21 Şubat 2010 Pazar

Bir şarkının çağrışımları

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 21 Şubat 2010

Uzun süredir heyecanla beklediğim bir albümü geçen hafta elime alabildim. Albümü internet üzerinden satış yapan, Londra’daki bağımsız bir CD dükkanından aldığım için elime geçmesi biraz uzun sürdü.

Ancak o sabırsız bekleyişe değeceğini biliyordum. Çünkü çok sevdiğim post-punk grubu The Durutti Column’ün son çalışması “A Paean To Wilson”dı gelen. The Durutti Column, bu albümle, efsanevi Haçienda kulübünün ve Factory Records’ın kurucusu Tony Wilson’a şükranlarını sunuyor.

24 Hour Party People” filmini izlediyseniz, Tony Wilson’ı hemen hatırlarsınız. “Mr Manchester” adıyla tanınan Wilson’ı filmde Steve Coogan canlandırmıştı.

Wilson, ilk olarak The Durutti Column, ardından Happy Mondays, Joy Division gibi unutulmaz grupları Factory Records’a bağlayan menajerdi.

Wilson, 2007’de kanserden ölünce, ilk evladı olarak gördüğü The Durutti Column, onun anısına bu albümü yaptı. Burada albümün olağanüstü müzikal kalitesini anlatmayacağım. Çünkü bu bir müzik yazısı değil.

***

Bu yazıda anlatmak istediğim şey, özellikle bir şarkının bana düşündürdüklerinden söz etmek. Şarkının adı “How Unbelievable”; yani “Ne Kadar İnanılmaz”. Son bir haftadır yüzlerce kez dinledim bu şarkıyı...

Müzik yazılarımı okuyan Cumhuriyet okurları farkındadır; ben müzikle nefes alıp veren biriyim. Benim için, ertesi sabah ayağa kalkma isteği yaratan en önemli sebeplerden birisi müzik. O nedenle, bir şarkıyı çok seversem, garip bir şekilde, günlerce sürekli onu dinlediğim zamanlar oluyor. Bu da onlardan birisi...

Şarkının büyüleyici ve son derece dokunaklı melodisine, aynı sözcükleri adeta mırıldanarak tekrarlayan bir kadın sesi eşlik ediyor. Ama kadının söyledikleri değil çarpıcı olan...

Müziğin yavaşladığı bir yerde, şarkının tam ortasında, Tony Wilson’ın hasta yatağında kaydedilmiş konuşma sesi duyuluyor: “Ne kadar inanılmaz ki, İşçi Partisi 10 yıldır iktidarda ve bu ülkedeki gelir dağılımı uçurumu daha da büyüdü” diyor. Tam bu anda müziğin yaylılarla yükselişi etkiyi iyice artırıyor.

Şarkının sonuna doğru Tony Wilson tekrar giriyor devreye. “Sosyalizm, kendi kompleks yapısı içinde, yüreğinizin derinliklerinde hissettiğiniz şu temel inanca dayanır: Yoksul bu derece yoksul, zengin de bu derece zengin olmamalıdır. Britanya’da zengin ve yoksul arasındaki uçurum büyümüştür.

***

Bu şarkıyı dinlerken ben de Türkiye’deki inanılmaz olayları ve çelişkileri düşündüm ister istemez...

Ne kadar inanılmaz ki, dokunulmazlıkları kaldırma sözü vererek iktidar olan bir parti 8 yıldır iktidarda ama milletvekilleri hâlâ dokunulmaz...

Ne kadar inanılmaz ki, yolsuzlukların üzerine gideceğini söyleyenler Deniz Feneri skandalının üzerini örtüyor...

Ne kadar inanılmaz ki, mazlumun, yoksulun hakkını savunacağız diyenler, hakkını arayan Tekel işçilerini çoluk çocuk perişan ediyor...

Ne kadar inanılmaz ki, halk egemenliği kavramını dillerine dolayanlar, seçime giderken hâlâ yüzde 10 barajını kaldırmıyor...

Ne kadar inanılmaz ki, seçim zaferi sonrasında herkesin başbakanı olacağını iddia edenler, eczacıyla, doktorla, yargıyla, işçiyle, herkesle kavgalı...

Ne kadar inanılmaz ki, ulusal çıkarları savunduklarını söyleyenler, bu ülkenin askerinin başına çuval geçirenleri ağırlıyor...

Benzer durumları art arda sıralayıp sayfalarca uzatabilirim. Çünkü Türkiye, inanılmaz bir dönemden geçiyor. Ne kadar inanılmaz ki, demokrasi geliyor diye sevinenler de, sivil faşizme doğru gidildiğini görmüyor...

Tony Wilson’a ve The Durutti Column’e şükranlarımla...

15 Şubat 2010 Pazartesi

Kadın meta değildir!

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 14 Şubat 2010

Geçen hafta bir cinayet haberiyle sarsıldık. Duymayanlar için hatırlatayım. Aralık ayında polise yapılan bir ihbar sonucunda, Adıyaman Kahta’da bir evin bahçesindeki kümese gömülü bir ceset bulunmuştu.

Polis ekipleri, toprağı 2 metre kazınca, bir süre önce ailesi tarafından kaybolduğu bildirilen 16 yaşındaki Medine Memi’ye ait cesetle karşılaştı. Boynunda bir eşarp, elleri bağlı, oturur vaziyette bir ceset... Olay üzerine, kızın dedesi ve babası tutuklandı.

Bu haber, gazete ve televizyonlarda yer aldı; ama ilk anda Türkiye’nin çalkantılı gündeminde ön sıralarda yer bulamadı kendisine. Çünkü birtakım iddialarla birbirlerini suçlayan gazeteciler, çok yoğundu. “Sen darbecisin!”, “Sen yandaşsın!”, “Sen döneksin!” lafları havada uçuşuyordu. Ancak birkaç gün sonra Hürriyet olayı manşetine taşıdı.

Siyasetçilerse, çok ateşli bir hafta geçirdi. Yıllar önce olmuş bir olayı bugün kullanmak için saklayan iktidar, yine mağdur rolüne soyundu. “Peygamber” lafı üzerine Meclis’te yumruklar konuştu.

Bu arada benim aklım Medine’de kaldı. Biliyorum ki, onun gibi yüzlerce Medine var bu ülkede... Her yıl Türkiye’de 200’den fazla töre ve namus cinayeti işleniyor. Genç kızlar, kadınlar birer mal gibi kullanılıyor, direnen olursa da ortadan kaldırılıyor...

Bakın, Medine tavuk kümesine gömülmeden önce neler olmuş? Hiç okula gitmemiş Medine, tarikatçı babası ve dedesi tarafından sürekli şiddet görmüş.

Bir defasında yine dayak yüzünden polise şikayetçi olmuş. Yakınlarının anlattığına göre, eve gelen polisler, buldukları ruhsatsız tabancaya el koymuş. Dede ve baba, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmış.

Ancak kısa bir süre sonra, Medine, yine dayak iddiasıyla polisin kapısını çalmış. Bunu duyan dede ile baba, sürekli polise gitmesine tepki gösterip kızı tartaklamış. Bu sırada Medine, başını duvara çarpıp ölmüş. Bunun üzerine panikleyen aile, bahçedeki kümesin altına açtığı çukura kızı gömmüş.

Yapılan Adli Tıp incelemesinde, Medine’nin midesinde ve ciğerlerinde toprak bulundu. Bu demek oluyor ki, zavallı kızcağız canlı canlı gömülmüş!

***

Ben, bu tür cinayetlerin artık neredeyse alışıldığı bir Türkiye için tarifsiz bir üzüntü duyuyorum. Okuduğum günden beri gece uykularımı kaçıran bu haberin ülkem adına nasıl büyük bir utanç olduğunu izliyorum...

Bütün dünya basınında şu başlıkla çıktı bu haber: “Turkish Girl Buried Alive for Talking to Boys”... Yani Türk kızı, erkeklerle konuştuğu için diri diri gömüldü...

Siz istediğiniz kadar yüz binlerce dolar harcayıp moda haftası açılışına Meg Ryan’ı getirin, istediğiniz kadar İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti oldu diye sevinin, bu tür haberler duyuldukça, insanların aklındaki Türkiye imajı bellidir...

Onları bırakın; kendimizle yüzleşelim. Sizin aklınızdaki Türkiye imajı nasıl? Gerçekten, lüks alışveriş merkezlerine, güzel mekanlara, defilelere bakıp, “Ya biz çok medenileştik” mi diyorsunuz? Bana sorarsanız, töre ve namus cinayetlerinin yaşandığı bir ülke, uygar olamaz...

O nedenle yetkililere diyorum ki; mesainizi türbanı kamusal alanlara sokmak için harcayacağınıza ya da kadına durmadan üç çocuk doğurmasını öğütleyeceğinize, onları sosyal, kültürel ve ekonomik hayata katacak daha büyük adımlar atın!

Başbakan olarak sigara kampanyasına verdiğiniz destek gibi, her gittiğiniz yerde bu konuya da değinin. Siyasetçiler, sivil toplum önderleri, gazeteciler, kadının bir meta olmadığını anlatın bu halka!

Anlatın ki, kadın katliamı son bulsun...

7 Şubat 2010 Pazar

Psikopat bir darbe

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 7 Şubat 2010

Türkiye’nin darbe tartışmalarına boğulduğu bugünlerde, okyanusun ötesinde Amerika’da da darbe konuşuluyor. Ama ordakinin öyle garip bir kod adı yok: “Kansız şirket darbesi” diyorlar olan bitene...

Haber sitelerinde, bloglarda büyük bir panik yaşanıyor. Ne mi oldu? ABD Yüksek Mahkemesi, aldığı bir kararla demokrasiye gerçek bir balyoz indirdi.

Fakat orada ne olduğu anlaşılamayan birtakım iddialar ya da uçuk senaryolar yok; açıkça ilan edilen bir kanun değişikliği var.

Yüksek Mahkeme, 21 Ocak tarihli kararıyla, şirketlerin ve tüzel kişilerin seçimlerde bir politik adayı desteklemek için yapacakları bağışların ve reklam harcamalarının sınırını kaldırdı.

Oysa ülkede o güne kadar geçerli olan kanuna göre, şirketler ve tüzel kişiler, PAC (Siyasi Faaliyet Komiteleri) adı ile bilinen çıkar grupları kurarak, bir adaya en fazla 5 bin dolar, ulusal parti komitesine en fazla 15 bin dolar bağış yapabiliyordu.

Mahkemenin 4’e karşı 5 oyla aldığı kararın gerekçesi, tüzel kişilerin de gerçek kişiler gibi ifade özgürlüğüne sahip olması gerektiği. “Kurumsal vatandaşlık” (corporate citizenship), Amerika’da 1800’lerden beri süregelen eski bir tartışma.

Konuyu bu çerçevede ele alanlar, şirketlerin sonuçta hissedarları temsil ettiğini; bu nedenle de, yasalar nezdinde gerçek kişilerle aynı muameleye tabi tutulmalarının doğru olduğunu savunuyor.

***

Tam bu noktada tartışmanın içine dalıp şu soruları sormak gerek:

-Tüzel kişiler gerçek kişilerle aynı haklara sahipse, acaba seçimlerdeki etkileri de aynı mıdır? Başka bir ifadeyle, yıllık kârının yüzde birini kullanarak bir başkanlık adayının seçim kampanyasını finanse edebilecek dev bir şirketle gerçek bir insanın etkisi aynı mıdır?

-Dünyanın en çok kâr eden çokuluslu şirketlerine kıyasla sendikaların seçimleri etkileme gücü nedir?

-Bir politikacı, trilyonlarca doların seçim kampanyalarına yatırılacağı böyle bir sistemde, özel çıkarların temsilcisi olmaktan nasıl kurtulur?

-Political speaker” olarak tanımlanan şirketlerin ifade özgürlüğü, “istenilen ölçüde para harcamak” olarak mı değerlendiriliyor?

-Öyleyse, para harcayamayan ya da parası diğerlerine göre daha az olanların ifade özgürlüğü daha mı azdır?..

Görüldüğü gibi, bu absürd durumu incelemeye devam ettikçe, sorular da ister istemez giderek garipleşiyor...

***

Aslında demokrasiye inanan Amerikalıları paniğe sürükleyen neden kısaca şu: Ülkede yönetimin psikopatların eline geçtiğini görüyorlar. “İktidarda Obama yönetimi olduğuna göre, psikopatlar Demokratlar herhalde,” diye düşünebilirsiniz. Ancak işin özü farklı...

2003 tarihli “The Corporation” adlı bir belgesel vardı hatırlarsanız. Gösterime girdiğinde büyük ses getiren film, Amerikan yasalarına göre hukuksal anlamda birer “kişilik” olan şirketlerin, dünyayı nasıl yönettiğini anlatıyordu.

O filmde, uzmanlarla yapılan görüşmelerden şu sonuç çıkıyordu: Şirketler insan olsaydı, psikopat olarak tanımlanırdı. Gözü kendi çıkarından başka bir şey görmeyen ve önüne gelenin kanını emip sömüren kişiliklerdi bunlar...

Elbette insanların hayatına değer katan hizmet ve ürünleri etik bir şekilde üretenler de var. Ancak sorun şu ki, dünya, onların değil kapitalist düzende vampirleşen şirketlerin egemenliğinde...

İngiliz hukukçu Baron Thurlow’un ta 18. yüzyılda dediği gibi, gerçek insan muamelesi gören bu şirketlerin ne lanetlenecek ruhları ne de hapsedilecek bedenleri var.

Biraz geç oldu ama, Amerikalı paniklemesin de ne yapsın?

Alın size en psikopatından bir darbe...

Hem de özgürlükler ülkesi, demokrasi ihracatçısı Amerika’dan...