27 Haziran 2013 Perşembe
Gezi Parkı Ruhu ve Yaklaşan Seçimler
Şubat ayından beri bu bloga hiç yazı eklemedim. Gazetedeki siyasi yazılarımı topladığım bir blogdu bu ama o tarihten beri herhangi bir gazetede köşem yok. Ancak Gezi Parkı olayları sonrasında bugün geldiğimiz noktada naçizane önerilerimi topluca yazmak istedim. Düşüncelerimi olabildiğince sade ve uzatmadan anlatmaya çalışacağım.
Çok yakında yerel seçimler var. Onun ardından ilk kez halk tarafından seçilecek cumhurbaşkanı için seçim süreci devreye girecek. Birçok kişi "Ne yapacağız şimdi? Oy vermek istediğim, bana hitap eden bir parti yok," diyerek içinde bulunulan belirsizliği ortaya koyuyor. Her seçim önemlidir ama bu kez gerçekten bir yol ayrımındayız. Son bir ayda Türkiye'de yaşanan olaylar, en temel insan haklarının dahi bu ülkede garanti altında olmadığını net bir şekilde gösterdi. Gezi Parkı ruhu iktidarı rahatsız etti; çünkü bağlı oldukları parti ya da sivil toplum kuruluşu ne olursa olsun, çok farklı düşünceleri taşıyan insanlar, ortak bir zemin buldu: Özgürlük talebi milyonları bir araya getirdi. Uzun zamandır muhalefet partilerinin başaramadığı ve belki de başarmayı hedeflemediği bir gelişmeydi bu. Siyasetçilerin yapamadığını halk yaptı. Gezi Parkı ruhunu ortaya çıkaran inisiyatifin halktan gelmesi, iktidarı telaşlandıran nedenlerden birisi.
Gezi Parkı'nda hepimiz kısa bir süreliğine de olsa bir ütopya yaşadık. Kentin ortasındaki en önemli meydanda, yiyeceğin, içeceğin, her şeyin bedava olduğu, kendine ait kütüphanesi, radyo ve televizyonu bile olan, az zamanda çok işlerin başarıldığı bir komün hayatı yaşandı. 11 yıldır süren baskı rejimine gençliğin verdiği bu barışçıl tepki ve karşılığında gördüğü acımasız şiddet hiç unutulmayacak. Orada tarih yazıldı.
Ancak şimdi park halka kapanmış durumda olsa da, önümüze bakma zamanı. Birçok kişi, Gezi Parkı ruhunun partileşme sürecine girip seçimlerde alternatif yaratması gerektiğini dile getiriyor. Benim görüşüm, Gezi Parkı'ndan tek bir siyasi parti çıkmayacağı yönünde. Çünkü herkesin bildiği gibi, hareketin tabanı homojen değil; protestolara destek veren birbirine taban tabana zıt gruplar var. Belki birkaç küçük parti çıkabilir ama o da bana göre şu anda ihtiyaç duyulan şey değil. İhtiyacımız olan daha fazla ayrışmak olmamalı; aksine Gezi Parkı ruhunu sürdürebilmek için asgari müştereklerde buluşmanın gerekli olduğuna inanıyorum.
Parkta düzenlenen söyleşilerde ve parkın dağılmasından sonra mahalle forumlarında, mevcut muhalefet partilerinden duyulan memnuniyetsizlik sıklıkla dile getirildi. "Zaten onlar yıllardır etkili olamadıkları için düştük sokağa. Şimdi kime oy vereceğiz?" deniliyor. Bu doğru; var olan partiler gerek TBMM'de gerekse sokaktaki talebi siyasete taşımakta başarılı olamadı. Ancak bunu söylesek de, içinde bulunduğumuz durumda işlevsel çözümleri üretmeliyiz. Çünkü başlangıçta da belirttiğim gibi seçimlere çok az süre var. Bu kadar kısa zamanda yeni bir parti kurup, mahalle, ilçe, il örgütleri bazında teşkilatı oluşturmak; yetkili kurulları belirleyerek politikalar oluşturmak ve seçime girmek olanağı yok.
Bu durumda oyları boş atmanın ya da hiç kullanmamanın da çözüm olmayacağını bildiğimize göre ne yapacağız? Gezi Parkı ruhu partilere taşınacak. Köhnemiş parti politikalarını aşmak kolay olmayacaktır. Ama benim önerim, herkesin kendisine en yakın hissettiği partiyi Gezi'de ortaya çıkan talepler doğrultusunda etkilemek için bireysel çaba harcaması. Taleplerimizi, önerilerimizi yapıcı eleştiriler şeklinde iletebiliriz, seçim çalışmalarında onlara yardım edebiliriz. Çünkü gün artık, sürekli muhalefeti eleştirip iktidar partisinin ekmeğine yağ sürme günü değildir; gün artık kavganın değil, asgari müştereklerde birleşmenin günüdür. Ne yazık ki temel hak ve özgürlüklerin garantilendiği bir Avrupa ülkesi değil Türkiye. O nedenle sağduyulu davranmamız şart. Yakınlık duymadığımız partileri semboller üzerinden yıpratmaktan vazgeçmeliyiz. Gezi Parkı'ndaki gibi birbirimizi itmeden bir arada durmayı öğrenmemiz gerekiyor. Artık parktaki gibi fiziksel bir birliktelik yok ama ruh birliğini korumak zorundayız. Onu nasıl yapacağız? Özgürlük, adalet ve demokrasi talebi ortak zeminimiz olacak. 11 yıllık AKP deneyiminin bizi getirdiği bu noktada nereye gitmekte olduğumuz açık. Artık bunu görüp, bu analizi yaparak akılcı stratejiler belirlemeliyiz.
Halka düşen bu sorumluluğun yanında, siyasi partilerin de ego savaşlarını bir yana bırakarak aynı sağduyuyu göstermesi şart. Bunu açıklamak için bir örnek vereceğim. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, 1994 seçiminde Refah Partisi'nin adayı olarak seçime girdi ve 393.579 oy aldı. SHP adayı Korel Göymen 387.189, CHP adayı Ali Dinçer ise 30.085 oy aldı. Böylece aradan Melih Gökçek sıyrılarak belediye başkanı oldu. CHP'nin Ali Dinçer'i aday göstermesi tarihi bir hataydı, çünkü merkez sol oylar dağıldı. Ama işin bir diğer yanı da, o yıllarda Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olarak başarılı bulunan Murat Karayalçın'ın genel başkanlık hevesiyle belediye başkanlığından ayrılmasıydı. O ayrılmasa, Melih Gökçek kesinlikle kazanamazdı. Daha sonraki yıllarda Karayalçın, yeniden Gökçek'in karşısına aday olarak çıktı ama hiç kazanamadı. Çünkü arada Çiller'in Başbakan Yardımcısı olmuş ve aşırı derece yıpranıp tepki toplamıştı. Karayalçın'ın hatası, hem kendisine hem de Ankara halkına pahalıya mal oldu.
Bu örnekten çıkarılacak dersler şunlar: Partiler, seçimlerden önce her bölgede sağlam kamuoyu yoklamaları yapıp, eğilime göre toplumun kabul edeceği, iyi adaylar bulmak zorunda. İkincisi, bazı kritik bölgelerde ortak aday belirleme yöntemi de denenebilir. Bu yöntem zordur ama göz göre göre yenilmekten iyidir. Üçüncüsü, muhalafet partilerinin seçimde ittifak yapıp blok kurması olabilir. 2009'da bu yönde bazı denemeler olmuştu. Bana göre sonuç verebilecek bir yöntemdir.
Sonuç olarak, ben tüm enerjinin siyasetteki yalanların ortaya çıkarılması yönünde kullanılmasını ve AKP'den memnun olmayanların seçim sürecinde sürekli muhalefete vurmaktan vazgeçmesini öneriyorum. Hep tekrarladığım gibi, ideallerimizin peşine sonra düşeceğiz; şimdi asgari haklarımız için mücadele ediyoruz. AKP, Gezi Parkı ruhunu söndürmek için gayret içinde. Lütfen bunun ayırdına varalım.
10 Şubat 2013 Pazar
Cumhuriyet Pazar'daki "Dünyalı Yazılar" sona erdi
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 10 Şubat 2013
Sevgili Okurlar,
"Dünyalı Yazılar" artık devam edemeyecek. Bu köşedeki yazılarım, daha iyi, daha güzel, daha adil ve eşitlikçi bir dünyaya dair kurduğum hayalin birer yansımasıydı. O hayale eşlik ettiğiniz ve yazılarıma ilgi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim.
Saygılarımı sunarım...
27 Ocak 2013 Pazar
Düşen tirajlar ve ünlüler
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 27 Ocak 2013
Türkiye’de gazete tirajlarının düştüğü bir gerçek. Ara ara dönemsel çıkışlar olsa da, bunlar kısa süreli; genel eğilim giderek azaldığını gösteriyor. Bunun çeşitli nedenleri var. Birisi, bütün dünyada olduğu gibi internetin yaygınlaşmasıyla, çoğu kişinin haberlerini bedava olarak dijital dünyadan almayı yeğlemesi. Akıllı cep telefonlarının, tablet bilgisayarların, iPad’in hayatımıza girmesiyle artık bu kaçınılmaz bir gelişme.
Ancak bunun dışında Türkiye’ye özgü durumlar da var. Geçenlerde bir arkadaşıma söylüyordum; ben bu ülkede mesleğimin ölümünü gördüm... Benim hayalini kurduğum, bana öğretilen gazetecilik, bugün bu ülkede yapılamıyor.
Nasıldı o gazetecilik?
Hiçbir kurum ya da kişiyi kayırmadan ve meslek etiğinden ayrılmadan, olayları ve toplumu, sadece doğruyu bulmak, haksızlıkları ortaya çıkarmak amacıyla izleyip, dili doğru ve güzel kullanarak aktarma işiydi; yani hep söylendiği gibi, kamunun doğru bilgi alma hakkını yerine getirmek için, onun gözü, kulağı ve sesi olmaktı.
Peki, demokratik toplum için elzem olan bu iş neden yapılamıyor Türkiye’de?
Medya sahipleri iktidar baskısından çekiniyor; o nedenle de hemen hiçbir yolsuzluğun, haksızlığın üzerine gidilemiyor, gazeteciler kör, sağır ve dilsizi oynuyor.
Gerçekleri yazan hiç mi yok?
Birkaç bağımsız mecra var ama onların toplam satış/izlenme oranı, diğerlerinin yanında çok az kalıyor.
Durum böyle olunca da medya patronları, tirajı artırmak için çareyi ünlülere köşe vermekte buluyor. Bir bakıyorsunuz yazı yazma konusunda hiçbir yeteneği olmayan bir şarkıcı birden köşe sahibi oluyor, bir manken ya da oyuncu yediğini, içtiğini, yaptığı seyahatleri ballandıra ballandıra anlatıyor. Onlar köşe sahibi olup gazetelerden hiç de azımsanmayacak ücretler alırken, edebiyatçı, yazar ve gazeteci, bir başka deyişle hayatını sadece yazı yazarak kazanmaya çalışanlar açıkta kalıyor.
Bana göre gazeteciliğin saygınlığını yitiren bir meslek olmasında en başat faktör, gazeteleri yönetenler. Bir insan kendi mesleğine ancak bu kadar ihanet eder. Sadece iktidarın önünde şekilden şekile girilmesinden söz etmiyorum; gazeteciliğin hiçbir yeteneği/deneyimi olmayan ünlüler tarafından hakkıyla yerine getirilebileceğini düşünmeleri, daha en başından mesleğe hakaret.
İletişim fakültelerinde geleceğin gazetecisi olma umuduyla okuyan çok sayıda genç var. Onlar mezun olduklarında diğer adaylar arasından tercih edilmeyecekler; bir başka fakülteyi bitiren ile aralarında işe kabul edilme açısından fark görülmeyecek. Bu ülkede hep olduğu gibi, yine nepotizm devreye girecek ve gazetecilik hayalleri belki de suya düşecek.
Üniversitelerdeki gazetecilik eğitiminin yeterli olmadığı savunulabilir ve bu doğrudur. Ama onun cezasını o bölümde okuyanlar çekmemeli; onlar, en azından gazeteciliği meslek olarak seçme heyecanı duyan gençlerdir. Bir başka alanda meşhur olup ya da başka bir sektörde çalışıp, “Hadi bir de şu gazetede yazalım da havamız olsun,” diyenlerden değildir.
Bu görüşleri ne zaman dile getirsem, “Ne yani gazetecilik okumayan gazetecilik yapamaz mı?!” diyenler oluyor. Elbette yapabilirler ve yapıyorlar. Bir konuda uzmanlığı olan, iyi yazı yazabildiği sürece o konudaki görüşlerini paylaşabilir ya da farklı bir alanda eğitim almışsa bile gazeteciliği meslek olarak seçip yıllarını bu işe vermişse, o da gazetecidir. Benim lafım, sadece ünü için gazetelere alınan ama yazı yazmayı beceremeyenlere ve onlara köşe açanlara...
Yazı yazmak, özen ister, bilgi ister, her şeyden önce dilde ustalık ister. Hepsini bir kenara atıp tiraj için ünlülere sarılmak ise, ölen gazeteciliği/haberciliği diriltmez.
-
13 Ocak 2013 Pazar
Kerry'nin tutarsızlığı
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 13 Ocak 2013
ABD Dışişleri Bakanlığı’na Hillary Clinton yerine Massachusetts Senatörü ve Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı John Kerry’nin atanması, Türkiye’de ana akım gazetelerde sevinçle karşılanmış görünüyor. Obama’nın Kerry’yi seçmesi, benim için sevinç nedeni olmadığı gibi sürpriz de yaratmadı. Sanırım Türkiye’de bu atama olasılığını ilk duyuran benim.
Geçen sonbaharda Demokratik Parti (DP) kurultayını Kuzey Carolina’da izlerken 7 Eylül’de Cumhuriyet’in Dış Haber sayfasına gönderdiğim haberde şöyle yazmıştım: “Senatör John Kerry’nin kurultayın son gününde Obama’nın ulusal güvenlik politikalarını savunan bir konuşma yapması, Kerry’nin ilerde Hillary Clinton’ın yerine Dışişleri Bakanı olarak atanabileceği şeklinde yorumlanıyor.”
Hem Demokratik Parti’den hem de Cumhuriyetçilerden destek aldı John Kerry. Amerikan politikası açısından bakınca bu olağan bir durum ama Türkiye’de buna sevinenlerin olması pek normal değil. Milliyet’te Aslı Aydıntaşbaş’ın “Ankara Kerry’den memnun” başlıklı bir yazı yazıp, yeni bakanın Türkiye için ne kadar uygun olduğunu anlattığı bir yazıya rastlamıştım. Ona benzer başka yazılar da çıktı basında. Ana akım gerçekleri tam olarak yazmasa da, Birgün ve soL gazetesinin haber portallarında isabetli yazılar okudum.
John Kerry’yi 2004’te Başkanlık yarışına DP adayı olarak katıldığı tarihten beri yakından izliyorum. O dönemde Amerika’da yaşıyordum; ülkede George W. Bush’un ikinci kez seçilmemesini isteyen herkes, çok beğenmese bile Kerry’yi canla başla destekliyordu. Ama fayda etmedi; Bush, Kerry’ye karşı seçimi kazandı.
John Kerry’nin kampanya sırasında ve öncesinde çeşitli konularda yaptığı farklı açıklamalar tutarsız görünmesine neden oldu. 2002-3’te Amerikan halkını Irak’ta kitle imha silahları olduğuna inandırmak için uzun süre kanal kanal gezip medyaya konuşmuş, Irak’a karşı güç kullanılmasına kabul oyu vermişti. Sonra Bush yönetimi Irak’ı işgal edince ve kitle imha silahları bir türlü bulunamayınca, birden karşı görüşler açıklamaya başlamıştı. Bush, bu çelişkileri iyi kullandı.
2004 seçim kampanyası boyunca Kerry’nin DP’nin daha solunda yer aldığı, Senato’daki en liberal isim olduğu imajı çizildi. Sürmekte olan iki savaştan yılmış Amerikan halkının gözünde “savaş karşıtı tavır alan Vietnam gazisi” iyi bir izlenim bırakıyordu. "Vietnam’daki hizmetlerinden dolayı" madalyalar almıştı ama yaşadıkları karşısında savaşa karşı olduğunu anlatıyor, seçmenlerin yüreğini titretiyordu. Oysa daha sonra Suriye’de muhalefetin silahlandırılması, Libya’da uçuşa yasak bölge yaratılması gbi konularda da ilk harekete geçenlerden biriydi.
Bugün eleştirse de, 2001’de Bush’un terörle mücadele kapsamında izleme ve dinleme yetkilerini genişleten “Patriot Act” adlı iç güvenlik yasasına kabul oyu verdi. Hep önce desteklediğini sonradan eleştiren tutarsız bir politikacı oldu Kerry.
Geçen yıl DP kurultayında yaptığı konuşmada Obama’nın dış politikasının anahtarlarını da o açıkladı. “İsrail’in güvenliğini sağlama taahhüdümüz sekteye uğramamalı” dedi; ABD Başkanı’nın İran’a karşı yaptırımları genişletmek konusunda her zaman İsrail’in yanında olmaya söz verdiğini ve hiçbir seçeneği masadan kaldırmadığını vurguladı. Hatta İsrail’e öylesine koşulsuz bir destek veriyordu ki, konu o ülke olunca her zaman Mitt Romney yerine Netenyahu’ya inanacağını söyledi.
Bunca yıldır izlediği politikalara bakarsak, John Kerry’nin bir konuda tutarlı olacağı kesin. İsrail yanlısı politikalardan şaşmayacaktır ama diğer konularda zikzaklamayacağının garantisini kimse veremez.
-
Etiketler:
Amerika,
Barack Obama,
George W. Bush,
Hillary Clinton,
John Kerry,
Mitt Romney,
Netenyahu.,
Türkiye
30 Aralık 2012 Pazar
Direnç ve Umut
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 30 Aralık 2012
Yarın herkes yeni bir yıla girişimizi kutlayacak. Bütün dünya insanlığın kendi kendine zamanı izleyebilmek amacıyla oluşturduğu takvimin bir yıl için yeniden başa dönmesine heyecanlanacak. Eğlenmek, gülmek herkesin hakkı. Bir şekilde buna bahane oluyor yılbaşı kutlamaları. Ancak birileri bunları yapabilirken, birileri de aynı anda bir yerlerde acı çekiyor, zulüm görüyor.
Çok yakınımızda oluyor bütün bunlar. Ne ile suçlandığını henüz bilmeyen gazeteciler, aydınlar yıllardır hapiste yatıyor. İktidarı protesto eden üniversite öğrencileri polisten dayak yiyor, muhalif herkes biber gazı yutuyor. KCK, Ergenekon ve Balyoz davalarında evrensel adil yargılama ilkelerini yerle bir eden hukuksuzluklar yaşanıyor.
Uludere’de/Roboski'de 34 kişinin öldüğü facianın sorumlusu bir türlü bulunamıyor, bulunmuyor. İktidar, emperyalizmle kol kola ilerleyerek, Türkiye’yi Suriye ile sıcak savaşın eşiğine getiriyor.
Türkiye’yi faşizan yöntemlerle yöneten iktidar 10. yılını doldurdu; Başbakan artık kuvvetler ayrılığının kendilerini engellediğini söylüyor. Tarihi mekanlar, binalar, rant uğruna sermayeye peşkeş çekiliyor; kentsel dönüşüm adı altında kültürümüz, geçmişimiz yok ediliyor, insanlar yerlerinden yurtlarından edilirken gösterişli oteller, alışveriş merkezleri yükseliyor her yerde.
Vajina kelimesinden utanan, kadını her fırsatta aşağılayan kaba ve cahil sözlerin devlet görevlilerince fütursuzca sarfedildiği, tecavüzcülerin elini kolunu sallaya sallaya serbestçe gezdiği, Başbakan’ın “Her kürtaj bir Uludere’dir” söylemiyle kürtaja dini nedenlerle savaş açarak laikliği bir kez daha rafa kaldırdığı bir ülke Türkiye...
Almanya’da yüzyılın dolandırıcılığı olarak adlandırılan Deniz Feneri soruşturması, bizim ülkemizde “örgüt” suçlamasına takipsizlik kararı, ardından da dosyadaki telefon kayıtlarının silinmesiyle imha ediliyor.
İlköğretim okulları imam hatip ortaokuluna dönüştürülürken, imam hatip okulları dışındaki okullarda da Kuran derslerinde başörtüsü takılabiliyor. Eğitim sisteminde hızla geriye doğru gidiliyor, bilim ve sanattan uzak kuşaklar yetişiyor. Başbakan “ucube” dediği için İnsanlık Anıtı yıkılıyor, +24 yaş uygulamasıyla alkollü içecek firmalarının sponsor olduğu kültür, sanat etkinliklerine üniversite öğrencileri alınmıyor.
İstanbul’un ortasında bir müzik festivali gericiler tarafından basılıyor, “bira şeytan işidir” deniyor. Başbakan, ecdadını koruma bahanesiyle televizyon dizilerinin içeriğine müdahale ediyor, Devlet Opera ve Balesi’ndeki balerinlerin etek boyu uzatılıyor...
2012 Türkiyesi, özetle hukuk, adalet, özgürlük, basın özgürlüğü, kültür, sanat, bilim, eğitim, sosyal haklar, fırsat eşitliği gibi temel konularda sürekli gerileyen bir ülkedir. Ekonomik olarak ne kadar iyi durumda olduğumuzu söyleyenlere de kanacak değiliz. Emre Kongar, İlhan Kesici’nin kendisine gönderdiği bir ileti sayesinde, yapılan dikkatli analizlerin ekonomik başarı balonunu nasıl söndürdüğünü, 18 Aralık 2012 tarihli gazetedeki köşesinde ayrıntısıyla anlatmıştı. Ekonomideki gerçek durumu görmek isteyenler, o yazıyı okusun lütfen. (http://cumhuriyet.com.tr/?hn=386294&kn=37&ka=4&kb=5&kc=37)
2013’e girerken Türkiye’de yaşayan insanların bunca haksızlık ve baskı karşısında mutlu olmaları olanaklı mıdır? Kötümser bir yazı olduğunun farkındayım ama gerçek bu. Ancak ne demişler; çıkmadık candan umut kesilmez. Daha aydınlık, daha güzel günler için yılmadan adaletin peşinden koşacak, ezilenin yanında durma direncini gösterecek insanlar da var bu ülkede. Umudu hiç kaybetmeyeceğiz.
-
Etiketler:
adalet,
alkol yasağı,
Balyoz,
basın özgürlüğü,
Deniz Feneri,
eğitim,
ekonomi,
Ergenekon,
KCK,
kültür,
kürtaj,
Roboski,
sosyal adalet,
sosyal ve ekonomik eşitsizlik,
Suriye,
Türkiye,
Uludere
16 Aralık 2012 Pazar
Sol ve kafa karışıklığı
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 16 Aralık 2012
Kısa bir süre önce siyaset dünyamızda bir gelişme yaşandı. Eşitlik ve Demokrasi Partisi ve Yeşiller Partisi bir kongre ile birleşerek Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi adını aldı. Bunun ardından partinin kurucuları, art arda röportajlar vererek görüşlerini açıkladı. Murat Belge, Akşam gazetesinde yayımlanan röportajında iktisat profesörü İdris Küçükömer’in “Türkiye’de sağ soldur, sol da sağdır” diye özetlenen çizgisine yakın olduğunu anlattı.
Küçükömer, siyasi yelpazeye ilişkin tezlerini 1969’da yayımlanan “Düzenin Yabancılaşması” adlı kitabında ayrıntılı olarak anlatmıştı. Ben de geçen yılın sonunda Cumhuriyet Kitapları’ndan çıkan kitabım “İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri”nde Küçükömer’in görüşlerinin eleştirisinden hareketle günümüzdeki rejim tartışmalarına ışık tutmaya çalışmıştım. Bu nedenle konu hakkında bu köşede de yazma gereğini duydum.
Bir siyasi akımın/düşüncenin siyasi yelpazedeki yeri değerlendirilirken, temel alınan kriterler var. Toplumsal eşitlik ilkesinden hareketle sermayenin ekonomik ve siyasi tahakkümününü reddederek emekçi sınıfların yararını gözeten, ezilenin haklarını savunan, toplumu özgürleştirme ve çağdaşlaşma amacı güden, ilerici düşüncedir sol.
Küçükömer, Osmanlı yapısından gelen merkeziyetçi-bürokratik gelenekleri solun önündeki temel engel olarak görüyor; toplumsal, ekonomik yapının yanında modern genetik ve etolojik nedenlerden de söz ederek, Türkiye’de sivil toplum kurulamayacağını iddia ediyor. Kurtuluş Savaşı’nın antikapitalist niteliği olmadığı için antiemperyalist de olamayacağını, Türkiye’nin kuruluşunda gerçekleşen devrimler “halktan uzak laik-bürokratlar tarafından yapıldığı için” ilerleme olarak görülemeyeceğini söylüyor.
B
unları söylerken sadece yüzde 11’i okuma yazma bilen, ekonomik olarak tamamen çökmüş, savaşta egemen devletlerce parçalanan bir imparatorlukta verilen bağımsızlık mücadelesini bir anda silip atmakla kalmıyor; padişahlığı, halifeliği sona erdirip cumhuriyeti ilan eden, şeri hukuk yerine medeni hukuku getiren, insanları kulluktan vatandaşlık düzeyine çıkaran, sonuçta kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan bir hareketi ilerici görmüyor...
Ama Demokrat Parti’yi (DP) daha solda görürken dikkate aldığı kriter, “üretim güçlerinin geliştirilmesi ve daha büyük kitlelere mutlak olarak bir şeyler verilmesi.” O zaman burada sormak gerekir? DP, emekçi halk kesimleri için ne yaptı? DP’nin asıl tabanı, işçiyi, emekçiyi sömüren toprak ağaları ve tüccarlar değil miydi? Enflasyonist politikalar aracılığıyla köylüye nakit verilmesi ve tarımın makineleştirmesi söz konusu olsa da, alınan dış borçlarla körüklenen o politikaların zararını sonuçta yine emekçiler çekti.
Küçükömer, 1950’de DP’nin iktidara gelişi ile başlayan “İkinci Cumhuriyet” döneminin asıl işlevinin, 1. Cumhuriyet’in eğitim, politika, ekonomi alanlarında getirdiklerinin demokratikleştirilmesi olduğunu söylüyor. Her şeyi laik-batıcılar ile dindar-doğucular arasında geçen bir mücadele olarak algılamasının sonucudur bu değerlendirme. Öylesine gözünü karartmış ki bu, emperyalizme karşı olsa da, çok eleştirdiği NATO’ya girilmesi, Batı’ya siyasal ve askeri bağımlılığın artması, Meclis’te kurulan soruşturma komisyonları aracılığı ile basının cendereye alınması bile DP’yi sol diye nitelemesine engel olmamış...
Bu anlayışla Küçükömer’in izinden gidenler de 2002-2011 arasında piyasacı-gerici saldırılarını sürdüren AKP’yi desteklediler. Şimdi hâlâ sol sağdır, sağ da sol demelerinin nedeni o. Bu kafa karışıklığı hiç bitmedi.
-
Etiketler:
AKP,
Demokrat Parti,
İdris Küçükömer,
İkinci Cumhuriyetçilik,
laiklik,
Murat Belge,
sağ,
sol,
Türkiye,
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi
2 Aralık 2012 Pazar
Vasatın Yükselişi, Yeteneğin Çöküşü...
© Zülal Kalkandelen / Dünyalı Yazılar
Cumhuriyet Pazar Dergi / 2 Aralık 2012
Hani bazı olaylar vardır; duyduğunuz anda sarsılırsınız, iz bırakır sizde. Belki başkaları için o kadar yıkıcı değildir söz konusu olay ama sizin içinizde bir isyan başlatır. Böyle bir haber aldım geçenlerde.
Yeteneğine hayran olduğum ve çok saygı duyduğum bir müzisyenin hem sağlık hem de ciddi geçim sorunlarıyla mücadele ettiğini öğrendim. 1200 poundluk kirasını ödeyebilmek için Grado kulaklıklarını satıyordu. Son iki yılda üç kere kalp krizi geçirdikten sonra sol eline felç geldiğinden artık eskisi gibi gitar çalamıyor. Ancak müzik yaparak nefes alabilen bu sanatçının ismi Vini Reilly.
Onun adını duymamış olanlar belki post-punk grubu The Durutti Column’ü bilirler. 6 yaşından beri çaldığı enstrümanıyla kendisinden sonra gelen birçok gitariste esin kaynağı oldu Vini. Bana göre dünyanın en iyi gitaristi o. Red Hot Chili Peppers’ın eski gitaristi John Frusciante ile bu konuda aynı fikirdeyiz. Vini Reilly’nin müziğini ilk duyduğum günden beri gitarı ondan daha yoğun bir duygusallıkla çalan birisine rastlamadım. Klasik müzik, rock ve flamenko’yu kendine özgü bir doku içinde buluşturan kusursuz tarzı, gitara dokunduğu daha ilk notalardan tanınacak kadar farklı.
Bu yazıda onun müzik tarihi açısından önemini ayrıntısıyla anlatmayacağım; sadece bugün içinde bulunduğu durumun bende uyandırdığı düşünceleri paylaşmak istiyorum. Daha önce Türkiye’de de vefasızlıktan değeri bilinmeyen, insanı kahreden bir ilgisizlik içinde bu dünyadan göçüp giden onca sanatçı gördük. Onlar o hale gelene kadar neden kimse ilgi göstermez, neden onca yeteneksiz rahat hayatlar sürerken, gerçek sanatçılar muhtaç duruma düşürülür?
Günlerdir vasatı yücelten popüler kültürü düşünüyorum. Elbette belli bir çıtanın üzerinde işler yaparak popüler olmayı başaranlar da var. Ancak yine de bu çağda gerçek şu: Bir şekilde ana akım medyaya haber olmayı başaramıyorsanız, ne kadar iyi iş yaparsanız yapın yoksunuz.
Bugün Türkiye’de ana akım medyaya baktığımda karşıma çıkansa, ezici oranda dizi kültürü, pop ve arabesk dayatması. Medya tarafından güdülenen toplum da ilgisini bu dayatma ile belirliyor. Daha iyiyi, daha güzeli bulmaya çalışan, kendine sunulanın dışındakileri araştırmak için zaman harcayan, hatta siz ona hazır sunsanız bile merak eden insan sayısı çok az.
Türkiye’de durum böyle de İngiltere’de farklı mı? Vini Reilly hakkındaki haberi çevremdekilerle paylaştığımda hemen herkes, “Demek orada da oluyor böyle şeyler!” diyerek şaşkınlığını ifade etti. Batı kültüründe bilginin, yeteneğin ve uzmanlığın değeri çok daha fazla; nepotizm ve kronizm denilen akraba, eş, dost kayırma hastalığı orada da var elbette ama bizdeki kadar yaygın değil.
Benim düşünceme göre, vasatın yükselişi, kapitalist kültürün bir sonucu. Hiçbir yeteneği olmayan insanların, birtakım skandallar veya tuhaflıklar sonucunda dikkat çekmesi, pazarlanması çok daha kolay. Enrique Iglesias gibi vasatın da altında bir ses, babasının ismiyle kariyer yapıp konser teklifleri alırken, Vini Reilly gibi olağanüstü bir müzisyen, müzik sektöründe dönen oyunun içinde yer almadığı için evsiz kalabiliyor. Çoğunluk seviyorsa Enrique Iglesias da müzik yapacak tabii ama çoğunluğun ve medyanın ilgisini çekemeyenler ne olacak?
Nick Drake’in müziği, kendisi hayattayken ilgi görseydi, o güzelim insan depresyona girip intihara sürüklenmezdi belki de... Bu yazıyı Vini Reilly’nin öyküsü başlattı ama ben bu satırları her alanda göz ardı edilen tüm yetenekli insanlar için yazdım.
-