29 Haziran 2009 Pazartesi

İran'da Sahnelenen Bayat Bir Oyun...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 28 Haziran 2009

İran’daki seçim hakkında herkes konuşuyor. Ama en doğru yorum, meyve suyu satan İranlı bir büfeciden geldi.

Olan biten bir filmden ibaret. Herkes bu filmin oyuncuları sadece...” diyor 54 yaşındaki İranlı... Umutlarını yok eden siyasetçilere olan kızgınlığını The New York Times muhabirine böyle anlatıyor.

İran’daki seçim, gerçekten senaryosu önceden yazılmış, oyuncuları belirlenmiş bir film gibi...

Peki, aktörler kim? Onları tanımak için önce senaryoya bakalım...

Mekanımız İran, Ortadoğu’da bir İslam Cumhuriyeti; petrol rezervleri açısından Suudi Arabistan’dan sonra ikinci, doğal gazda da Rusya’dan sonra ikinci sırada.

Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, dünya’nın ağası Amerika’ya meydan okuyor. Amerika’nın taze Başkanı Obama ise, İran’ın nükleer programından rahatsız ve bu tehlikeyi ortadan kaldırmak için İran’a koşulsuz görüşme çağrısı yapıyor.

Obama çağrısına yanıt beklediği sırada, İran’da seçim yapılıyor. Dört aday yarışıyor ama ikisi öne çıkıyor: Muhafazakar Ahmedinejad ve “reformcu” eski Başbakan Musavi.

Ahmedinejad dönemindeki baskılardan bıkan kadınlar, gençler ve daha eğitimli olanlar, Musavi’yi destekliyor. Amerika ve Avrupa ülkeleri de açıkça ona destek veriyor.

Sonunda sandıklar açılıyor ve Ahmedinejad, rakibine iki misli fark atarak çıkıyor sandıktan.

Musavi’nin yandaşları, usulsüzlük iddialarını gündeme getiriyor, şiddetli protestolar başlıyor. Ve İran sokakları bir kez daha kana bulanıyor...

Gördüğümüz, artık sahnelerini ezberlediğimiz bir filmdir.

Nedenleri ortada:

1-Oy verme işlemi bittikten kısa bir süre sonra Ahmedinejad’ın kazandığının açıklanması, seçimde hile yapıldığı iddialarına neden oldu. Peki, neden Musavi daha oy verme süresi dolmadan saatler önce çıkıp kendisinin kazandığını açıkladı?

Amerika’nın yıllardır İran’da istikrarı bozmaya çalıştığı sır değil. Seçim sonuçlarına ilişkin tartışma çıkarıp kargaşaya neden olmak, CIA’in kullandığı bir taktik... Bildiğimiz gibi, son yıllarda kargaşayı artık darbeyle değil, hukuk aracılığıyla yaratıyorlar.

2-Amerika, bir zamanlar Irak’ta Saddam’a destek verdiği gibi, İran’da da kendi yarattığı düşmanla karşı karşıya. 1953’te, İran’da seçimle iş başına gelen Musaddık hükümetine karşı girişilen darbenin arkasında Washington vardı. Bugün İran’da demokrasi yoksa, bunun nedeni Amerika’nın bölgedeki emperyal hedefleri yüzünden sürekli bu ülkenin iç işlerine burnunu sokmasıdır.

3-Seçim sonuçlarını protesto eden halk, daha fazla özgürlük istiyor. Oysa bu protestoları organize eden Musavi, reformcu gözükmekle birlikte, aslında sistemle bütünleşmiş, özelleştirmelere açık ve Batı için sorun çıkarmayacak bir isim. Özgürlük isteyenlerin hedeflediği anlamda bir rejim değişikliği amacı yok.

4-İran’da kapalı kapılar ardındaki asıl sorun, mollalar arasındaki güç çekişmesi.

***

Görüldüğü gibi, İran’daki filmin ana aktörleri, başta Amerika olmak üzere dış güçler ve en büyük gücünü petrolden alan Ayetullah.

Konuya bir İranlı açısından bakacak olursak, bir yanda emperyalizme karşı duran ama aşırı baskıcı Ahmedinejad, diğer yanda da “reformcu” gözüken ama arkasına Amerika’nın desteğini almış eski bir başbakan var...

İran halkının görmesi gereken şu: Şeriat yasalarıyla yönetilen bir İslam Cumhuriyeti’dir İran. Parlamento ve devlet başkanı seçimle gelse de, en yetkili siyasi makam dini lider... Devlet başkanı kabine üyelerinin lideri, ama dini lider ve din adamlarından oluşan kurumların yasaları ve seçimlerde aday olanları veto yetkisi var...

Böyle bir teokratik sistemde rejimi değiştirmeden gerçek bir reform yapılabilir mi?

22 Haziran 2009 Pazartesi

Uygunsuz Bir Gerçek...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 21 Haziran 2009

Geçenlerde Dünya Çevre Günü kutlandı. Aslında küresel ısınma tehlikesi nedeniyle pek de kutlama gibi olmadı... Üzerinde yaşadığı gezegenin yok oluşunu uzun süre seyreden insanoğlu, sonunda panikledi ve bu aymazlığa son verme çabasına girişti...

Bu çabanın en ünlü isimlerinden birisi, ABD eski Başkan Yardımcısı Al Gore. Bence 2000 yılında Bush’a karşı yarıştığı başkanlık seçimini şaibeli bir şekilde kaybetmiş sayılmasa, dünya için çok daha hayırlı olurdu...

Ama Al Gore, o kaybı da bir kazanca dönüştürdü. Küresel ısınmanın önlenmesi konusundaki çalışmaları ve özellikle “An Inconvenient Truth” (Uygunsuz Gerçek) adlı belgeseldeki anlatıcı rolü çok etkili oldu.

Bütün bu çalışmalarını alkışlamakla birlikte, Al Gore’a soru sorma olanağım olsa, şunu sorardım: Dünyadaki sera gazı salınımının beşte birini yaratan hayvancılık sektörünün küresel ısınmaya olan etkisi, belgeselinizde neden göz ardı edildi?

Bunu sadece vegan olduğum için değil, bilimsel bir gerçeğin neden gizlendiğini merak ettiğim için soruyorum. Çünkü bu gerçeğin dayandığı veriler çok açık. (Biraz fazla sayı vereceğim ama konuyu açıklamak için bu zorunlu.)

1-BM Gıda ve Tarım Örgütü’ne (FAO) göre, hayvancılık sektörü, dünyadaki karbondioksit gazının yüzde 9’undan, metan gazının yüzde 37’sinden ve azot protoksit’in yüzde 65’inden sorumlu. Metan gazının küresel ısınmaya etkisi, karbondioksitin etkisinin 23 katı; bu oran azot protoksitte ise 296 katına çıkıyor...

2-Et endüstrisi, dünyadaki amonyak salınımının yüzde 64’ünün de sorumlusu. Amonyak ve çeşitli kimyasallar ise, asit yağmurlarının ve biyolojik çeşitliliğin yok oluşunun nedeni...

3-Et üretimi için kullanılan geniş toprakların yanı sıra, milyarlarca hektarlık arsa da, hayvanlara besin sağlamak için tarımsal üretime ayrılıyor. Örneğin, dünyada 756 milyon ton tahıl, çiftlik hayvanlarını beslemek için kullanılıyor. Bu miktar, açlık riski altındaki 1.4 milyar insanın beslenmesi için kullanılsa, yaşamaları için gereken miktarın iki misli tahıl elde ediliyor.

4-Sektörün su tüketiminin çok fazla olması nedeniyle su kaynakları azalıyor. (Araştırmalara göre, 1 kg. sığır eti elde etmek için harcanan su miktarı ortalama 18930 litre iken, bu oran aynı miktarda patates için 455 lt., buğday için 820 lt., pirinç 1735 lt., soya için 1820 lt. / Kaynak: David Pimentel, American Journal of Clinical Nutrition, 2003, Vol:78)

5-Et tüketimi giderek artıyor. Gelişmekte olan ülkelerde kişi başına düşen yıllık et tüketimi 1980’de 14 kg. iken, 2002’de 28 kg. oldu. FAO’ya göre bu oran, 2050’ye kadar iki katına çıkacak.

Bazı kişilerin, et yemenin doğal ve gerekli olduğunu savunup, bunlara hiç itibar etmeyeceğini biliyorum. Ama şu da bir gerçek ki, insanın et yemesi doğal bir durum değil. Bilimsel araştırmalar, ilk insanların vejetaryen olduğunu kanıtlıyor...

Etin insan sağlığına etkisi ise, ayrı bir tartışma konusu... Geleneksel mutfağında ete çok fazla yer verilen bir ülkenin vatandaşlarına bunları anlatmanın bir etkisi olur mu?

En azından birileri haftada bir gün et tüketmemeye ikna olabilir belki... (Sözüm, zaten et almaya gücü yetmeyen dar gelirlilere değil.) Böylece hem kendi sağlıklarına hem de dünyanın geleceğine olumlu bir katkı yapabilirler.

Geçen ay Belçika’nın Ghent şehrinde bu yönde bir uygulama başladı. Belediye meclisi kararıyla artık Ghent'te haftada bir gün et yenilmeyecek, bütün restoranlar vejetaryen menü sunacak.

Darısı her şehrin başına... Çünkü ete olan bu aşırı düşkünlüğün önü alınmazsa, dünya daha da hızla tükenecek.

İnsanlık için ne uygunsuz bir gerçek...

15 Haziran 2009 Pazartesi

Obama'dan Masallar...

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 14 Haziran 2009

Obama'nın Müslümanlara yönelik konuşması bugünlerde artık gündemin birinci maddesi değil. Ama Pazar Dergi için yazılarımı bir hafta önceden göndermek durumundayım.

Bu nedenle üzerinden biraz zaman geçmiş olsa da, konuşmada dikkatimi çeken iki nokta hakkında yazmak istedim: Birincisi, “ortak din paydası”; ikincisi de, Amerika’nın eşitlik ideali...

***

Dine atfedilen özel önem, Obama’nın Türkiye ziyaretinde yaptığı konuşmalarda da belirgindi. Başkanlık görevini üstlendiği günden bu yana, Müslümanlara sıcak mesajlar göndermesinin nedeni belli: Bush döneminin izlerini silip yeni bir politikayla yeni bir dönem başlatmak hedefinde...

Sorun şu ki, Obama’nın söylediklerinden, sanki kafasında tek bir vücut halinde hareket eden bir Müslüman dünyası olduğu izlenimi doğuyor. Müslüman bir ülkeye gidip, oradan dünyadaki bütün Müslümanlara seslenmesi de bunu destekliyor.

Bu noktada insanın aklına şu soru geliyor: Gerçekten bu “din kardeşliği” kavramı İslam coğrafyasında ne kadar geçerli?

Çünkü Obama’nın sözünü ettiği “E pluribus unum” (çoktan tek)” ilkesinin Müslümanlar arasında kurulabilmesi, sorunlar sarmalına dönmüş Ortadoğu açısından hiç kolay gözükmüyor. Bırakın farklı kültür, din ve etnik kökenden gelenler arasında birlik kurmayı, bu coğrafyada aynı dinden olanlar arasında bile kavga, şiddet hiçbir dönemde eksik olmadı...

Aynı ülkenin vatandaşları olan Müslümanlar arasında dahi tarikat, aşiret çekişmelerinin hiç bitmediği bir ortamda, “ortak din paydası” gerçekçi mi? Değil elbette...

Ama Obama’nın söylemi, ulus devletlerin bittiği tezini savunan küreselleşme savunucularını memnun edecektir. “Ey İslam alemi!” diye başlayan bir hitabet, herhalde Türkiye’de de en çok halifelik dönemine özlem duyanları sevindirir.

Onlar olmayan birliktelik için sevine dursun, milyonlarca Müslüman Irak’ta katledilirken İslam alemi olanlara gözünü kapamıştır. Çünkü 21. yüzyılın dış politikasına yön veren din değil, menfaatlerdir, sermayedir. Aksi halde, petrol şeyhlerinin yönettiği Suudi Arabistan, Amerika ile sıkı dostluğunu değil, “din kardeşlerini” düşünür ve bu katliama sessiz kalmazdı...

***

Obama’nın retoriklerle bezenmiş konuşması, dinlerken ilk anda insana hoş gelebilir; ama anlattıklarının önemli bir kısmı ne yazık ki masaldır...

Bu masalın bir yerinde, Amerika’nın herkesin eşit olduğu şeklindeki idealin üzerine kurulduğunu söyledi Obama. Oysa benim gördüğüm ve bildiğim Amerika, hiç de öyle değil...

Amerika’da temel hak ve özgürlükler bakımından ileri bir düzey yakalanmıştır ve bu küçümsenecek bir şey değildir. Fakat yine de, asıl sorunun kaynağı başkadır... Kapitalizmin ana vatanı Amerika, sınıf farklılıklarının üzerinin örtülmeye çalışıldığı, zenginle yoksul arasındaki uçurumun inanılmaz boyutlarda olduğu bir ülkedir.

21. yüzyılın parası, yenilikçilik ve eğitim olacak,” diyor Obama... İyi ama o eğitim için yeterli olanaklara sahip olmayanlar, prestijli okullardan mezun olanlarla aynı fırsat eşitliğine sahip olacaklar mı?

FED’in verilerine göre, ülkedeki toplam değerin yüzde 83'ü, en üst yüzde 20'lik gelir kesimindeki varlıklı Amerikalıların elinde.

Ya ırka dayalı gelir eşitsizliği? Yine FED’e göre, Amerika’da beyaz bir ailenin sahip olduğu her bir dolara karşı, siyahi bir aile sadece 12 sente sahip... Bir siyahın başkan seçilmesi önemlidir ama bu, ekonomik uçuruma dair çarpıklığı değiştirmez...

Eşitliğe dayalı bir demokrasi, böylesine açık bir eşitsizlik üzerine temellenmiş bir ekonomi ile bir arada yürür mü? Yürümez ve o tür bir yönetimin adı da demokrasi değil, plütokrasidir...

8 Haziran 2009 Pazartesi

"Uzatılmış Gözaltı..."

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 7 Haziran 2009

Geçmişte işlemiş olduğu bir suçu bulunmayan ve bu nedenle yargılanamayan bir kişi, gelecekte suç işleyebileceğine inanıldığı şüphesiyle uzun süre gözaltında tutulabilir mi?

Olur mu canım!” diyorsanız, Obama ile farklı düşünüyorsunuz demektir. Çünkü ABD Başkanı, Guantanamo tutuklularına yönelik yeni planında bu yönde bir düzenleme öneriyor.

Doğrusu, bütün dünya Amerika’nın yüz karası Guantanamo’yu kapatacağı için Obama’yı alkışlarken, onun böyle bir öneriyle gelmesi şaşırtıcı oldu. Çünkü en büyük iddiası değişimdi; insanlar onun Bush’tan farklı olduğunu görmek istiyordu.

Ama Guantanamo’yu kapatmak için gerekli olan 80 milyon dolarlık ödenek Senato’dan geçmedi. Kendi partisinin mensupları Demokratlar bile onay vermedi; çünkü Obama’nın Guantanamo’daki 240 terör şüphelisine yönelik somut bir plan ortaya koymasını istediler.

O da şu planı açıkladı: Guantanamo’yu kapatalım, haklarında salıverme kararı bulunanları bırakalım, terör şüphelilerini suçlarına göre Amerikan sivil mahkemelerinde ve savaş suçu işleyenleri de askeri komisyonlarda yargılayalım...

Fakat bir de “suç işlemedikleri için haklarında soruşturma açılamayan ama Amerikan halkı için tehdit oluşturanlar” var. Bu durumdaki “şüpheliler” için “uzatılmış gözaltı” (prolonged detention) öneriyor Obama.

Bush döneminde mahkemeye çıkarılmadan yıllarca hapiste tutulan terör zanlılarına uygulanan “önleyici gözaltı”nın (preventive detention) yeni bir hukuk çerçevesine oturtulmuş hali bu.

Bush’un yöntemi, “Yasadışı Düşman Savaşçı” (Unlawful Enemy Combatant) olarak sınıflandırılan şüpheliler için, “Habeas Corpus” ilkesini devre dışı bırakan bir yasaya dayanıyordu. (Türkçe'de "vücut benim" anlamına gelen ve adli makam önüne çıkma hakkını anlatan Latince kavram.)

Bu yasayla, adil bir hukuk sisteminin temel şartlarından biri olan bu ilke çiğnenmişti. Yani devletin mahkuma haksızlık yapmaması için, tutuklanan kişinin, hürriyeti sınırlama işleminin kanuna uygun olarak yapılıp yapılmadığını sorgulatmasına olanak sağlayan hak yok sayılmıştı. Keyfi gözaltıları önlemek için tutuklamanın sınırlarını belirleyen bu kavramın üstü çizilmişti.

Bu yüzden, yüzlerce insan şüpheli görülerek gözaltına alındı, haklarındaki suçlamanın tespiti için mahkemeye çıkarılmadan yıllarca Guantanamo'da tutulup işkenceden geçirildi.

İşte tam Obama iyi bir şey yapıp, bu utanca son verecek diye düşünürken, birden sözünü ettiğimiz plan ortaya çıktı. Şimdi Amerika'daki insan hakları örgütleri, haklı olarak, bu yapılanın anayasaya aykırı olduğunu ve Guantanamo’yu başka bir yere taşıyıp, Bush’un “önleyici gözaltı” sistemini yeni bir isimle sürdürmek anlamına geldiğini söylüyor.

Olayın can alıcı noktası, Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği’nin avukatlarından Jameel Jaffer’ın, The New York Times’a yaptığı açıklamada yer alıyor: “Eğer suçlu oldukları kanıtlanamıyorsa, serbest kalırlar. Adalet mekanizmasının anlamı budur...

***

Amerika, bugünlerde bu konuyu tartışıyor.

El Kaide ve Taliban'la ilişkide olduğundan şüphelenilen ama suçu kanıtlanmamış insanların uzatılmış tutukluluğunu sorguluyor.

İnsan hakları savunucularının kabul edilemez bulduğu bu uygulama, size de bir şeyler çağrıştırıyor mu?

Hani Türkiye’de terör örgütü şüphelisi oldukları iddiasıyla sabahları evleri basılanlar var ya... Neyle suçlandıklarını bilmeden ve yargıç önüne çıkarılmadan aylardır hapiste tutulan rektörler, yazarlar, gazeteciler...

Onlar geliyor mu aklınıza?

1 Haziran 2009 Pazartesi

Cahillik mi, Aptallık mı?

© Zülal Kalkandelen/ Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi/ 31 Mayıs 2009

Amerika’da kan kaybeden Cumhuriyetçi Parti’nin çırpınışları giderek ilginçleşiyor. Guantanamo işkencelerine ait belgelerin kamuoyuna yansıması ortalığı iyice karıştırdı. Dick Cheney, son günlerde kanal kanal dolaşıp, işkencenin yasadışı olmadığını anlatmaya çalışıyor ama nafile...

Cumhuriyetçilerin tekrar tekrar pişirip halka yutturmaya çalıştığı bir diğer yanıltma ise, Obama’nın sosyalistliği... Amerikan sağının popüler iki ismi, radyo programcısı Rush Limbaugh ve Fox News’un saldırgan yorumcusu Bill O’Reilly, sürekli tekrarlıyor bu iddiayı. Onlar söyledikçe de inananlar çoğalıyor.

Ama sonunda sosyalistler bu saçmalığa dayanamadı ve ülkedeki en büyük örgütleri Amerikan Demokratik Sosyalistleri adına bir açıklama yaptılar.

Şöyle dedi örgüt başkanı Frank Llewellyn: “Demokratlar ile sosyalizmi özdeşleştirerek sosyalizmin adını lekeliyorlar. Çünkü Demokratik Parti, dünyadaki en kapitalist ikinci partidir. Ne yazık ki, Obama’nın seçilmesi de bunu değiştirmedi.

Bu sözlerin, Amerikalılar'ın önemli bir bölümünü ikna edeceğini sanmıyorum. Çünkü bu ülkede yapay ama ortadan kaldırılması çok zor bir “sosyalizm paranoyası” var. Öyle ki, yüksek düzeyde eğitim almış olanlar bile, sosyalizmden ciddi şekilde korkuyor.

Amerikalılar'ın bu korkusu yüzünden, New York’ta benim başıma da garip bir olay geldi. Brezilya’da sosyalist Lula da Silva’nın Devlet Başkanı seçildiği günlerdi. Bir gece birkaç kişi bir restoranda toplanmıştık. Yanımda Brezilyalı bir arkadaşım oturuyordu. Ben de ona Lula'nın uygulayacağı politikalar üzerine sorular soruyordum.

Aramızda yer alan bir Amerikalı arkadaş ise, sıkılmış olacak ki, aniden yan masada yemek yiyen polise beni işaret edip, “Bu bayan komünist! Tutuklayın onu!” diye yükses sesle bağırdı...

Restorandaki insanların gözleri, aynı anda, şaşkınlıkla karışık bir dehşetle bana yönelmişti... Birkaç saniye dikkatle bana bakan polis, “İyi birine benziyorsun aslında...” dedi.

Korkuluk görmüş gibi donakalan insanları kendilerine getirmek için sakince şu karşılığı verdim: “Ben şimdi hepinizin bakışlarını o bağıran arkadaşa çevirecek bir şey söyleyeceğim. Kendisi, ‘özgürlükler ülkesi’ denilen bu ülkenin yetiştirdiği bir avukattır...

O geceden sonra yıllar geçti. Bu arada, Amerikan kapitalizmi iyice kudurup, sonunda kendi kendisini vurdu... Şimdi bankalar devletleştirilirken, çare sosyal devlet politikalarında aranıyor. Lula’nın önderliğindeki Brezilya ise, borç batağından kurtulup IMF’ye borç verir hale geldi.

Ama Amerikalılar hâlâ uyanmadı. Kapitalizmin yarattığı gerçek kâbusu yaşarken bile, sosyalizme dair kafalarında yarattıkları hayali kâbusla uğraşıyorlar...

Obama’yı da sosyalist yapıp çıktılar; yılda 250 bin dolardan fazla kazananların gelir vergisini artırıyor diye hop oturup hop kalkıyorlar. Bütün bu kopan gürültüden anlaşılan o ki, Amerikan toplumu sosyalizmin ne olduğunu bilmiyor... Bilmese de korkuyor; ama bilmediğini bildiği için değil, bildiğini sandığı şeyden korkuyor...

"Cahil olunabilir ama bu kadar aptallık olur mu?" diye sorası geliyor insanın... The Economist dergisi, Ben Bernanke ve Warren Buffet, seçimden önce açıkça Obama’yı desteklemedi mi?

Kapitalist ideolojinin dünyadaki en etkili yayın organı olan bir dergi, hiç bir sosyalisti destekler mi?

Bernanke, kapitalist sistemin motoru Amerikan Merkez Bankası’nın Başkanı değil mi?

Warren Buffet, dünyanın en zengin yatırımcısı değil mi?

Ne demeli?...

Bertrand Russell haklıydı. İnsanlar aptal değil, cahil doğar ve verilen yanlış eğitimle de aptallaşır...