27 Mart 2011 Pazar

Nükleer Rulet

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 27 Mart 2011

2008 yılında bu köşede çıkan bir yazımda, Türkiye’de bazı kesimlerce bilime ve uzmanlığa karşı alınan tavrı sorgulamış ve şöyle demiştim:

Böylelikle bilimsel veriler değersizleştirilip onların yerine boş inançlar geçirilince, her türlü yanlışı gerçekmiş gibi göstermek olanaklı hale geliyor. Aynı anlayış, bir zamanlar Kenan Evren'in radyasyonun faydalı olduğunu savunmasına yol açmıştı...

İlkel toplumlara uygun bir yaklaşım bu. Ancak neden diye sorgulamadan efendisine biat edenler tarafından kabul edilebilir. Oysa kulluktan vatandaşlığa geçen insan, araştıracak, bilimsel verileri aklın süzgecinden geçirip değerlendirecektir.

Bu yaklaşım değişmediği sürece, ne yazık ki, Türkiye’nin çağdaş uygarlık seviyesine ulaşması olanaklı görünmüyor. Mustafa Kemal Atatürk, boşuna ‘Hayattaki en hakiki mürşit ilimdir,’ dememiştir. Çağdaşlığın yolu bilimden geçer.


Ne acıdır ki, Türkiye’de o yazıdan bu yana ülke yönetiminden sorumlu olanların bu konudaki tavrı değişmedi. Hangi olay olursa olsun, işin uzmanına danışmadan kararlar alan ve tüm verileri göz ardı eden bir yönetim anlayışıyla karşı karşıyayız.

***

Japonya’da yaşanan deprem ve arkasından başlayan nükleer santral krizi, tüm dünyayı bu konuyu bir kere daha değerlendirme noktasına getirdi. Japonlar’ın sahip olduğu tüm ileri ve gelişmiş teknolojiye rağmen nükleer reaktörlerden sızan radyasyon havaya karışınca alarm zilleri çaldı.

Avrupa Birliği acil toplandı; İsviçre nükleer projeleri durdurdu...

Almanya, nükleer santrallerin kullanma süresini uzatmaya yönelik kararı ertelediğini açıkladı.

İspanya, bütün nükleer santrallerindeki güvenliği gözden geçirme kararı aldı.

Venezüella lideri Hugo Chávez, Japonya’da yaşanan felaketin ardından Rusya’yla yaptıkları nükleer anlaşmasını askıya aldıklarını açıkladı.

Hiçbir şey olmamış gibi davranamayız. Japonya’daki olaylar imkânsız olduğunu düşündüğümüz risklerin tamamen göz ardı edilemeyeceğini öğretti” diyordu Almanya Başbakanı Merkel...

Amerika’da ise birçok politikacı, Japonya’da gelişmelerin sonucu belirginleşene kadar nükleer enerjide frene basılması gerektiği görüşünde. Ralph Nader, bu felaketin Amerika'daki nükleer rönesansını sona erdirdiğini söyledi.

***

Peki Türkiye’de neler oldu?

TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası, görevini yapıp uyarıda bulundu. Yaptıkları açıklama aynen şöyle:

Nükleer santraller her zaman nükleer tehlike potansiyeli taşımakta, yapımında ve işletilmesinde yapılacak en küçük bir hata bile telafi edilmesi mümkün olmayan sonuçlara yol açabilmektedir. Japonya gibi güvenli yapı üretiminde ileri düzeyde bir ülke bile nükleer patlamaya engel olamamış ve insanlığı gelecek tehlikesiyle baş başa bırakmıştır.

Ülkemizde de yaşanabilecek olası doğal afetler ve depremler gözüne alındığında, yapılması planlanan nükleer santrallerin oluşturacağı riskin ne kadar büyük olduğu, geçmişte Çernobil bugün Japonya örnekleriyle sabittir. Buna rağmen bu konuda ısrar edilmesi en hafif ifadesiyle felakete davetiye çıkarmaktır.
"

Türkiye’yi yönetenler bütün bunlar karşısında ne yaptı?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, mutfak tüpünün yaratacağı tehlike ile nükleer santral riskini aynı kefeye koyma gafletini gösterdi.

Onunla da kalmadı; Rusya Devlet Başkanı Medvedev’le Akkuyu’da yapılacak nükleer santral için el sıkışırken, “Temeli nisan sonu ya da mayıs başında atarız” dedi.

Nükleerde rulet çarkı dönmeye başladı. Masanın etrafında toplanan oyuncularda cahil cesareti mi var, dediğim dedikçi hırs mı yoksa başka nedenler mi siz karar verin...

-

20 Mart 2011 Pazar

Amerikan Sınıf Savaşları

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 20 Mart 2011

Amerika’da olduğu gibi bizde de ana akım medyanın ilgisini çekmiyor ama ben kapitalizmin anavatanında 21. yüzyılda yaşanan sınıf savaşımını büyük ilgiyle izliyorum.

Geçen haftalarda Wisconsin eyaletinde olanları yazmıştım. Aşırı muhafazakar Cumhuriyetçi Vali Scott Walker, bütçe açıklarını kapatmak için kendince parlak bir fikir bulmuş ve harekete geçmişti.

Vali hazırladığı yasa tasarısıyla, kamu çalışanlarının toplu sözleşme haklarını ellerinden alıp, emekli aylıklarını tırpanlamaya kalkınca ortalık birbirine girdi. Büyük protesto gösterileri düzenlendi; hatta eyalet meclisi binasının içinde eylemler yapıldı ama sonuç değişmedi.

Meclisin Demokratik Partili üyeleri tasarının görüşülmesini engellemek için eyalet dışına çıktılar. Fakat Vali Walker, sonunda bu engeli de aşma yolunu buldu. Sadece Cumhuriyetçi üyelerin olduğu bir toplantıda, bütçe tasarısının içinden harcama gerektiren kalemlerle harcama gerektirmeyen kısmı yani çalışanların haklarını düzenleyen kısmı birbirinden ayırdı.

Bir üye hariç diğerlerinin onayıyla bu operasyon tamamlanınca, Demokrat üyeler eyalete geri dönüp tasarıya karşı yönde oy kullandılar ama işe yaramadı; Scott Walker kazandı. Vali tasarıyı yasalaştıran imzayı attığı gün, Wisconsin’de emekçilerin 50 yıllık mücadele sonucunda kazandıkları hakları bir anda geri aldı.

Ertesi gün Amerikan tarihinin en büyük emekçi eylemlerinden birisi gerçekleşti. Amerikan medyası, bu olayı ne kadar ısrarla görmezden gelirse gelsin, 100 bin kişiye varan bir kalabalık yürüdü Wisconsin’de. Eyalette Vietnam Savaşı sırasında düzenlenen gösterilerin hepsinden daha büyük bir eylem!

***

Bütün bunları değerlendirince, Walker’ın bu yasayı çıkarmak için neden bu kadar çabaladığını merak ediyor insan.

Önceki yazımda belirtmiştim; Walker, şu anda oturduğu koltuğu seçim sürecinde kendisine para akıtan petrol milyarderi Koch kardeşlere borçlu. Bu yüzden onların hayatlarını adadığı sendika mücadelesi Walker’ın da mücadelesi olmuş. Bu şekilde borcunu ödeyip kendi yerini sağlamlaştırdığını düşünüyor...

Wisconsin’de olanlar, eyalet sisteminin sakıncalarını ortaya koyması bakımından da iyi bir örnek oluşturuyor. Bir bakıyorsunuz Amerika'da bir gün bir çılgın vali çıkıyor evli kadınların kocalarının izni olmadan saçlarını kestirmesini engelliyor; bir diğeri mastürbasyonu ve lolipopu yasadışı ilan ediyor; bir başkası kadınların korse giymesini yasaklıyor...

Scott Walker’ın yaptığı da, kendi çıkarı için varlıklı azınlığı desteklemek adına demokrasiye darbe indirmek. Ancak Wisconsin’de yanan ateş çabuk sönecek gibi değil. Şimdi eyalette genel grev çağrısı yapılıyor. Vali’ye ve Cumhuriyetçi Parti’ye duyulan tepkiden sonra Obama’nın o bölgede seçimi kazanma olasılığı çok yüksek.

Peki Vali Walker, bunca insanı karşısına alarak aslında kendi bindiği dalı kesmiyor mu aslında?

Eğer ideal bir demokraside olması gerektiği gibi yöneticileri halkın özgür iradesiyle oy verdiği seçimler belirliyorsa, o zaman bindiği dalı kesiyor. Ama dünyanın hiçbir yerinde ideal demokrasi yok. Bugünün dünyasını şirketler yani para yönetiyor.

Bakalım Walker’ın siyasi geleceği ne olacak? Güvendiği milyar dolarlar özgür halk iradesi üzerinde ne kadar etkili olacak?

Bakalım hayatının her aşamasında Tanrı’nın emirlerini yerine getirdiğini söyleyen Walker, onca emekçinin hakkını yemenin bedelini nasıl ödeyecek?

-

13 Mart 2011 Pazar

Bölünüp Yönetilen Medya

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 13 Mart 2011

Bir hareketi, bir örgütü zayıflatmak istiyorsanız, uygulayacağınız en etkili yöntem o hareketin/örgütün üyeleri arasına nifak sokup bölünmelerini sağlamaktır. Sömürünün sürdürülebilmesi için, zulme karşı çıkan grubun dağıtılarak parçalanması mantığına dayanır.

Bunu söyleyerek yeni bir yol keşfetmiş değilim elbette. Herkesin bildiği bir yöntemdir; yıllardır da birçok alanda uygulanır.

Böl-yönet politikasının dünya çapında en başarılı uygulayıcısı, kuşkusuz Amerika’dır. Vietnam’dan bu yana Amerika’nın ajandasından hiç eksik olmadı bu yöntem. En son Irak’ı parçaladılar; şimdi bazıları Obama geldi Amerika Irak’tan çıkıyor diye sevine dursun, onlar çoktan Irak’ı böldü ve yönetiyor.

Böl-yönet yönteminin Türkiye’deki en etkin örneği ise, sendikacılık alanında görülür. Çalışanların, işçilerin haklarını korumak amacıyla kurulan sendikalar, bir türlü bir araya gelemez bizim ülkemizde.

Farklı iş kollarında kurulsalar da temel amaçları emekçileri korumaktır. Ama her yıl hükümetle pazarlıklar sürerken bir bakarsınız yine yan yana değiller. Birisi gitmiş patronun dizinin dibine tünemiş, onun iki dudağının arasından çıkacak lafa bağlamış kaderini. Emekçinin hakkını korur görünürken, gerçekte devlet eliyle kurdurulan ve asıl işlevi sınıfsal birliği bölmek olan sarı sendikadır o.

Sendikacılığı baltalama işindeki başarı, Türkiye’de bazılarına ciddi bir esin kaynağı yaratmış durumda. Örneğin bunun medyadaki uygulamaları uzun zamandır devam ediyor. Ancak son sekiz yıllık dönem, bu “başarının” zirve yaptığı yıllar oldu.

Türk medyasında öteden beri var olan sağ-sol, dinci-laik kamplaşmasına yeni boyutlar eklendi. Artık tartışılan sağ ya da sol görüşün argümanları değil iktidar karşısındaki tavrınız: Ya iktidar yanlısısınız ya darbeci...

İş öyle bir aşamaya geldi ki, bundan üç yıl önce (21 Mart 2008) Cumhuriyet Gazetesi İmtiyaz Sahibi ve Başyazarı İlhan Selçuk, gece yarısı evi basılıp gözaltına alındığında medyadan bütünlüklü bir tepki gelmedi. Oysa 83 yaşındaki gazeteci İlhan Selçuk da kanlı bir terör örgütüne üye olmakla suçlanmış, kendi gazetesini bombalattığı iddia edilmişti...

O zaman basında bu kan dondurucu iddialara alkış tutanlar oldu. Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Soner Yalçın’la ilgili süreçler de aynı şekilde işledi. Kimisi olanlardan kaygı duyduğunu söyledi, kimisi “Onlar zaten darbeci!” diye yargısız infaza başladı.

Ancak son operasyonda Nedim Şener ve Ahmet Şık göz altına alınınca medyadan toplu bir tepki geldi. O güne kadar basın üzerindeki baskıya susanlardan bir kısmı “Yeter artık!” dedi. Hep birlikte basın özgürlüğü için Taksim’de yürüdük. Çok farklı düşünceden medya mensupları bir aradaydı.

Ertesi gün gazetelere baktım; gazeteciler kendileri için böyle hayati bir eylemi nasıl yansıtmışlar diye merak ettim. Merkez medya dahil bazısı küçük bazısı büyük görmüştü haberi. İktidar yanlısı Yeni Şafak, Zaman, Bugün, Takvim, Star, Yeni Akit ve Milli Gazete dışında hepsi kapaktan girmişti haberi.

Yani bir kısım gazeteci, Türkiye’de basın üzerindeki baskıya karşı gazetecilerin yaptığı ortak eylemi kapaktan verecek kadar önemli bulmamıştı. Amerikan Büyükelçisi’nin bile endişelendiğini açıkladığı durum onları endişelendirmiyor demek ki...

Bu yaşananlar, böl-yönet yönteminin Türkiye’deki en başarılı uygulamasıdır. Eğer hür basın istiyorsak, "senin gazetecin / benim gazetecim" ayrışmasını bir yana bırakıp, işini yapan bir gazetecinin yazdıklarından dolayı hapse atılmamasını hep birlikte savunmak zorundayız.

-

6 Mart 2011 Pazar

ABD Başkanı'nın Sputnik Anı

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 6 Mart 2011

Dünyada bugün yaşanan çatışmaların, savaşların ardında iki büyük neden olduğunu artık herkes biliyor: Yeryüzünde giderek azalan petrol ve su. Günümüzde emperyalizmin temel amaçlarından birisi, yaşamsal önem taşıyan bu iki akışkan maddeyi kontrol etmek.

Bu yüzden insanlar doğayı katlediyor, canlı türlerini yok ediyor; hem ölüyor hem de öldürüyor...

Amerika’nın Körfez Savaşı’ndan bu yana Ortadoğu’da başlattığı petrol operasyonu, en son Irak’taki vahşete yol açtı. Milyonlarca insan hayatını kaybetti, evsiz barksız kalıp yerini yurdunu terk etti.

Amerika’da mantıklı düşünenen insanlar, uzun süredir petrol bağımlılığının azaltılması gerektiğini; aksi halde emperyal emellerin sonunun gelmeyeceğini söylüyor. Obama yönetimi iş başına geldiğinden beri, bu konuda nasıl bir tavır alınacağı merak konusuydu.

ABD Başkanı, Ocak ayında yaptığı Ulusa Sesleniş konuşmasında, sanayicileri temiz enerjiye yatırım yapmaya çağırdı. Nedenini de şöyle açıkladı:

Yarım yüzyıl önce Sovyetler uzaya Sputnik uydusunu gönderip bizi bu yarışta geçtiğinde, onları Ay'da nasıl yeneceğimize dair hiçbir fikrimiz yoktu. Ama daha iyi bir araştırma ve eğitim sürecinden sonra, sadece onları alt etmekle kalmadık, yeni sanayiler ve milyonlarca yeni iş yaratan bir keşif dalgası yaşadık. Şimdi de bu bizim Sputnik anımız. İki yıl önce, uzay yarışından bu yana görmediğimiz gelişme düzeyine erişmeliyiz. Biyomedikal araştırma, bilgi teknolojileri ve özellikle temiz enerji alanında yapılacak yatırım, hem güvenliğimizi artıracak, hem gezegenimizi koruyacak hem de insanlarımız için yeni işler yaratacak.

***

Obama bu konuşmayı yaptıktan sonra, bu amaca hizmet edecek bir bütçe hazırlayıp Kongre’ye gönderdi. Beyaz Saray’ın planına göre, 2035 yılına kadar Amerika’nın kullandığı elektriğin yüzde sekseninin temiz enerji kaynaklarından sağlanması gerekiyor.

Nükleer enerji, temiz kömür ve doğal gazın yanında rüzgar ve güneş enerjisi de kullanılmalı” diyor Obama. Bu nedenle de, petrol şirketlerine yapılan 46 milyar dolarlık federal yardımı kesmeyi ve çevreci yasaları genişleterek vergileri artırmayı planlıyor.

Ne var ki, yeni tasarı petrol endüstrisi devlerini epey rahatsız etti... Exxon Mobil, Chevron ve Koch Industries gibi dev firmaların da aralarında olduğu 450 petrol ve gaz şirketini temsil eden Amerikan Petrol Enstitüsü (API), derhal karşı atağa geçti ve mayıs ayından itibaren siyasi parti adaylarına bağışta bulunacaklarını açıkladı.

Amerika’da siyasi kampanyalarda dönen paranın büyük bölümü zaten petrol şirketlerinden geliyor. Ancak bu zamana kadar, API, lobi çalışmaları için para desteği sağlıyordu. Oysa yeni karara göre, doğrudan siyasi parti adaylarına bağış yapma kararı alındı.

Enstitünün Hükümetle İlişkilerden Sorumlu Başkan Yardımcısı Martin Durbin, “Sonuçta bizim görevimiz politik süreci etkilemek” diyor.

Böylece Amerikan siyaseti petrol endüstrisine dayalı bir Siyasi Faaliyet Komitesi (Political Action Committee-PAC) daha edinmiş oldu. Amerika’nın buna ihtiyacı var mıydı? Hayır.

Geçen yıl Kongre ve Beyaz Saray’daki lobi çalışmaları için 7.3 milyar dolar harcayan bu grup, bakalım bu yıl kaç milyar dolar daha saçarak iyice zehirleyecek Amerikan siyasetini?

Diyorum ki; Amerikalı politikacılar önce şu göstermelik “dünyaya demokrasi taşıma şovuna” ara verse, sonra da enerjilerini Amerika’daki korporatokrasi/plütokrasiyi dizginleyip demokrasiyi kendi ülkelerinde kurmak için harcasa daha iyi olmaz mı?

Kanımca, bir başkanın Amerikan siyaset sahnesindeki Sputnik anı, bunu yapabildiği andır.

-