21 Şubat 2012 Salı

Sol Haber Portalı ile "İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri" adlı kitabım hakkında yaptığımız söyleşi

7 Şubat 2012

Gerek görsel gerekse yazılı medyada uzun yıllar çalışmış, şu anda da Cumhuriyet gazetesinde sanat ve siyaset yazılarına devam eden Zülal Kalkandelen ile son kitabı “İdris Küçükömer’in tezleri: İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri” üzerine konuştuk.

Gazeteci/Yazar Zülal Kalkandelen, uzun yıllardır gerek görsel gerekse yazılı medyada faaliyet gösteren bir isim. Bundan önce yayınlanmış 3 kitabı bulunuyor. Kalkandelen ile Cumhuriyet Kitapları'ndan çıkan 4. ve son kitabı “İdris Küçükömer’in tezleri: İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri” üzerine sohbet ettik.


soL: Uzun yıllardır medyada televizyon programı yapımcılığı, gazetecilik, köşe yazarlığı gibi çeşitli alanlarda çalışıyorsunuz. İlk olarak sizi tanımayan okuyucularımız için kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

Zülal Kalkandelen: Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümü mezunuyum. Yüksek lisansımı Mülkiye'de Siyaset Bilimi bölümünde yaptım. Cumhuriyet gazetesinde pazar günleri “Dünyalı Yazılar” başlıklı köşemde genellikle siyaset ve daha çok Amerika odaklı yazılar yazıyorum. Onun dışında müzik yazılarım da aynı gazetenin kültür sayfasında yayınlanıyor. Siyaset dışında müzik, en heyecan duyduğum alan. Uzun yıllardır müzik yazılarımı topladığım aktif bir blogum var. Yayınevlerine dışarıdan çeviriler de yaptım ama son yıllarda çeviriden çok editörlük üzerinde yoğunlaştım. Bu son çıkanla birlikte yayımlanmış 4 kitabım var.

Bunların öncesinde daha çok görsel medyada çalıştım, NTV, Kanal E, CNBC-e bünyesinde programlar yaptım. Görsel medya dönemi benim açımdan oldukça ders verici oldu. Medyada dönen ilişkilerin perde arkasını görme fırsatım oldu. Pek de bana göre değildi açıkçası; çünkü hep birilerine yaranmanız gerekiyor ve ne yaparsanız yapın birinin adamı olmadığınız sürece her zaman tehlikedesiniz. Nitekim öyle de oldu; işten çıkartıldım. O dönem çok sayıda insan işini kaybettiği için, en azından 1 yıl boyunca kimsenin medyada iş bulma şansı yoktu. Bir süre yurtdışında yaşamak hep istediğim bir şeydi. O sırada ABD’ye gittim ve uzun süre New York'ta yaşadım. O yıllar benim açımdan çok verimliydi, ilk 3 kitabımı o dönemde yazdım. 11 Eylül'den sonra Cumhuriyet’e New York yazıları yazmaya başladım. Demokratik Parti ve Cumhuriyetçi Parti kongrelerini gazete adına izledim. Aynı dönemde bazı dergilere New York'tan haber yazıyor, röportajlar yapıyordum. Giderek yurtdışında kalma sürecim uzadı ve bana iyi bir ders, önemli bir hayat deneyimi oldu. Çünkü ABD’yi yaşayarak tanımak, Türkiye’ye dışarıdan bakmak insanın ufkunu açıyor.

“İdris Küçükömer’in tezleri: İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri” isimli yeni kitabınız Cumhuriyet Kitapları’ndan çıktı, bu sizin 4. kitabınız. Yeni diyorum ama aslında yüksek lisans teziniz ve üzerinden epey zaman geçmiş bir çalışma. Buna rağmen güncelliğinden bir şey kaybetmediğini de görüyoruz. Neden bunca yıl sonra bu çalışmayı kitap haline getirmeyi düşündünüz?

Sizin de söylediğiniz gibi güncelliğinden hiçbir şey yitirmedi. İlk başta yayımlamayı düşünerek yapmamıştım bu çalışmayı, ancak yıllar içinde üzerinden geçtim, eklemeler çıkarmalar yaptım ve sonunda baktım ki aslında tartışmalar bugün de aynı eksende dönüyor. Doğrusu üç kitap yayınladıktan sonra biraz kırgınlığım da vardı yayın dünyasına ama sonunda çevremdeki insanların teşvik etmesiyle de kitap haline getirmeye karar verdim.

Kitabınız çıktıktan sonra bir sitem yazısı da yazdınız aslında...

Sitemim de var evet. Yani “yazsam ne olacak ki, zaten arada kaynayacak” gibi bir düşünceye saplandığımı belirtmem gerek. Hâlâ da o konuda aynı düşünüyorum. Ancak çevremdekilerin desteği herhalde biraz cesaret verdi.

İkinci Cumhuriyet tartışması yeni değil aslında. Ancak bugün İkinci Cumhuriyet'in tartışılmaktan ziyade uygulandığına şahit oluyoruz.

Tabii, son aşamasına geldi belki de. Ben hep söylüyorum, Türkiye'de karşı devrim 1923’te Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren başladı. Bunca yıldır çeşitli şekillerde de aralıksız devam etti. Ancak belki de ilk kez, son 10 yıldır diyelim, iktidar partisi tarafından bu yolda bu kadar radikal kararlar alındığını görüyoruz.

Kitabınızda Küçükömer’in tezlerini inceleyerek cevaplar üretiyorsunuz. Aslında birçoğu bugün sosyalist hareket tarafından ciddiye alınır olmaktan çıkmış tezlerin asıl tehlikeli yanının, bugün kendine 2. Cumhuriyetçi diyen kesimde bıraktığı etkinin, onlara verdiği ilham olduğu söylenebilir mi?

Evet, Küçükömer’i asıl 2. Cumhuriyetçiler kullanıyor. Bu tezler yıllardır onlara ilham verir duruma gelmiş. Siz sosyalist değil diyorsunuz, ama aslında 2. Cumhuriyetçiler kendilerini solda görüyor, kavramlar çok karışmış durumda. "Liberal" solcular AKP’yi destekliyor ve bunu mantıklı buluyorlar. Küçükömer onlara çanak içinde bir görüşler bütünü sunmuş, içinden seçip seçip kullanıyorlar.

Peki, Küçükömer’in tezleri ile liberal 2. Cumhuriyetçilerin söylemleri arasındaki en önemli örtüşmeler hangi başlıklarda?

Bu tezleri burada bütünüyle ayrıntılı konuşmamıza olanak yok ama şöyle söylemek lazım; Küçükömer bütün felsefesini, Osmanlı’dan beri süregeldiğini iddia ettiği, asker-sivil bürokrat kesime karşı olmak üzerine kuruyor. Buradan hareketle de Batıcı-laik kesim ile Doğucu-İslamcı ayrımına gidiyor, şablonunu da bunun üzerine yerleştirip tüm Osmanlı-Türkiye tarihini ona göre değerlendiriyor. Çözümlemelerinde Marksist bakış açısını da kullanıyor ama asıl değerlendirme kıstasları şöyle: Özetle diyor ki; bu Batıcı-laik bürokratlar halkı temsil etmediklerinden halkın sorunlarını çözemezler. "Sağ" dediği bu grup, çıkarı için iktidarı elinde tutmasa, mevcut düzenin temelden reddini sağlayacak bir oluşum olacak.

Bunların karşısına yeniçeri, esnaf, ulema birliğinden gelen Doğucu-İslamcı grubu koyuyor ve bunların halk cephesine dayandığını söylüyor, bu gruba da "sol" diyor. Bu noktada 2. Cumhuriyetçilerin asker ve sivil bürokrasiye karşı tavırları Küçükömer'in çizgisiyle örtüşüyor. 1923'te kurulan Cumhuriyet'i, üretim güçlerinde ve ilişkilerinde değişme yaratmadığını söyleyerek eleştirir Küçükömer. Cumhuriyet'in kazanımlarına karşı olmak noktasında tamamen hemfikirler. Yapılan devrimlerin tabandan gelen bir isteği yansıtmadığını, yukardan dayatıldığını söyleyerek karşı çıkarlar. Küçükömer de mesela laikliğin "kültür mirasının toptan reddi ile küçük burjuva ideolojisi aracılığıyla" yaratıldığını savunur. Ona göre Doğucu-İslamcı grup halka dayanmaktadır ve o halkın genetiğinde muhafazakarlık vardır. Hem Küçükömer'in hem de 2. Cumhuriyetçilerin göremediği en önemli şey, 1923'te ilan edilen Cumhuriyet'le bu topraklara yüzyıllarca sonra gelen Aydınlanma. Onun farkına varamayacak kadar taraflı bir yaklaşımları var. Bütün bu noktalarda önemli örtüşmeler göze çarpıyor.

Küçükömer ve 2. Cumhuriyetçilerin lafzi düzeyde oldukça benzer söylemleri olmasına rağmen, nihai bir toplum projesi açısından amaçladıklarının oldukça faklı oldukları ortada. Küçükömer’in tezleri, katılalım veya katılmayalım, sosyalist hareketin nasıl gelişebileceği kaygısıyla öne sürülmüş tezlerdi, İkinci Cumhuriyetçilerin ise böyle bir dertlerinin olmadığı açık… Siz bu aradaki farka dair ne düşünüyorsunuz, nerede ayrışıyorlar?

Küçükömer bir bilim adamı olarak yaklaşmış olaylara ve kendi görüşleri doğrultusunda bir inceleme yapmış. Bana göre yanlışları olduğu gibi doğru tespitleri de var. Ancak bazı yerlerde son derece isabetsiz çıkarsamalarda bulunduğu için yanlış sonuçlara varıyor. Örneğin Küçükömer antiemperyalist ve kapitalizme karşı. Ancak olaya şematik bakarak; “asker-sivil bürokratların yaptığı işler kapitalizmin normal gelişim sürecini, üretim güçlerinin gelişimini de engellemiştir. Kurtuluş Şavaşı emperyalist değildir. Türkiye hiçbir zaman Batılılaşamayacak" sonucuna varıyor. Ona göre bu durum “batıdaki gibi sınıfların oluşmasına da engel olmuştur."

Fakat 2. Cumhuriyetçiler daha yüzeysel ve anakronik bir bakış açısıyla yaklaşıyorlar olaylara. Ne sosyalist ne de antiemperyalist hiçbir çıkış duymuyoruz onlardan. Aksine küreselleşmeyle, kapitalizmle barışık bir söylem kullanıyorlar. En önemli ayrım burada. 2. Cumhuriyetçilik düşüncesi, küresel kapitalist hareketle uyumlu, onun uydusu olmayı içine sindirmiş.

2. Cumhuriyetçiliğin fikir babalarından sayılan Mehmet Altan, malum son günlerde pek dertli. Pazar günü de Ruşen Çakır’a röportaj vermiş. Altan röportajda “AKP’nin 2. Cumhuriyeti hayata geçirmekte olduğunu düşünüyor musunuz?” sorusuna şu yanıtı veriyor: “2. Cumhuriyet dediğimiz şey, halka ayar vermeyecek ve hukuka göre hareket eden bir devlet ile birbirine ayar vermeyecek temel hak ve özgürlüklere saygılı bireylerden oluşan bir toplumdur. Bugün yapılansa, ‘sistemi nasılsa ele geçirdik o yüzden eski sistem devam etsin’ anlayışıdır” Buradan bakınca iktidar olma sürecinde AKP’ye desteğini esirgemeyen bu isimlerin içine düştüğü bugünkü durumu ve eleştirilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mehmet Altan, bugüne kadar AKP’ye hep destek verdi, ancak işini kaybedince o da, tüm liberallerin yaptığı gibi başladı gazetelere beyanatlar vermeye... Ancak sizin de sorunuzda söylediğiniz gibi açmazları ortada tabii. Bir kere en baştaki çelişkileri, dini temel referans olarak kullanan bir partinin Türkiye’ye özgürlük getireceğine inanmaları oldu. Oysa bunun dünyada örneği bulunmuyor. Önceleri AB’ye girilmesi için gereken adımları attığı bahanesiyle desteklediler AKP’yi, sonra malum süreçler yaşandı. Mehmet Altan bu desteği yakın zamana kadar sürdüren isimlerden birisi. Ama bu zamana kadar Türkiye'de her şey yolunda mıydı ki sustu? Türkiye’de hukukun üstünlüğü mü vardı, adalet mi vardı? Neden bu zamana kadar eleştirmedi? Neden iş çığırından çıkıp, Amerika'da Avrupa'da gazeteler Türkiye'deki hukuk dışı uygulamaları yazana kadar bekledi? Burada yaşıyor, görmüyor muydu hukukun, özgürlüklerin, hakların yıllardır nasıl katledildiğini?

Bu eleştiriler sizce samimi ve kalıcı mı, yoksa AKP’nin küçük bir jest yapması ile tekrar eski iktidar aşığı rollerine döneceklerini düşünüyor musunuz?

Bence kişiye göre değişebilir bu durum. Bu saatten sonra ne yaparlar bilemiyorum. Sözleri ve hareketleri birbirini tutmadığı için öngörüde de bulunamıyorum açıkçası. Tabii onlar açısından bu noktadan sonra ciddi bir tavır değişikliği de çok kolay değil. Düşünsenize bunca zaman sonra “biz yanlış yapmışız...” demelerinin pek olanaklı olduğunu sanmıyorum. Dolayısıyla durdukları yerde durmaya devam edeceklerdir. En iyi ihtimalle susarlar. Belki Mehmet Altan gibi arada işini kaybeden olursa patlayanlar çıkabilir.

Kitaba dönersek; Cumhuriyet devrimlerinin bir ilerleme olduğu muhakkak. Ancak o zamanki Kemalist kadroların sermaye ile aralarına mesafe koymadığı oranda, sermayenin güncel olarak aldığı yönelim itibariyle, Cumhuriyet’in bugünkü gibi bir geriye dönüş hamlesiyle karşılaşma olasılığını bünyesinde barındırdığı söylenebilir. Tıpkı Cumhuriyet kadrolarının örnek aldığı Fransız Devrimi'nde olduğu gibi... Kitapta bu kısma hiç değinilmemiş. Bu konuda ne demek istersiniz?

Ben hiç yanlış yapılmamıştır noktasında değilim; elbette aksayan yönler de olmuştur ve sonuçta Kemalist devrim sosyalist bir devrim değildir. Devrimin üretim güçlerinin siyaset sahnesinde etkinleştirilmesi bakımından yetersiz kaldığı, üretim ilişkilerinin sınıflar bazında daha sağlıklı ilerlemesini sağlayamadığı doğrudur. Mesela büyümeye rağmen kişi başına düşen gelir artmış değildir ve bazen kendi içinde çelişen işler yapılmak zorunda da kalınmıştır. Ama devrim koşulları içinde, yeni bir ulus devlet yaratma sürecinde, o zamanki iç ve dış koşullar da düşünüldüğünde, yapılabilen en rasyonel iş yapılmıştır diye düşünüyorum. Aslında Atatürk’ün o zamanki kararlarına bakarsanız, son derece pragmatist bir uygulamalar bütünüdür. Sermaye ile mesafe diyorsunuz ama zaten sermaye birikimi yoktu ki o yıllarda. Devletin tam bağımsız olması için önce ekonomik bağımsızlığını sağlaması şart. Savaştan yeni çıkmış, sanayisi gelişmemiş, yoksul bir ülkede devlet eliyle özel sektör yaratılmaya çalışılmış. Kendine özgü koşulları olan, Batı'nın geçirdiği devrimleri geçirmemiş, Sanayi Devrimi'ni yaşamamış bir toplum sonuçta. Uygulamalar ve sonuçları da farklı.

Uzun yıllardır medyada çalışan biri olarak siz bile kitabınızı yeterince duyuramamaktan şikâyetçisiniz. Tepkinizi “Çünkü arkamda bir holding medyası ve cemaat yok” diyerek dile getiriyorsunuz. soL yazarı Kaan Arslanoğlu da yeni kitabı ile ilgili yazarken bu noktaya dikkat çekmiş, sizinle benzer eleştirileri dile getirmişti. Bu konuda ne söylemek istersiniz, sizce tüm güçlüklerine rağmen, bu “gizli” sansür duvarı nasıl aşılabilir?

Ben o yazımı yazdıktan sonra benim gibi düşünen, hisseden yazarlardan çok sayıda ileti aldım. Aslında o yazıyı sadece kişisel bir kaygıyla yazmadım, konuyu benim gibi olanların adına da dile getirmek istedim. Çünkü çok sayıda insan yazıyor, çiziyor fakat kitapları hiç gündeme gelmiyor. Holding medyası denen bir güç var, onlar kendi içlerinde birbirlerini destekliyorlar. Bizim gibi onun dışında kalan insanlar bir türlü göz önüne gelemiyor. Bu durumun bir isyanıydı aslında o yazım. Ne yapmak gerektiğini de çok bilmiyorum açıkçası, o yazıyı o nedenle yazdım ve içtenlikle insanlara sordum ne yapmak gerekir diye...

Çünkü görsel ve yazılı medyada bir hâkimiyet var, hep aynı isimler gündemde, onların kitapları ön planda, herkes onların kitapları hakkında yazıyor, sayfa sayfa röportajları çıkıyor. Bunun yanında cemaat denen bir gerçek var, onlara yakın bir ismin kitabı çıkıyor, herkes onu alıyor, onu okuyor. Hak etmedikleri ölçüde ilgi görüyor ve en önemlisi daha etkili oluyorlar. Tek taraflı görüşler hakim oluyor toplumda. Bu duvarın nasıl aşılabileceğini ben de bilmiyorum. Ama benim o yazımdaki sitemim, daha çok kitapta savunduğum fikirlere yakın olabileceğini düşündüklerimeydi...

Günümüzde, eskiye kıyasla hukuki olarak sansür getirme uygulaması azaldıysa da, belki daha tehlikeli olan medyanın otosansürü söz konusu. Bu durum kendini “ilgi sansürü” olarak gösteriyor. Ve demin bahsettiğiniz çemberin dışında kalan kişilerin çalışmaları görmezden gelinerek başka türlü bir sansür uygulamasına gidiliyor, ne dersiniz?


Çok gündemde olduğunu düşündüğüm konular için, verimli tartışmalara vesile olması amacıyla yazmıştım bu kitabımı. Açıkçası ülkenin siyasi tarihinde bu kadar tartışılan ve gündemdeki bir konu olduğu için, olumlu ya da olumsuz anlamda bir eleştiri olur diye beklemiştim ancak kimse bir şey demeyince ona şaşırdım. Odatv o yazımı almış kullanmış, herhalde oradan görenler çok oldu. Bir ara kitabımı kitapçılarda bulmak da zordu, büyük kitapçıların raflarına dahi giremiyor kitabınız...

Bu görmezden gelme son dönemde yeni bir yöntem olarak uygulanıyor. Eskiden olumsuz da olsa farklı düşünceler hakkında yazılabiliyordu. Artık ondan vazgeçtiler, hiçbir şey yazmıyorlar, tamamen yok sayıyorlar.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Bir noktaya değinmek istiyorum. Bir süredir 2. Cumhuriyetçiler ve "liberal" sol, kapitalizmin küreselleşmesi sürecinde “ulus devletler yok oluyor” diye bir söylemi dile getiriyor. Bu noktada, yukarıda 2. Cumhuriyetçilerin çelişkilerinden bahsettik, önemli bir ek daha yapmak istiyorum.

Küreselleşme, ABD sermayesinin önündeki tüm engeller ortadan kalksın, ekonomik, siyasi, kültürel alanlarda bu sermayeye hareket imkanı sağlasın diye ortaya atıldı. Bunun karşısında yerel çıkarı savunan herkese de “ulusalcı” damgası yapıştırılarak, hepsine birden faşizan bir anlam yüklendi. "Ulusal" olanın karşısında kalanlar da özgürlük savunucusu "liberal sol" olarak lanse edildi. Oysa ben onların tamamen uluslararası sermayenin çıkarlarını savunduklarına inanıyorum. Küresel sermaye bu propaganda eşliğinde mikro milliyetçilikleri körükleyerek olabildiğince küçük devletler yaratma gayretine girişti; çünkü devletler küçüldükçe uluslararası sermaye karşısında direnme güçleri düşecektir. İşte siz buna itiraz ettiğinizde, söylemlerinizin şovenlikle hiçbir alakası olmasa da, sosyalist de olsanız, sadece içinde yaşadığınız ülkenin çıkarlarını savunduğunuz için, ırkçı veya faşist damgası yiyebiliyorsunuz. Bu, emperyalizmin 21. yüzyıldaki yeni taktiği...

Bu noktada kilit kavram emperyalizm ve ona karşı aldığınız tavır değil mi?

Evet, emperyalizm karşıtlığını ağzına almayan solcu olamaz. Ama bugün hiçbir şekilde emperyalizme direnmeyen, aksine onunla bütünleşmeyi düstur edinmiş insanlar kendilerine solcu diyorlar. İşte Küçükömer’in sol-sağ meselesi gibi burada da kavramlar birbirine geçirilmiş durumda. Solculuk adına AKP’yi destekliyorlar, özgürlük savunuculuğu adına gericiliğe prim veriyorlar, ülkede ne varsa satılıp uluslararası sermayeye pazarlanmasını alkışlıyorlar. Bugün gelinen nokta maalesef bu. Bundan sonra nasıl gidecek hep birlikte göreceğiz...

http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/zulal-kalkandelenle-idris-kucukomerin-tezleri-ve-ikinci-cumhuriyetciligin

Hiç yorum yok: