7 Aralık 2009 Pazartesi

İtalya'daki alternatif dünya

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 6 Aralık 2009

Bayram haftasını İtalya’da geçirdim. Bu yazıyı da Milano ile Venedik arasındaki gidiş-dönüş tren yolculuğumda yazıyorum. Etraftaki İtalyanlar ve turistler, yüksek sesle ve sürekli konuşuyor; ama kulaklığı takınca ortamdan soyutlanmak olanaklı...

Popüler kültürde İtalya deyince akla ne gelir? Pizza, makarna, opera, futbol, moda, son yıllarda da Berlusconi ve skandalları... Benim İtalya gezim, bu çerçevenin tamamen dışına çıktı; sanki gerçek dünyanın dışında alternatif bir dünyada geçti tüm zaman...

Bu müthiş deneyimi, dört kişiye borçluyum: Edward Hopper, Frank Gehry, Yayoi Kusama ve Leonardo da Vinci...

Bakın bu dört sanatçı, dünyamı nasıl değiştirdi?

***

Milano’ya gitmeden önce kentte büyük bir Edward Hopper sergisi olduğunu öğrenmiştim. Daha önce bazı müzelerde eserlerini görmüş olmama karşın, bütünüyle Hopper’a ayrılan bir sergi gezmemiştim.

Palazzo Reale’deki sergi, Hopper’ı hiç tanımayan bir insanı bile neredeyse bu konuda uzman yapacak kadar ayrıntılıydı. Aklımı en çok meşgul eden bilgi, Hopper’ın bir duvara yazılan şu sözü oldu:

Tek isteğim, bir evin duvarına düşen ışığı resmetmekti.” Hiç kuşkusuz, istediğini başardı Hopper; duvara düşen ışığın en güzel resimlerini yaptı... Tablolarındaki imajlarla sessizliği konuşturdu...

Kentteki izole yaşamı aktaran resimleriyle Amerikan gerçekçiliğinin sembollerindendi. Fakat ilginç bir şekilde, bir süreliğine de olsa, sanatıyla izleyeni başka bir dünyaya götüren de oydu...

***

Milano’daki ikinci durağım, Frank Gehry sergisiydi. Triennale Tasarım Müzesi’ndeki sergide, ünlü mimarın dünyanın çeşitli yerlerinde yaptığı binaların ilginç öyküsü, orijinal çizimler ve maketlerle anlatılmış.

Muhteşem binalarıyla herkesin hayranlığını kazanmış bir mimar Gehry. Gerçekle hayali birbirine geçiren görkemli tasarımları insan aklını zorluyor. Ama sergide öğrendiğime göre, kendisi hep ressamlara özenirmiş...

Önünüzde boş bir kağıt ve renklerle dolu bir paletiniz var. İlk fırça darbesi nasıl olacak? Bu müthiş bir his!” diyor Gehry. Doğrusu, onun eserlerine baktıkça da bende aynı duygu uyanıyor...

Gehry’nin dehası ile çarpılmışken hiç ara vermeden Leonardo da Vinci’nin “The Last Supper” (Son Yemek) isimli tablosunu görmeye gittim.

UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ndeki Santa Maria delle Grazie adlı eski bir kilisede yer alıyor ünlü tablo. 15. yüzyıldan kalma bir duvar resmi... Tozdan ve ışıktan özel yöntemlerle korunan eserin güzelliği, insanın nefesini kesiyor...

Benim “Son Yemek”ten etkilenmemin, Dan Brown’un “Da Vinci Şifresi” adlı kitabıyla hiçbir ilgisi yok. Ama söylenene göre, resme olan ilgi, o kitaptan sonra epeyce artmış. O kadar ki, resmi görmek için, en az bir hafta önceden rezervasyon yaptırmanız gerekiyor.

Bunların üzerine son olarak da, PAC Milan'daki Yayoi Kusama sergisini görünce, tam bir görsel sanatlar ziyafeti çıktı ortaya. Japon sanatçının benekler, ağlar ve aynalara olan saplantılı tutkusuyla yarattığı eserler, gerçekten çok çarpıcı. Bize yanılsama gibi gözüken her şey, onun dünyasında bir gerçek...

***

Bu gördüklerimden sonra, İtalya denince benim aklıma kesinlikle pizza, futbol ya da Berlusconi gelemez. Sanatla dolu alternatif bir dünya var bu ülkede... İtalya, bunu iliklerine kadar hissettiriyor insana...

2010’da Avrupa’nın kültür başkenti olmaya hazırlanan İstanbul yaşatabilecek mi aynı duyguyu? 2010’a bir aydan az bir zaman kaldı ve U2 konserinden başka ses getirecek bir proje duymadık henüz...

İstanbul, şanına yakışır bir kültür başkenti olabilecek mi? Alternatif dünyalar sunabilecek mi?

1 yorum:

GÜVEN SERİN dedi ki...

Kendi küçük köşemden kocaman dünyaya bakış için; teşekkürü borç bilirem.

Milyarlık gezegenin içinde, milyar sayıdaki insan içinde birazçık farklı olmak; ne hoş,ne soylu bir şey...