11 Eylül 2011 Pazar

Bitmeyen kâbus

© Zülal Kalkandelen /Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 11 Eylül 2011

10 yıl önce bugün New York’ta bir kâbus gördüm. Aslında kentin mevsim olarak en güzel aylarından biridir eylül. Ağaçlardaki yeşil yaprakların sarı ve kırmızıya dönüştüğü, aşırı sıcak ve nemli havaya veda edilen günleriyle sonbahar çok güzeldir New York’ta.

Yine öyle bir günün sabahında Times Square civarında yürürken hızla karşı yönden koşarak yaklaşan 40’lı yaşlarında bir adamı gördüm. Avazı çıktığı kadar “Korkunç! İnanılmaz!” diye bağırdığı için, doğrusu bir an New York’ta sık rastladığım türden garip birisi olabileceğini düşünüp pek de önemsemedim. Ancak çok geçmeden, yaşanmakta olan büyük bir felaketi haber verdiğini anlayacaktım.

Yüzündeki dehşet ifadesiyle deli gibi koşan adamın hemen ardından sokaklara hakim olan panik görüntüsü ve siren sesleri, büyük bir kaosun habercisiydi.

Tam o sırada elektronik ürünler satan bir mağazanın önünde biriken kalabalığa rastladım. Bir grup insan, ağızları açık bir şekilde vitrindeki dev televizyon ekranından CNN’i izliyordu. “Ne oluyor?” diye sormamla televizyonda Dünya Ticaret Merkezi’ne çarpan uçak görüntülerini görmem bir oldu.

Görüntü o kadar inanılmazdı ki, New York’tan canlı yayın yapıldığını belirten “Live from New York City” yazısını görsem de, bir süre “Olamaz” diyerek bakakaldım ekrana.

Yaşadığımız şokun etkisiyle mağazanın önünde adeta vitrine yapışmış bir halde kaç dakika kaldığımızı tahmin edemiyorum. Sonra neden birden o kalabalığın içinden hızla çıkıp sokaklarda amaçsız ve rotasız bir şekilde yürümeye başladım; onu da bilmiyorum.

Metro ve diğer toplu taşıma araçları çalışmadığından yollar yürüyen insanlarla dolmuştu. Her zamankinden kalabalıktı New York sokakları ama o güne kadar hiç o derece yalnız hissetmemiştim kendimi. İnsanların gözünde gördüğüm korkudan ürkmüştüm. Cep telefonumla birilerini aramak istedim ama çalışmıyordu.

Henüz sabah saatleri olmasına karşın dükkanlar ardı ardına kapanıyor, yollar polis kaynıyordu. Arada bir televizyon ekranı gördüğüm mağazalara girip, durumun ne olduğunu takip etmeye çalıştım. 107. katında “Windows on the World” adlı barda içki içip dans ettiğimiz Dünya Ticaret Merkezi'ne uçağın girişini gördüm. Aklıma her gün o binanın altındaki istasyondan metroya binen Tayvanlı arkadaşım Yuki geldi. Acaba olay sırasında orada mıydı?

Yaklaşık bir saat yürüyerek o sırada yaşamakta olduğum kentin Yukarı Doğu Yakası’ndaki eve ulaştım. Belki ev arkadaşımı bulurum umuduyla kapıyı açtığımda gördüğüm manzara şuydu: Masada üzerinde bitmemiş yemeklerin durduğu iki tabak, açık bırakılmış pencereler ve kapatılmamış bir televizyon ekranında kağıttan bir bina gibi yıkılan Dünya Ticaret Merkezi görüntüsü...

Ani gelen bir haberle terk edilmiş ev manzarasıydı karşılaştığım. Televizyonun karşısına oturup bir süre kulelerin yıkılışını izledim. Sonra pencereden içeri dolan bir kokuyla irkildim. Televizyonda uyarı yazısı geçiyordu: Saldırıdan sonra çıkan yangın nedeniyle kente yayılan dumanı solumamak için pencerelerinizi kapatın.

Uzmanlara göre, şehri günlerce saran koku, eriyen materyaller ile yanarak can veren 2977 insanın kokusuydu. Aslında soluduğumuz, terörün, insan hırsının, fanatizmin, vahşetin, şiddetin, ölümün ve yalanın pis kokusuydu.

O günden sonra o koku daha da keskinleşti. Amerika’nın teröre karşı savaş stratejisi yeni bir boyut kazandı. Kendisi için tehdit olarak gördüğü ülkelere karşı önleyici saldırı doktrinini resmi politika olarak uygulamaya sokan ABD’nin militarizasyonu şiddetlendi.

Bugün hâlâ dünyanın her yerinde bombalar patlıyor, pilotsuz uçaklarla siviller vuruluyor. Kâbus hiç bitmiyor...

-

Hiç yorum yok: