21 Mayıs 2014 Çarşamba

DEVRİM, ÖZGÜRLÜK MESAJINI YAYMAKLA BAŞLAR

Geçen aylarda Türkiye’de neredeyse her gün tanık olduğumuz şiddet olaylarına bir yenisi eklendi. Eskişehir’de bir üniversitelinin evinde beslediği kediye işkence ederek bir buçuk saat can çekişmesini izlemesi ve bunu videoya kaydetmesi, toplumda şiddete karşı müthiş bir öfke doğurdu. Medyada da geniş yer bulan vahşet, sosyal medyada tam bir infial yarattı. Bu süreçte, hayvanlara zulmedenlere verilmesi gereken cezalar hakkında farklı görüşler dile getirildi; hatta bu suçu işleyenlere şiddet uygulanması gerektiğini savunanlar bile oldu. 

Bu ortamda hayvan hakları aktivisti veganlar olarak söz sırası bize geldiğinde, TBMM’de görüşülmekte olan 5199 Sayılı Hayvan Hakları Kanunu’nun yetersizliği ve yanlışları üzerine görüşlerimizi dile getirdik. Eskişehir’de kediyi kesen kişinin, bu vahşete ceza olarak, Kabahatler Kanunu çerçevesinde, 300 lira ceza alarak kurtulmasının kabul edilebilecek bir durum olmadığını söyledik. Her şeyden önce bu adaletsizliğin bir an önce düzeltilmesi için, hayvanlara karşı işlenen suçların “kabahat” olarak değerlendirilmemesi gerektiğini belirttik. Bu konuda toplumun çoğunluğunda zaten bir fikir birliği söz konusu. 

Hayvan haklarını savunanlar arasındaki asıl tartışma, veganların, kendini “hayvansever” olarak tanımlayanların görmek istemediği tutarsızlıklara işaret etmesiyle gündeme geliyor. Her gün mezbahalarda katledilen, süt ürünleri fabrikalarında makine muamelesi yapılarak sömürülen ve sonunda öldürülen hayvanların maruz kaldığı şiddetten söz ettiğimizde, tepki gösteriliyor. Nitekim Eskişehir’deki olay üzerine yazılan bir yazıda şu satırlara rastlıyoruz: “İlk olarak, bu tartışmalar içerisinde hayvan hakları savunucularının, bir kediyi böylesine bir eziyetle öldürmekle, et yemenin hiçbir farkının olmadığı yönündeki müdahaleleri önemli bir tehlikeyi barındırmakta. Bu tehlike türcülüğün politik yapısının göz ardı edilip, Regan’ın söyleyişiyle ‘dünyayı sözde masumlar (biz) ve ahlaksızlar (insanlığın kalan kısmı) olarak ikiye ayırmışçasına ahlak kumkumalığı’  yapılmasıdır kısaca. Kültürel bir koruma kalkanı altında ve cinayetin her türlü izinin silindiği bir şekilde masaya gelen eti yiyen bir insanla, herhangi bir hayvanı bıçaklayarak öldüren insanı vahşet açısından aynı kefede değerlendirmek ve yargılamak, ahlak kumkumalığının hayvan hakları mücadelesinin önüne geçmesine neden oluyor. Bunun yanı sıra bu olay üzerinden yeniden tartışmaya açılabilecek olan hayvan haklarının yasalardaki yeri konusunun hak ettiği ilgiyi görmesi de, kendilerini suçlu sandalyesinde bulan et yiyen hayvanseverlerin baştan dışlanması nedeniyle engellenmiş oluyor.” (http://fraksiyon.org/kedi-katili-hayvan-haklari-mucadelesi-ve-hukuk/)

Bir kediyi vahşice öldürüp bunu videoya kaydetmekle et yemek arasında bire bir benzerlik kurmak, anında savunmaya dönük bir tepki yaratacağından, dile getirdiğimiz görüşlerin daha çok insana yayılmasını engelleyici bir etki yaratabilir; bu bir gerçek. Kediyi zevk için katleden, bunu videoya çekip paylaşmıştır; akıl ve ruh sağlığı yerinde olan bir insanın yapamayacağı kadar zalimce bir vahşet uygulamıştır. Diğerinde ise, mezbahalarda yaşanan zalimliğin farkında olan ama buna bizzat kendi gözleriyle tanık olmayan insanların, evrensel ölçüde geçerli olan kültürel bir prototipleşmenin sonucunda, doğumlarından itibaren kendilerine yedirilen eti tabaklarında hazır bulmalarıyla gerçekleşir. Birincisinde, bir kediyi sadece kendi alacağı haz için katleden bir sapık, diğerinde ise katledilmeleri toplum tarafından “gerekli ve normal” bulunan milyonlarca hayvan ve bunun sonucunda ortaya çıkan şiddeti içselleştirmiş insanlar var. 

Bu farkların altını çizdikten sonra, alıntıladığım söz konusu yazıdaki görüşe dönersek, veganların, hayvanların her gün maruz kaldığı şiddete dikkat çekmesini “ahlak kumkumalığı” olarak değerlendirip küçümsemek de yanıltıcıdır. Can Başkent ile yazdığımız “Veganizm: Ahlakı, Siyaseti ve Mücadelesi” adlı kitapta da belirttiğim gibi (http://propagandayayinlari.net/vegan.html) hayvanları eğlence için, yiyecek, ve kıyafet ihtiyaçları için ya da deney tahtası olarak kullanmak, hayvan köleliğine neden olduğundan etik değildir. Buradaki etik vurgusunun boş bir ahlakçılık ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bunun, insanlığı sözde masumlar (biz) ve “ahlaksızlar” olarak ikiye ayırmak şeklinde görülmesi yanlıştır; çünkü her veganı baştan tam anlamıyla ahlaklı bir insan olarak kabul edemeyeceğimiz gibi, her et yiyeni de külliyen ahlaksız diye nitelemiyoruz. Ahlakı, sınırları cetvelle çizilmiş bütüncül bir kavram olarak ele almıyorum ben; hayvan özgürlüğünü savunduğu için vegan olan bir insan, hayatın diğer bir alanında etik dışı bir davranışta bulunabilir. Mesela veganlar hırsız olamaz diye kesin bir görüş ileri süremeyiz; aynı şekilde, bir insan vegan değildir ama iş yaşantısında dürüst, ahlaklı bir esnaf olabilir. Ancak şu kesindir ki; et yemenin insan-hayvan ilişkisi açısından etik olmadığını söylemek, ahlak kumkumalığı değildir! Çünkü bugün modern toplumda yaşayan bir insanın artık mezbahalardaki vahşeti bilmemesi olanaksız. “Bizzat tanık olmadığım vahşeti düşünerek davranışımı değiştirmem,” deniyorsa, bu tavrın etik olmadığını söylemek neden “ahlak kumkumalığı” oluyor? Bir zulme karşı çıkmak için illa bizzat görmek, tanık olmak ya da yaşamak mı gerekir? 

Hayvan haklarını savunan insanların, hayvancılık endüstrisinin gerçekte kendilerinin dışında gelişen ama sonuçta onların desteğiyle süren bir zincir yüzünden sürdüğünü anlamalarının vakti geldi de geçiyor. Eğer veganlar olarak, hayvan hakları hareketinin hayvan özgürlüğünü hedeflediğini dile getirip, bunun et yeme ile hiçbir şekilde bağdaşmayacağını ısrarla vurgulamazsak, varacağımız nokta, hayvanların “insani bir şekilde öldürülmeleri” gerektiğini savunan hayvan refahçılığı düşüncesidir. Günümüzde yürütülen çeşitli kampanyalarda, “humane slaughter” (insani kesim), “humane meat” (insani et) gibi gerçekte var olmayan kavramlar kullanılarak hayvan hakları mücadelesi baştan sınırlandırılmak isteniyor. Kedi ve köpek sevdiği için hayvan hakları mücadelesini sadece sokak hayvanlarıyla sınırlayanlara, kedi ile inek ya da köpek ile tavuk arasında hak anlamında fark olmadığını, hepsinin yaşama hakkına sahip olduğunu ısrarla söylememiz gerekiyor. 

Bu konuda çarpıcı bir örnek vermek isterim. 5199 Sayılı Yasayı protesto için 2 Mart’ta Kadıköy’de yapılan eyleme ben de gittim. Kürsüye çıkan bir konuşmacı, kalabalığa sorular yöneltip yanıtlar alıyordu. “Hayvanlara uygulanan zulme ne diyoruz?” diye soruyor, güçlü bir “HAYIR!” sesi duyuluyordu karşılığında. “Ölüm yasalarına ne diyoruz?” diyor, yine “HAYIR!” yanıtı geliyordu. O sırada ben de “Buzluktaki kıymaya ne diyoruz?” diye bağırdım ama hiç yanıt gelmedi. Tabii benim mikrofonum yoktu elimde ama çevreden gelen garip bakışların yerine cılız da olsa bir “Hayır!” çıkabilirdi. Bu bir simgesel denemeydi; yapmayı gerekli gördüm, çünkü eyleme gelenlerin üzerinde deriler vardı, birçoğu hayvanlar üzerinde denenen sigaraları içiyordu. Bu tutarsızlıkları görmezden gelerek hayvan haklarını tutarlı bir şekilde savunmak olanaklı değildir; bu durumda hayvanları sadece sokak hayvanları olarak sınırlar ve önceki paragraflarda da söylediğim gibi ancak yeni refahçı anlayışta takılır kalırız.

Ben, uzun yıllardır etik veganlığı yaşamının odak noktası yapan bir insan olarak, hayvan hakları savunucularının artık hayvan özgürlüğü rotasına girmesinin gerekliliğine işaret ediyorum. Elbette sirkler ve kürkler yasaklanmalı, sokak hayvanlarına devlet dokunmamalı, petshop’larda ve pazarlarda canlı hayvan satışı durdurulmalı ama bunlar yetmez. Hayvanların metalaştırılmasına karşı olduğumuzu ve bunun geçerli olabilmesi için de tek yolun vegan olmaktan geçtiğini sürekli dile getirmeliyiz ve taleplerimiz bu yönde olmalı.

Bu noktada hayvan hakları mücadelesinin izleyeceği yöntemler üzerinde bazı hususları vurgulamayı da gerekli görüyorum.

1- Hayvanlar, insanların ihtiyaçları için var olan canlılar değildir; hissedebilen canlılardır ve hepsinin yaşam hakkı vardır.
2- Hayvanların yenilmesi, giyilmesi, avlanması, alınıp satılması ve herhangi bir amaç için kullanılması, çalıştırılması, sömürülmesi kabul edilemez. 
3- Hayvanlara uygun davranıldığı sürece kullanılabileceklerini ve öncelikli olarak zulmün azaltılması yolunda düzenlemeler yapılmasını savunan refahçı görüş, etik temelli hayvan hakları düşüncesine ters düşer. Gary L. Francione’nin söylediği gibi, daha çok düzenlemenin daha çok sömürüye yol açtığına dair kanıtlar mevcuttur. Çünkü ne kadar çok düzenleme yaparsanız, insanlar, hayvan sömürüsüne dair kendilerini o kadar iyi hissediyor.
4- Bu durumda izlenecek yöntem, hayvanların var olma hakkını her koşulda dile getirip, veganlığı yayma yolunda adımlar atılmasıdır.
5- Ancak insanları suçlayan, yargılayıcı bir tavır yerine, veganizmin ardındaki düşünceleri bilimsel araştırmalar ve uzman görüşleriyle birlikte uygar bir dille anlatmak gerek.
6- Bu düşünceleri dile getirirken, hayvanlara zulmetmenin yanlış olduğunda hemfikir görünenleri, veganizme geçiş yolunda adım atmaları yolunda cesaretlendirmeli. 
7- Bu yöntem çok hızlı sonuçlar vermeyebilir ama kanımca etkili sonuç yaratabilecek olan yoldur. Kedi vahşetinde gördüğümüz gibi, sosyal medyada olayın ardındaki isme yönelik olarak yazılan şiddet içerikli mesajlar, şiddeti reddeden hayvan hakları savunucularının yöntemi olamaz. O konuda yapılması gereken, başta da belirttiğim gibi, yasanın değiştirilmesine destek vererek işi hukuka teslim etmek. Şiddet, hiçbir zaman şiddeti sona erdirmez. 
8- İnsanlarla her ortamda bire bir yapılacak konuşmalara ek olarak,  veganizmin felsefesini duyuracak çeşitli eylemler yapılmalı. Katılan sayısı önceleri fazla olmasa da, hayvanların var olma hakkının seslendirilmesi dikkat çekicidir.
9- Mezbahalarda yapılan gizli çekimlerin ve bu tür tesislerin basılarak hayvanların maruz kaldığı eziyetin ifşa edilmesi, çok etkili sonuçlar veriyor. 2013 yılında angoranın nasıl elde edildiğini gösteren videonun etkileri epey sarsıcı oldu. Ben insanları sarsan bu tür çarpıcı belgelerin de kullanılmasında fayda görüyorum. Çünkü birçok kişi giydiği, kullandığı eşyanın, malzemenin nasıl elde edildiğini, nasıl bir zulmün ürünü olduğunu araştırmıyor. 
10- Vegan yaşam tarzının uygulanabilirliğine dair pratik bilgilerin medyada yayılmasını sağlamak da hızlı sonuç almak bakımından önemli. 

Veganlar olarak toplumda daha çok sayıda insanı içinde bulunduran bir grup haline gelebilmemiz, elbette zaman alacak. Hayvan özgürlüğü hedefinde alacağımız yol uzun ama unutmayalım; yaşadığımız gezegende gerçek devrim, ancak bu hedefe varıldığında gerçekleşecek ve yüzyıllardır kanıtlandığı gibi, her devrim önce özgürlük mesajını yaymakla başlar. 
-

(Bu yazı, Türkiye Vegan ve Vejetaryenler Derneği'nin hazırladığı Veg & Nature dergisinin nisan ayında çıkan ilk sayısında yayınlanmıştır. Türkiye'deki ilk Veg & Vej, Sürdürülebilir Yaşam, Hayvan Özgürlüğü dergisi olan bu yayına hem basılı olarak hem de internet üzerinden ulaşabilirsiniz. Tamamen ücretsiz olan bu dergi, derneğin üyelerine kargo ile ücretsiz dağıtılıyor. Üye olmak için bilgi: http://tvd.org.tr/uyelik/ Dergiyi internet üzerinden okumak isterseniz: http://tvd.org.tr/vegnature-nisan-2014/)

Hiç yorum yok: