7 Temmuz 2008 Pazartesi

Din ve İnanç

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/6 Temmuz 2008

"Do You Believe?"

Bu kitap başlığı, New York’ta bir kitapçıda yeni satışa çıkan yayınlara bakarken dikkatimi çekmişti. İlginç olan, yalnızca okuyucuyu bir anda yakalayan "İnanıyor musunuz?" sorusu değil, aynı zamanda kitabın çarpıcı bir sadeliği yansıtan kapak tasarımıydı. Alt başlık ise, merakı iyice kamçılayacak cinsten: “Tanrı ve Din Üzerine Konuşmalar”.

Antonio Monda'nın yeni kitabından söz ediyorum. Monda, New York Üniversitesi’nin Tisch Güzel Sanatlar Okulu’na bağlı Kanbar Film ve Televizyon Enstitüsü’nde öğretim üyesi. Aynı zamanda ödüllü bir film yönetmeni. Aklına iyi bir fikir gelmiş, sanat ve edebiyat dünyasının tanınmış isimleriyle Tanrı ve din hakkında röportajlar yapıp kitaplaştırmış.

Bu isimler arasında, Paul Auster, Toni Morrison, Salman Rüşdi, Arthur Schlesinger Jr., Michael Cunningham gibi dünyaca ünlü yazarlar ve tarihçiler ile Martin Scorsese, Jane Fonda, Spike Lee, David Lynch gibi sinemacılar var.

Kitabı okurken, Monda’nın Katolik olduğunu anlıyoruz. Ama röportajları, herhangi bir görüşü dayatmadan, bu hassas konularda ufuk açıcı tartışmaların ortaya çıkmasını hedefleyerek yapmış. Konuştuğu kişilerin kimisi ateist, kimisi agnostik (bilinmezci), kimisi de inançlı ama organize dinlerle sorunu var.

Herkese genel olarak aynı soruları yöneltip, onların düşüncelerinin dayanaklarını bulmaya çalışmış Monda. Sorulardan birisi, Dostoyevski'nin Karamazof Kardeşler romanından alıntılanan "Tanrı yoksa herşey mübahtır" görüşüne katılıp katılmadıkları. Yanıtı aranan esas konu ise, insanın içsel ahlak duygusunun Tanrı'ya olan inancına bağlı olup olmadığı...

Agnostik olduğunu açıklayan tarihçi Arthur Schlesinger Jr., bu yöndeki soruyu yanıtlarken, "İnsanoğlu medeni bir toplum yaratmak için yasalar ve kurallar koyabilmiştir. Tolerans göstermeye ve sevmeye muktedirdir," görüşünü dile getiriyor.
Kutsal bir güç olduğuna inanan ama hiçbir organize dine mensup olmayan David Lynch ise, iyiliğin ve kötülüğün kendi içimizde olduğunu düşünüyor.

Yönetmen Spike Lee, bir yanda elimizde öğretiler ve emirler varken, diğer yanda organize din ve onu temsil edenlerin olduğunu belirtiyor. Örnek olarak da, dini çatışmalar sırasında Tanrı adının suistimal edilişini, Pat Robertson adlı Protestan rahibin, Venezüella Devlet Başkanı Chavez’in katli yönünde çağrı yapışını hatırlatıyor.

Röportajlarda savunulan görüşler bazı noktalarda birbirinden o kadar farklı ki, inancın neden tamamen Tanrı ile birey arasında bir mesele olduğu çok açık bir şekilde ortaya çıkıyor.

Örneğin Michael Cunningham, Tanrı'yı siyah bir kadın olarak hayal ederken; oyun yazarı/şair Derek Walcott, ak sakallı yaşlı bir beyaz adam olarak düşünüyor. İnsanların hayaline müdahale edemeyeceğinize göre, onları kendi inançlarıyla baş başa bırakmak en doğrusu.

Din konusunda günümüzde yaşanan en önemli iki tehlikeyi, bana göre, Paul Auster ve Michael Cunningham ortaya koyuyor. Dinin köktendinci eğiliminden neden dehşete kapıldığını anlatırken şöyle diyor Auster: “Kesinlikçilik (absolutism) ile ilgili sorun, insanı gerçeği bulduğuna inanmaya yöneltmesidir. İşe bu varsayımdan başlarsanız, her türlü çarpıtmaya açık hale gelirsiniz ve görüşlerinizi paylaşmayanları insanlıktan çıkarırsınız.

Dinin siyasette kullanımı ile ilgili olarak Michael Cunningham’ın üzerine parmak bastığı sorun ise, Türkiye'yi de yakından ilgilendiriyor: "Ülkeleri din yönetmemeli. Dinlerde tek bir insan tipi, toplumlarda ise çeşitlilik vardır."

İşte tam da bu nedenle lailkliğe dört elle sarılmamız gerek...

Hiç yorum yok: