1 Nisan 2012 Pazar

Müziğin Gücü

© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 1 Nisan 2012

Geçen haftayı Teksas’ın başkenti Austin’deki bir müzik festivalinde geçiren ve o sürede adeta dünyanın geri kalanıyla bağlarını koparan bir yazar ne yazar? Bence insanoğlunun en büyüleyici keşiflerinden birisi olan müzik hakkında yazar.

Bugün bu yazıyı okuduğunuz dakikalar boyunca sizleri farklı bir dünyaya götürmek istiyorum. Savaşın, katliamın olmadığı, insanların canlı müzik dinleyip yeni grupları keşfetmek için yüzlerce mekan arasında günlerce mekik dokuduğu bir atmosfer düşünün.

Austin'deki South by Southwest (SXSW) adlı festivalde böyle bir ortam vardı. Yorgunluktan bayılacak kadar koşuşsanız da, ayaklarınız su toplasa da, uykusuz kalsanız da yüzünüzün güldüğü bir ortam. Müziğin gücünü ve saflığını iliklerinize kadar hissettiğiniz bir ortam...

Irk, din, dil, yaş, cinsiyet, etnik köken farklarını ortadan kaldıran büyük bir güç müzik. Festivalin açış konuşmasını yapan rock müziğin ‘Patron’u Bruce Springsteen de müziğin anlamı üzerine görüşlerini anlatırken bu konuya değindi. Müzik türleri arasındaki farklılaşmanın ayrışmaya neden olmayacağını şu sözleriyle anlattı:

İnsani ifade ve deneyimlerin saflığı gitar, tüp, pikap ya da mikroçiplerle sınırlı değildir. Bunu yapmanın doğru ya da katıksız, düz bir yolu yok. Söz konusu olan sadece yapılmış olmasıdır.

Bir müzisyenin insan olmaktan kaynaklanan duygularını ve deneyimlerini ne şekilde olursa olsun; gitarla, elektronik aletlerle, vokalle ya da bilinmeyen ama kendi yaptığı bir aletle dışavurumundan doğuyor müzik. Onu ne şekilde anlattığı değil, anlatması önemli olan. Gerçek anlamda müziğe punk bakış açısını yansıtıyor Springsteen’in görüşü.

***



Buradan sözü SXSW kapsamında izlediğim bir filme bağlayacağım. Emmett Malloy’un yönettiği “Big Easy Express”in dünyadaki ilk gösterimi yapıldı Austin’de. Bir müzik belgeseli niteliğindeki film, Mumford & Sons, Edward Sharpe & The Magnetic Zeros ve Old Crow Medicine Show adlı üç ayrı grubun geçen yıl Amerika’da eski bir trenle çıktığı turneyi anlatıyor.

Müzisyenler Kaliforniya’dan Teksas’a, Oakland’dan New Orleans’a kadar farklı yerlere uğrayıp konser vermek için kilometrelerce yol kat etmiş; Malloy da onlarla birlikte düşmüş yola.

Filmde beni en çok etkileyen nokta, müzisyenlerin nasıl gelişeceğini bilmedikleri bir maceraya atılırken duydukları heyecan oldu. Filmin gösterimi sonrasında izleyicilerin sorularını yanıtlarken, bunun kendileri için tinsel bir deneyim olduğunu anlattılar.

Yolculuk sırasında verdikleri molalarda bozkırda kendi kendilerine çalıp söyleyişleri, tren hızla giderken kendilerini eğlendirmek için yaptıkları müzik, insan olmayla ilgili en güzel deneyimleri yansıtıyordu. Springsteen’in dediği gibi, önemli olan söyleyeceklerini ne aracılığıyla söyledikleri değil, sadece söylemeleriydi...

Müziğin saflığı tam da bu noktada. İnanmadığınız bir şeyi tüm dünyaya karşı haykıramaz, onu milyonlarca insanla paylaşmak istemezsiniz. Üstelik bir kere söyleseniz bile dünya döndüğü sürece o şarkı çalınır, duyulur, sizin kimliğiniz olur.

James Brown, yıllar önce bir konserinde Bruce Springsteen’in adını anımsayamadığı için “Mr. Born in the USA de aramızda" demiş. Springsteen, bu anısını gülerek anlatıyor; hiç üzülmemiş bu duruma, aksine James Brown’un kendisinin şarkısını bilmesinden gurur duymuş.

Müzik, etkisini yıllar geçse de saflığını yitirmeyecek şarkılardan, duygulardan alıyor ve bana içinde yaşadığımız ülkedeki sıkıntılara dayanma gücü veriyor. Sizin de günleriniz müzikle dolsun!

(Not: Bu yazıyı geçen haftaki sayı için yazmıştım ama yayınlanamadı. Yazı, 13-19 Mart'ta Austin'de geçindiğim haftayı anlatıyor.)

Hiç yorum yok: