10 Ağustos 2009 Pazartesi

Gafletin Böylesi...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 9 Ağustos 2009

Bir süredir okuduğum “Muslim Women Reformers- Inspiring Voices Against Oppression” (Müslüman Kadın Reformcular- Zulme Karşı İlham Verici Sesler) adlı kitabı henüz bitirdim. Geçen ay Prometheus Books tarafından yayımlanan kitabın yazarı, Avustralyalı kadın psikiyatrist Ida Lichter.

Lichter, 513 sayfalık eserini, “Reform için savaşıp, Cihad’ın hedefi olarak yaşamını kaybeden Müslüman kadın kahramanlara” adamış. Çoğunluğu Müslüman coğrafyasında yaşayan bu kahramanların hikayelerini ülkelerine göre ele almış.

Bazı eksikleri olmakla birlikte, bana göre, okumaya değer bir çalışma yapmış Lichter...

Kitabı elime alır almaz, Türkiye ile ilgili yazılanlara baktım. Bu başlıkta sadece iki sivil toplum örgütünden söz ediliyor. Birisi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde kurulan ilk kadın merkezi KA-MER; diğeri de, Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği KA-DER.

Türkiye’ye ayrılan sekiz sayfalık bölüm, Atatürk devrimleriyle Türk kadınına verilen haklarla başlıyor. Neler anlatılıyor?

1926’da Medeni Kanun’un kabulüyle çok eşlilik yasaklandı....

Eğitim, boşanma, miras gibi konularda kadınlara eşit haklar sağlandı...

Türk kadını, 1930’ların ortalarına kadar seçme ve seçilme hakkını kazandı...

17 Türk kadını ilk kez Meclis’e girdi...

Türkiye, 1934 yılında, dünyada bir kadının yüksek mahkemede göreve seçildiği ilk ülke oldu. (Kitapta adı verilmemiş ama biz burada analım; dünyada “ilk kadın Danıştay daire başkanı” olarak adını tarihe yazdıran kişi Firdevs Menteşe’ydi.)

Bütün bunlardan sonra Atatürk’ün şu sözüne yer verilmiş; “Siyasi ve sosyal hakların kadın tarafından kullanılmasının, insanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli olduğuna inanıyorum.

***

Fakat Türkiye ile ilgili sorun şu ki; yeni kurulan Cumhuriyet’te kadın hakları konusunda atılan o büyük adımlara karşın, bugün Türk kadını, sosyal ve siyasal alanda olması gereken yerin çok gerisindedir...

Ida Lichter, kitabında “1990’lardan bu yana Türkiye’nin İslami köktendinciliğin dirilişine tanık olduğunu; kadın hayatının (ve bedeninin), İslam’ı modernleştirme çabaları için bir sahne haline geldiğini,” yazmış.

Peki, ne oldu da “insanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli olan haklardan” vazgeçme gafletine düşüldü?

Nasıl oldu da Türkiye, 83 yıl önce Ortadoğu’da ve hatta dünyada kadın hakları konusunda önder bir ülkeyken, bugün döneminin çok gerisine düştü?

Geçmişte kadınların birçok alanda öncü olabildiği bir ülke, neden 2000’lerde kadın-erkek eşitliğinde Avrupa standartlarını yakalayamadı?

Zaman ilerledikçe gündeme gelen bu geriye gidişin sorumluları olmalıdır...

Kimlerdir onlar?

Kadının hayatını ve bedenini tahakküm altına alma gayretine düşenlerdir elbette...

2007’de hazırladıkları anayasa taslağında, kadınları “çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korumayı gerektiren kesimler” arasında sayanlardır...

“Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir” şeklindeki maddeyi kaşla göz arasında değiştirme hevesine kapılanlardır...

Kadına, “Meslek sahibi ol, ekonomik özgürlüğünü kazan,” demek yerine, durmadan en az üç çocuk doğurmasını öğütleyen siyasetçilerdir...

Kadın üzerinde egemenlik kurmak için dini siyasete alet edenlerdir...

Açıkça bir baskı aracı olan türbanı, çarşafı, “özgürlük” adına savunanlardır...

Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı uygarlık yolunu, laiklik ilkesinden verdikleri ödünlerle tıkayanlardır...

İnsanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli haklardan vazgeçenlerdir...

Bu, gafletin ta kendisidir...

Hiç yorum yok: