17 Ekim 2010 Pazar

Ötekileştirmeye Karşı Müzik

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 17 Ekim 2010

Son dönemde yurtiçinde ve yurtdışında gittiğim birçok konserde dikkat çekici ortak bir özellik var. Dünyada giderek artan kültürler ve dinler arası çatışma, aklı başında herkes gibi sağduyulu müzisyenleri de endişelendiriyor. Toplumu aydınlatma sorumluluğunu hisseden duyarlı müzisyenler, insanlığa yol gösterme adına konserleri çok etkili birer gösteriye dönüştürüyor.

Bu yöntem elbette yeni bir şey değil. Kitlelere hitap eden konserler, festivaller her zaman mesaj verme aracı olmuştur. Ancak son yıllarda konserlerde verilen mesajlarda hep şu öne çıkıyor: Sizden farklı olanı ötekileştirmeyin!

Geçen hafta New York Madison Square Garden’da (MSG) gittiğim iki büyük konserde de aynı tema işlendi. Bunlardan ilki, efsane progresif rock grubu Pink Floyd’un kurucularından Roger Waters’ın “The Wall Live” konseriydi. Kesinlikle söyleyebilirim ki, bugüne kadar gördüğüm en etkileyici savaş karşıtı gösteriydi bu!

Rock tarihinin en önemli albümlerinden 1979 tarihli “The Wall”un 30 yıl aradan sonra yeniden tümüyle canlı çalınışı, müthiş sahne tasarımı ve müziğin kuşaklar boyunca insanları aynı heyecanla etkileyişi eşsiz bir deneyimdi.

Konser hakkındaki izlenimlerimi Cumhuriyet’in Kültür sayfasına yazdığım yazıda aktardığım için burada ayrıntılandırmayacağım. Ancak belirtmek istediğim önemli bir nokta var.

Bugün 66 yaşında olan Waters, genç bir rock müzisyeniyken yaşadığı kişisel bunalımdan yola çıkarak oluşturduğu albüm konseptini, bu turnede tüm insanlığı ilgilendirecek evrensel bir boyuta taşımış.

30 yıl önce korkuları yüzünden kendisi ve dış dünya ile arasına kurduğu hayali duvarın benzerini, günümüzde insanların kendilerine benzemeyen herkese karşı kurduğunu söylüyor Waters. Din, etnik köken, ekonomik ve ideolojik temelli çatışmaların, her toplumda sadece ötekileştirmeyi kışkırttığını ve bu yüzden savaşların sonunun gelmediğini söylüyor.

Bu düşüncesini insanlara aktarmak için de konserde çok etkili bir yöntem kullanıyor. “Goodbye Blue Sky” çalarken, duvar şeklindeki dev ekranda bombardıman uçağı B-52’lerden bomba yerine bazı semboller atıldığını görüyorsunuz.

Bunlar arasında, haç, orak çekiç, Mercedes ve Shell logoları, dolar işareti, ay ve yıldızın yanı sıra, Museviliğin sembolü olarak bilinen “Davud’un Yıldızı” da var. Beyaz fonda birbiri ardına kentlerin üzerine atılan kırmızı renkli bu semboller, bir süre sonra her yeri kırmızıya boyuyor.

Bu görüntülerden hoşlanmayanlar oldu elbette. Örneğin ABD’nin ünlü Yahudi örgütü Anti-Defamation League (İftira Karşıtı Birlik), Roger Waters’ı anti-semitist olmakla suçladı. Waters ise, yanıt olarak, bu sembollerde gizli bir amaç olmadığını, asla belli bir grup insanı hedeflemediğini söyledi.

***

MSG’da aynı hafta gittiğim ikinci konser Gorillaz’ındı. Farklı türde müzikleri, çeşitli etnik kökenden müzisyenlerle yorumlayarak bir anlamda müzik aracılığıyla sahnede evrensel bir birlik kurdu Gorillaz. Lübnanlı müzisyenlerle İngilizleri, Amerikalıları aynı sahnede buluşturup, “White Flag” adlı şarkıda beyaz bayrak salladılar.

Aşırı sağın Müslüman nüfusa karşı ırkçı söylemlerinin arttığı bir dönemde Amerika’da müzisyenlerin barış ve hoşgörü söylemleri çok önemli. Milyonlarca genç hayranı olan bu gruplar, kanımca Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilecek önemde işler yapıyorlar.

Belki belli bir yaşın üzerindeki insanların düşüncelerini değiştirmek zor; ama dünyanın geleceğini kuracak genç beyinleri sağduyuya davet etmek mümkün. Keşke politikacılar da bu müzisyenler kadar sorumluluk sahibi olabilse...

-

10 Ekim 2010 Pazar

"Başka Bir Komünizm Mümkün!"

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 10 Ekim 2010

Başlıktaki ifade, City University of New York’tan (CUNY) Prof. David Harvey’e ait. Antropoloji ve coğrafya alanlarında uzmanlaşmış bir sosyal teorisyen Harvey. Kapitalizm, neoliberalizm, postmodernizm, kent ve sosyal adalet konularına Marksist açıdan yaklaşan saygın bir bilim insanı.

Geçen hafta yeni çıkan kitabı "The Enigma of Capital"in New York’taki tanıtım toplantısında başlıktaki sözü tekrarlarken, kitabındaki şu satırları dile getirerek katılımcılara sordu:

Eğer 1990’ların sonundaki alternatif küreselleşme hareketi ‘Başka bir dünya mümkündür’ şeklinde bir bildirimde bulunduysa, o zaman neden ‘Başka bir komünizm mümkündür’ de denilemesin?

Harvey’in bunu dayandırdığı görüşün hareket noktası şu: Günümüzde komünistlerin, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da ortaya koyduğu çerçevede partileri yok. Var olanlar, her zaman ve her yerde, kapitalizmin sınırlarının ve yıkıcı etkisinin farkında olan bir grup olarak ortaya çıkıyor ve bu sistemin önerdiğinden farklı bir gelecek yaratmak için aralıksız çalışıyor. Geleneksel komünizm unutulmuş olsa da, bugün aramızda milyonlarca gerçek komünist yaşıyor. Ve bunlar, düşünceleri doğrultusunda çalışmalar yapmaya istekli. Eğer bir değişim başarılacaksa, “Başka bir komünizm mümkündür” denilmelidir. Çünkü kapitalizmin bugünkü durumu bunu gerektiriyor.

Harvey’in 2010 yılında New York’ta bunları söylemesi, elbette tesadüf değil. Amerika’nın tüm dünyayı sürüklediği küresel krizi en iyi analiz edenlerden birisi kendisi. Bu ülkede demokrasi diye yutturulmaya çalışılan sistemin aslında nasıl büyük bir aldatmaca olduğunun da farkında...

Bu nedenle de, Amerika’da gerçekte tek partili bir düzenin olduğunu söylüyor. Harvey’in “Party of Wall Street” dediği, aslında hem Cumhuriyetçi Parti’yi hem Demokratik Parti’yi kapsayan, sermayenin çıkarını gözeten büyük güçtür.

Öyleyse neden antikapitalistler bu güce karşı bir araya gelmesin? “Komünist” sözcüğünün Avrupa’dan farklı olarak Amerika’da nasıl olumsuz bir algılamaya yol açtığının da bilincinde Harvey.

Ama bir hareket yaratılacaksa, ismin çok önemli olmadığını, haksızlıklara karşı öfke duyanların “Party of Indignation” adı altında birleşebileceğini söylüyor.

***

Tüm dünyada yaşanan son ekonomik kriz, kapitalizmin vahşetine bir kez daha tanık etti insanlığı. Prof. Harvey’in kitabında anlattıkları ise, kapitalizmin bir sistem olarak bütün hatalarını çok iyi ortaya seriyor.

Kitabın ayrıntılarına girmek bu yazıda olanaklı değil. Ancak şunu söylemek gerekir ki, çok yalın ve anlaşılır bir dille yazılmış. Hatta kendisinin söylediğine göre, “Okuduğum ilk dipnotsuz akademik kitap!” diyerek bunu sevinçle karşılayanlar çokmuş.

Harvey’in isteği, kapitalizm gibi emeği sömüren bir sistem yerine sosyalist çözümleri hayata geçirmek ve bunu yapabilmek için de bugünkü durum hakkında halkı aydınlatmak. Kitabı bu amaçla yazdığını özellikle belirtiyor. Bu noktada bütün sola, sosyalist partilere de bir önerisi var: Söyleyeceklerinizi en basit şekilde, herkesin anlayacağı biçimde söyleyin.

Harvey, bunun inançla ve sabırla yapılmasının gereğini de açıklıyor: Kapitalizm asla kendi kendine yıkılyamayacak; itelenmesi lazım. Sermaye birikimi asla bitmeyecek; engellenmesi lazım. Kapitalist sınıf, asla kendi isteğiyle gücünden feragat etmeyecek; durdurulması lazım.

En başa dönersek, başka bir düzen kurulabilir. Ama bu asla Sovyetler Birliği’nde örneği görülen türden baskıcı bir rejim değildir; hümanizm yönü öne çıkan, paylaşımcı, sömürüye karşı duran bir düzendir.

Harvey’in dediği gibi, başka bir komünizm mümkündür.

-

4 Ekim 2010 Pazartesi

Polikada aklıselimi hakim kılmak

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 3 Ekim 2010

Bir süredir New York’tayım. Amerika’da kasım ayında yapılacak ara seçimlerden önce siyasi atmosferi yakından takip ediyorum.

Doğrusu, Obama’nın Başkan seçildiği ilk dönemde ülkeye ve hatta dünyaya hakim olan umudun izleri yok olmuş. Daha da önemlisi, toplum, Bush ikinci kez seçildiğinde olduğu gibi yine çok büyük bir kutuplaşmanın içine girmiş.

Bir yanda aşırı sağcıların önderlik ettiği Çay Partisi Hareketi'nin (Tea Party Movement), diğer yanda merkezde ve daha solda yer alanların bulunduğu müthiş bir çekişme devam ediyor ülkede.

Son aylarda Dünya Ticaret Merkezi’nin yakınında yapılması düşünülen cami nedeniyle artan gerginlik, ünlü program yapımcısı Glenn Beck’in organize ettiği toplantıyla iyice tırmandı.

Ağustos ayında Washington’da ülkenin onurunu geri kazanmak adına düzenlenen “Restoring Honor” adlı bu toplantı, politik olmayacağı söylenmesine karşın, siyasi kutuplaşmayı daha da artırdı. Sarah Palin’in yaptığı konuşma ve dini söylemin politik söyleme karıştığı sloganlar, Çay Partisi Hareketi’ne destek eylemine dönüştü.

Düzenleme komitesi 100 bin kişiyi beklerken 87 bin katılımcı oldu. Ancak katılımcı sayısından çok, toplantının aşırı sağ kesime aşıladığı dinamizme dikkat etmek gerek...

***

Bugün Amerika’da olan şu: Ülkedeki göçmenlerden, özellikle Müslümanlardan nefret eden, onları ikinci sınıf insan yerine koyup bunu söylemekten çekinmeyen, Obama’nın da Müslüman olduğuna ciddi şekilde inanan, aşırı dindar ve tutucu bir sağ kesim yükselişte...

Nasıl Bush zamanında ondan nefret edip ülkeyi terk etme noktasına gelen Amerikalılar varsa, bugün de Obama’dan aynı derecede nefret edenler var. Ama onların tercihi ülkelerini terk etmek değil; bunun yerine, ilk seçimde Obama’yı Beyaz Saray’dan göndermeye ant içmişler.

Bu hedefe öyle kilitlenmişler ki, her türlü akıl almaz lafı edip, inanılmaz olaylar karşısında bile tepkisiz kalıyorlar. Örneğin, New York’ta bir taksi şoförü Müslüman olduğu için bir yolcu tarafından bıçaklanıyor ama aşırı sağcılardan kınama sözleri duyulmuyor.

Yine New York’ta birisi bir camiye giriyor, namaz kılanlara “terörist” diye bağırarak seccadelerin üzerine işiyor, yine ses yok. Amerika’nın etnik ve kültürel açıdan en karışık olduğu kent New York. Burada bunlar oluyorsa, siz Orta Amerika’yı düşünün...

Bu yaşananlar karşısında bir akıllı yok mu çıkıp, “Yahu ne yapıyorsunuz? Delirdiniz mi? Kendinize gelin, aklınızı başınıza toplayın!” diyecek diye düşünüyor insan...

İşte o akıllılar sonunda ortaya çıktı. Comedy Central kanalındaki programlarından tanıdığımız Jon Stewart ve Stephen Colbert, politikada aklıselimi öne çıkarmak için harekete geçtiler. Ünlü komedyenler, 30 Ekim’de Washington’da yapılacak olan “Rally to Restore Sanity” adlı mitinge önderlik ediyor.

Etkinliği duyurmak için Facebook’ta açılan sayfada, şimdiden 141 binden fazla insan katılacağını bildirmiş. New Yorklular arasında o gün araba kiralayıp arkadaşlarıyla Washington’a gideceğini söyleyen epey insan var.

“Neden bu kadar büyük ilgi çekti bu miting?” diye merak edip araştırınca anlaşılıyor ki, ülkedeki kutuplaşma fena halde yıldırmış toplumu. Birçok kişi, genellikle bu tür etkinliklerin aşırı uçları buluşturduğunu, ama Stewart ve Colbert’in katılacağı mitingin, komedi, mantık ve sağduyu hayranlarını bir araya getireceğini düşünüyor.

AM New York gazetesinde çıkan bir habere göre, New York Üniversitesi’nden Allen Feldman, bu tip toplantıların sorunların çözümüne katkıda bulunmadığını söylemiş.

Bakalım Stewart ve Colbert, en azından bir süre için politikada aklıselimi hakim kılabilecek mi?

-

27 Eylül 2010 Pazartesi

Demokratlar zorda

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 26 Eylül 2010

Amerika’da kasım ayında yapılacak ara seçimlere beş hafta kala siyaset sahnesi iyice kızıştı. Ara seçimler, bu ülkede dört yıl için seçilen başkanın göreve başlamasından iki yıl sonra yapılıyor. Böylece, 435 sandalyeli Temsilciler Meclisi'nin (TM) bütün üyeleri, 100 sandalyeli Senato’nun üçte biri ve bazı valiler yenileniyor.

Bu yıl, 2 Kasım’da gerçekleşecek ara seçim, Başkan Obama ve Demokratlar için bir tür güven oylaması anlamını taşırken, Cumhuriyetçiler için de 2012 başkanlık seçimi için bir işaret olarak yorumlanıyor.

Ülkede yaşanan ağır ekonomik krizin etkilerinin hâlâ sürmesi, işsizlik, küçük ve orta ölçekli işletmelerin yaşadığı sıkıntıların aşılamaması ve bunu izleyen iflaslar, Obama’ya yöneltilen eleştirinin dozunu artırmış durumda...

Bununla birlikte Afganistan’da süren savaş, Obama’nın bu konuda Bush dönemi politikalarını izleyen tutumu, Amerikan halkında, özellikle Demokrat seçmende yılgınlık yaratıyor.

Öyle görünüyor ki, büyük umutlarla iş başına gelen, kurtarıcı gözüyle bakılan Obama, aradan geçen iki yılda beklentileri büyük ölçüde karşılayamadı. Bunu, her seçim öncesinde olduğu gibi, ardı ardına açıklanan kamuoyu araştırmalarından da anlamak mümkün.

***

Son olarak açıklanan araştırmalardan birisi, George Washington Üniversitesi’nin Politico gazetesi için yaptığı çalışmaydı.

Buna göre halkın çoğunluğu, gelecek seçimde Cumhuriyetçilerin hem Senato’da hem de TM'de çoğunluğu ele geçireceğine inanıyor. Bu düşüncede olanların oranı, diğerlerine göre yüzde 9 oranında fazla. Kararsızların oranı ise, yüzde 17-19 arasında...

Associated Press-GfK araştırması ise, ülkenin gidişatı ve Obama’nın başkan olarak gösterdiği performansa odaklanmış. Bulunan sonuçlara göre, seçmenlerin yüzde 57’si ülkenin gidişatından memnun değil. (Bu oran, ocak ayında yüzde 50’ydi.) Obama’nın performansından memnun olmayanların oranı yüzde 50. (Bu oran, ocak ayında yüzde 42’ydi.)

Seçmenlerin yüzde 40’ının kendisini “Tea Party Movement” (aşırı sağcı kanadın başlattığı Çay Partisi Hareketi) destekçisi olarak tanımlaması da ilginç bir bulgu. Bu hareketin destekçilerinin çok büyük oranda Cumhuriyetçi Parti adaylarına oy vereceğini de göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Ancak Amerika’da tabandan gelişen statüko karşıtı bir hareket gibi gösterilen Çay Partisi Hareketi’nin şu ana kadar ön seçimlerde kazandığı başarılara da temkinli yaklaşmak lazım. CBS News/ New York Times için 10-14 Eylül tarihleri arasında yapılan bir araştırmaya göre, bu hareketi onaylamadığını söyleyenlerin oranı yüzde 63...

Bir diğer ilginç sonuç da, Amerikan halkının Kongre üyelerinden memnun olmaması... Demokrat üyelerden memnun olmadığını söyleyenler yüzde 58’ken, Cumhuriyetçilerden memnun olmayanlar yüzde 68... Anlaşılan Amerikan Kongresi’ne yönelik çok büyük bir memnuniyetsizlik söz konusu.

***

Cumhuriyetçilerin bu seçimlerde TM'de üstünlüğü sağlaması için 39, Senato’da öne geçmek içinse 10 koltuğu daha kazanmaları gerekiyor. Ülkedeki siyasi atmosfere ve kamuoyu araştırmalarına bakılırsa, Cumhuriyetçiler şu anda bu hedefi gerçekleştirmeye yakın gözüküyor.

Beş hafta siyasette az zaman değil... Bakalım Obama ve Demokratlar bu durumu değiştirebilecek mi?

Aksi halde Başkan’ı zor günler bekliyor; kalan iki yılını Cumhuriyetçilerin egemenliğindeki Kongre ile mücadele etmekle geçirecek demektir...

Belki de Amerikan halkı bu olasılık yüzünden 2 Kasım’da sandığa gitme konusunda çok kararlı gözüküyor. (Bu oran, Cumhuriyetçilerde yüzde 95, Demokratlarda yüzde 85.)

Belli ki, Amerika’da kasım seçimleri oldukça çekişmeli geçecek.

-

19 Eylül 2010 Pazar

Sol değil, onlar döndü!

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 19 Eylül 2010

Referandum öncesinde Habertürk TV’de Başbakan’la yapılan söyleşiler, Türk medya tarihine geçti. Ama olumlu bir örnek olarak değil; bir gazetecinin iktidar karşısında nasıl diz çöktüğünü göstermesi bakımından olumsuz bir örnek olarak geçti. Üzerinde de çok yazılıp çizildi. Ben sadece söyleşinin bir yönüne dikkat çekeceğim...

Şöyle bir diyalog geçiyor Yiğit Bulut ile Başbakan arasında...

Y.B.: "Ben dışardan gelsem sizi sol politikacı sanırım. Çünkü anlattığınız bütün politikalar aşağıdaki sınıfların yukarıya doğru evrimleşmesine katkıda bulunacak politikalar."

RTE: "Bunu sol olarak değerlendirmeyin de, biz biliyorsunuz Türkiye'de siyasetin merkezine geldik. Geldik yerleştik. Biz aslında sosyal adaletli bir politikayı istiyoruz."

İktidar yandaşlığında çığır açılan bir andı bu... Düşünün; haklarını arayan işçileri terörist diye damgalayan, üzerlerine kış günü tazyikli su ve gaz bombası atan bir iktidarın lideri “sol politikacıya” benzetiliyor...

Uluslararası sermayenin desteğiyle işbaşına gelen, işçilerin haklarını vermek şöyle dursun gasp eden, kamu emekçisine grevsiz toplusözleşme öneren, sendika seçimlerine müdahale edip iktidar yanlısı işbirlikçileri göreve getiren, en büyük kamusal değerleri özelleştirme adı altında uluslararası sermayeye peşkeş çeken bir iktidar “sol” gösterilme aymazlığına düşülüyor...

***

AKP iktidarı ve sosyal adalet arasındaki ilişkiyi -daha doğrusu ilişkisizliği- tek bir örnekle açıklayabilirim.

Son aylarda devlet hastanelerinde epeyce zaman geçirdim. Ne oluyor biliyor musunuz?

Paranız varsa kıdemli doktorlara ulaşabiliyor, yoksa poliklinikte saatlerce bekleyip uzman doktorları görüyorsunuz. Sonra doktorun istediği testleri yaptırabilmek için yine vezneye gidiyorsunuz. Bir dar gelirlinin ödemesinin mümkün olmadığı kadar yüksek meblağlar tutuyor bunlar.

Testleriniz daha önce çıksın istiyorsanız, ek ücret yatırıyorsunuz. Sırada önünüzde duran sigortalı emekçinin parası olmadığı için boynunu büküp testleri iptal ettirişini izliyorsunuz...

Sonra yazılan ilaçları almak için eczaneye gidiyorsunuz; sigortanız da olsa “katkı payı” adı altında yüklü miktarda para veriyorsunuz.

Kısacası, paranız yeterse tedavi oluyorsunuz; daha çok varsa daha iyi ve hızlı oluyorsunuz. Bunların yaşandığı bir ülkede iktidardaki parti, sosyal adaletli bir politika izlediğini iddia edemez!

Sosyal adaletin ilk ve en temel şartı, sağlıkta eşitlik ilkesidir. Sağlık hizmetlerinin eşit, nitelikli ve herkesin ulaşabileceği bir şekilde sunumudur bu. Bunun sağlanması, insan haklarına saygılı, demokratik ülkelerde devletin sorumluluğundadır.

Hadi diyelim politikacılar gerçekleri çarpıtmaya alışkın... Ya sağlıkta eşitlik ilkesini sermayenin çıkarı için ortadan kaldıran bir iktidarı “sol” diye niteleyen “gazeteciye” ne demeli? O noktada artık onun “gazeteciliği” tartışılmaz mı?

***

Bir de yeri gelmişken, neden sağ politikacıları sürekli sol gösterme gayreti var merak ediyorum...

Sol onlara göre bu kadar iyiyse, neden sağdalar? Neden liboşlaşan eski solcular, kendilerini “liberal sol” diye tanımlayarak sol yelpazenin içinde görünmeye çalışıyor? “Artık sağdayım” demek ağırlarına mı gidiyor, yoksa onlara göre de sağ iyi değil mi?

Sağ politikaları savunuyorsanız, durduğunuz yeri kabul etmek daha dürüst bir tavır olmaz mı? Siz döndünüz diye sol politikalar da mı dönmeli? Sömürüyü, kapitalizmi kucaklamak için “yeni sol”, “liberal sol” gibi isimler uydurmak zorunda mısınız?

Sosyal adalet sorununu iktidar açıklasın; bu sorular, kendisi bile cesaret etmezken Başbakan’ı “sol” diye niteleme aymazlığına düşenlere...
_

13 Eylül 2010 Pazartesi

“Mission Accomplished”

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 12 Eylül 2010

Obama, eylül başında yaptığı bir konuşmayla, Irak’taki Amerikan askerlerinin savaş operasyonlarının sona erdiğini açıkladı. İnandınız mı?

7 Mart seçimlerinden bu yana yeni hükümet kurulamadığı için hâlâ Irak’ta başbakanlık koltuğunda oturan Nuri el Maliki, “Bugün Irak egemen ve bağımsızdır” dedi. İnandınız mı?

Bağdat’a giden ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, “Basının artan şiddetten söz etmesine rağmen gerçek şu ki, her şey çok daha farklı, daha güvenli” dedi. İnandınız mı?

Bu soruları soruyorum. Çünkü ben hiçbirine inanmadım...

Nasıl 7 yıl önce Irak’ta kitle imha silahları olduğunu iddia eden Amerikalı politikacılara inanmadıysam; nasıl Irak işgalinin 40. gününde bir savaş gemisinin üzerine çıkıp, “Mission Accomplished” (Görev yerine getirildi) yazılı pankartın önünde “savaşın bittiğini” ilan eden Bush’a inanmadıysam, onlara da öyle inanmıyorum...

Çünkü bu üçü de, bugün Irak’ta oynanan oyunu sürdüren aktörler arasında...

Öyle olmasa Obama, Irak’taki asker sayısı 50 bine indi diye savaş operasyonları bitti diyebilir miydi? Her gün yüzlerce kişinin öldüğü bir ülkede işgalci devletin askerlerinin çatışmalara dahil olmayacağına kim inanır?

Herkes bu aldatmacaya kansa bile, kendilerini sürekli kanlı çatışmaların içinde bulan o 50 bin asker buna inanır mı? Hele kendi komutanları, Irak'taki terör olaylarını gerekçe gösterip oradaki varlıklarının uzayabileceğini söylerken...

***

İşgalci asker sayısının azalmasını “Irak’ın egemen bir devlet olduğu” şeklinde yorumlayan Maliki ise, kendi sözlerine kendisi de inanmıyordur herhalde... Belki de bu açıklamasıyla ABD’yi memnun edip kukla bir başbakan olmanın gereğini yerine getiriyordur...

Ya da rakibi İyad Allavi, son seçimde meclise iki milletvekili daha fazla sokmuş olsa da, Amerika’nın kendisinin başbakan kalması için gösterdiği büyük çabaya karşı minnetini göstermeye çalışıyordur...

Maliki’nin sözleri gerçekten trajikomik... Evet, Irak ile Amerika arasında imzalanan güvenlik anlaşmasına göre, askerlerin Irak’ı terk etmesinden sonra ABD’nin operasyon izni yok.

Ancak Beyaz Saray, bunu aşmanın yolunu buldu...

Amerikan askerleri 2011 yılı sonunda Irak’tan tamamen çekilse bile, onların yerini şu anda sayıları 7 bin olan özel güvenlikçiler alacak ve zaman içinde bu sayı daha da artacak. ABD, bölgedeki amaçlarını gerçekleştirmek için paralı asker sayısını artırıyor, savaşı özelleştiriyor....

***

Gelelim Biden’a... Irak’la ilgili sözleri söylerken geniş güvenlik çemberi altındaki resmi bir binadaydı herhalde... Oralardan durum sakin görünüyor olmalı...

Yoksa son bir ayda 100'den fazla asker ve polis, 400 civarında Iraklının saldırılarda öldüğü yalan mıydı? Bağdat morgunda kimlikleri tespit edilmemiş 20 bin civarında cesedin bulunduğunu yazan The New York Times uydurma haber mi yapmıştı?

Olan şu ki; Obama, Maliki ve Biden, tüm dünyaya Irak’ta işler yolunda mesajı veriyor. Çünkü kasım ayındaki ara seçimden önce Obama’nın buna ihtiyacı var. Savaştan bunalmış, ekonomik açıdan toparlanamamış bir topluma bu mesajı vermek zorunda...

Ancak gerçek şudur: Irak’ta paylaşım gerçekleşmiş, dünyanın ikinci büyük petrol rezervini elinde tutan bu ülke artık Amerika’nın kontrolüne girmiştir. Gelirinin yüzde 95’inden fazlasını petrol ihracından elde eden Irak, global petrol şirketleriyle anlaşmalar imzalamak durumunda kalmıştır.

Artık Obama ve Biden, gönül rahatlığıyla “Mission Accomplished” diyebilir. Global kapitalizm, 21. yüzyılın emperyal güçleriyle el ele görevi yerine getirmiştir...

-

5 Eylül 2010 Pazar

Wyclef Jean ve Haiti

© Zülal Kalkandelen/ DÜNYALI YAZILAR
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 5 Eylül 2010

Wyclef Jean’ı tanır mısınız?

Dünyanın en yoksul ülkelerinden Haiti’de doğmuş, küçük yaşlardan itibaren Amerika’da yetişmiş, 38 yaşında bir şarkıcı...

90’larda başarı kazanan The Fugees adlı hip-hop grubunun üyesi...

Bu ünlü müzisyen, bir süre önce, Haiti’de 28 Kasım’da yapılacak seçimlerde devlet başkanlığına adaylığını koydu. Ancak seçim komisyonu adaylık için gerekli şartları tam olarak taşımadığı gerekçesiyle adaylığı onaylamadı.

Ben, hep sanatçıların politikayla ilgilenmelerinden yana oldum. Çünkü ben de, Charles de Gaulle gibi politikanın politikacılara bırakılamayacak kadar ciddi bir iş olduğuna inanıyorum.

Ama Wyclef Jean, adaylık niyetini ilk açıkladığı günden bu yana bunun Haiti için çok kötü bir fikir olduğunu düşündüm. “Neden? O da sanatçı değil mi?” diye sorabilirsiniz. Öyle... Fakat Wyclef Jean’ı değersizleştiren nedenler var.

Kendisi, Haiti’nin seçimle gelen ilk devlet başkanı Jean-Bertrand Aristide’ye karşı 1991 ve 2004’te Amerika öncülüğünde yapılan darbeleri desteklemiş bir sanatçı...

Görevde olduğu süre içinde asgari ücreti yükselten ve halk arasında çok sevilen Aristide, kamu arazilerini yabancılara peşkeş çekmek isteyen güçlere savaş açmıştı.

Tabii bu durum, varlıklı elit kesimin ve başta Amerika olmak üzere ülkede çıkarları bulunan uluslararası güçlerin hiç hoşuna gitmedi. Sonuçta Aristide direnince, darbelerle görevden alınıp Güney Afrika’da yaşamak zorunda bırakıldı.

Bunlar olurken Wycelf Jean sustu. Susmakla da kalmadı; Aristide ve onun öncülüğünde kurulan Haiti’nin en büyük sol partisi Fanmi Lavalas’ın karşısında yer aldı.

Şimdi ise, ocak ayındaki depremde 300 bin kişinin hayatını kaybettiği, sokaklarında milyonlarca evsiz insanın yaşadığı, işsizlikten kırılan bir ülkede çıkmış halka “Korkmayın, ben popülist değilim kapitalistim” diyor...

Sanki halk, 200 yıldır yabancı devletler eliyle kendisini sömüren özel sektörün palazlanmasına ihtiyaç duyuyormuş gibi,,, Sanki halkın yiyecek, temiz su, ilaç, barınak gibi acil gereksinimlerini karşılayacak olan kapitalist sermayeymiş gibi...

Bush döneminde Wyclef’in amcası Haiti’nin Washington Büyükelçiliği’ne atanırken, kendisi de üst düzey Amerikalılarla dostluğu iyice geliştirdi.

Ama sadece Colin Powell, Bill Clinton gibi isimlerle yakınlaşmadı, Amerika’nın Aristide yerine getirdiği şimdiki Devlet Başkanı Rene Preval ile de çok samimi oldu. O kadar ki, Preval tarafından Haiti’nin İyi Niyet Elçisi olarak atandı.

Ne var ki Preval, yasal olarak iki dönemden fazla görev yapamıyor. Bu durumda Haiti üzerinde çeşitli hesapları olan yabancı devletlerin aklına devlet başkanlığı için Wyclef Jean geldi...

Büyük bir umutla devlet başkanlığına adaylığı açıklandı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı ve adaylığı kabul edilmedi... Bakalım bu işin içinden nasıl çıkacak Amerika?

***

Wyclef Jean olayı bana bir kez daha şunu düşündürdü: Sanatçıdan sanatçıya fark var. Kimisi canı pahasına baskıya direnip halkının, ülkesinin çıkarlarını savunur; daima bilimin, sanatın aydınlatıcı ışığını yansıtır topluma.... Kimisi de kendi çıkarları için ya da korkusundan sırnaşır iktidara....

Diyeceğim o ki; her sanatçı aydın değildir. Çünkü gerçek bir aydın, çıkarı için kalemini, sanatını, kişiliğini asla satmaz, avanta için iktidara dalkavukluk yapmaz, ülkesinin değerleri yabancılara peşkeş çekilirken susmaz!

-