeterince önemli değilmiş gibi söylenmedi; ama medya çılgınlığı katili Karındeşen Jack’e döndürdü. Tiksindiriciydi. Oysa adı anılmamalı, fotoğrafı yayınlanmamalıydı.
Varşova’da sahnede söylediğim sözler şöyle açıklanabilir: Milyonlarca canlı her gün McDonald’s ve KFC zulmünü finanse etmek için öldürülüyor. Ama bu durum yasal görüldüğü için, bu ölümler hakkında farklı hissetmemiz ve onları sorgulamamamız bekleniyor. Eğer Norveç’teki ölümler yüzünden haklı olarak dehşete kapıldıysanız, doğal olarak herhangi bir masum canlının ölümü karşısında da aynısını hissedersiniz. Sadece hayvanlar ‘bizden olmadığı için’ onların çektiği acıyı görmezden gelemezsiniz.”
Morrissey’e hakaret yağdıran medya, bu açıklamaya yer vermedi...
Bu olayda beni en çok şaşırtan şey, insanların Moz’un sözlerine şaşırması oldu. Ortaokuldan bu yana yakından izlediğim, duruşunu, açıksözlülüğünü takdir ettiğim bir müzisyen kendisi. Hiçbir zaman tribünlere oynamadı; aynı türde sözleri 30 yıldır söylüyor. “Meat Is Murder” adlı şarkıyı yazıp hayvan haklarının marşı haline getiren o. Moz’a yaşlandı ya da delirdi diyenler acaba 1985’te yazdığı o şarkının sözlerine hiç dikkat etmediler mi?
Elbette tartışmalı bir konu; herkesin farklı bakış açısı olabilir. Ancak korkutucu olan, bir insanın ne dediğini anlamadan onu peşinen yargılamak. Vegan olmadığı halde linç kampanyasının başladığı ilk andan beri bana destek veren sevgili Seda Niğbolu’nun dediği gibi “Analiz edip fikir üretmek yerine halihazırdaki kuru gürültüye dahil olmanın kolaycılığı” ürkütücü olan. Oysa çoğunluğun algısını sorgulamalı aydın insan...
Sonuç olarak, Moz Norveç’teki ölümleri onaylamış bir cani değildir; medyanın gazına gelmeyin. O, sadece fast-food zincirlerinde hayvanlara uygulanan zulme dikkat çekmek istedi ve etkili olsun diye böyle bir konuşma yaptı.
Şiddet konusunda herkesten daha duyarlıdır; şarkılarını dinlemeye devam edebilirsiniz...
-
Etiketler:
hayvan hakları,
linç kültürü,
medya,
Morrissey,
The Smiths,
vegan,
veganizm,
zulüm
31 Temmuz 2011 Pazar
21. Yüzyıl Emperyalizmi
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 31 Temmuz 2011
Aynı anda altı ülke bombalanıyor.
Afganistan... Pakistan... Irak... Yemen... Somali... Libya...
Hepsi içinde yaşadığımız dönemde Amerika tarafından bombalanıyor.
İnsansız savaş uçaklarıyla yapıyorlar bunu. Basıyorlar düğmeye, havalanıyor uçaklar, bırakıyor bombaları belirlenen hedeflere ve işini bitirip dönüyor. Onlara göre temiz iş. Aldığı canları düşünerek depresyona girmiyor görevliler.
Göz görmeyince gönül katlanıyor mu bu tür öldürmeye?
Bana göreyse alçakça bir iş. Havalanan uçaklar sadece binaları vurmuyor; masum insanları da katlediyor. Daha geçen haftalarda gece geç saatlerde Somali’ye bir saldırı düzenledi Amerikan uçakları. Hedefleri, El Kaide ile bağlantılı olduğunu iddia ettikleri El Şebab örgütü üyeleriydi.
Saldırı sonunda iki üst düzey örgüt yöneticisini öldürdüler... Ve onlarla birlikte onlarca kişi de hayatını kaybetti.
Bir diğer haber de Afganistan’dan geldi aynı günlerde. Afganistan’ın doğusunda hedef alınan bir bölgede 8’i çocuk 2’si kadın 13 sivil katledildi. Aynı gün NATO güçleri tarafından yine Afganistan’da düzenlenen başka bir saldırıda ise 2 çocuk daha öldürüldü...
***
Benzeri örnekler adı geçen ülkelerin her birinde neredeyse her gün yaşanıyor. Gerçek şu ki, Amerika, insansız savaş uçaklarıyla Ortadoğu ve Afrika’da sivilleri vuruyor!
Bu şekilde insan haklarını hiçe sayarak yapılan saldırıları da bütün dünya sessizce izliyor. Amerika’nın kendince bahaneleri de yok değil; İslami terörle mücadele ettiklerini ve ulusal güvenliklerini sağlamaya çalıştıklarını söylüyorlar. Amerika’nın bir başka ülkeyi bombalaması için, o ülkenin El Kaide ile bir bağlantısının bulunduğuna inanması yeterli.
Saldırıları gerçekleştirdiği ülkelerin hepsinde de iç savaş sürüyor. Bu iç savaşlar Amerika’ya askeri müdahale için imkan tanıyor. Terörle mücadele adı altında bu ülkelere kolayca girip istediği yönlendirmeleri yapıyor ABD.
Geçtiğimiz günlerde The Nation dergisi, CIA’nin Somali’de kullandığı gizli tesisleri ortaya çıkardı. Dünya medyasında da yankı uyandıran habere göre, CIA, Mogadişu’da büyük koruma duvarlarının ardına gizlenmiş 10 kadar binadan oluşan kapalı bir komplekse sahip. Mogadişu havaalanının kenarında yer alan kompleksi Somalili askerler korusa da, girişleri Amerikalı askerler kontrol ediyor.
Neden böyle bir tesisi orada kurar CIA?
The Nation, “El Şebab örgütüne karşı gizli saldırılar düzenleyebilecek ve muharebe operasyonlarında hedef gözetebilecek yetenekte yerli bir saldırı gücü” oluşturulmaya çalışıldığını yazdı.
Demek ki, ülkedeki iç savaşı kullanan Amerika, kolaylıkla orada böyle bir örgütlenmeye gidebiliyor. Gerçi ABD istihbaratına yakın kaynaklar, bu iddiaları yalanladı ama kabullenmelerini de beklemiyordum doğrusu...
Amerika’nın başını çektiği devletlerin Libya’da da Kaddafi muhaliflerine para, silah vb. her türlü desteği verdiği biliniyor. Irak’ta yıllardır yaşananlar çok yazıldı, çizildi. Ülkedeki mezhep çatışmalarını körükleyerek iç savaşı kızdıran ve sonra da bu karışıklıktan faydalan hep Amerika’ydı.
İster istemez Naomi Klein’ın “Şok Doktrini” teorisini bir kez daha anacağım. Ortadoğu ve Afrika’da yaşanan siyasi karışıklıklar Amerika’nın işine gelmekte, bunları kullanıp ülkeleri bombalarken istediği sonuçları elde etmektedir.
Burada asıl amacın bu ülkelere demokrasi ihraç etmek olmadığı kesindir; amaç, bu bahanenin arkasına sığınıp dünyanın enerji ve maden kaynakları açısından zengin bölgelerinde egemenlik kurmaktır.
Emperyalizmin 21. yüzyıldaki yöntemi budur.
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 31 Temmuz 2011
Aynı anda altı ülke bombalanıyor.
Afganistan... Pakistan... Irak... Yemen... Somali... Libya...
Hepsi içinde yaşadığımız dönemde Amerika tarafından bombalanıyor.
İnsansız savaş uçaklarıyla yapıyorlar bunu. Basıyorlar düğmeye, havalanıyor uçaklar, bırakıyor bombaları belirlenen hedeflere ve işini bitirip dönüyor. Onlara göre temiz iş. Aldığı canları düşünerek depresyona girmiyor görevliler.
Göz görmeyince gönül katlanıyor mu bu tür öldürmeye?
Bana göreyse alçakça bir iş. Havalanan uçaklar sadece binaları vurmuyor; masum insanları da katlediyor. Daha geçen haftalarda gece geç saatlerde Somali’ye bir saldırı düzenledi Amerikan uçakları. Hedefleri, El Kaide ile bağlantılı olduğunu iddia ettikleri El Şebab örgütü üyeleriydi.
Saldırı sonunda iki üst düzey örgüt yöneticisini öldürdüler... Ve onlarla birlikte onlarca kişi de hayatını kaybetti.
Bir diğer haber de Afganistan’dan geldi aynı günlerde. Afganistan’ın doğusunda hedef alınan bir bölgede 8’i çocuk 2’si kadın 13 sivil katledildi. Aynı gün NATO güçleri tarafından yine Afganistan’da düzenlenen başka bir saldırıda ise 2 çocuk daha öldürüldü...
***
Benzeri örnekler adı geçen ülkelerin her birinde neredeyse her gün yaşanıyor. Gerçek şu ki, Amerika, insansız savaş uçaklarıyla Ortadoğu ve Afrika’da sivilleri vuruyor!
Bu şekilde insan haklarını hiçe sayarak yapılan saldırıları da bütün dünya sessizce izliyor. Amerika’nın kendince bahaneleri de yok değil; İslami terörle mücadele ettiklerini ve ulusal güvenliklerini sağlamaya çalıştıklarını söylüyorlar. Amerika’nın bir başka ülkeyi bombalaması için, o ülkenin El Kaide ile bir bağlantısının bulunduğuna inanması yeterli.
Saldırıları gerçekleştirdiği ülkelerin hepsinde de iç savaş sürüyor. Bu iç savaşlar Amerika’ya askeri müdahale için imkan tanıyor. Terörle mücadele adı altında bu ülkelere kolayca girip istediği yönlendirmeleri yapıyor ABD.
Geçtiğimiz günlerde The Nation dergisi, CIA’nin Somali’de kullandığı gizli tesisleri ortaya çıkardı. Dünya medyasında da yankı uyandıran habere göre, CIA, Mogadişu’da büyük koruma duvarlarının ardına gizlenmiş 10 kadar binadan oluşan kapalı bir komplekse sahip. Mogadişu havaalanının kenarında yer alan kompleksi Somalili askerler korusa da, girişleri Amerikalı askerler kontrol ediyor.
Neden böyle bir tesisi orada kurar CIA?
The Nation, “El Şebab örgütüne karşı gizli saldırılar düzenleyebilecek ve muharebe operasyonlarında hedef gözetebilecek yetenekte yerli bir saldırı gücü” oluşturulmaya çalışıldığını yazdı.
Demek ki, ülkedeki iç savaşı kullanan Amerika, kolaylıkla orada böyle bir örgütlenmeye gidebiliyor. Gerçi ABD istihbaratına yakın kaynaklar, bu iddiaları yalanladı ama kabullenmelerini de beklemiyordum doğrusu...
Amerika’nın başını çektiği devletlerin Libya’da da Kaddafi muhaliflerine para, silah vb. her türlü desteği verdiği biliniyor. Irak’ta yıllardır yaşananlar çok yazıldı, çizildi. Ülkedeki mezhep çatışmalarını körükleyerek iç savaşı kızdıran ve sonra da bu karışıklıktan faydalan hep Amerika’ydı.
İster istemez Naomi Klein’ın “Şok Doktrini” teorisini bir kez daha anacağım. Ortadoğu ve Afrika’da yaşanan siyasi karışıklıklar Amerika’nın işine gelmekte, bunları kullanıp ülkeleri bombalarken istediği sonuçları elde etmektedir.
Burada asıl amacın bu ülkelere demokrasi ihraç etmek olmadığı kesindir; amaç, bu bahanenin arkasına sığınıp dünyanın enerji ve maden kaynakları açısından zengin bölgelerinde egemenlik kurmaktır.
Emperyalizmin 21. yüzyıldaki yöntemi budur.
-
Etiketler:
Afganistan,
Afrika,
Amerika,
CIA,
emperyalizm,
Irak,
Kaddafi,
Libya,
Naomi Klein,
Ortadoğu,
Pakistan,
savaş,
Somali,
şok terapi,
Yemen
24 Temmuz 2011 Pazar
Acı Bayram
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 24 Temmuz 2011
Bu ülkede gazetecilik yaparak hayatını kazanan ve meslek etiğine bağlı bir insanın bugün nasıl hissedebileceğini düşündünüz mü hiç?
Bugün 24 Temmuz; Türk basınından sansürün kaldırılışının 103. yıldönümü. 1908’de Padişah Abdülhamit dönemindeki İttihatçı isyanını bastırmak için ilan edilen 2. Meşrutiyet’in sonuçlarından biriydi bu.
Böylece 1876 Anayasası’ndan kalma sansür kararnamesinin sonu da gelmişti. 25 Temmuz 1908’de çıkan gazeteler, sansür memurlarının denetiminden geçmeden basıldı. Gazeteciler, ilk kez diledikleri gibi gazete çıkarma özgürlüğünü yaşamış, bir bayram havası esmişti.
O günden sonra gazete satışları arttı, daha fazla gazete yayımlanmaya başladı. Tarih kitapları bunları ayrıntısıyla yazıyor.
***
Peki nesnel tarih kitapları Türkiye’de 2000’lerin medyasını nasıl yazacak?
Sansürün kaldırılışının 103. yılında bu ülkede tutuklu gazeteci sayısının 60’tan fazla olduğunu yazacak. Bu sayıyla dünya rekoru kırıldığını belirtecek.
Tutuklu gazeteciler arasında Uluslararası Basın Enstitüsü Dünya Basın Kahramanı Nedim Şener’in de olduğunu söyleyecek. Türkiye’de gazetecilerin hapis cezasına çarptırılması ile sonuçlanabilecek tahminen 1000’e yakın dava bulunduğuna dikkat çekecek.
Gazetecilerin çoğunun Terörle Mücadele Yasası ya da TCK’nın silahlı örgüt kurmak, yönetmek ya da üyesi olmak suçundan tutuklu olduğunu, yani anti-terör yasası nedeniyle içerde bulunduklarını yazacak.
Bu gazetecilerden birisi olan ve halkın oylarıyla milletvekili seçilen Mustafa Balbay’ın 870 gündür hapiste tutulduğunu, 147 gündür hücrede tek başına kaldığını söyleyecek.
Savcıların çok uzun hapis cezaları istediği bu davaların ülkenin basın özgürlüğünü yok ettiğini vurgulayacak.
Polisin Ahmet Şık’ın “İmamın Ordusu” adlı basılmamış kitabının kopyasını yok etmek için çalıştığı Radikal gazetesine girdiğini; Şık’ın Gülen cemaatinin devlet içinde, özellikle polis teşkilatında örgütlenişini ortaya seren basılmamış kitabı nedeniyle hapse girdiğini aktaracak.
ATV ve Sabah gazetesinin de dahil olduğu Türkiye’nin en büyük medya grubuna TMSF tarafından nasıl el konulup, sonra başbakanın damadının genel müdürü olduğu sermaye grubuna devredildiğini anlatacak.
İktidarı eleştiren birçok gazetecinin işsiz kaldığını, bu duruma düşmek istemeyen gazetecilerin birer birer dönüştüğünü, böylece 2002’den itibaren de iktidara her koşulda destek veren “yandaş medya” anlayışının türediğini yazacak.
Gerçekler karşısında aldıkları tavra göre değil, iktidar nezdindeki konumlarına göre saflarını belirleyen ve ikiye bölünen gazeteciler arasında karşılıklı utanç verici hakaretlerin köşelere yansıdığını vurgulayacak.
Türk basınındaki özgürlüklerin giderek kısıtlandığı böyle bir ortamın Avrupa Birliği ve Amerika’yı bile endişelendirir hale geldiğini belirtecek.
***
Şimdi diyeceksiniz ki, bu ülkede basında hep olmadı mı bu sorunlar?
Askeri darbe dönemlerinde de sivil dönemlerde de devletten gelen sansürün yanında, korkudan kaynaklanan otosansürün de açıkça hissedildiği oldu mutlaka.
Ancak o baskıcı dönemleri eleştirmiyor muyduk biz? Bu iktidar özgürlükleri genişletip AB standartlarını getirmeyecek miydi? İddiaları bu değil miydi?
Öyleyse neler oldu Türk medyasında? Gerçekleri yazma özgürlüğünden, editoryal bağımsızlıktan tamamen vaz mı geçtik? 103 yıl önceki sansür memurlarının yerini alan sansür telefonlarına direnme gücümüz var mı?
“Basın bayramı”nda gazetecilerin yanıtlaması gereken sorular bunlardır..
-
Tweet
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 24 Temmuz 2011
Bu ülkede gazetecilik yaparak hayatını kazanan ve meslek etiğine bağlı bir insanın bugün nasıl hissedebileceğini düşündünüz mü hiç?
Bugün 24 Temmuz; Türk basınından sansürün kaldırılışının 103. yıldönümü. 1908’de Padişah Abdülhamit dönemindeki İttihatçı isyanını bastırmak için ilan edilen 2. Meşrutiyet’in sonuçlarından biriydi bu.
Böylece 1876 Anayasası’ndan kalma sansür kararnamesinin sonu da gelmişti. 25 Temmuz 1908’de çıkan gazeteler, sansür memurlarının denetiminden geçmeden basıldı. Gazeteciler, ilk kez diledikleri gibi gazete çıkarma özgürlüğünü yaşamış, bir bayram havası esmişti.
O günden sonra gazete satışları arttı, daha fazla gazete yayımlanmaya başladı. Tarih kitapları bunları ayrıntısıyla yazıyor.
***
Peki nesnel tarih kitapları Türkiye’de 2000’lerin medyasını nasıl yazacak?
Sansürün kaldırılışının 103. yılında bu ülkede tutuklu gazeteci sayısının 60’tan fazla olduğunu yazacak. Bu sayıyla dünya rekoru kırıldığını belirtecek.
Tutuklu gazeteciler arasında Uluslararası Basın Enstitüsü Dünya Basın Kahramanı Nedim Şener’in de olduğunu söyleyecek. Türkiye’de gazetecilerin hapis cezasına çarptırılması ile sonuçlanabilecek tahminen 1000’e yakın dava bulunduğuna dikkat çekecek.
Gazetecilerin çoğunun Terörle Mücadele Yasası ya da TCK’nın silahlı örgüt kurmak, yönetmek ya da üyesi olmak suçundan tutuklu olduğunu, yani anti-terör yasası nedeniyle içerde bulunduklarını yazacak.
Bu gazetecilerden birisi olan ve halkın oylarıyla milletvekili seçilen Mustafa Balbay’ın 870 gündür hapiste tutulduğunu, 147 gündür hücrede tek başına kaldığını söyleyecek.
Savcıların çok uzun hapis cezaları istediği bu davaların ülkenin basın özgürlüğünü yok ettiğini vurgulayacak.
Polisin Ahmet Şık’ın “İmamın Ordusu” adlı basılmamış kitabının kopyasını yok etmek için çalıştığı Radikal gazetesine girdiğini; Şık’ın Gülen cemaatinin devlet içinde, özellikle polis teşkilatında örgütlenişini ortaya seren basılmamış kitabı nedeniyle hapse girdiğini aktaracak.
ATV ve Sabah gazetesinin de dahil olduğu Türkiye’nin en büyük medya grubuna TMSF tarafından nasıl el konulup, sonra başbakanın damadının genel müdürü olduğu sermaye grubuna devredildiğini anlatacak.
İktidarı eleştiren birçok gazetecinin işsiz kaldığını, bu duruma düşmek istemeyen gazetecilerin birer birer dönüştüğünü, böylece 2002’den itibaren de iktidara her koşulda destek veren “yandaş medya” anlayışının türediğini yazacak.
Gerçekler karşısında aldıkları tavra göre değil, iktidar nezdindeki konumlarına göre saflarını belirleyen ve ikiye bölünen gazeteciler arasında karşılıklı utanç verici hakaretlerin köşelere yansıdığını vurgulayacak.
Türk basınındaki özgürlüklerin giderek kısıtlandığı böyle bir ortamın Avrupa Birliği ve Amerika’yı bile endişelendirir hale geldiğini belirtecek.
***
Şimdi diyeceksiniz ki, bu ülkede basında hep olmadı mı bu sorunlar?
Askeri darbe dönemlerinde de sivil dönemlerde de devletten gelen sansürün yanında, korkudan kaynaklanan otosansürün de açıkça hissedildiği oldu mutlaka.
Ancak o baskıcı dönemleri eleştirmiyor muyduk biz? Bu iktidar özgürlükleri genişletip AB standartlarını getirmeyecek miydi? İddiaları bu değil miydi?
Öyleyse neler oldu Türk medyasında? Gerçekleri yazma özgürlüğünden, editoryal bağımsızlıktan tamamen vaz mı geçtik? 103 yıl önceki sansür memurlarının yerini alan sansür telefonlarına direnme gücümüz var mı?
“Basın bayramı”nda gazetecilerin yanıtlaması gereken sorular bunlardır..
-
Etiketler:
2. Meşrutiyet,
Abdülhamit,
Ahmet Şık,
basın özgürlüğü,
gazetecilik,
medya,
Mustafa Balbay,
Nedim Şener,
yandaş medya