5 Ekim 2009 Pazartesi

Irk Temelli Siyasete Coetzee Yorumu

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 4 Ekim 2009

Edebiyatın en saygın ödüllerinden Man Booker’ın bu yılki sahibi iki gün sonra açıklanacak. Uzun bir listeden elenerek seçilen altı adaylık son listede, kitaplarını çok beğendiğim J. M. Coetzee de var.

Güney Afrikalı yazar, daha önce Nobel’in yanı sıra, iki kere de bu prestijli ödülü almıştı. Bu defa yeni kitabı “Summertime” ile aday gösterildi. Eğer bu yıl da ödüllendirilirse, Man Booker’ı üçüncü kez kazanan ilk yazar olacak.

Yine çok konuşulacak mükemmel bir eser yazmış Coetzee; ama bu yazının konusu, kitabın edebi özellikleri değil, kitapta yer alan bazı düşünceler...

***

Ancak asıl konuya gelmeden önce bir noktayı belirtmem gerekiyor. “Summertime”, Coetzee’nin çocukluğunu anlattığı “Boyhood” ve gençlik dönemini yansıtan “Youth” adlı otobiyografik (kendi deyişiyle “autre-biography”) romanlarının devamı.

Bu üçlemenin son halkasında da, kurgu ile gerçek olanın birbirine karıştığı “fictionalised memoir” (kurgulanmış yaşam öyküsü) denilen ilginç bir yöntem kullanıyor Coetzee...

Roman, esas olarak, Vincent adlı İngiliz bir yazarın, yıllar önce vefat eden ünlü bir yazarın biyografisini hazırlarken, onun hayatında önemli rol oynayan beş kişiyle yaptığı röportajlardan oluşuyor.

İlginç olansa, ölen yazarın adı da John Coetzee... Kitaptaki röportajlar, roman kahramanı Coetzee’nin gerçek hayattaki yazar Coetzee ile aynı kişi olduğunu düşündürüyor; hayatları bire bir aynı olmasa da, büyük oranda örtüşüyor...

Bu röportajlardan birisi, Coetzee’nin Cape Town Üniversitesi’ndeki çalışma arkadaşlarından Sophie adlı bir öğretim görevlisi ile yapılmış. Coetzee’nin Güney Afrika’daki özgürlük hareketi ile ilgili görüşlerini ortaya koyan bu konuşmanın bir bölümünü kısaltarak aktarıyorum.

***

Sophie: Eğer özgürlük hareketi, Güney Afrika'daki siyah nüfusun özgürlüğü anlamına geliyorsa, Coetzee bununla ilgilenmiyordu. Özgürlük mücadelesine karşı değildi, bunun haklı olduğunu kabul ediyordu. Ama yeni Güney Afrika’nın gittiği yön, onun için yeterince ütopik değildi.

V: Yeterince ütopik olan neydi?

S: Maden ocaklarını kapatmak. Silahlı güçleri ortadan kaldırmak. Otomobilden vazgeçmek. Evrensel düzeyde vejetaryenlik. Sokaklarda şiir okumak. Bunun gibi şeyler...

V: Bir başka deyişle, şiir, saban sürmek ve vejetaryenlik için savaşmaya değer ama ayrımcılığı sona erdirmek için değmez, öyle mi?

S: Hiçbir şey için savaşmaya değmez. Çünkü savaş, sadece nefret ve öç döngüsünü sürdürmeye yarar... O, Afrika’ya romantik bir bakış açısıyla bakıyordu. Afrikalıları, beden ve ruh gibi ayrılmaz bir bütün olarak görüyordu. Siyah nüfusa karşı yakınlık içinde değildi. Aklının gerisinde bir yerlerde, "Onlar", “Biz”e karşı duranlardı...

V: Afrikalılar “Onlar” ise, “Biz” kimdi?

S: “Biz”, temel olarak “Renkli” insanlardı. Bu, istemeyerek kullandığım bir tanım. Coetzee de, olabildiğince uzak dururdu. Bu, onun ütopyacı felsefesinden kaynaklanıyordu.

...O, Güney Afrika’da kimsenin kendisini Afrikalı, Avrupalı, siyah ya da beyaz olarak adlandırmadığı; aile kökenlerinin iç içe geçtiği, insanların etnik olarak ayrıştırılmadığı, yani Renkli olacağı günün özlemini duyuyordu...


***

Bu fikirler, Coetzee'nin "Diary of a Bad Year" (Kötü Bir Yılın Güncesi) adlı kitabında "kötümser dinginci anarşizm" (pessimist quietist anarchism) olarak tanımladığı politik görüşe de uygun düşüyor. Tartışılacak yanları olabilir; fakat şu nokta kesindir:

Irk temelinde siyaset, aynı topraklarda yaşayan vatandaşların beden ve ruh gibi bütünleşmesinin önünde engeldir.

Hiç yorum yok: